İbrahim Erler'i Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:
Yoldaşlarının
İbrahim Erler İçin Yazdıkları
Ortak
Anlatımlarıdır:
Güneşten önce günü
aydınlatanlar. Yani alev kanatlı şahanlarımız ve kızıl
gelinlikli kızlarımız o gece buradaydılar. 14 Eylül'de... Günlerdir hepimiz
sabırsız ve tetikteydik. İşte o an gelmişti. "Acaba" diye meraklanırken
İbomuz’un şaha kalkışı yankılandı gecede. "İşte İbilimiz’in, Aşurumuz’un, Fidanımız’ın, Halilimiz’in, Hasanımız’ın ve diğerlerinin halayları büyüyordu... Alevlerle
aydınlanıyordu gecesi Tekirdağ semalarının. Gümbür gümbürdü vatan... haykırışlarda ateşinin yalınlığı vardı.
Onlar
ki gülü dalında sevdiler.
Acılar
barındırıp gönüllerinde sevmeyi sevilmeyi türkülediler
Bir
tek kibrit yaktılar karanlıkta,
Oy
civan ömrüm, ışık adına yangınla savaştılar.
92'nin karanlık bir Eylül
akşamında 28 kişilik oldukça kalabalık sayılabilecek bir tutuklu grubu gelir
Bayrampaşa Hapishanesi’ne. Neşelerini, sevinçlerini, coşkularını taşırlar
zindan duvarlarına. Sonra coşkuyla yaşama katılırlar. İbrahim Erler bunlardan
biridir. 1.80'lere varan boyuyla, siyah, kıvırcık uzun saçlarıyla, uzun sarkık
bıyıklarıyla, yanık teniyle, sıcaklığı, samimiyetiyle ve doğallığı ile, şen şakrak kahkahaları ve öfkesi ile hemen göze batar.
Ve bir de pratik zekâsı, emekçiliği ve görev adamı olması ile İbo hapishanede hep böyle tanınır. Aslen Ordu Akkuç'lu olan İbrahim, İstanbul Kasımpaşa'da doğmuş orta
halli bir ailenin tek çocuğudur. Babasının marangoz atölyesinde geçen
gençliğinin ilk döneminden sonra Kadıköy Bostancı Lisesi'nde okur. Bu dönemde
İbrahim yaşamın farklı yönleriyle tanışır. Bunlardan olumsuz etkilenmeleri
yaşamına yansır. Artık, adaletsizliğe, zulme olan kini bu yıllardan başlayarak
düzene karşı tepkiye dönüşür. Arayış içindedir. 90'lı yıllarda hareketimizin
silahlı eylemleri ve alandaki atılımı, İbrahim'in de Devrimci Sol Güçler’le tanışmasına vesile olur. İbrahim'in Devrimci Sol
Güçler Kadıköy-Bostancı biriminde başlayan devrimci yaşamı kesintisiz bugüne
kadar gelir. Bu dönem birlikte olduğu, kendisine sorumluluk yapan şehitlerimiz,
Olcay Uzun, Nurten Demir ve 23 Aralık 2001'de yapılan operasyonda Uşak'ta şehit
düşen Yasemin Cancı, İbrahim'in kopmaz bağlarla davasına bağlanmasında ve iyi
bir dava adamı olmasında önemli paya sahip olurlar.
Mahalle çalışması
sürecinde iş bitirici, pratik, zeki, emekçi ve gözüpekliği
ile öne çıkarken, bir süre sonra İstanbul çapında örgütlenen milis örgütlenmesinde
görev alarak daha ciddi sorumluluklara aday olur. Bu çalışmanın örgütlenmesi
sırasında tutsak alınır. Tutsak alındıktan sonra savaş burada bitti demez. Aynı
kararlılıkla yola devam eder, aynı inançla...
Hapishane okul, İbo öğrencidir. Düzenin pisliklerinden arınmaya çalıştığı,
kendini yeni baştan eğittiği bir dönem yaşar. Darbecilik ihaneti ile uğraşıldığı
dönemde çok yönlü sorumluluk yaparak insanlara ihtiyaç olduğunu bildiğinden
ideolojik, politik, kültürel, askeri her yanıyla kendini yeni baştan donatır. 94 yılının ortalarında tahliye
olur. Herşey çok nettir onun için. Tahliye töreninde "ya burada ya şehitlikte yeniden
karşılaşacağız, onun için yine beraberiz" der. Sözüne tereddütsüz
sadık kalır. Tutsak yoldaşlarının öfkesini de, inancını da kuşanarak büyük bir
moralle savaşa koşar. Devrimci adaletimizin uygulayıcısı olur.
Önderimizin tutsaklığı
döneminde bir çok eylemin örgütleyicisi olur.
Önderliğimizle ilgili Kadıköy meydanında dalgalanan pankartta onun emeği ve
imzası vardır. 1995 yılında yeniden tutsak düşer. Artık İbrahim için uzun
tutsaklık yılları başlamıştır. Bu yıllar kendisini yeniden yaratma, kalıcı bir
dava adamı olarak kahramanlık çizgisinde ilerleyeceği yıllardır.
Tutsaklığın ardından bir
süre sonra 95 genel direnişinin bir
kazanımı olarak Ümraniye Hapishanesi’ne sevk olur. Ümraniye zindan koşullarının
tutsaklar lehine çevrilmesinde, barikatlarda, direnişlerde en önde çarpışanlardan
biri olur. Bu dönem İbrahim'in bütün özelliklerinin daha yakından tanındığı
yıllardır.
İbrahim denince ilk akla
gelen onun temel özelliği olan emekçiliğidir. İbo'ya
bir iş verdin mi gözün arkada kalmaz hiç. İşi mutlaka bitirir. Beyni, yüreği,
benliği görevindedir. Bazen günlerce uykusuz geçen gecelerin ifadesi kan
çanağına dönmüş gözleri, üstü başı kirlenmiş görüntüsü onun doğal yaşantısının
bir parçasıdır. Pratiktir, pratik özelliklerini zekâsı ile birleştirdiğinde
olmazı olur kılan bir irade sahibi olur. Çünkü ihtiyaç vardır ve yapılması
gerekiyordur. "Bunu da biz yapacağız"
der. İbo'nun yaşantısında böyle çok örnek vardır. İbrahim
özgürlük eylemlerinin sessiz ustalarındandır. Bütün özgürlük eylemlerinde
teknik bilgi, beceri ve emekçiliği ile önemli görevler alır...
İbrahim denilince ilk
akla gelen prtatik işlerdeki ustalığıdır. Gözüpekliği, cesareti ve genel askeri konulara olan özel
ilgisi, hep onu öne çıkaran özelliklerdendir. Herhangi bir direnişin
örgütlenmesinden yeni malzemelerin yaratılmasına kadar hapishane özgülündeki
bütün işlerde İbrahim vardır. Bu yanıyla İbo'muzun
yeri çok özeldir. Çatışmaları yöneten komutandı o. Üst koridorun alınması
sırasında en öndedir ve ölümün, kurşunların üzerine yürümüştür. Nitekim bu
sırada parmaklarını kaybetmiştir. Ama geri dönerken hiçbir şey olmamış gibi
soğukkanlıdır. Oysa durumu çok ciddidir. İlk gün parmaklarına operasyon
yapıldığı için kendinden geçmişti. Yeniden kendine geldiğinde elleri sargılı
bir biçimde yine çatışmanın başına koşmuştur. Onun o haliyle "saldırıyoruz
yoldaşlar" deyişi hala kulağımızdadır. Düşmana kini öylesine büyüktü ki
ellerini kullanamaması onu engellemiyordu. Evet, İbo'muz
bir destan yarattı.
Evet İbo'muz
bir görev adamıdır. Emekçidir, yaratıcıdır, askerdir ama hepsinden öte İbo'muz gönül adamıdır. En nitelikli insanlarımızdan, en
sorunlu sıradan insanlarımıza kadar güven oluşturmasını bilir. Mütevaziliği, samimiyeti, açıklığı, hesapsızlığı ve
doğallığıyla kendini kabul ettirmesini becerirdi. Küçükle küçük, büyükle
büyüktür. İbo insanlarımıza değer verir, saygısını sevgisini
doya doya yaşatırdı. Ve gönüllerde hep bir gönül
adamı olarak kaldı. Tekirdağ'dan genç bir yoldaşımız şöyle anlatıyor İbo' muzu;
"Ben
İbrahim yoldaşı hiç görmedim. Ne yüzünü bilirim, ne de boyunu, posunu, ne gözünü kaşını. Ama o tepeden tırnağa inanç,
sevgi ve yoldaş sıcaklığı satırları onu fazlasıyla tanımama yetti. Evet, ben
onun yüreğinin büyüklüğüne tanık oldum. İbrahim yoldaşımızın yüzünü görmesem
de, onunla sımsıkı kucaklaşmasam da, sesini duymasam da onun nasıl bir yüreğe
sahip olduğunu, yoldaş sevgisini, şu köhnemiş duvarların ardındaki hücresinde
gördüm. Yüreğimle gördüm. Bilincimle gördüm."
Yılları böyle devirdi
hapishanede İbrahim. Devrimci olmanın büyük mutluluğunu yaşar. Yıllar davasına
ve partisine bağlılığını kökleştirir. Yoldaşlarına ve halkına sevgisi daha da
büyür. Ve yeni bir çarpışma zamanı geldiğinde hapishanede tereddütsüz sunar
kendini. Çünkü "sevmesini bilmek ölmektir" sadeliğinde düşünmektedir.
Ancak tüm ısrarlı çabalarına rağmen farklı ihtiyaçlardan dolayı hiçbir ölüm
orucu ekibinde görev verilmez kendisine. Bilir nedenini, hiçbir sızlanmada
bulunmadan dört elle sarılır görevlerine.
Dava ortağı bir yoldaşı
ölüm orucuna seçilmemesine şaşırır. Ve çok sade ifade eder bu durumu, "Parti
İbo'yu kesin feda eylemi için ayırmıştır. Yoksa kesin
olurdu" der.
...
Kurşunların üzerine
yürüme... gazilik... sonra
hastane... sonra Edirne, Tekirdağ... Döne dolaşa en
son operasyonun üzerinden Tekirdağ Hapishanesi'ne gelmiştir İbo.
Öfke, inanç kararlılıkla
yüklüdür yine. Tekirdağ Ölüm Orucu 4. Ekibinde yerini alır. Kahramanlık
çizgisinde kesintisizce yürünecektir. Mutludur... huzurludur...
bütün güzellikleriyle, yüksek bir moral ve coşku ile
zafere yürümektedir.
Küçükarmutlu'ya operasyon gündeme
geldiğinde tereddütsüz öne atılır. Yazdığı notlarda "artık İbilileşmek
gerekmektedir" demektedir.
İbo'muzun kahramanlık çizgisinde
büyütüp bize miras bıraktığı devrimci yaşam budur. İbo'muz
anıları ve idealleriyle hep yaşamaya devam edecek. İbo'muz
onurların en büyüğünü bize yaşatırken, Tekirdağ Hapishanesi’nde ilk Parti-Cepheli
şehit olma onurunu kazandı. Bugünün dünyasında insanlığa ait değerlerin çokça
kirletildiği bir dönemde, insanlık alemine vefanın,
sevginin, bağlılığın nasıl savunulacağını bir bayrak gibi savurarak yaşamın
yüreklerine dikti. Onur yüklüyüz. Sözümüzü İbrahim Erler’in
ekip ortağı olan savaşçılarımızın birinin sözleri ile bitirelim.
"Evet benim can parçam, ustam, ortağım, paylaştığımız tüm
değerler soylu duygular, umutlar, hayaller, idealler, ideallerimiz... vatana ve halka olan sevdamızı gecenin karanlığında meşale
gibi alev alev yaydın Anadolu'ya. Halkımız,
yoldaşlarımız ve kahramanlarımız gördü, duydu ve seni hissetti. Halkımız
bağrına bastı, sarıp sarmaladı. Tüm yiğitlerini geleceğin kahramanlarını senin
sıcaklığında kuşattı. Yoldaşların senin ışığında yüreklerinde, kini-öfkeyi
kucakladı.
Evet
biz can yoldaşların, ortakların, ışığını, alevini alev yaptık yüreklerimizde.
Haykırışlarını, sevdanı tüm hücrelerimizde kor sıcaklığında tutuyoruz. Bekle İbo'm geliyoruz. Işığına alevine ve haykırdığın sevdalarına
sevda katarak geliyoruz.
Bekleyin
bizi. Kahramanlarımıza ve yiğitlerimize bizi söyle. Geliyorlar de, vuruşa vuruşa... Halkın geleceğini eke eke
Anadolu topraklarına geliyoruz... ve sizlerin
öğrettikleriyle vuruşuyorlar.
Bekle
İbo'm, bekleyin yiğitlerimiz. Geliyoruz, solunacak
son nefesimizde dahi zaten halkın geleceğini ve isimlerimizi intikam yeminimiz
yapacağız. Patlayacağız, umudu büyüterek yanınıza geleceğiz. Sabırsızız,
sabırsızım ve kabımıza sığmıyoruz.
Tüm
dünya tanık olacak.
İnci
gibi ömürlerimizle
İnci
taneleri gibi sıralanacağız
Halkımızın
koynuna...”
***
Bir yoldaşı, feda
anlarını anlatıyor:
Zindan
duvarları yanıyor, inancın öfkenin ateşiyle..
Sevmiştin halkını,
yoldaşlarını. Ateşin ortasında öyle heybetli, öyle asi duruyordun ki; Göğe
değerken başın türkü olmuştu dilinde "halkımızı,
yoldaşlarımı çok seviyorum" sözleri. Ve öyle haykırıyordun ki, sevdalı
olduğun Karadeniz dağlarında, gürül gürül dereler
sustu bir an, çay filizleri, fındık ağaçları, mısır koçanları halaya dizildi. Evet Karam, "sinirlim, inatçım" bedenine tutsak
ettiğin ölüm götürdü seni aramızdan, muradına ermiştin. İçimizde ince bir sızı
bırakarak takıldın halkın "zafer gerdanına". Kolay mıydı o anları
anlatmak, can lazım. Ölüme kilitliydin. Biliyordum bu nedenle zor olacağını
ağız dolusu kahkahalar atarak anlattın hep ölümü... Onu güzelleştiriyordun, anlatılması
kolay olsun diye son günlerinde sohbetlerinde "Filistin, Taksim, Amerika... hey be
kurbanın olam, dünya sarsılıyor..." diyerek "ah bir sıram gelse" demeyi de
sürdürüyordun. Alamut mahallesi diyerek Armutlu'nun, Gülaylar’ın, Ümüşler’in hesabını sormak hep kor ateşti içinde. Feda
eylemine hazır olduğun biliniyordu ve inancın taşıyordu, taşıyordun... içindeki düşmana olan kinin diline yansıyordu...
O gün Ümüş'ün
cenazesine saldırı olduğu haberini almıştık. Mavi pencerelerden haykırıyorduk
öfkemizi sloganlarımızla... derken, saat 22.00'ye
doğru karamın yüz hatlarında bir ışıl ışıllık var. Ne
ola ki demeye kalmadan sarıldı, sıkı sıkı
kucaklaşıyoruz. Sakin ve kararlı bir ses tonuyla "feda eylemi
gerçekleştireceğiz" diyordu. Sanki uçuyor havalara. Cephanesini
yağmurdan koruyan gerillanın edasıyla topluyor kağıtları,
çarşafları... mutlaka menzile varacağının hissini
uyandırıyor insanda. Merdivenlerden iniyoruz. Bir an sessizlik oluyor. Kendi
elleriyle istifliyor malzemeleri alt katın orta yerine. Hazırlıklar tamam.
Birazdan tutuşacak halay ateşi. O esnada koridordan sesler geliyor, bir süre
bekliyoruz... Acaba haberleri mi oldu diye soruyoruz birbirimize. O saatte
çıkan bu seslerin normal olmadığını düşünüyoruz.
Kısa bir beklemeden sonra
yine kucaklaşıyoruz, kenetlenircesine. Kulağıma "sizi seviyorum, yoldaşlarımı seviyorum" diye fısıldıyor.
Alnından bu Fırat'ımız için, bu Aşur'umuz için, bu
Fidan'ımız için, bu kahramanlarımız için, bu tüm yoldaşlarımız için diyerek
mini bir tören havasında öpüyorum, tertemiz alnından. Doysun diye yoldaşları
çekmiyor o güzel alnını, öyle gururla bekliyor. Saniyeler, dakikalar ilerliyor.
Birazdan yanacak ateşin sıcaklığıyla, neşeyle ve bir o kadar da sakin sakin "yoldaşlarıma selam söylersin"
diyor.
Ateşi kendi elleriyle tutuşturmak
istediğini belli ediyor. "Hay Allah
tam da zamanını buldu" diyor. Elindeki çakmağa
kızarcasına. Sonra kağıtların tutuşmasıyla
belki de dakikalar sonra güneşe erişecek olan ateşler ufak ufak
çoğalmaya başlıyor. Bir an birbirimize bakıyoruz yine.
Karanfil ateşinin içine
girmesiyle birlikte yükselen alevlerin arasından sloganlarını haykırarak adeta
daha da harlıyor Ölüm Orucu ateşini... Zindan duvarları yanıyor, inancın
öfkenin ateşiyle... İlk sloganı "Yaşasın Ölüm Orucu Direnişimiz" oluyor.
Camdan eşlik ediyorum yiğidime... Sonra Yaşasın
Feda Eylemimiz"
sloganını patlatıyor... Bu sırada tüm hapishanede yayılan dalga dalga slogan sesleri gecenin karanlığını yırtarak İbo'muzun türküsünü halka ulaştırıyor.
Alevler boyunu aştı
Karadeniz uşağının. Ama istem dışı da olsa tek bir "ah" çıkmıyor
ağzından... Yoldaşlarını ve halkını hiç düşürmüyor dilinden. Ne olacak diye
bekliyorum bir an, "Kahramanlar Ölmez Halk Yenilmez" diye haykırarak
uğruna ölecek kadar sevdiği halkını, bir zaman kendisiyle sofrasındaki bir
lokma ekmeğini paylaştığı halkını düşürmüyor dilinden. Her sloganı değişik ses
tonuyla yeniden atıyor. "Yoldaşlarımı seviyorum", "Bize Ölüm
Yok" diye devam ediyor...
Hayret ediyorum nasıl da
bu kadar düzenli, üstelik tek bir acı sesi vermeden sloganlarını atabildiğine.
Feda silahı olan bedenini aylardır nasıl da sabır ve özveri ile hazırladığı
belli oluyor... O haldeyken bile yoldaşlarını düşünüyor, ortalık toz dumandan
göz gözü görmez halde bana "...yukarıya
çık" dediğini duyuyorum. Kapı seslerini dinledikten sonra yukarı
çıkıyorum. Sloganlar devam ediyor. Yıkılıyor diyar-ı Tekirdağ'ın tecrit
duvarları. İbo' muzun içindeki yanardağ yakıyor
duvarları. Sonra aşağı iniyorum. Ortalık toz duman. O sırada kaç zaman geçti anlayamıyorum.
Saate güçlükle de olsa baktığımda 22.15 civarındaydı.
Can İbo'm
yere uzanmış ama dilinde hala "Bize Ölüm Yok", "Yoldaşlarımı
Seviyorum" sloganları. Ama ses tonu düşmüş olsa da atmaya devam
ediyor. Son anlarında hücre kapısının önünde sağ elini kaldırarak zafer işareti
yapıyor. Sesler kesildiğinde tarihin derinliklerine gidiyorum. O zaman
diliminde uzanmış yatıyor Ordu'nun kara uşağı. O sırada yüzüne bakıyorum,
yaklaşık 130. gündür takındığı bandın coşkusu seziliyor yüzünde. Yoğun ateşin
kızgınlığında bile yüzündeki görkem, gözlerindeki sevinç belli oluyordu.
Yiğidimin teninin kokusu
kapladı içeriyi... Zebaniler panik halinde koşuştular koridordan. Sinek gibi
yığıldılar kapı önünde mazgaldan bakmaya çalışarak. Korkuları belli oluyordu.
Kapıyı açtıklarında yüzlerine vuran kokuyla irkildiler. Alışkın değillerdi
böyle bir şeye. Korku ve panik yaşıyorlardı. İbo'm
yüzükoyun yatarken 19 Aralık sonrası hücre duvarlarını ateşiyle yakan bir
"İlk" olmanın coşkusuyla destan destan
koştu güneşin sofrasına. Çok sevdiği Armutlu'dan
ölümsüzlüğe kanat çırpan Cananlar’ın, Zehralar’ın yanına.
"Yazgımız" demişler
sedyeyle kömür gibi yanmış bedenlerini taşırken. Ve İbo'm
korktuklarını yaptı. 14'ünde yaktı bedenini, 16'sında saldı son soluğunu...
Fedaim, canım ortağım zaten o bu yola yaşamak için değil yaşatmak için
çıkmıştı, ölmesini de bildi. Ve şiirdeki gibi ateşi büyütmesini de.
Ateşi
çoğaltmak için yakmak gerek
...
Yaşamı
çoğaltmak için
Ölmesini
bilmek gerek
24 Eylül 2001
***
İbrahim Erler'in ölüm yıldönümü için yazılan bir yazı:
Güneş sıyrılıp gitti
dağların üstünden. Gece indi yine ağır ağır şu koca kente.
Sen düştün aklıma Çingenem. Ben kaldım hayatın
ortasında, sen karşımdaki resminde... Nasıl da büyütüp yeşertmiştik sevdamızı,
sonra vakit gelmişti. İki ayrı nehire dönüşmüştük yatağımızda.
Sen vardın denizlere, ben ise kaldım hayatın ortasında. Sen yangınlar içinde
ölümsüzleştin ben ise yanıyorum her gün, ölememenin acısıyla. Şimdi sabahlara
dek sürer ölmelerim.
Dön gülüm dayanmaz sizin
hasretinize bu ömrüm. Özlemin kement olup boğazımı sıktığı saatlerdeyim. Hasret
vurgunu yani yaşadığım anlayacağın. Kor kor yanar
olmuş yüreğimde ateşin. Neredesin? Dağların doruklarında mı, gökte bulutların
arasında mı, kırlarda çiçeklerin içinde misin? Neredesin! Dön gel öyle
özlemişim ki seni dön gülüm.
Çocukların gülen
gözlerinde görüyorum seni. Acı çeken halkımızın kininde... Geleceğin simgesi
damla damla eriyen bedenlerde... Ve zafere çekilen halaylarda
görüyorum... Seni vatanın her köşesinde...
Ve şimdi sana yazarken
masa lambasının ışığının etrafında uçuşan bir kelebekte görüyorum seni. Kelebek
olup gelmişsin. Hoşgelmişsin canımın içi, hoşgelmişsin...
Güneşe gidişinin ardından kelebeğe
benzetmiştim seni biliyor musun? Kelebekler kısacık ömürlerine aldırmadan salt
aydınlığa kavuşmak için öleceklerini bile bile ateşe
dahi atarlarmış kendilerini. Tıpkı senin gibi. Gencecik
ömrüne rağmen aydınlığa, aydınlık yarınlara ulaşmak için ateşlere dalmadın mı? Ölümü
ateşlerde kucaklamadın mı?
Oy sevdasına kurban
olduğum!
O sevda ki dört duvar
arasında eriyen bedenini gözünü dahi kırpmadan ateşlere saldı...
O sevda ki yoldaşlarını
ve halkını zulümden kurtarmak için, vatanını özgürlüğe bir adım daha
yaklaştırmak için acıların en büyüğünü düğün eyledi...
O sevda ki dakikalarca
yandığın ateşin içinde seni acıdan inletmeyerek zebanileri hayrete düşürdü...
O sevda ki ateşlerin
ortasında yüreğini diline döktü bir sloganla: "yoldaşlarımı ve halkımı
seviyorum"...
O sevda ki ateşler
içindeyken bile parmaklarında zaferi simgeletti...
Oy kelebek ömürlüm,
ışığın etrafında uçuşan kelebeği tutup öpüyorum. Sanki seni öpüyorum...
İşte yine geldi Eylülün
19'u Çingenem. Tekirdağ tabutluğunda bir hücre...
Senin hücren... Sana mezar olan hücre... Zalime korku salan hücre... Alev alev yanıyormuş yiğidim. Senin yiğitliğinin tanığı duvarlar
yanıyormuş alev kanatlı şahanım.
Göğün mavisi silinirmiş
Eylülün 19'unda Tekirdağ'da. Yerini senin hücrenden yayılan dumanlara
bırakırmış. Daha gece inmeden kapkara olurmuş gök. Yanıyormuş hücren.
Yanıyormuş Tekirdağ zindanı. Duvarlar bile ağlıyormuş zulmün ettiğine... Genç
ömürlere... O gün günebakanlar bile boynunu bükermiş bakamazlarmış göğe.
Göl ağıttaymış yiğidim...
Vatan ağıttaymış... Ben ağıttayım... Ama yürekleri taş kesilenler... Onlar!... Onlar giyecekler
bir gün biçtikleri kefenleri.
Bir ülkede ağıtlar
çoğalıyorsa, zebanilerin sonu yaklaşıyor demektir. Ey civan ömürlüm sen ağıdını yaşarken yakmıştın. Ağıdını
önceden yakanlar ve ağıdı önceden yakılanlar ölüm
korkusunu atar, ölümü yenerlermiş. Aydınlığa sevdalı bir kelebek gibi atılıp ateşe,
yendin ölümü aç bedeninde...
Bir gun
mutlaka binip mavi bulutlara geleceğim yanınıza. Ama bilesin ki öldüğüm gün
dahi çıkmayacak bu hüzün yüreğimden.
Şan olsun sana Çingenem
Şan olsun!
***
İbrahim ERLER'e
YAĞMUR
YAĞIYOR. DIŞARIDAN MİS GİBİ TOPRAK
KOKUSU
GELİYOR, ÇİNGENEM MERHABA!
"Şimdi
mi aklına geldi, daha önce niye yazmadın?" deme sakın. Yazmak kolay mı
sanırsın. Haa, vesilem mi, sabret söyleyeceğim. Önce,
hepinize selam ederim. Senin "çingeneler" ayaklandı
İbom. Hani horlanan, aşağılanan, buçuk milliyet kabul
edilenler var ya, onlar işte. Yoksul ve aşağılanan insanlar, bizim
insanlarımız. Esenler/Karabayır’ın insanları. Senin milliyetinden
insanlar. ORDU'lu ve Sünniler. Türk olmana rağmen
neden kendini çingene sayardın, daha iyi anlıyorum
seni. Onlar da bizi anlıyorlardır zaten. Bir görsen Karabayır’ı
İbom; bir dolu duvar umudu işlemişler, nakışlamışlar adeta.
Ah be İbom, görebilseydin bunları. Keşke, keşke...
Demek, "Tekirdağ'da yağmur yağıyor
ve burnuna mis gibi toprak kokusu geliyor" İbom.
Toprak bereketli değil mi? Eee yağan yağmur BORAN
cinsi olursa, nasıl bereketli olmaz ki? 85 kez yağdık ibom,
onlarca sakatımızla da yüzlerce kez gürledik. Ve yağmur yağmakta
ısrarlı hala. Fırtına öncesi sessizlik hüküm sürüyor şimdilerde. Vay be İbom... 11 yıldır tanışırız da, doyamamışızdır
birbirimize... Öyle hapishaneler yaptılar ki, bir tek hasretlikler kahretti bizi...
Öyle hapishaneler ki İbom; bomba kurşun yağmuruna,
Nazi gaz odalarına, Kerbela misali zulümlere
başvurdular da anca götürebildiler bizi.
Yaktılar bizi diri diri... Vurdular bizi kalleşçe...
Zehirlediler bizi, Hitler
halt etmiş İbom...
En saflarımız gitti değil
mi İbom? Durgun zamanların efe”leri tabana kuvvet terk ederken bizi, en mütevazilerimiz, en saflarımız, en yiğitlerimiz oldular.
Ercan, ah Ercanımız... Boran olamamanın burukluğuyla,
bir BORAN gibi gitti. Ne güzeldi, yıldız örtülü cansız bedeni. Sedat ne
yazmıştı biliyor musun İbom; "biz gidiciyiz hakkını helal et". Hem de şehitliğinden bir
hafta önce. Aynı senin gibi İbom. Ne saftılar, ne
bağlıydılar, ne coşkulu dövüştü. Ne mutlu öldüler...
Ne çok öldük,
Ne çok kırıldık,
Ne büyük hasretler
yaşadık... Ahmet, Osman abi, Bülent, Zeynep, Veli dayı,
Ali Rıza, Ümüş, Gülay... Ahh
be İbom...
Sevmeyi
bilmiyor muşuz, biliyor musun. En azından eksik bilirmişiz. Sevgi; 19 Aralık’ta
kurşuna göğüs germek, Boranlara birşey olmasın diye
üzerlerine kapanmakmış oysa.
Sevgi bizdeymiş, sevgi
sende. Sanır mısın unuturuz, kurşunla paramparça olmuş ellerinle, yatmayıp da
bizzat cephenin en önüne gelişini.
Unutamayız seni, ne
toprak tırnaklamaktan nasırlaşmış ellerini, ne de çatışmayı yöneten beynini...
Yaptığımız çok şey
değildi be İbom. Acıkanı doyurmaktı bir nevi. O meşhur
romanı hatırlarsın, Erol Toy'un Toprak Acıkınca'sını.
Anadolu toprağı bereketlidir. Toprak bu bereketi, üzerine dökülen kandan
alırmış. Ve bu toprak acıkınca can istermiş, hem de yiğit canı. Hain işbirlikçi
kanı yabancıymış ona. Şimdi de toprak acıkmış İbom.
Hem de daha şimdiden 85'mizi alacak kadar çok açıkmış. Ama doyunca düşün bir
bereketini. 85 alır, bir bakarsın 100, 1000, milyon misli verir bize. Verir
de...
Evet İbom,
yağmur yağmıyor ama toprak hala kokuyor, ama bu koku yavaş yavaş
bizden uzaklaşıyor. Hain, İşbirlikçi, işkenceci duyuyor bu kokuyu. Ve korkuyor
ve kaçacak delik arıyor. Anadolu onların pis bedenleriyle doymaz hatta kusar
atar onları. Koksun be İbom. Koksun ki korksunlar.
Hesaplaşma yakınlaşıyor. İçin gidiyor değil mi İbom?
Gitmesin, bizim ellerimiz armut toplamıyor ya... Yakanı yakarız. Anlarlar yanmanın
acısını. Uzatmayayım İbom hepimizden selamlar,
hepinize... Hasretle kucaklarım.
Görüşmek üzere hoşça kal.
Yoldaşın
5 Mart 2002