Yalçın
ÇAKMAK'ı Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:
O BİR DAVA
ADAMIYDI
Tepemizden vızır vızır
mermiler geçiyordu. Emirgan'ın Çalagabani
Deresinde sıkıştırıldık. Yaklaşık 45-50 kişiydik. Emirgan'ın
kızılımsı toprağı boza çalıyordu. Meşe ağaçları bir adam boyunu geçmiyordu.
Kulak zarımızı patlatırcasına sağımızda-solumuzda havan mermileri patlıyordu.
Bir kayanın ardını kendimize siper edindik. Havan mermilerinin biri, bir iki
metre üstümüze düştü. Sanki yerden toprak, çakıl, taş fışkırdı. Cehennemi bir
ortam... Sandino Babamız Yücel (Yalçın Çakmak) olağan bir iş yapıyormuşcasına
bizlerin arasında dönüp dolanıyordu. Soğukkanlı ve sakindi. Bu ateş yağmurunun
altında bile tabakasını çıkarıp tütün sardı. Her davranışı bir komutana yaraşır
tarzdaydı. Öncelikli olan bizim güvenliğimizdi.
Çalagabani Çalagabani
olalı böyle hengame görmemişti. Biz ateş ediyoruz, düşman
ateş ediyordu. Kendi aralarında bağırıp çağırıyorlardı. Ama bizim komutanlarımız
kendinden emin ve rahattı. Komutan Ekrem Abimizin
(Kemal Askeri) yardımcısı Yücel idi. Ekrem abi bir
kaç arkadaşla bizden kopunca bütün sorumluluk O'na kaldı. Bunun bilincindeydi.
Tek derdi bizi en iyi şekilde mevzilendirmekti. Bir aşağı, bir yukarı gidip
geliyordu. Aniden boynundan bir yara aldı. Bu esnada arkadaşlardan biri: “komutan
yoldaş yaralandım” dedi. Yine sakin ve vakurdu: “Birşey
olmaz, bak ben de yaralandım” diyerek arkadaşı sakinleştirmeye çalıştı. Birkaç saniye
geçmeden kafasından ikinci yarayı aldı. Son nefesini verirken bile öyle sakin,
öyle rahat, öyle doğaldı ki... Günlük yaşamda herhangi bir iş yapıyormuşcasına olduğu yerde yığıldı. Aydınlık bir yüzü
vardı. Telaşsız gitmişti ölüme. Ama biliyordu ki Sandino
Babamız, bizi düşman kurşunlarının altında bırakmanın telaşını yaşayarak gitti.
...
Yücel'i ve 12 yoldaşımızı Çalagabani'de
bıraktık. Ama onlar, yaşamlarıyla, öğrettikleriyle, örnek kişilikleriyle
bizleri yalnız bırakmadılar. Aramızda kullandığımız adıyla Sandino
Babamız şehit düştüğünde 24 yaşındaydı. Bu kısacık ömre neler sığdırmadı ki...
Dolu dolu geçen 24 yıl... Örnek savaşçılığın, örnek komutanlığın
yaşandığı iki yıllık gerilla deneyimi... Ancak onu iyi tanımak için gerilla
olmadan önceki yaşamını da öğrenmek gerekiyor.
...
Yücel ile lise yıllarında tanıştım. Kısa boylu ve
kilolu biriydi. Okulun voleybol takımındaydı. Aynı
zamanda takımın en gözde oyuncusuydu. Okulun maçlarını seyretmeye giderdik.
Fiziksel görünüşüyle uyuşmayan çevik ve pratik hareketlerine şaşırırdık.
Okuldaki hemen hemen tüm sosyal kültürel aktivitelerde
yer almasına rağmen dar bir arkadaş çevresi vardı. Bunlar genelde Yıldızbağları Mahallesinde oturan, devrimci mücadeleye sempati
duyan gençlerden oluşurdu. Okulumuzun faşist bir idaresi vardı. Tabii biz o
zamanlar faşist filan ne bilmiyorduk. Ama idare bizim her davranışımızı kısıtlamaya
çalışıyordu. Çocukluğumuzden beri tepki duyduğumuz
polisleri idare binasına alır, bizim hakkımızda bilgi verirdi. Bu durum
bizlerde tepkilere yolaçardı. Yücel ve arkadaşları
ise, çoğu kez idareye açıktan rest çekerlerdi.
1988 yılında bu grupla ve Yücel ile aynı sınıfta
okumaya başladık. Daha önce gözlediğimiz cesur davranışları nedeniyle bu grupla
arkadaşlık kurmak istiyorduk. Ancak Yücel içine kapanık, sert mizaçlı, birkaç
kişinin dışında kimseyle konuşmayan biriydi. Çoğu kez bu grubu, okulun arka
bahçesinde bira ya da şarap içerken görürdük. Öyle ki okulun içinde bile zulalar yapmışlardı. Teneffüslerde gizlice içki içiyorlardı.
Atatürk Lisesi ile Fırat Üniversitesi birbirine çok yakın olduğu için, Ahmet Güder
gibi Dev-Gençliler bizimle sık sık görüşme imkanı buluyorlardı. Okuldan ilk ulaştıkları insan da Yücel
olmuştu. Ahmet Güder'lerin çabasıyla okulda bir okuma
grubu oluşturduk. Sanırım bizi bu gruba çeken en büyük nedenlerden biri de
Yücel ve arkadaşlarının aksi ve gözükara davranışları
oldu. Bu süre içinde Yücel'i daha yakından tanıma fırsatım oldu. Hepimizin
amacı onun yaşamının bir parçası olan içkiden uzaklaşmasını sağlamaktı. En
büyük çabayı da Ahmet Güderler gösterdi. Yücel, çocukluğundan beri çeşitli
problemler yaşamış. Bunları çözmek için ne kadar çaba harcasa da çoğu kez
başarılı olamamış. Bu çözümsüzlük karşısında ise kendini içkiye vermiş. Ancak
içki içmesi onun insani, güzel yanlarını gölgeleyemiyordu. Devrimci mücadelede
yol katettikçe bu alışkanlığını da yendi. Bu dönem
Çözüm Bürosuna gidip geliyordu, Ahmet Güder ile ilişki yürütüyordu. Mezun
olduktan sonra, Haydar vasıtasıyla Nazım ile (Nazım Karaca) tanıştı. Bu arada
uzun zamandır tanıdığı, devrimcileştirmeye çalıştığı biriyle hareketin onayıyla
nişanlandı. İllegal mücadelede yeraldı. Gelişen bir
operasyon sonucu deşifre olunca EHAKAD'da (Elazığ
Halkıyla Kültür ve Dayanışma Derneği) çalışmaya başladı.
Yücel varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Varlık içinde
büyümüştü. Ama rahat bir ortamda yetişmesi onun gerçekleri görmesine engel
olmamıştı. Çocukluğuna dair bir anısını her zaman hüzünlenerek anlatırdı.
Sokakta yürüyormuş. Kadının biri, çocuğunu dövüyormuş. Yücel başlangıçta umursamamaya
çalışmış. Ancak çocuğun feryadına dayanamamış. Koşmuş çocuğu annesinin elinden
almış. Kadın: “sen kim oluyorsun bana karışıyorsun” deyince, Yücel: “asıl sen
kendini ne zannediyorsun” diyerek tepkisini ortaya koymuş. Haksızlığa hiçbir
şekilde sessiz kalamazdı. Ailesindeki ilişkilerde de böyleydi. Annesiyle babasının
tartışmalarını bu tür yaklaşımlarla tatlıya bağlamaya çalışırdı. Bu yaklaşımlarından
ötürü, ailesinin tümü, hata sülalesinin tüm üyeleri tarafından itimat edilen,
sözü dinlenen biri olmuştu. Ailesi zamanla Yücel'in devrimci mücadeledeki
yerini farketti. Onu engellemenin yolunu aramaya başladılar.
Babası: “yeterki sen bu işi bırak, tüm vasiyetim
senin olsun” diyordu. Hatta yıllardan beri işlettiği lokantayı Yücel'in üzerine
devretti. Tabii Yücel bu durumdan oldukça memnun olmuştu. Çünkü onun için
hiçbir zaman “benim malım” düşüncesi olmamıştı. Lokantanın kendi üzerine
yapılması vesilesiyle, mücadelede daha rahat para harcayacağını düşünüyordu.
Bir ayağı lokantada, bir ayağı EHAKAD'daydı. Mücadelenin
ihtiyaçları için çalışması gerektiğini düşünüyordu. Lokantada bir patron
havasından çok, bir emekçi gibiydi. Dernekte da alabildiğine uzun kalmaya
çalışıyor, derneğe gelen insanlarla ilgileniyordu. Üzerinde titizlikle durduğu
diğer bir nokta ise nişanlısını devrimcileştirmekti. Nişanlısına devrimciliğin
ciddiyetini ve savaşın önemini kavratmak istiyordu. Bir süre sonra evlendiler.
Ama Yücel evliliğini “mutlu bir yuva”, ailesiyle “düzende bir gelecek” üzerine
kurmamıştı. Onun hayalinde, savaşın en ön cephesinde olmak vardı. Bütün maddi
olanaklarını Elazığ örgütlülüğünün harcamalarına sunuyordu. Daha evleneli
birkaç ay oluyordu. Elazığ demokratikte çok acil paraya ihtiyacımız vardı.
Hepimiz harıl harıl para arıyorduk. Bir baktık Yücel elinde
5-6 tane bilezikle çıkageldi. Bu bilezikler, evlendiğinde eşine takılan bileziklerdi.
Ne zaman başımız sıkışsa bir bakardık ki Yücel altınlarla çıkagelmiş. Elazığ
Mücadele'ye fax almamız gerekiyordu. Yücel yine
eşinin altınlarını bozdurdu. ... Derneğin elektirik
faturası geliyordu. Kira parası geliyordu. Yücel ile konuşuyorduk. Velhasıl,
bütün acil ihtiyaçlarımızda Yücel elindeki paranın son kuruşuna kadar
Mücadele'ye verirdi. Her geçen gün Mücadele'ye daha sıkı bağlanıyor, sıcak
savaşa gitmek için yanıp tutuşuyordu.
'92 yaz aylarında eşine dağlara çıkacağını
açıklamış. .... Sonuçta Yücel '92 Ağustos'undan Aralık'a
kadar gerillaya ulaşmak için her yolu denedi. Uzun bir süre İstanbul'da kaldı.
Burada yol bulamayınca tekrar Elazığ'a döndü. ...
9 Aralık 1992'de gerillaya birlikte katıldık. Kış
ayları zorlu geçiyordu. Biz yeni savaşçılar için farklı bir deneyimdi. Ve bu
ilk aylarda herşey daha zordu. Baharla birlikte
Çemişgezek bölgesine gittik. Müfrezemizde yeni düzenlemeler yapıldı. Bu
düzenlemeye göre Yücel komün sorumlumuz oldu. Öyle büyük bir fedakarlıkla
ve özveriyle komüncülük yapıyordu ki, bu ondaki gelişmenin açık bir göstergesi
gibiydi. Köyde topladığımız bütün gıda maddelerini tek bir gün yakınmadan her
zaman o taşırdı. Çantası dolu dolu olurdu. Fakat bu
Yücel'in hoşuna gider, o gün yoldaşlarına iyi bir ziyafet çektirmenin sevincini
yaşardı. Yalnız bununla kalmaz, konaklama noktalarında dinlenme saatlerinden fedakarlık yaparak ateşi yakar, çayı demler ve sofrayı hazırlardı.
Bardaklarımızı, sefer taslarımızı her akşam köye girdiğimizde hemen mutfağa
girer, evin hanımıyla hem sohbet eder hem de yıkardı. Yücel'in bulaşık yıkaması,
köylü kadınların hoşuna giderdi. Çünkü onlar, hayatlarında, bir erkeğin böyle
kap kacak yıkamasına tanık olmamışlardı. Kadınlar şaşkınlıklarını “niye sen
yıkıyorsun bak kızlar da var, onlar yıkasınlar. Eğer onlar yıkamıyorlarsa ver
biz yıkayalım” diye dile getirdiklerinde, O: “Ana ne farkeder,
bak onlar da silah elde bizim gibi savaşıyorlar. Biz de erkek işi, kadın işi diye
birşey olmaz. Hem bak ne kadar güzel yıkıyorum. Yoksa
beğenmediniz mi?” şeklinde espiriyle karışık konuşur,
bu fırsatı kadınları eğitmek için değerlendirirdi.
Eğitim dedim de aklıma geldi Yücel bireysel
eğitimine de önem verirdi. Zaten Elazığ'dan gelirken belli bir siyasi birikim
edinerek gelmişti. Ama, O, hiçbir zaman “bana yeter” diye
düşünmedi. Dinlenme saatlerinin bir bölümünü de ideolojik-politik hattımızı
iyice kavramak için değerlendirirdi. Sadece kendi eğitimine önem vermezdi. Aynı
zamanda bizi de eğitirdi. İleriki zamanlarda siyasi eğitim sorumlularımızdan
biri olacaktı. Hem yaşamda, hem de ilişkilerimizde gösterdiği çaba, özveri
Yücel'in gelişimini hızlandırıyordu.
Hiç unutamıyorum. Hatta o dönemi konuştuğumuzda
hepimizin aklına gelen anımız Yücel'in bir tatbikatta yaptıklarıdır. Yaz
aylarındaydık. Kaldığımız yer büyükçe iki kayalığın arasıydı. Güneş tepemizde,
sıcaktan kavruluyorduk. Dinlenme saatlerimizdi ve hepimiz uyuyorduk. Tam öğlen
saatlerinde “kalkın düşman” sesiyle hepimiz yerimizden fırladık. Hepimizin çantası
dağınıktı. Biz çantalarımızı toplamakla uğraşırken komutan Cemal (Nazım Karaca)
“çabuk, tepeyi alın” dedi. Ve bizi gruplara ayırdı. Bir grup yanımızdaki
tepeyi, Yücel'in de içinde bulunduğu grup ise karşımızda bulunan yüksek tepeyi
alacaktı. Çantalarımızı aldık. Ama bardak, çaydanlık gibi bazı eşyalarımızı
konakladığımız yerde unutmuştuk. Her iki grup da hareket etti. Bizim grup,
alacağımız tepe yakın olduğu için tepeye erken çıktı. Hemen çevreyi gözetlemeye
başladık. Düşman yoktu. Yücel'lerin çıktığı tepeye baktığımızda, Yücel'in
sırtında çanta, omuzunda silah ve iki elinde de
poşetler vardı. Yükü ağır olduğu için yavaş yavaş yürüyordu.
Tam bu sırada Yücel'in yakınına ateş edildi. Yücel hızlandı ve koşmaya başladı.
Amacı tepeyi bir an önce almaktı. Fazla zaman geçmemişti ki komutanımızın
talimatıyla noktamıza geri döndük. Bu bir tatbikatmış. Nazım (Karaca) bizi
eleştirmeye başladı. Birinci hatamız çantalarımızın dağınıklığından dolayı
bıraktığımız eşyalardı. Ama en çok güldüğümüz ve hoşumuza giden ise Yücel'in
poşetlerle tepeyi almak istemesiydi. Erzağı
kurtarmaya çalışırken ağır kaldığından dolayı Nazım ateş etmişti. Komüncülüğünü
burada da göstermişti. Çünkü erzağımızın tamamı
Yücel'in elindeki poşetlerdeydi. Yücel, çıkacak bir çatışma esnasında aç kalmamızı
istemediği için poşetleri bırakmamıştı. Aslında böyle bir durumda bir gerilla
elinde hiçbir şey taşımamalıdır. Ama Yücel bizleri düşündüğü için bir eksiklik yapmıştı.
Ama o kendini sürekli yenileyen biriydi. Devrimciliği öğrenme ve içselleştirme
çabası, askeri yaşamı öğrenmede de vardı.
Bir gün gittiğimiz köyde Yücel, komün malzemelerini
her zamanki gibi toparladı ve çantasına yerleştirdi. Köyden çıktık. Yolumuz
hayli uzundu. Epeyce yürümüştük ki, Yücel'in çantasındaki eşyaların çıkardığı
seslerden düştüğünü fark ettik. Sonra acıyla bir inleme sesi duyduk. Hepimiz
Yücel'e doğru koştuk. Yanına vardığımızda ter içinde kaldığını gördük. Sesi
bile zor çıkıyordu. Komutanımız Nazım, Yücel'i kaldırmaya çalıştı. Yerinden
kalkamıyordu. Bu arada çantasını çıkardık. Daha rahat nefes alabilmesi için
gömleğinin düğmelerini çözdük. İlk anın acısını atar atmaz, “ben iyiyim merak
etmeyin, sadece ayağım taşa takıldı” dedi. Nazım: “biraz dinlenelim istersen” deyince,
iyi olduğunu, yola çıkabileceğini söyledi. Bunları derken, bir yandan da
çantasını sırtına geçiriyordu. Nazım tekrar çantayı çıkarmak istedi, “biz
taşırız” dedi. Yücel ise gülerek, “vallahi çok iyiyim, çantamı ben taşırım,
gerek yok, zaten herkesin çantası ağır” diyerek çantasını vermedi. Her ne kadar
o an hasta olduğunu söylemese de, biz onun hasta olduğunu biliyorduk. Çünkü
gerillaya katılmadan önce Kalp ve Kemik Hastalıkları Hastanesi'nde tedavi
görmüş, ameliyat günü bile almıştı. Fakat o bu durumu önemsememiş, gerillaya
katılmıştı. Yücel'e göre savaş ertelenemezdi. İşte böyle bir halle gerillaya
katıldığı için yürümekte zorlanıyordu. Ama bir gün dahi, “ben hastayım,
yapamam, eşya taşıyamam” dediğini duymadık. Hiçbir engeli tanımadığı gibi,
hastalığını da engel olarak tanımıyordu.
Bir ara barınak çalışması yapıyorduk. O günlerde hiç
boş vaktimiz yoktu. Geceleri saat 03:30'a kadar
barınak kazıyorduk. Saat 06:30 kalk saatiydi. Ardından
bir saatlik sporumuz başlardı. Yukarıda da anlatmıştım. Yücel aramızda en az
uyuyan yoldaşlarımızdandı. Spora başladığımızda iyice helak oluyorduk. Ama
hiçbirimiz şikayet etmezdik. ... O, günün ilerleyen
saatlerinde görevlerini aksatmadan yerine getirirdi.
'93 sonbaharında komutan yardımcılığı yapmaya
başladı. '93-94 kış karargahında ise müfreze komutanlığı
yaptı. Aynı zamanda oluşturulan eğitim gruplarından birinin sorumlusuydu.
Eğitim çalışmalarında zaman zaman dikkatimiz dağılırdı.
Hatta uyuklayanlarımız bile olurdu. Yücel bize ideolojik-politik hattımızı
öğretiyordu. Bunu hepimizin kavramasını istiyordu. Önce çalışmadaki uyuklamalar,
dikkatsizlikler üzerine bizimle konuştu. Daha sonraki çalışmalarımızda da
eksiklerimiz tekrarlanınca, “arkadaşlar sizlerin çaba harcamanızı bekliyorum.
Siz birazcık çaba harcarsanız ben de elimden geleni esirgemem. İnanın
anlayasınız diye yapamayacağım bir şey yok. Yeter ki isteyin, amuda bile kalkarım”
diyerek oturduğu yerden kalktı ve hepimizin içinde amuda kalktı. Belki bu bir
şakaydı. Ama o, özverili davranacağının garantisini bu şekilde dile
getiriyordu. Bu dönemki karargah faaliyetimiz yaklaşık
üç ay sürdü. Yücel yaşamın her alanında bizimleydi. Bir bakardık moral
gecelerinde eline davulu almış halay parçaları çalıyor olurdu. Ya da noktamıza
yakın köylülerle oturmuş sohbet ediyordu. Yaşlı amcalarla, yaşlı analarla sanki
onların yaşıtıymışcasına rahat dialog
kurardı. Moral gecelerimizden birinde “Hadi Anlat Bakalım” yarışması yaptık.
Anlatan Makbule (Asuman Koç) idi. Bir bayanlara bakarak, bir Yücel'e bakarak birşeyler anlatmaya çalıştı. Bir türlü ne anlattığını çıkaramadık.
Çeşitli cevaplar veriyorduk: “Kız bıyıklar”, “bıyıkların kızları”, “kızların
bıyıkları” gibi ilginç anlaşılmalar oldu. Bu cevaplarımız Makbule'yi çileden
çıkardı. “Arkadaşlar bunda anlamayacak ne var? Yücel Sandino,
biz de kızları” dedi. Hepimiz gülmekten kırıldık. Meğer “Sandino'nun
Kızları” kitabını anlatıyormuş. O günden sonra Yücel bizim “Sandino
Baba”mız oldu. Gerçekten bir baba olduğunu yaşam içinde kanıtlayacaktı. Yalnız
bize karşı değil, halkımıza karşı da koruyucu-kollayıcıydı. Bu konuyla ilgili
anımsadığım bir olay var.
Yine aynı dönem kış karargahındaydık.
Arkadaşlar bir eşya getirmek için gitmişlerdi. Geri döndüklerinde
sinirliydiler. Anlattığına göre eşya taşımak için ev sahiplerinden at
istemişler. Ev sahipleri de vermemiş. “Vereceksin-vermeyeceğiz” tartışması itişip-kakışmalara
dönüşmüş. Sonuçta evin gençlerinden birini dövmüşler. Arkadaşlarımızın tavrı
doğru değildi. Komutanlarımız bu aileden özür dilememiz gerektiğini söylediler.
Bunun için yeni bir ekip gidecek ve ev halkının gönlünü alacaktı. Herkesin
aklına hemen Yücel komutan geldi. Çünkü onun yapıcı, sorun çözücü yaklaşımları
halk üzerinde de etkili olurdu. Bu görev Yücel'e verildi. Sekiz kişilik bir
ekiple yola çıktık.
O günlerde Yücel komutan yine rahatsızdı. Kalbine
yakın bir bölgedeki kemik, kan dolaşımını ve nefes alıp verişini etkiliyordu.
Komutanlarımız “göreve gideceksin” dediklerinde hiç sesini çıkarmadı ve hemen
yola çıktı. Lapa lapa kar yağıyordu. Kış kıyamet, her
yer beyazdı. Yokuşu çıkarken Yücel komutanın arkasında olduğum için derin derin nefes alışını duyuyor, zorlandığını farkedebiliyordum. Kendi kendime “herhalde yine kalbi sıkıştı”
diye düşündüm. Yücel komutan ise duraksamadan, hızlı hızlı
yürümeye devam ediyordu. Bir yandan karın yağması, diğer yandan karın derinliği
bizi epeyce zorluyordu. Gaz lambasıyla aydınlatılan evin solgun ışıklarını gördüğümüzde
iki saatlik yol yürümüştük. (X) Burası tek haneli bir mezra idi. Evin köpeği
üzerimize gelince lambayı söndürdüler. Kapıyı çaldık. Ama kapıyı açmıyorlardı.
Yücel komutan pencerenin önüne geldi: “Daye daye metersi,
keber yake, maye maye Devrimci Sol” dedi.
Evden tık yoktu. Yücel komutan Zazaca konuşmaya devam
etti. Daha önceden gelip gittiğimiz için ev halkı Yücel komutanı tanıyordu. Bu
nedenle “Daye daye metersi,
ezo Yücel Keber yake, wore warena
zaf serdo” (Ana korkma, ben Yücel. Kapıyı aç, kar yağıyor, çok soğuk) dedi. Kapı yavaşça açıldı. Gaz lambasını tekrar
yaktılar.
Komutan “Ana
ana, sohbet etmeye geldik. Hele içeri geçelim. Üstümüzü başımızı kurutalım da
ondan sonra konuşalım. Daha vaktimiz var” dedi. İki gözlü eve girdik.
Sobanın olduğu odaya geçtik. İçeri geçtiğimizde nöbetçilerimiz de yerlerini
aldılar. Yücel komutan sobanın önündeki kürsüde oturdu. Hemen lafa girdi: “Amca kusura bakmayın, bizimkiler size kusur
etmişler. Özür dilemeye geldik. Sanmayın ki biz yanlışlarımızı görmeyiz. Sizler
için ölüyoruz, size karşı da yanlış yapmamalıyız. Biz haksız olan hiçbir şeyi
savunmayız” diye başlayan uzunca bir konuşma yaptı. Ev halkı pür dikkat
Yücel komutanı dinliyordu. Bu konuşmalar onları derinden etkiledi. Evlerindeki
en lüks eşyaları pilli radyoları ve yünlü yataklarıydı. Ana bir sıçrayışta
yünlü yataklarından birini sırtlayıp sobanın yanına seriverdi. Yücel komutana
yalvar yakar oldu, gel burada otur dedi. Yücel komutan: “Ana bak üzerim ıslak,
ayakkabılarım da çamur. Ben bu şekilde oraya oturamam. Sağolasın”
dedi. Ana onun kolundan tuttu, yatağa oturttu. Ana ve evdeki herkes oldukça etkilenmişti.
Ev halkı ne yapacağını bilemiyordu. Ana evdeki en iyi peynirini, çökeleğini
getirdi, önümüze indirdi. Yücel komutanın babacan tavırları, yumuşak üslubu ev
halkının hoşuna gitmişti. Bir önceki gece evdekileri kırmıştık. Ama Yücel
komutanla gittiğimiz o gece evdekilerin gönlünü yeniden kazanmayı başardık.
Yücel komutanın gerilla deneyimi her geçen gün
büyüyordu. Komutan olarak katıldığı ilk çatışma 4 Mayıs 1994 Pertek-Çalaxane çatışmasıydı. Arazi geceyken kuşatılmıştı. Şafak
söker sökmez tepe nöbetçilerimizin silah sesleri geldi. Komutan Yücel gayet
soğukkanlı bir şekilde hepimizi mevzilendirdi. Onun soğukkanlı ve sakin hali
bizi de etkiledi. Düşman kendini bir tarafta gösterip bizi boş olan yanda
dereye sürüklemeye çalıştı. Komutan Yücel bunu ilk anda farketti.
Hepimiz noktada kalacak ve çatışacaktık. Bir süre sonra boş bıraktıkları tarafı
da tuttular. İlk anda başvurdukları taktik boşa çıkmıştı. Ardından Komutan
Yücel alabileceğimiz stratejik noktaları tuttu. Çatışma bizim lehimize
ilerliyordu. Ön hatlarda kendi istekleriyle mevzilenen Serpil
Yılmaz ve Ayten Yüksel Keleş şehit düştüler. Tam bir
kapan içinde hava kararana kadar çatıştık ve düşmana çok kayıp verdirdik. Yaz
aylarına bu direnişin yarattığı coşkuyla girdik.
'94 Haziran ayının son haftalarıydı. Müfrezemiz özel
ve gizli bir görev aldı. Müfrezemizin komutanı Yücel idi. Sandino
Babamızla özel göreve çıkacağımız için hepimiz sevinçliydik. Görevimiz, kışın
üsleneceğimiz 75-80 kişilik bir karargah hazırlamaktı.
Noktamız deşifre olmasın diye kodladık ve adı “Sibirya” oldu. On günlük
faaliyet yürüttükten sonra üsleneceğimiz bölgeye geldik. Artık Sibirya'daydık.
Yücel komutan sorumluluk sahibi olmanın bilinciyle işe koyuldu. Yüksek dağların
arasında, derin bir vadide ..... dediğimiz
mezranın yakınında ceviz ağaçlarıyla dolu bir dere yatağında konakladık. Ceviz
ağaçları iki kişinin kollarıyla saracağı kadar genişlikteydi. Yücel komutan hiç
zaman kaybetmeden depo kazmaya başladı. Depo kazdığımız yer eski bir yerleşim
merkeziymiş. Oradaki yıkık evlerin temelinden yararlanarak depo kazmaya
başladık. Hepimiz hırsla ve coşkuyla çalışıyorduk. Ama Yücel komutanın alınteri, emeği hepimizden daha fazlaydı. Belirli noktalardan
atlarla sürekli malzeme taşıyorduk. Birincil görevimiz her ne kadar üs
hazırlamaktıysa Yücel komutan günlük yaşantımızı da bir program çerçevesinde şekillendirdi.
Eğitim çalışmaları, spor, depo çalışmaları: yani her şeyin saati belliydi. Kış
hazırlığı yapan karıncalar gibiydik. Konakladığımız noktada çevre düzenlemesi
ve yaşamda bize kolaylıklar getirecek düzenlemeler yaptık. Bunların çoğu
Yücel'in önerileriyle hayat buldu. Dereden daha rahat su almamız için bize ağaç
oluğundan çeşme yaptı. Hepimiz bir yandan yaşamımıza asılmıştık. Ekmek tahtamız
olmadığı için Cavit (Aydın Bulmak) taa aşağı dereden
düz bir taşı -biz buna sal diyoruz- sırtında taşıyarak getirdi. Yarı belimize
kadar gelen kayayı kap kacak yerleştirerek mutfak tezgahı
gibi kullanmaya başladık. Yani hayatımızı kolaylaştıracak her türlü doğal
araçtan yararlanıyorduk. Oklavamızı bile ceviz ağacından yaptık. Ekrem (Kemal
Askeri) abinin gelmesi, Parti müjdesi bizlerde sınırsız
bir enerji yaratmıştı. Kış karargahını Yücel komutanın
doğru ve yerinde yönlendirmeleriyle bu sınırsız enerjimizle hazırlıyorduk.
Birliğin tamamı tarafından kullanılan eşyaların
büyük bölümü bizimleydi. Yücel komutan hepimizi bu battaniyeleri, tulumları
yıkamak için dereye götürdü. Kadın-erkek savaşçılar kışın kullanacağımız
malzemeleri temizledik. Komutan Yücel örnek olması gerektiğini asla
unutmuyordu. Hatta kuruyan battaniyeleri-tulumları ilk o yamamaya başladı.
Böylece bütün battaniyeleri, tulumları yamadık. Bazen yük taşımaya giden
arkadaşlar yorgun oldukları için Yücel komutan onları tepe nöbetine göndermez,
kendisi giderdi. O, yaşamımızdaki herşeyde vardı. Birgün yük taşımaya giden arkadaşlar geciktiler. Biz neden geciktiler
diye merak ediyorduk. Geciken arkadaşlardan biri birliğimizin en küçük
savaşçılarından Vedat (Zeynel Kızılkaya) idi. Yücel,
bir babanın eve geciken çocuklarını merak etmesine benzer bir endişe yaşıyordu.
Bir o yana, bir bu yana gidip geldi. Sabaha kadar uyumadı. Arkadaşlar yanımıza
gelinceye kadar, tedirginliği sürdü, onlar gelince rahatladı. Yücel komutan
aynı zamanda, bütün savaşçılarına titrediği gibi, kadın savaşçılara daha bir
özenle yaklaşıyordu. Sandino'nun Kızları yaşamda gerçek
oldu. Onların özel sorunlarından, her türlü sorunlarına kadar her şeyleriyle
ilgilenirdi.
Sandino Babamız, '87 sonlarında
başlayan, illegalde ve demokratikte şekillenen ve Elazığ'da sorumluluk üstlenen
geçmişiyle Dersim'e geldi. Gerillacılığın,
devrimciliğin ilkelerini yaşam biçimi haline getirmek için yoğun bir çaba
harcadı. O, bütün herşeyini mücadeleye sundu.
Kavgasına adadı. Yaşamdan öğrendi, öğrendiklerini bize aktardı. Yaşamıyla dava
adamı olduğunu gösterdi. Davası için yaşadı ve bu uğurda 9 Ekim 1994'te aldığı
sorumluluğu en iyi şekilde yerine getirirken şehit düştü. Emirgan
Çalagabani'de hayalini kurduğu Parti bayrağını bir
onur abidesi gibi üstüne örttük. Elbette ona ve şehitlerimize karşı tek
sorumluluğumuz bu değil. Bıraktıklarını büyütmek, yükseltmek, zaferi onlara
armağan etmek en büyük görevimizdir.
(Yukarıdaki anlatım, Malatya Hapishanesi'ndeki DHKP-C'li tutsaklar tarafından yayınlanan Başak adlı derginin,
Ağustos 1999 tarihli, 26. Sayısından alınmıştır.)
***
Yoldaşları Yalçın'ı anlatıyor:
“Öldüğüm
zaman beni dağlara gömün”
derdi.
Yalçın her yönüyle hayat dolu bir insandı. Her zaman
insanlara bir şeyler vermek isterdi. Yakın çevresindeki insanlar ve komşuları
onun düşüncelerinin doğru olduğunu bildiklerinden her fırsatta oturup
tartışırlardı. Sık sık cebindeki parayla çocuklara
bir şeyler alırdı. Çocuklar Yalçın'ı gördükleri zaman koşup boynuna
sarılırlardı. İnsanlarla ilgilenmek, insanlara bir şeyler verebilmek onun en
büyük isteği idi. Kahvede okulda vb. yerlerde insanlarla sohbet ederdi.
Ülkemizde insanlara uygulanan haksızlık, zulüm ve baskıyı anlatır, bunlara
karşı nasıl mücadele verileceğini örnekleriyle gösterirdi.
Yalçın her konuşmasında “ben de bir insanım
diyorsanız şu anda ülkemizde yaşanan baskı, zulüm ve işkencelere karışı
halkınızın kurtuluş mücadelesine duyarsız kalamazsınız” derdi. Yine toplanıp konuştuğumuz
bir gün arkadaşlardan biri Yalçın'a “baskıya, zulme karşı biz bir şey yapamayız,
boşu boşuna faşistlere yem olmayalım” demesi üzerine Yalçın sinirlenip,
arkadaşa bir tokat attı. Aradan 5 dakika geçmeden arkadaşın boynuna sarılıp,
özür diledi. “Sen mantıklı düşünmüyorsun,
bizim yapacağımız tek şey direnmektir, başka yolu yoktur” dedi. Ona uzun uzun nasıl direnileceğini ve
nasıl mücadele edileceğini anlattı. Bu arkadaş ondan sonra Yalçın'ın yanına sık
sık gelerek bir şeyler anlatmasını söyler ve karşılıklı
konuşurlardı. Yalçın “ben bir gün gerilla olarak öleceğim, öldüğüm
zaman beni yine dağlarda gömün ki yoldaşlarımdan hiçbir zaman ayrılmayayım”
derdi. Yalçın istediği gibi şehit düştü.
***
Yalçın'ın komutasında savaşan bir
gerilla anlatıyor;
Yalçın örnek komutanlarımızdan biriydi. O
yoldaşlarına karşı saygı dolu, sevgi dolu bir insandı. Olumsuz bir şey
olduğunda saatler sürse dahi o bıkmadan anlatır ve hepimizi ikna ederdi. Çok
erken iletişim kurardı insanlarla.
Ben hastaydım. Bir hafta benimle uyumuştu. Ellerimi sıkarak “dişlerini sık, hastalığını yeneceksin”
derdi. Çoğu kez uyurken saatlerce başımda bekler, hiçbir fedakarlığı
esirgemezdi. Görevlerinden biri de, gece uyumayıp, yoldaşlarının üzerini
örtmekti. O bazen bize baba, bazen abi, bazen dost,
en güzeli de örnek bir yoldaş olurdu.
Komutanımızın evli olduğunu şehit düştükten sonra
öğrendik. Evli olduğunu bize hiç hissettirmemişti. Komutanımızın bu ilişkisi
her zaman bize örnek verilirdi. Komutan yoldaş sen rahat uyu. Nice Yalçınlar
yerini alıyor ve selamlıyorlar seni, ülkenin her yanında.