Ümit GÜNGER'i Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

 

Yoldaşları Anlatıyor:

HOŞÇAKALIN DEMİYORUM, YİNE GÖRÜŞECEĞİZ...

 

Hareketimiz içinde bazı yoldaşlarımız vardır ki onlar birçok yanlarıyla yoldaşları için "özel" bir yere sahip olurlar. Böylesine bir sevgidir ki, O'na kendinden bile çok güven duyarlar... O kişide herkes kendinden bir parça bulur, bağlanır, büyük değer verir O'na.

Ümit Güngör onlardan biridir. Ümit herkes için ayrı bir anlam ifade eder... Ümit Günger; genç yaşlı herkes tarafından aynı ilgi ile sevililir...

O'nu böyle özel kılan kuşkusuz yaşamıdır... Yaşamına bakmak gerekir onu tanımak için. Yaşamında ilklere imza attı, dolu dolu yaşadı kavgayı... Herşeyi yaşadı, tattı... Firar girişimi de oldu, Ümraniye katliamını da yaşadı... Zaferlere tanıklık etti, ihaneti de yaşadı, ihanetten çıkıp feda ateşini de kucakladı... Yeri geldi mapus damlarına sığmıyordu düşleri... Panocu'ydu, Hukukcu'ydu, Temsilci'ydi. 4 günlük Ümraniye 19 Aralık direnişinin komutanlarındandı...

 

Her türlü güzelliği gördü Ümit... Her türlü acıyı tattı...

Her türlü kahramanlıklara, direnişlere tanık oldu... Dolu dolu, kavga kavga, zafer zafer yaşadı. Ve şehit düştü, ve mirası büyük oldu. Ve yaşarken de bir "öğretmen" olan Ümit ölürken de öğretmesini biliyordu...

 

-DEV-GENÇ'Lİ ÜMİT GÜNGER-

Ümit Günger yoldaşımız 13 Temmuz 1972 yılında Artvin'in Şavşat ilçesi Kayadibi köyünde gözlerini dünyaya açar... Milliyeti kendi deyimiyle biraz karışıktır. Çerkez mi yoksa Gürcü mü oldukları konusunda halen bir karara varabilmiş de değildir. Ama o kendilerinin "gürcü" milliyetinden olduğunu söyler ve 'Stalin'in torunlarıyız" derdi.

Öğrenimini tamamlamak için İstanbul'a gelir. Marmara Üniversitesi Göztepe Kampüsü Atatürk Eğitim Fakültesi Fizik Öğretmenliği Hazırlık (İngilizce) sınıfına girer. Örgütlenmeden önceki düşüncesi, okuyup kendi hayatını idame ettirmektir. O dönem her sıradan öğrenci gibi Ümit Günger'in ideali de böyledir. Cuma namazlarına gider ama demokrat düşüncelere sahip olduğundan dolayı Cumhuriyet gazetesi de okur yine. O dönemler Cumhuriyet gazetesi okumak "sol görüşe sahip biriyim" demek gibidir.

Babası bir Devrimci-Yol'cu olarak 12 Eylül döneminde "Artvin Toplu Davası"ndan 1 yıl Erzurum Hapishanesi'nde yatar. Bu nedenle Ümit devrimcilere yabancı değildir ve Dev-Genç'e derin bir sempati beslemektedir. Okula gidince ilk işlerinden biri Dev-Genç'lileri bulmak olur... Ama bakar ki bunlar aradığı Dev-Genç'liler değil, Dev-Yol'culardır. En kısa zamanda asıl Dev-Genç'lileri bulur ve ilişkiye geçer. Ve artık Devrimci Sol'cudur. Derneklere gidip gelmeye başlar, Devrimci Sol Ana Davası izlemeye gider. Kendi deyimiyle orası "mahkeme salonu değil akademi mübarek". Mahkeme aralarında tartışmalar, sohbetler onun yaşamına yön vermeye, düşüncelerine şekil vermeye başlar...

Bu dönem illk tutsaklığını yaşar. Marmara üniversitesi Basın-Yayın Yüksekokulu Derneği basılmış, daha sonra Kızıltoprak'ta şehit düşecek Ferda Civelek ile birlikte gözaltına alınıp, tutuklanır. Yıl 1990'dır.

Bayrampaşa Hapishanesi'nde 3 ay tutukluluk Ümit'in de tercihlerini daha da netleştirdiği, büyük ailemizi daha yakından tanıdığı bir yer olur.

Tutsaklığın ardından tereddütsüz yeniden mücadeleye koşar. Ve bir süre sonra gençliğin yeraltı örgütlenmesinin oluşturma sürecinde silahlı ekiplerde istihdam edilir. Bu dönem Ümit'in okul hayatını bitirip, profesyonel devrimciliğe adım attığı, ömrünü herşeyiyle kavgaya adadığı günlerin başlangıcıdır.

 

-Ancak Bizimkiler Böyle Çatışır-

Ve devrimin neferi devrim ırmağına girmiş akıyordu... Enerjisini, yeteneklerini, hareketin gelişimi için harcayacaktı. Dev-Genç'lilerin silahlı ekiplerinde Erol Yalçın, İsmail Bahçeci, Ali Efeoğlu gibi şehitlerimizle çalışma fırsatı bulur. Onlardan öğrendiklerini hep ileriye taşımasını, kendini geliştirmesini bilir. Görev ve sorumluluklarının bilincinde, kararlı ve militan tavrıyla güçlü bir güven duygusu oluşturur çevresinde. Ayrıca yoldaşlarına bağlılığı, dürüstlüğü ve açık sözlülülüğü ile çok sevilir.

Bu dönem zorlu yıllardır. Savaşımızın büyük şehirlerde dalga dalga yayıldığı, silah tarakalarımızın hiç susmadığı yıllar... Baskınlar, cezalandırmalar... çatışmalar, tutukluluklar, şehitlikler... hep iç içe yaşanır. O dönemler unutamadığı iki önemli anısı vardır Ümit'in. Bunlardan birisi... En iyisimi Ümit yoldaşımızdan dinleyelim:

"Yıl 1992... Aylardan Nisan ayındayız. Bundan tam 11 yıl öncesi.

Böyle dalıp gitmelerde hep o türkü gelir aklıma. Ve içten içe mırıldanırım. Sanki türkünün mısralarında gezinirken, kavgamızın şehrinin sokaklarında geziniyormuş gibi olurum. Sizleri de yıllar öncesine alıp götüren türküler illa ki vardır.

Kimimiz o türkülerle çocukluğumuza, gençlik yıllarımıza, kimimiz dışarıdaki kavga yıllarımıza, kimimiz köyde geçen günlerimize... Kimimizse alır başımızı dağ yamaçlarına gideriz.

Biz zaten şu an Arsiyan'ın tepesinde, dağbaşlarında olduğumuza göre... Ben kavgamızın şehrine kent sokaklarına gidiyorum.

İşte o türkü;

"Bu kente yalnızlık çöktüğü zaman.

Uykusunda bir kuş ölür ecelsiz.

Alıp da başını gitmek istersin

Karanlık sokaklar kör, sağır, dilsiz..."

Dedik ya yıl 1992... İstanbul'dayız. Ben yine bir Dev-Genç'li olarak adımlıyorum gecekondu sokaklarını. Komutanımız Erol Yalçın. Onunla birlikte koşturuyoruz sokaklarda.

Şimdi yine yoksulluk edebiyatı yapıyormuş gibi olacağız ama... malum bilirsiniz Dev-Genç'lilerin pek parası olmaz.

Yine öyleyiz... Parasızlık zamanlarındayız. Halimizden şikayetçi değiliz tabii. Yalnız bu da bir gerçeklik. Bizim gerçekliğimiz.

Gecekondu semtlerinden birinde bir ev tutmuşuz. Bir arkadaşla birlikte orada kalıyoruz. Güya gurbet-yaban ellere gelmiş, işportacılık yapıp harçlığımızı çıkarıyoruz. (Ev sahibi öyle sanıyor. Evi kiralarken öyle demişiz çünkü. Evde ev haaa!.. Labirent gibi bir 'hol'den geçiyorsunuz ve dış kapının önüne anca varabiliyorsunuz. İki oda, bir de mutfak niyetine lavabonun olduğu dar koridor gibi birşey. Bir odanın penceresi yok zaten. Işık yüzü görmüyor. Ortası nemli mi nemli. Adamcağız kendisi inşaa etmiş. Artık kömürlük niyetine mi yapmış o iki odalı mekanı neyse... Ya da kiraya veririm diye sonradan mı "ev"e benzetmeye çalışmış. Her neyse, geçelim buraları. Gerçi kirası da ucuz ya. Ucuz olmasına ucuz da biz onu bile zor ödüyoruz.

Takvimler Nisan'ın 17'sini gösteriyor. Akşam olmuş eve döneceğim.

Eve gitmeden önce illa ki son bir kontrol çekmek gerekir. Eve vardığında "acaba takip aldım mı?" şüphesi taşımamalısın kesinlikle. Böyle bir şüphe taşıyorsan zaten çektiğin kontrollerden, takip alıp almadığından emin değilsin demektir. Ki bu da adamı yer bitirir. O yüzden eve adımını attığında kendinden emin olmalısın. Ve tabii ki bunun için de akşam kontrollerini sağlam çekmelisin.

(Bu demek değildir ki pimpiriklendim herşeyden şüphelendim. Doğallığımızı bozmadan, her zaman ki doğallığımızla yapmalıyız bunu. Sokaktaki sıradan insanların doğallığı ne ise bizim doğallığımız da o olmalı. Eh alnımızda devrimci yazmıyor ya... Yazmadığına göre biz niye durup dururken şüphe çekip takip alalım ki?

Sokakta doğallık önemli yani. Elbetteki her birimizin kendimize has bir doğallığımız olacaktır. O ayrı konu. Ama uyulması gereken kurallar vardır bir de. Ki bu vazgeçilmez-savsaklanamaz-esnetilemezdir. Kaldı ki bizim gevşekliğimiz, bizim yapacağımız kuralsızlıklar sadece bizi de bağlamaz. Başkalarının yaşamlarını da ilgilendirir.

Bu uzun paratezi de açıp kapamış olalım burada)

Akşam son kontrollerimi çekip kentin kalabalığından sıyrılıp oturduğum semte varıyorum. Bakkaldan iki ekmek alıp eve gidiyorum. Kısa bir süre sonra da birlikte kaldığımız arkadaş eve geliyor. Karnımız da iyice açıkmış.

Piknik tüpümüz var. Çayımızın suyunu kaynatıp küçük demliğimizde bir çay demliyoruz. Birşeyler atıştıracağız ama bir şey de yok hani. Cepte de pek para yok. Eh bari bir sana yağı alalım bakkaldan. Ekmeğe sürüp çayla birlikte katık ederiz.

Kapıdan çıkıp hemen yanımızdaki bakkala gidiyorum. Tam adımımı bakkalın kapısından içeriye atıyorum ki TV ekranında o görüntü... TV'de haberler başlamış.

Ekranda bir apartman görüntüsü. Ve apartmanın en tepelerindeki dairelerden birinin penceresinden orak çekiçli bir bayrak sarkıtılmış. Evet evet bu bizim bayrağımız. Rengini şehitlerimizin kanından alan kızıl bayrağımız. Nazlı nazlı dalgalanıyor. Kızıl bayrağın bu nazlı nazlı dalgalanmasına sloganlar eşlik ediyordu. Ekrana sığmaz olmuş bu görüntü ve sesler. Ekranlardan taşıp tüm semte yayılıyor. Şehirin caddelerinden yoksul gecekondu sokaklarına dek ulaşıyor yankısı.

Öylece dalıp gidiyorum ekrana. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Bakkal sahibi de şaşkın. Onun da gözleri ekranda. Bir yandan da dikkat çekmemem gerekiyor. Malum sıradan insanlar bizim kadar ilgilenmezler haberlerle... Hele ki biz yaşlardaki gençler. O şekilde bakkalda çok fazla oyalanamayacağımın da farkındayım.

Bakkaldan yağ istiyorum. Doğallığında biraz da oyalanabilmek, haberi biraz daha dinleyebilmek için farklı şeyler de alayım diyorum ama cepte para yok. Şurdan bir kibrit alayım, hadi şurdan da bir değişik ciklet alayım, diyerekten biraz daha oyalanmaya çalışıyorum doğallık içerisinde... Ama haber devam ediyor. Bitecek gibi de gözükmüyor.

Daha fazla oyalanamayacağım artık. Parayı ödeyip haberin tamamını dahi izleyemeden bakkaldan çıkıyorum. İçimde ukte olarak kalıyor izleyememiş olarak kalmak. Ve içimde o ukteyle eve varıyorum.

OF-OFF... Yoldaşlarımız kahramanca çatışıyor ve biz bunu TV'den izlemeyi bırakın, dinlemek için radyomuz bile yok. Hadi siz söyleyin. Nasıl ukte kalmasın insanın içinde.

Evin kapısından içeriye giriyorum ve izleyebildiğim kadarıyla haberi arkadaşa aktarıyorum. Büyük bir operasyonun olduğu kesin. O anlaşılıyor ama nedir, ne değildir bilmiyoruz.

Evet bizimkiler, o da kesin. Ancak bizimkiler böyle çatışır.

O bayrak ta bizim.

Sloganları haykıranlar da bizimkiler.

Ama kim, kimler?..

Bir yanda merak, bir yanda öfke... Kabına sığmaz olan yürek.

Ertesi gün gazetelerden okuyabiliyorum ancak.

Komutanımızla görüştüğümüzde "Bir şeyler yapalım" diyoruz. Üst sorumluya söylüyor. Ama bize izin çıkmıyor.

Aynı gün başlıyor misilleme eylemleri.

Ve biz yine dayatıyoruz kendimizi.

"Bir şeyler yapalım" İlerleyen günlerde devam ediyor misilleme eylemleri.

Bizimse elimiz böğrümüzde kalıyor. Dayatmalarımız da kar etmiyor. Bir de izin koparmamış olmanın ukdesi kalıyor içimizde..."

 

Böyle diyordu Ümit. 16-17 Nisan direnişini silahlı bir savaşcı olarak eylem yapamadan karşılamak büyük acı verir, onun deyimiyle insanın içinde ukte olarak kalır... Fakat yol uzun, yol zorludur. Aşılacak dağlar, geçilecek geçitler, ulaşılacak menziller vardır. Bilir bunu Ümit, bilir ve bekler sabırla... Günü gelir halkın adaletini uygular, günü gelir gülüşlerini paylaştığı, yoldaşlarının cansız bedenleri gülüşünün dudağında yarım kalmasına sebep olur. Savaşcıdır... Kan-ölüm, acı, intikam, ihanet, korkaklık, cesaret herşey iç içedir bu yaşamda. Ve ancak korkuyu kafasında yenenler bu zorlu yaşamdan başları dik, alınları açık çıkarlar... Ölümler, işkenceler, kaybetmeler kafasında korkuyu yenenlerde, korkaklığı değil cesareti, ihaneti değil kahramanlığı, gözyaşını değil intikamı beraberinde getirir...

*

"Alacağın Olsun Kızıltoprak"

Evet zorlu günlerdir. Düşman kuşatmakta, özellikle şehirlerde süren imha operasyonlarıyla, hareketimizi yok etmeye çalışmaktadır. Bunun yetdiği yerde ise darbecilik yok etmenin hesabını yapmakta. Önderliğimizi etkisiz kılıp, hareketle bağlarını zayıflatırsa sonuç alabileceklerini düşünmektedirler. Bu yüzden Önderimizi tartıştırmakta, yalan ve demagojiye dayalı propaganda kesintisiz sürmektedir.

Ümit ilk andan itibaren darbeciliği mahkum eden, Önderlikten yana tavır koyanlardan biridir. Görevlerine kesintisiz, yine aynı şekilde devam etmektedir. Ancak gençlik örgütlenmesine bağlı silahlı ekipler, yeni bir düzenlemeye tabii tutulmuş. Silahlı Devrimci Birlikler olarak düzenlenmişti. Ümit bu birliklerden birinin savaşçısıdır artık.

Diğer anısı da işte bu günlere aittir.

Hakkı Karahan, Ümit Günger'de ayrı bir yere sahiptir. Hakkı ile Kızıltoprak eylemine gitmeden önce beraberdirler. Bu güne kadar hiç anlatmamıştır bu anısını Ümit, ama ölüm orucunda olduğundan dolayı kendiyle birlikte anılarının mezara gitmesini istemediğinden yazmama "inadını" kırar ve Nail-İbo dergisi için "Alacağın Olsun Kızıltoprak" yazısını kaleme alır. Sözü yine Ümit Günger yoldaşımıza bırakıyoruz, yani SDB'li Yılmaz'a...

"Kaç zamandır birlikteydiler. Neredeyse bir yıldır birlikte arşınlamışlardır İstanbul sokaklarını. O bölge senin, bu bölge benim koşturup durmuşlardı.

Üniversite yıllarındayken de tanırlardı birbirlerini. Ama okudukları okullar farklı bölgelerde olduğu için çok fazla birbirlerini görüp, sohbet etme imkanları olmamıştı. En çok da gençliğin irtibat bürosunda karşılaşırlardı. Tanışıklıkları yüzeyseldi. Sohbet ettikleri de olurdu ama hepsi o kadar. Üç beş ayaküstü yapılan sohbetlerde insan ne denli tanıyabilir ki birbirini... Bir de o zamanların toyluğunu hesaba katınca... Bir tanışıklığın nedenli yüzeysel olabileceğini tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek.

Yüzeysel de olsa Hakkı'ya dair izlenimleri olmuştu yine de. En belirgin yanı, gözlerinin içinin sürekli gülüyor oluşuydu. Bir de konuşurkenki içtenliği, coşkunluğu...

Gençliğin YÖK'e karşı gerçekleştirdiği ilk 6 Kasım boykotundaki Avcılar Kampüsü'nün başarısını iyi hatırlıyordu. Bizzat işin başında olanlardan biri de Hakkı'ydı. Avcılar Kampüsü o dönem Hakkı ile daha bir canlanmış, daha bir kitleselleşmişti. Öyle ki diğer üniversitelerdeki arkadaşları bile Avcılar'daki bu gelişime gıpta ile bakar olmuşlardı.

12 Temmuz operasyonu yaşandıktan bir süre sonra Yılmaz da okulundan ayrılmış gençliğin yeraltı örgütlenmesinde faaliyetlerini sürdürmeye başlamıştı.

Kimin nerede, ne zaman karşılacağını belli mi? Hakkı'yla da tesadüfen bir kaç kez otobüste, sokakta karşılaşmışlardı. Birbirlerine selam dahi veremedikten sonra karşılaşmış olsan ne ki? Belki karşılıklı bir tebessüm, belki de bakışlarda söylenen kısa bir merhaba. Hepsi bu... O günlerde nereden akıllarına gelirdi ki bir gün yollarının çakışıp birlikte yol katedecekleri. Elbette hiç ihtimal vermeyecekleri birşey de değildi bu. Ne de olsa "İstanbul küçük bir yer"di. Ama öyle üzerinde çok da düşündükleri bir ihtimal değildi.

Aylar geçmişti aradan. Geçen zaman yine karşılaştırmıştı onları. Bu kez ki karşılaşmaları bir gecekondu semtinin çamurlu sokaklarından birinde olmuştu. Artık birlikte koşturacaklardı. Sokaklarda buluşup-buluşup sohbetler edecek, işlerini sokaklarda halledeceklerdi. "Bu kente yalnızlık çöktüğü zaman..." dizelerindeki gibi karanlık, kör-sağır, dilsiz sokaklardan kalabalıklara dalıp-dalıp çıkacaklardı. Bir daha da hiç ayrılmayacaklardı.

Son dönemlerde Hakkı evsiz kalınca Yılmaz'ın daha önce ucuz fiyata kiralayıp kaldığı tek odalı gecekondusuna yerleşmiş, birlikte kalmaya başlamışlardı. 30 Mart, 17 Nisan günleri de yaklaşmaktaydı. Koşturmaları daha bir hızlandı.

Ve işte birlikte oldukları o son gün gelip çatmıştı.

Sabahtı... Geceden kalma heyecanla açmışlardı gözlerini Nisan'ın ilk ışıklarına. Nisanın bu ilk gününde içmişlerdi çaylarını son kez. Birbirlerine söyleyecekleri son cümleleri söylemiş, son sohbetlerini yapmışlardı.

Vakit erişmişti. Akşamdan hazırlanıp son kontrollerini yaptıkları "Adalet Terazileri"ne baktılar son kez. Teraziler bugün bir kez daha halktan yana çalışacak, halk için adalet dağıtacaktı. Belli gülle donatılmamıştı sapları ama yürekleri ısıtan sıcaklıktaydı.

Kuraldı... Eyleme gitmeden önce ceplerden ne var ne yok boşaltılır, giderken üzere sadece kimlik alınırdı. Hakkı da ceplerini boşaltmaya başlamıştı. Çıkardıklarını camın önündeki setin üzerine koyuyordu. Cüzdanından çıkardığı Bankamatik kartını ise Yılmaz'a uzatıp "al bu sende kalsın" demişti. Hakkı'nın bu davranışı karşısında çok fazla düşünmeyip gayri ihtiyari pencerenin önündeki seti göstererek "koy kalsın orada" demişti. Hakkı'nın "al bu sende kalsın" deyişine de pek anlam verememişti. Hatta bir an için "allah allah, niye bana veriyor ki?" diye de geçirmişti içinden. Hakkı ise ısrar edip "Al, sen de kalsın. Bir aksilik olursa Malatya'da bizimkilerden para ister çekersin. Lazım olur" diyordu.

Yılmaz uzanıp Hakkı'nın elindeki kartı aldığında hemen cebine koyamadı. Bir eline baktı karta, bir Hakkı'ya... O bir kaç saniyelik süre içerisinde neler geçmemişti aklından. Gidip de dönmemek, bir daha görüşememek vardı. O kısacık zaman dilimi içerisinde yoldaş sevgisinin, bağlılığın, sıcaklığın en yoğunu yaşamıştı.

Hakkı hazırlıklarını tamamlayınca sarılıp kucaklaşmışlar ve o şekilde kapıdan uğurlamıştı. Henüz kapıdan çıkmadan "dikkatli olun" demekten kendini alamamıştı Yılmaz... Biliyordu o da, riskliydi Kızıltoprak. Elbetteki her işin bir riski vardı, ama bu kez, herhangi bir aksilik çıkma ihtimalinin daha yüksek olduğunu hissediyordu. İçine doğmuştu sanki ve bunun acısı vardı yüreğinde. Hakkı'nın kendisine bankamatik kartını uzatırken "Al bu sende kalsın" deyişindeki ısrarından da benzer şeyleri hissettiklerini düşünmüştü. Hakkı ise kendine güvenli bir şekilde gülerek "merak etme başarırız" deyip çıkmıştı kapıdan.

O gün Yılmaz biraz daha geç çıktı evden. Hakkı'lar işlerini bitirdikten sonra öğlen saatlerinde sokakta buluşacaktı onunla.

Otobüs durağına çıkıp ilk gelen belediye otobüsüne atladı. Kontrol çekmek için farklı bölgelere gitti, sokaklarda gezip dolaştı. Gözüne çarpan herhangi bir olağanüstülük yoktu. Saatte öğlene yaklaşmak üzereydi.

Buluşma yapacakları sokağın olduğu bölgeye vardığında hem randevu saatine dek zaman geçirmek, hem de öğlen yemeği yemek için, ucuz olduğunu önceden bildiği esnaf lokantalarından birine girdi. Öğlen yemeklerinin vazgeçilmezi olan bir kuru-az pilav ısmarladı kendisine. Kuru ve pilav onlar için ideal öğlen yemeğiydi. Esnaf lokantalarına az çektirmemişlerdi. Eğer bir de iki-üç kişi birlikte gitmişlerse birer tabak kuruyla ağzına kadar dolu sepetteki ekmeğin tozunu attırırlardı. Kimi zaman sepettekiler yetmez, garson tekrardan ekmek getirmek zorunda kalırdı.

Henüz vakit vardı. Mümkün olduğunca yavaş yavaş yiyordu lokmalarını. Bir yandan da gayri ihtiyari TV'deki programa bakıyordu. Bir ara program yarıda kesildi ve ani gelişmeler olduğunda ekrana gelen o bildik "son dakika" spotlarından biri yerleşiverdi ekrana. "Son dakika"... İnsannı rahatsız eden gürültülü bir müzik eşliğinde ekrandan kaybolan spotun ardından spiker belirdi.

Ne haberi verecekti acaba?.. Kendisi de merak etmişti. Gerçi az-çok tahmin etmiyor da değildi hani. Tahmin ediyor olsa da oda sonucun ne olduğuna dair merak içinde kalmıştı.

"Son dakika" spotuyla haber spikerinin yer değiştirmesi arasında geçen o kısacık süre içerisinde bir sürü soru gelip geçmişti aklından. Evet sonuç ne olmuştu?..

Yılmaz spikerin vereceği habere dikkat kesilmiş, bir yandan da doğallığını bozmamak için tabağında kalan son lokmalarını atıştırıyordu.

Spiker haberi vermeye başlamıştı. Kızıltoprak'tan bahsediyordu spiker... "Kızıltoprak'ta bir banka önünde nöbet tutan ekip otosuna teröristlerin saldırması sonucu çıkan çatışmada..." diyordu. Ölenler ve yaralananlardan bahsediyordu. "Terörist"lerden de ölü yaralı ele geçirilenler olduğunu söylüyordu.

Tabağına daldırdığı kaşık spikerin son söyledikleriyle öylece kaldı elinde. Sırtından kaynak sular döküldü, yutkunamadı. Boğazı düğümlenmişti sanki.

Fırtınalar kopuyordu Yılmaz'ın yüreğinde. Hayır! Hayır, hayır, hayır!.. diyordu yüreğinin sesi. "Hayır" diyen haykırışlardan oluşmuş bir anaforun içindeydi sanki. Kabullenmek-inanmak istemiyordu spikerin söylediklerine. Nasıl kabullensindi. Daha bu sabah birlikteydiler. Birbirlerine sarılıp kucaklaşmışlardı.

İlk buluşma günleri geldi aklına. Gecekondu semtinin o çamurlu sokağı... Işıldayan gözleri ve yüzündeki tebessümle sokağın ortasında kendisini bekleyen Hakkı'nın o hali... Birlikte faaliyet sürdürmek için ilk buluşma yaptıkları sokak, o an capcanlı gözlerin önündeydi işte. O günden bugüne aradan aylar geçmişti. Hakkı yine sokağın ortasına geçmiş öylece kendisini bekliyordu.

Büyük bir ağırlık çökmüştü omuzlarına sanki. Omuzlarındaki o ağırlıkla oturduğu sandalyeden kalktı. Hesabı ödeyip caddeye çıktı, saatine baktı. Henüz erkendi. Zaman geçmek bilmiyordu. Buluşma saatini beklemek için yakınlardaki bir kahveye girdi. Çayını yudumlarken isteksizce gazetelere gözattı, sonra televizyon ekranına döndü. Öğlen ana haber bültenlerine az bir zaman kalmıştı. Kahveninki farklı bir kanaldaydı, acaba bu kanal nasıl verecekti haberi? Belki az önce izlediği kanal, haberi yanlış vermişti. Olayın sıcaklığıyla yanlış haber vermiş olamazlar mı? Belki yoldaşlarından kurtulan olmuştu.

Ama hayır değişen birşey olmamıştı. Yine ölenler, yaralananlardan bahsediyordu spiker. Polislerin haricinde "Teröristlerin üçünün öldürüldüğünü, birininse yaralı olarak ele geçirildiğini" söylüyordu.

Umudu kalmamıştı artık... Ne olursa olsun yine de gidecekti buluşma sokağına. Kendisi de çok iyi biliyordu ki Hakkı gelmeyecek, O'nu sokakta göremeyecekti. Kabullenmek istemiyordu. Hakkı'nın randevu sokağına yine geleceğine ısrarla kendini ikna etmeye çalışıyordu. Anlatması dahi güç, garip bir duygu yumağı kaplamıştı benliğini. Gelmeyeceğini bile bile sevdiğiniz birisini beklemek... Ömrünüzün en güzel günlerini birlikte geçirdiğiniz, ölümüne birbirinize güvendiğiniz birini... Komutanınızı beklemek...

Nasıl bir duygudur? Hem de boş bir sokağı bir baştan bir başa yürürken beklemek... Adımlarınız ilerliyordur farkında değilsinizdir. Ama neyi beklediğinizin farkındasınızdır... Umut ve umutsuzluk bir arada beklemek.

Belki bir umut diyerek çıktı kahveden. Buluşacakları sokak az ötedeydi, zamanda dolmak üzereydi. İçindeki karmaşık duygulardan ilerlemeye başladı. Ya gelirse?

Sokağın başına geldiğinde onu bekleyen bomboş sokaktı. Adımları daha bir ağırlaşmıştı. Gözleri kararmış, tüm duyguları yüreğindeki bir anaforun içindeki çalkalanmaktaydı sanki. "Gel be Hakkı, gel hadi! Çık gel artık, gel" Yüreğindeki "hayır" haykırışlarından oluşan bu anafor daha bir şiddetleniyordu. O ana dek hiç yaşamamıştı böylesini, kelimelere dökmeye, tarihi yapmaya kalksa yapamazdı. Sözlerin gücü nasıl yetsin ki, yaşayan bilirdi ancak.

İçindeki anaforla ağır ağır adımlarla yürüyordu sokakta. Biraz ilerliyor, dönüp arkasına bakıyor, biraz daha yürüyor tekrar bakıyordu. Sokağın ortasına geldiğinde iyice duralamıştı.

Dalıp gitmişti. Gecekondu evlerinin çatılarından uzaklara baktı. Gözalabildiğine uzaklara... Toprakla gökyüzünün kesiştiği ufuk çizgisine baktı. Yoksa yüreğine düşen korun alevimiydi gözlerinde yansıyan bu kızıllık.

Bunun ayrımına kendisi de varabilmiş değildi. Ama şunu çok iyi biliyordu ki o gün Kızıltoprak daha bir kızıllaşmıştı. Ve biliyordu ki, her karışı toprak uğruna düşenlerin kanlarıyla kızıllaşırdı... Kızıllaşan topraksa bereketlenirdi...

Ayağıyla boşluğa doğru bir tekme savurup yürüyüşüne devam etti. Bir gün bu topraklara kendisinden de bir parça kızıllık katacağını bilmenin huzuru vardı içinde. Gurur ve bir parçada komutanından ayrı düşmenin hüznüyle "Alacağın olsun Kızıltoprak" dedi "Alacağın olsun..."

*

Evet onu dimdik ayakta tutan güç "Birgün bu topraklara kendisinden de bir parça kızıllık katacağını bilmenin huzuru"dur. Kanının son damlasına kadar devrim için savaşma kararlılığı, iktidar hırsıdır. Kaç kez yaşadı bu acıları, kaç kez yüreği acıyla dağlandı?... Komutanları, yoldaşları şehit düşerken o kaç defa boşluğa tekme savurup intikam yeminleri etti. Komutanı Hakkı Karahan'la Darbecilik sürecinde birçok eylemin içinde yeraldı. Hareketin darbecilik sürecini aşmasında canla-başla koşturdu Ümit. "Herşey Birliğimiz, Geleceğimiz ve Zaferimiz için"di...

 

-Özgürlük de Bu Değil mi Zaten-

En son süreçte İbrahim Yalçın'ın komutasındaki birliklerde görev alır Ümit. Yıllar ondaki sorumlulukları da arttırmıştır. İbrahim Yalçın'ın bir ihanet sonucu şehit düştüğü operasyon sonrasında gözaltına alınır. Ve 23 Nisan 1993 tarihinde tutuklanarak Sağmalcılar Hapishanesi'ne konulur. O artık bir özgür tutsaktır.

Şubede tüm ağır işkencelere rağmen ifade vermeyi reddetmiş, oldukça yıpranmış halde gelmiştir hapishaneye. Ancak gördüğü onca ağır işkenceye rağmen yüksek bir moral ve coşku taşımakta, direnmiş olmanın, onurunu korumuş olmanın huzurunu taşımaktadır.

Özgür tutsaklık günlerinin ilk yılları firar girişimleriyle doludur:

Sözü yine kendisine bırakalım:

"Sene '93 tutuklanıp geldik mapusa... Darbeciliğin caf caflı dönemleri. Mapusta üç-beş darbeci artığıda dolaşıyor ortalıkta... Defterleri dürülüp hesapları sorulup, koğuşlarımız artıklardan arındırılıyor evvela!.. Ardından hummalı bir faaliyet başlıyor ki hiç sormayın... Ben de bu faaliyetin içinde buluyorum kendimi... Ortalığı delik deşik edecek, tüneller açacak, özgürlüğe koşacağız. "Dört ayak üstüne düşmüşüz" sanki. "Mapusluk" yaşamadan mapusu terk-i diyar eyleyeceğiz... Oh ne ala.

Ve başlıyoruz adı özgürlük olan çocuğumuzu büyütmeye..."

Ne var ki tünel düşman tarafından fark edilir. Ümit bunu "özene-bezene büyüttüğümüz çocuğumuzu düşman katletti" diye ifade eder. Ama yeni çocuklar büyümeye devam edecektir. Çünkü özgürlük bir Devrimci Sol tutkusudur.

İkinci firar girişimi de bu kez "dost" bilinen oportünizm tarafından baltalanmıştır. Oysa ki bu kez kesin gözüyle bakılmaktadır... Yılmaz yoktur... Üçüncü firar girişimi de ring aracından kaçarak olacaktı. Bir mahkeme günü ringin arka bölümünden çıkarak atlarlar... Nerde indiklerini bilmezler. Koşmaya başlar Ümit. Onları gören kamyoncu kornaya basarak şoförü uyarmak istemiştir. Ümit koşar ama ardından da bir polis sürüsü onu kovalamaktadır... İndiği Vatan Caddesi İstanbul Emniyet Müdürlüğü yakınıdır. Şansı yaver gitmemiştir. Yakalanarak hapishaneye geri getirilir.

Özgürlük tutkusu biter mi? Bitmez elbette. Ölüm orucundaki günlerde Ümit Günger özgürlüğe olan özlemini şu duygularla ifade eder;

"Artık bu kez kesin gidiyorum. F tiplerinde olmamız da kar etmez, ne taş duvarlar, ne demir kapılar, ne kör pencereler...»

Ne zorla müdahaleler, ne de serumlar hiçbiri kar etmeyecek. Gözlerinin önünde, hem de göstere göstere çekip gideceğim Karadeniz dağlarına, memleket topraklarına...

Özgürlük çığlıklarına eklenen bir çığlıkta ben olacağım. Ve dilimde serüvencilerin türküsü ve siz'ler.

Var mı bundan ötesi?

Özgürlük de bu değil mi zaten?

Özgürlük eylemleri ard arda boşa çıkmış olsa da yaşam devam etmekte görev ve sorumluluklar onu beklemektedir.

95'li yılların sonudur. Bayrampaşa Hapishanesi kitlemizin oldukça çoğaldığı, hapishanenin 'dar' geldiği günlerdir. 95 yılı sonundaki genel direnişin bir kazanımı olarak, Ümraniye Hapishanesi'ne eski tutsakların gitmesi kabul edilir.

Ümraniye Hapishanesine ilk giden grup içerisinde yer alır. 13 Aralık'ta katliam saldırısında yoldaşlarıyla beraber çatışır, 4 Ocak'ta Mecit'in "saldırıyoruz yoldaşlar" diyerek özgürleştirdiği Ümraniye'nin değişmez yüzüdür Ümit... O günleri Ümit'den dinleyelim;

 

"Her Anı Eylem Olan 63 Gün"

"'96'da süreç bizim açımızdan hızlı başladı. '96 yılbaşının hemen ardından 4 Ocak katliamı, peşi sıra '96 1 Mayıs saldırı. Mayıs genelgeleri ile aslında düşman rengini belli etmişti.

2000'deki gibi bir hazırlık yapma şansımız bu yanıyla olmadı. Uzun uzadıya hazırlık olmadı. Sol'la (cezaevleri Merkezi Koordinasyonu kararı) birlikte SAG olarak başladık. Ö.O'na evrilmesi direniş içinde şekillendi. Kitle olarak tartıştık, yani politikamız belliydi; Ölüm Orucu. Ancak kitlemiz S.A.G. süreci ile hazır oldu.

 (...)

'84'e ilişkin daha ayrıntılı okuma-öğrenme girişimleri, çabaları oluştu. O dönemde başucu kitabımız "Direniş Ölüm ve Yaşam" İrlandalı Yurtseverlerden (IRA) B. Sands'ların Ö.O direnişi anlatımı vardı ki '84'te de B. Sands'ların deneylerinden faydalandığını gördük.

Asolarak "Direniş-Ölüm-Yaşam"dı bizim açımızdan"

*

13 Aralık, 4 Ocak, Mayıs Genelgeleri ve Eskişehir Hücre Tipi Hapishanesinin açılmasıyla beraber Ölüm Orucuna evrilen süreçte Ümit Güngerde 1. Ölüm Orucu Ekibi içerisinde yer alarak kızıl bandını kuşandı. Günler ilerliyordu... İstanbul başta olmak üzere Anadolu eylem ateşleriyle yanıyordu. Açlık gelip direnişçilerin başucunda bağdaş kurmuş oturuyordu... "Ölüm kaçacak delik arıyordu."

'96 Ölüm Orucu direnişinin görkemi bugün bile dillerden düşmemektedir. Zaferi Ümit Günger yoldaşımızın kendi kaleminden dinlemek daha anlamlı olacaktır. Şimdi '96 Ölüm Orucu Zaferi yıldönümünde Ümit Günger ile yapılan röportajdan bölümler aktaracağız.

"(...)

'96 Ölüm Orucu sürecinde sevinçlerimiz-heyecanlarımız gibi acı ve öfke duyduğum şeyler de olmuştur elbette. Mesela yaşanan ihanetler. Bir yandan peş peşe şehit yoldaşlarımızın haberlerini alıyoruz. Yoldaşım dediğin insanların can derdine düşüp zavallı bir şekilde bir tas çorbaya karşılık yaşanılan tüm güzellikleri ayağının tersiyle bir kenara ittiğini öğreniyorsunuz.

Yine analarımızın yaşlı bedenlerini bizlere siper edip, fedakarca koştururken sokaklarda alanlarda saçlarından tutularak polis tarafından pervasızca yerlerde süreklenmeleri TV ekranlarından izlediğimiz o manzaralar unutulacak gib ideğil, ve tüm bu yaşananların üstüne Şevket KAZAN'ın ekranlarda boy gösterip, 60 milyonun gözlerinin içine baka baka, hiç utanmadan sıkılmadan ve pişkince peşpeşe yalanlar sıralamasını hiç unutmam. Elinde bir mendil, bir yandan pis-pis sırıtıp, aklınca dalga geçmeye çalışarak meclis kürsüsünden yaptığı yalanlarla bezeli bir meclis konuşması vardı. O konuşmasını izlerken savurduğum küfürlerin haddi-hesabı yoktur belki de.

Yav hangi birini sayayım, saymakla bitmez. Sol'la ilgili bir örnek vereyim; Aygün Uğur Ölüm Orucu Direnişimizin ilk şehidi olmuştu. Aygün şehit düşmeden kısa bir süre önce durumu ağırlaşınca ziyaretine gitmiştik, karşılaştığımız manzara resmen içler acısıydı. Bir yanda görkemli direnişimiz ve mütevazi bir şekilde ölümüne direnişi sürdüren Aygün, bir yanda o koğuşun hali... Ortalık darmadağın, hiçbir özen gösterilmemiş. Bulunduğu koğuş tam bir perişan görünüm içerisinde. Var olan manzaranın direnişin misyonuyla uzaktan yakından bir alakası yok. İnsan hem üzülüyor, hem de bu duruma öfke duyuyor. Neyse ki bizden de birkaç arkadaş daha sonra gidip yardım etti de onların o koğuşuna da çeki düzen verilmiş oldu.

(...) Daha sıralayım?... Demem o ki "en"li ayrımlar yapmak biraz zor. "En" sevindiren ve heyecanlandıran olaya örnek verebilirim ama.

Gazi mahallesinde barikat kurma eylemi... Direnişin ilerleyen günleriydi. TV haberi Gazi mahallesinde ölüm orucu direnişindekilere destek olmak amacıyla Gazi mahallesinde insanların cemevi önünde toplanıp barikat kurdukları haberini geçmeye başlamışlardı...

Tabii biz de gelişmeleri izleyebilmek, haberi kaçırmamak için haber saatlerinde ekran başından ayrılmıyoruz. Biz de merak içindeyiz tabi. "Acaba bu kez ne olacak?" Bir yıl önce yaşanan direniş ve katliam görüntüleri hala belleklerimizdeki tazeliğini korur vaziyette.

Gazi mahellesinde tekrardan böyle bir eylemin gerçekleştiriliyor olması ve bu kez Ö.O'na destek olma amacıyla gerçekleştiriliyor olması o günlerde resmen coşturmuştu beni.

Hiç yaşadınız mı bilmiyorum. Hani kimi zaman çok sevindirici bir olay yaşanmıştır sizin için ve coşar-heyecanlanır kabına sığmaz olursunuz. Hani bir de bazen böylesi anlarda kendinizi bir kuş kadar hafiflemiş hissedersiniz. Hatta-hatta bir tüy diyelim. Bir tüy kadar hafiflemişsinizdir. Yürürken bile sanki rüzgar çıksa uçacaksınız.

İşte o günlerde böylesi bir duygu yaşamıştım ben de.

Bu hafifliğin hareketlerimdeki canlılığa bile yansıdığını hissedebiliyordum. Sanırım barikat direnişinin ikinci günüydü, yatağımdan kalkıp tuvalete gidiyorum. Ama nasıl rüzgar gibi... En azından ben kendim öyle hissediyordum. Kendimi gayet canlı ve dinç hissediyordum. Tuvalete yürürken ki o kısa zaman dilimi içerisinde bir yandan da kendimde şaşırıp; "alla alla bu ne canlılık böyle" diye geçirmiştim (düşünmüştüm).

İlginç bir tesadüf, o şekilde hızlı yürüdüğümü gören bir arkadaşta o an içinden benzer şeyler düşünüp şaşırdığını söylemişti, tuvaletten geriye döndüğümde yaptığımız kısa sohbette. Ben de benzer şeyler düşündüğümü söyleyince tabi o da şaşırmıştı.

(...)

96'da Ümraniye'de olan arkadaşlar hatırlar. Sanırım benim vücudumun anatomisinde bir gariplik var. '96 Ölüm Orucu direnişimizde son güne dek ayaktaydım, ortalıkta gezinip duruyordum. Hatta zafer günü alt katta TV'nin karşısına geçip keyifle haberleri izlemiştim.

Elbetteki düşmanın diz çöküşünü, o güne dek tehditler savurup, asıp kesmelerinin üzerine bütün tükürdüklerini yalayıp, yutmasını kendi ağızlarından dinlemek bizler için ayrı zevkti. Ama yaşanan bu coşku, buruk bir coşku oluyor. Bir yanda zaferimizi ilan edip tüm dünyaya duyurmanın, yoldaşlarımıza ve halkımıza büyük bir zafer armağan etmiş olmanın kelimelerle anlatılamayacak coşkunu yaşarken bir yandan da birlikte yola çıktığımız yoldaşlarınızdan ölümsüzlüğe uğurladıklarımızın bu anı görememiş olmalarının sizde yarattığı hüzün ve burukluk "keşke boranlarımız da bu anı görselerdi. Zafer coşkusunu birlikte yaşayabilseydik..." diyorsunuz. Ama bu da savaşın bir gerçeği. Hiçbir büyük zaferin bedelsiz kazanılamayacağını da biliyorsunuz ve o an birçok duyguyu bir arada yaşıyorsunuz. Herşey iç içe yaşanıyor yani.

Örneğin en basitinden; o akşam TV haberlerinden zaferimizin düşman tarafından kabul edilişini direnişçilerden sadece ben izleyebilmiştim. Direnişimizin ilerleyen günlerinde bizim ortakların da durumu ağırlaşmaya başladığı için yataklarındaydılar. Aynı mekanda olmanıza rağmen zaferimizle ilgili TV haberlerini yanyana oturup birlikte izleyememiştik. Oysa böyle anlar da söz konusu TV haberleri dahi olsa oturup hep birlikte izlemeyi kim istemez ki. Hele de zaferin yaratılmasında sizin de bir katkınız olmuşsa. Böylesi anlarda ortaklarınızla birlikte soluyup-yaşamak sizin için daha bir önemlidir. Ve o an ortaklarınızın da solumasını istersiniz."

*

Tüm duyguları böyle iç içe yaşadı Ümit. Ne abarttı duygularını, ne bir apolet olarak algıladı. Yalın ve sadeydi duyguları. Görev adamıydı Ümit... Nerede O'na ihtiyaç varsa oradaydı. '96'da direnişçi, zafer sonrası Ümraniye Hapishanesi'ne yeni tututukluların getirilmesiyle beraber "hukukçuluk" görevini üstlenir. "96'da Hukuk işleriyle uğraşmaya başladım. Ümraniye Hapishanesi'nde Ö.O bitti Hukukçu olduk. ama "H"sinden bile anlamam. Sorumlu yoldaşlarımızla sohbet ediyoruz birgün "Hukuk işleriyle sen uğraşacaksın" dedi. Damdan düşer gibi oldu... Ben ne anlarım...

Orası da tutukevi arkadaşlar da kafayı takmıştı. Genelde hukukçularında yapacağı pek birşey yok. DGM'lerin vereceği kararlar belli. Hukukçuları sıkıştırmasın, kafalarını meşgul etmesinler "çıkar mıyım?", "şöyle olur mu?" demek yerine, önemli olan dışarıya hazırlanmak.»

 Derken 98 yılı ortalarında Ümraniye Hapishanesi Parti-Cephe temsilciliği görevini üstlenir, Ümit...

 

-'96'cılar Arasında Kızıl Bandı İlk O Kuşandı-

Ümraniye Hapishanesi'ne yeni tutukluların getirilmesiyle beraber hem sayı artmaktadır, hem de görevler çoğalmaktadır. Bu tutukluların arasında yaşlı insanlarda vardır, gençlerde, aile ilişkisi olanlar da vardır, birlik savaşçısı olanlar da. Yıllarını köyde geçirenler de vardır, hiç köyünü bilmeyenler de. Asabi olanları da vardır, çok uysal olanları da. Bu denli çeşitli insanların olduğu bir ortamda Ümit Günger'i istisnasız her kişi aynı derecede sever, aynı derecede saygı gösterir. Bunu başarmak hele de böyle bir yerde kolay değildir.

Çok farklı özellikler taşıyan, çok farklı kültürlerin şekillendiği insanlarımız içinde Ümit Günger bunu başarmıştır. Bütün kitlemizin sevgisi her daim Ümitledir. Elbetteki bu sevginin temelinde yaşamı, yaşamına yön veren devrimci özellikleridir.

Onun kişiliği tanınmadan, bu sevginin büyüklüğü anlaşılamaz.

Ümit düzenin kiri pası içinde, özellikle de şehir küçükburjuvazisinin kurnazlık üzerine şekillenen çarpıklıklarından hiç etkilenmeden, SAF kalmayı başarabilmiş olanlardandır.

Anadolu insanının davranışlarındaki hesapsızlık, yalınlık ve doğallık Ümit'in doğal özellikleridir. O gerek insanlara, gerekse de olgulara yaklaşımında bu özelliğini hiç yitirmeden korumayı başarmıştır. Bazen genel bir tartışma ortamında, bazen de bire bir sohbette bu özelliği hep önümüze çıkar. Siz de onun gibi olma zorunluluğu hissedersiniz. Davranışlarındaki, düşüncelerindeki hesapsız boyuttaki bu açıklık, doğallık ve yalınlık, özü-sözü bir olması çevresinde başlı başına bir güven duygusu, sevgi halkası yaratır, bağlanır ona.

Açık sözlüdür Ümit. Lafı dolandırmadan, ama karşı tarafın da gerçekliğini gözardı etmeden, onun anlıyacağı dilden mutlaka düşüncesini söyler. Bazen tartışır, damarına basar, bazense sabırla döne-döne düşüncesini aktarır, ikna etmek, doğruyu göstermek için saatlerce tek insanla uğraşır. Ki onun yaklaşımı, emeği ve kazanmak için gösterdiği sabır ve ısrar karşısında etkilenmemek mümkün değildir. Özellikle bulunduğu Ümraniye Hapishanesi'nde birçok yoldaşımız Ümit'in kesintisiz süren toparlayıcı örgütleyici bu özelliğinden etkilenmişlerdir.

Görev adımıdır Ümit. Kendisine verilen görevlerde, teslim edilen konularda sınırsız bir emek harcar. Bilsin, bilmesin mutlaka sorumluluğunu yerine getirmek için her yolu dener. Bu bazen hiç bilmediği hukukçuluk, "diplomasinin inceliklerini sevmediği halde" temsilcilik, bazense seminer verilen bir konu, örgütlenecek yeni bir çalışmadır. "Bilmem", "yapamam" onun kitabından silinip atılmıştır. Görev vardır, verilmiştir ve yapılacaktır. Bu kadar basit bu kadar doğaldır. Çünkü parti güvenmiş, yapacağını söylemiştir. Gerisi taşınması gereken sorumluluktur. Burada özellikle Ümit'in görev ve sorumluluklarını yerine getirirken, bir özelliğin; ısrarcılığının özellikle altını çizmeliyiz.

Ümit ısrarcıdır. Bu bazen en geri insanlarımıza pano için yazı yazdırırken, bazen seminer vereceği bir konuda günlerce süren hazırlıkta, bazen solla süren bir tartışmada ikna çabasında, bazen kendi kabuğuna çekilmiş, devrimci mücadeleden uzaklaşmış insanları kazanmak için gösterdiği çabada ve sabırda görülürdü. Çünkü kazanmanın, başarmanın yaşamı boyunca sabırla ısrar etmekten geçtiğini öğretmiştir ona. Ki onun bu özelliğini bilen birçok yoldaş, biraz da espriyle "aman aman Ümit benden uzak dur!" demesinin biraz da nedeni budur. Çünkü bilinir ki Ümit bir kez birşey kestirdin mi, yapılması gereken birşey gördün mü hedefine ulaşacaktır.

Ümit emekçidir. Bazen haftalar boyunca gecenin gündüzün karıştığı, yoğunluktan birçok işe yetişemediği günler yaşar. 2.00-3.00'den önce yatamadığı için normal bir uykuya, gönül rahatlığıyla yapacağı bir banyoya, doya-doya okuyacağı bir kitaba hasret kalır. Ama istediği gibi kitap okuyamamanın dışında bir kez sitem etmez. Yine sabah sporunda, temizlikte, yine komün nöbetinde bulaşık yıkamaktadır.

Ümit bizden biridir. Bazen o davudi sesiyle yemek sonrası bir grup yoldaşla masada sohbet edip, cigara tellendirmekte, şen kahkahası duvarları dövmektedir. Bazen güneş altında, terden sırılsıklam olmuş halde top koşturmakta, çalım yemektedir.

İşte böyledir Ümit. Yoldaşlarının gönül bahçesine taht kurmuş, yaşamın ayrılmaz bir yöneticisi, emekçisi, öğrencisi ve neşesi olmuştur. Bir gün özgür tutsakların Ümraniye Hapishanesi tarihi yazılacaksa, kuşkusuz Ümit bu tarihin içinde başlı başına yer edinecektir.

96 Ölüm Orucundan sonra Diyarbakır ve Ulucanlar katliamı yaşanmış, Burdur ve Bergama Hapishanelerine saldırılar yaşanmıştır. Ümit bu yıllara hep başeğmez direnişçiliğiyle hep en önde, yine örnektir. F tipi süreciyle beraber ölüm orucu tekrar tartışıldığı günler yaşanmaktadır. Ama '96'cılar değil Ölüm Orucu'na katılmak A.G bile yapamayacaklardır. 20 Ekim'de Ölüm Orucucu başladıktan sonra yavaş yavaş dışarıdaki muhalefet gelişmektedir. Ancak devlet sorunu çözmek yerine, katliamla bastırmayı yeğler. 19 Aralık'ta Ümraniye Hapishanesi'nde 83 saatlik bir direniş sergilenerek tüm hapishanelerde 28 şehit verilerek tutsaklar F tiplerine atılırlar.

Ümit Günger bu saldırıda direniş boyunca en önde olan, cüretkarlığı ve kararlılığıyla, kurmaylığıyla öne çıkanlardan biridir. Yaralıdır. Ancak gerek direniş anında gerekse daha sonra düşmanla her karşılaşmasında direnişçiliğiyle düşmanı çileden çıkartandır. Ümit Günger önce Edirne F tipine, ardından da Mart ayında açılan Tekirdağ 1 No'lu F Tipi Hapishanesi'ne sevk edilir. Tekirdağ F Tipi'nde de temsilci Ümit Günger'dir. Geldiği ilk günden itibaren örgütlülüğü oluşturmak için yoğun çaba sarfedenlerin başında gelir. Uğramadığı tek bir hücre, yazışmadığı tek bir yoldaşı yoktur. Dergi çıkartılması konusunda girişimleri olur. Nail-İbo dergisini kapsamlı bir çalışmayla düzenli bir faaliyete sokan ve bugünlere gelmesinde büyük emeği olandır... Dergilere yazı yazar yine aynı şekilde. Tüm yoğunluğuna rağmen yeni yeni aktiviteler hayata geçirir. Sürekli üretir Ü. Günger. Üretkenliği pratikliği ile tüm hapishaneyi aynı anda harekete geçirilebilmektedir. Aynı zamanda direnişin uzaması, ayları devirmesiyle beraber '96'cılara da kızıl bant görünmüştür.

*

Ümit Günger bandı nasıl kuşandı, ondan dinleyelim;

"Nasıl kaptık bu bandı?... Zor mu oldu kolay mı oldu"dan ziyade ben bu soruya şöyle cevap vereyim. Sizler de biliyorsunuz henüz 2000 Ölüm Orucu direnişimiz başlamadan aylarca önce tüm hapishanelerde olduğu gibi bizler de Ümraniye'de sürece ilişkin tartışmaya başlamıştık. Süreç nasıl gelişir, devletin hücreler politikasındaki ısrarı ve ciddi hazırlıklar içerisinde olması, buna karşın oportünizmin ciddiyetsiz yaklaşımlar, bizim misyonumuz, yapmamız gerekenler... ve daha birçok konuda ayrıntısına varıncaya dek tartışmış, sohbetler etmiştik.

Sonuçta Ölüm Orucu gibi uzun soluklu bir direniş kaçınılamazdı ve bizim hazırlıklarımızda asolarak bu doğrultudaydı.

Ölüm Orucu tartışmalarıyla birlikte doğal olarak gönüllülük tartışmaları da tüm hararetiyle başlamış oldu. Yine bildiğiniz gibi 96 Ölüm Orucu gazileri olarak bizler daha bu tartışmaların başındayken şans tanınmayanlar arasındaki yerimizi almıştık. Büyük ailemizin merkezi kararı ile bu Ölüm Orucu direnişinde bizim yer almayacağımız söylenmişti. Hatta o süreçte kısa süreli protesto A.G'lere dahi katılmamıza müsade edilmiyordu. 19 Aralık operasyonu sonrası da yapılan A.G'lerin bir çoğunun dışında kalmıştık. Neyse ki en sonra A.G. yapma hakkımızı elde etmiştik.

Artık bizim de önümüz açılmıştı. '96'cılar olarak kendi aramızda yaptığımız mektup 'muhabbetlerimizde bunun sohbetlerini de yapıyorduk elbet, ki zaten 7. Ekiplerden sonra 96 Ölüm Orucu gazilerinden oluşacak özel bir ekibin hazırlıklarına başlanacağı haberini de almıştık. Hatta hatırlanacağı üzere isimler bile açıklanmıştı. 20 Ekim 2001 tarihinde (2000 yılında açlık grevine başladığımız tarihin yıl dönümü) yola koyulmaya hazırlanıyorduk. Sizin anlayacağınız herhangi bir torpil falan sözkonusu değil. Parti ne derse o.)

Yola çıkışımız ertelenince Kasım 2002'ye dek sabırla bekledik"

*

-Kızıldere'den 2004'e Alevden Bir Köprü-

30 Kasım 2002 tarihinde "Zehra Kulaksız 9. Ölüm Orucu Ekibi"nde kızılbandı kuşanarak muradına erer Ümit Günger. Ölüm orucunda olduğu günlerde de boş durmaz, "Korsan Gomedi", "Toplu Baskın Mektupları", tüm yoldaşlarımızı kapsayan tartışmalar bunlardan bazılarıdır.

İki kez hastahaneye kaçırılır, geri getirilir... Üçüncü kez kaçırıldığında 300'lü günlerindedir. 9. Ölüm Orucunda yer alanlardan, ihanetler ve zorla müdahaleler sonucu sakat kalanlarla beraber 2003 Ağustos ayında Ölüm Orucunda sadece Ümit Günger kalmıştır. 107 şehit ve 500'ü aşkın Gazi'nin ardından bayrak tek başına Ümit Günger tarafından dalgalandırılmaktaydı.

Fakat 2003'ün Eylül ayı sonlarında Ümit Günger'in üzerinde durmadığı, önemsemediği, onu yolundan döndürecek, ihanete sürükleyecek zaafları onu kuşatmıştır.

Sorumlu yoldaşı onu ihanete sürükleyen nedenleri şu sözlerle ifade eder; "Karşılaşabileceği zorlukları bilmesine rağmen bunların aşılması yönünde nelere dikkat edilmesi gerektiği üzerine düşünüp tedbir almaması... Süreci, düşmanın yöntemlerini işlevsiz kılmada "bir şey olmaz, başarırım" düşüncesine devretmiş olması kendini zaafa düşüren etken olmuştur. Özcesi yaşanabilecekleri bilmesine rağmen değerlendirmeye tabi tutup tedbir almamıştır. Zamanın akışına bırakmıştır. Ve bu durum zaaf yaratmıştır."

Ekim, Kasım ve Aralık ortasına kadar olan günleri bu durum içerisinde geçirmiştir. Bu günlerde kendini sorgulamıştır. Onda vicdan vardır. Devrimci ahlakı, devrimci gururu vardır... Onurunu, şerefini satmanın ne demek olduğunu, ihanet içerisinde bir yaşamın ne denli bir "yaşam" olduğunu bilir ümit.

Ölüm Orucu sürecinde "ilk" olarak ihanet batağından çıkarak kahramanlaşan Gülay KAVAK için Ümit GÜNGER, "DÜŞÜPTE KALKMANIN, KALKIPTA KOŞMANIN, İHANETTEN, TEREDDÜTTEN KURTULUP YENİDEN GÜNEŞE KOŞMANIN ADI: GÜLAY KAVAK" başlıklı bir yazı yazmıştı. Bu yazıda Gülay için şunları söylüyordu;

"Nehirlerin amacı denizlere, okyanuslara varmaktı.

Gülayımız ise zafere...

Tereddüt zayıflıktı, farkındaydı zayıflığın, içinde fırtınalar kopuyordu. Yoldaşlarıyla, büyük ailesiyle paylaştıklarını... Yaşadığı güzellikleri düşündü, vefayı, bağlılığı düşündü. Ölümüne sevdayı düşündü! Düşündü yoldaşlarına halkına verdiği sözleri.

Düşündü... Alnında kara bir lekeyle yaşamanın yaşam olmadığını.

Ve kulak verdi vicdanının sesine. İçinde bir parça vefa, yüreğinde bir parça insanlık taşıyan herkesin yapması gerekeni yaptı."

Ümit Günger kendi sözlerine sadık kalmanın adıdır. O da "yüreğinde bir parça insanlık taşıyanların yapması gerekeni yaptı." ve 16 Aralık günü yeniden Ölüm Orucu'na başladı. Onun deyimiyle «taka yoluna devam ediyordu.»

Ölüm Orucu'na başlamasıyla beraber yazdıklarında bir acelecilik görülüyordu. Bir yere yetişecekmiş gibi sabırsızlık okunuyordu, mektuplarında. Kendini 30 Mart'a kilitlemişti. Son gününe kadar yoldaşlarına, sevdiği şairlerin şiir kitaplarını armağan ediyor, şiir yazıyordu.

"SON ŞİİR"i de vasiyet içerikliydi.

30 Mart günü Kızıldere'den 2004'e Ölüm Orucu'na alevden bir köprü kurdu.

Feda feda... Destan destan yalımlandı vücudu...

Gerçek bir kahraman gibi yaşadı ve yaşadığı gibi kahramanca, yiğitçe son noktayı koydu Ümit...

30 Mart günü ölümsüzleşti.

Güle güle Ümit, güle güle...

"Hoşçakalın demiyorum yine görüşeceğiz" demiştin, biz de öyle diyoruz. Yine görüşeceğiz! Güle güle...

 

Geri