Ali Tarık KOÇOĞLU'nu Yakınları, Yoldaşları

Anlatıyor:

 

 

Bir yoldaşının anlatımları:

«Çukurova'da seninle birlikte birçok şey değişmişti.»

 

1990 yılının son aylarında karşılaşmıştık seninle. O gün ben her zamanki gibi gazetemizi almaya gittiğim bir kurumumuzda görmüştüm seni. ilk anda yoktun. Zaten bir arkadaş bana "Seninle görüşmek isteyen biri var" demişti. Bir süre sonra da sen çıkıp gelmiştin. Daha sonra her hatırladığında güldüğün, benimse yaptığımdan utandığım bir gündü o gün. Sen bana sorular soruyor ben cevap veriyordum. Ama her cevabım doğru değildi. Örneğin "Kim gazetemizi okuyor?" dediğinde söylediğim bütün isimler yalandı. Ama ben de böyleydim işte. Hem bir takım şeyleri yeni yeni öğreniyor, hem korkuyor, hem de tanımadığım için sana güvenmiyordum. "Kim bu?" diyordum. Doğru, kara kaşlı, kara gözlü, esmer bir adamdı karşımdaki. Çukurova'lıydı kesin. Ama ben bilmiyordum seni. Gerçi sonra söylediğim bütün yalanlar tek tek çıktı. Fakat söylenmişti bir defa. Ama şimdi sana o günden sonra tek bir yalan söylemediğimin gururunu taşıyorum.

Ben işlerimden dolayı çoğunlukla bölge dışında oluyordum. Ama her gelişimde de seni görmenin, görebilmenin coşkusunu yaşıyordum. Birçok insanımız '91'lerden sonra bir daha seni görmedi. Ben o ayrıcalığı yaşadığım için çok mutluydum. Sen yeraltına çekilmiştin. Bölgeden de sayılı insanlarla ilişki yürütüyordun. Ancak halen garip bir durum gibi gelir gözümün önüne. Yeraltına geçmeden önce yine seni tanıştırdığımız bir arkadaş seni sorar dururdu. Biz de bilmediğimizi söylerdik. Birgün ikimiz sokakta yürürken o arkadaş çıkmıştı karşımıza. Ben "Allah Kahretsin" derken sen oralı bile değildin. Ve tam karşılaştığımızda hiç tanımadığın biri gibi devam etmiştin yoluna. Bense bir iki cümleyle halini hatırını sormuştum onun. Gerçekten de tanımıştı seni. Gür bıyıkların yoktu, oldukça büyük dereceli olduğu halde gözlüklerini çıkarıp atmıştın, saçın her zamanki gibi yana değil arkaya taralıydı. 40'larında gösteren Tarık Abi gitmiş 30'larında görünen Ali Abi almıştı yerini, yeni Azmi.

Bölgede kır çalışmalarını oluşturmak için zemin hazırlıyordunuz. Hatay, Adana, G. Antep, Mersin iller, ilçeler, köyler tek tek yoklanıyor gözden geçiriliyordu. Kaç defa yaylalara, dağlara göndermiştin bizi de biz de tam anlayamamıştık. Her gidiş gelişimizde "nasıldı piknik, kaç saatte gittiniz, şu köyü gördünüz mü?, köylüler ne dedi?" sanki sıradan sohbetler. Yine o günlerde iki kişi gelmiştiniz. Saatlerce yürüyüp uzun bir yokuştan sonra bir eve gidecektik. Yokuşu sevememişken, nasıl da terliyordun. Bir ara oturup yolun kenarına ki en az üç saat Çukurova sıcağında yürümüştük. "Hak ettik bir cigara içek" demiştin. Bu sözün dahi düşünülerek söylenmişti sanki. Ben bunu kime söylediysem dilinden düşürmez olmuştu. "Hak ettik bir cigara içek."

Çukurova'da seninle birlikte birçok şey değişmişti. İlk kez milisler oluşturulmuştu. İlk kez bir birliğimiz Amanos, Toros'lara çıkmıştı. İlk kez yerel basını gündeme getiren sen olmuştun.

Hareketimizde darbe olduğunu duyduğunda nasıl da öfkeli ve kinli olduğunu gördük senin. Hatta gitmesen de düzelttirebileceğin birkaç soysuzun haddini direk sen bildirmiştin. Tükürmüştün yüzlerine. O zaman tam anlayamasakta şimdi daha iyi anlıyoruz seni. Sen Dadaloğlu'nun, Kozanoğlu'nun soyundandın çünkü. Kavganın en önündeydin. Hakkını vererek yapardın bütün işlerini. İşin hakkını verendir Tarık Kocoğlu. Kavganın, savaşın hakkını veren. İlk tanıştığımız gün hariç hep güven duymuştum sana. Yoldaş sıcaklığını, yerli yerine oturan lafların, gülüşün, öfken, güvenin ve kaygın.

... Son olarak şehit düşmenden bir hafta önce görüşmüştük. Annem çok kızmıştı sana. "Oğlum, oğlum ne olacak sizin bu haliniz?» demişti. Sen "iyi olur teyze" deyip oturmuştun yanına. Hiçbir insan için olumsuz baktığını duymamıştım. 60'ındaki anamdan, 10 yaşındaki çocuğa kadar herkesin dostu, sevdiği bir insandın. Anam yufka yürekliydi biraz. Hep acırdı sana. Bilmezdi tanımazdı ama Ayşe Teyzemiz acırdı. "Nereli bu oğlan" derdi bize. "Anasını babasını hiç sormuyor mu?”

Şehit düştüğünü duyduğunda ne kadar üzülmüştü. Bir de Osmaniye'li olunca cenazeye katılmayı bir görev bilmişti kendine. Onlarcamız gözaltına alınmıştık o gün. Ama hiçbirimiz anam dahi pişman değildi geldiğinde. Çünkü şehit düşen oğlan KENDİ OĞLUYDU!

 

***

Bir yoldaşı anlatıyor:

"Asla sağ yakalanmak istemiyorum"

 

Sinan yoldaşı şehit düştüğünde söz vermişti halkına. "Ama bu sözün içini doldurmak gerek. Öyle bir yaşamalı ki son saniyeye kadar mücadeleyi soluyarak düşmek, düşerken bile düşmana tokat atmak gerek" diyordu. Her an ölüme hazırdı. Yaşama ve mücadeleye de bir o kadar bağlıydı. Kaldığı yere gelince ilk yaptığı iş silahını yanına almak olurda. Silah sanki onun sevdalısıydı, çocuğuydu. Okşar gibi temizler, bakımını yapardı. Silahını eline aldığında gözlerinin içiyle gülerdi. Silah sevgisini birlikte çalıştığı, yetiştirdiği insanlara da kazandırmıştır. Bayan yoldaşlarında bu sevgiyi gördüğünde gurur duyardı.

Silahını kendisi elde etmişti. Hareketten beklememişti. Araştırıcıydı. Bölgenin patlayıcı madde, silah vb. olanaklarını öğrenmeye özel bir önem verirdi. Patlayıcı yapımında kullanılacak elektronik parça vb. aldırtıp, saatlerce bunlarla uğraşırdı, denerdi. "Kendimize yeni ve daha basit yöntemler bulmak zorundayız" der hazırlopçuluğa tahammül edemezdi. Yoldaşlarını da bu konuda zorlamaya geliştirmeye çalışırdı. "Herkes kendi silahını kendisi bulacak beklemek yok öyle, Devrimci Solcular silahsız gezemez artık. "Savaş" diyorsak, silahımızı halktan bulacağız" derdi. Milis çalışmasına özel bir önem verirdi.

En büyük özlemi dağlarda, Toroslarda gerilla olabilmekti. "Hareket bana izin vermiyor ki..." diye sitem ettiği olurdu. Özlemi bir hayal olmadı onun için. Yaşamın her saniyesinde gerilla olarak yaşar ve düşünürdü. Nereye baksa neyi bulsa "gerillalara lazım olur" düşüncesiyle hareket ederdi. Onlar için malzeme, onlar için giysi, yiyecek, istihbarat, ilişki, insan bulmaya çalışırdı. Ayakkabısı parçalanmıştı. Ama para harcamamak için satın almak istemezdi. Şehirdeki harcamaları kısar, gerilla için yatırım yapmaya çalışırdı. "Biz burada idare ederiz, onlar (gerilla) parasız kalmasın" derdi. Yakıcı Çukurova güneşinde saatlerce gerillaya ulaşmak için yürürdü, ama bir kez olsun yakınmazdı.

Sabırlıydı. Zorluklar karşısında pes etmezdi. Bir konuyu anlatmak için saatlerini harcamaktan çekinmezdi. Her insanla paylaştığı bir şeyler olurdu. Onunla sohbet etmek her insan için mutluluktu, özlemdi. Eşleriyle kavga eden kadınlar bile, onu kendilerine yakın bulup sorunlarını çözmesini isterdi. İnsanlar onu kendilerine örnek almışlardı. Hiç konuşmasa bile tavırlarıyla, bakışıyla, gülümsemesiyle, insanlara kendilerini sorgulatırdı.

Aynı zamanda sabırsızdı. İstanbul'dan yeni gelen bir yoldaşına yapılacakları, bölgenin durumunu hemen anlatmaya başlar arkadaşın yorgunluğunu bile düşünmezdi. Yoldaşı ona "bu söylediklerini hemen yarın mı yapacağım, yarına kadar bekleyemez mi" dediğinde güler ve "beklemek düşmana zaman kazandırmaktır" derdi. Sabırsızlığı hiçbir saniyeyi boşa geçirmek istememesindendi.

Yoldaşlarına karşı sevgi dolu, güven vericiydi. Sürekli öğrenmeye ve öğretmeye çalışırdı. Hiçbir şeyini esirgemezdi, yoldaşları için. Halkın yaşamını, sorunlarını ve beklentilerini çok iyi bilirdi. Onlarla birlikte iç içeydi. Köylerdeki kadın potansiyeli çok yoğundu. Kadınları bir an önce mücadeleye katmak ister, olanak yaratmaya çalışırdı. "Gerilla dağlara yerleşsin, bak o kadınlar nasıl değişecek" derdi. Kadınlar onu çok sever, kavga ediyorlarsa, gördüklerinde hemen susar ve utanırlardı.

Gazetemizde "parti" ile ilgili yazılar çıktığında çok mutluydu. Belki de "30 Mart'ta" demişti ve "hemen hazırlanmalıyız biz de sarsmalıyız her tarafı, insanlar nereye baksa bayrağımızı görmeli, patlamalarla sarsmalıyız her tarafı" diyordu. "Devrimci Sol Adana'da örgütlenmez" diyen eski solculara kızar, inançla onlara göstereceğiz derdi.

İş yapmak istemeyen, kendini pazarlamak isteyen bir takım eski insanlardan nefret ederdi. Yeni insanlara öncelik tanırdı. Mütevaziydi. Kimse onun düzeyini tahmin edemezdi. Büyük-küçük iş ayrımı yapmazdı. "Gerektiğinde her işi yapmalıyız" derdi. Tembellik yapanları sevmezdi. En büyük zevkiydi çalışmak. Yaptıklarını sürekli yetersiz görür, kendini eleştirirdi. Kendisini eleştirenleri ise severdi.

Fedakârdı. Parasız kaldığında yakınmazdı. Kendisi için harcama yapmazdı, ailesinin, çevresinin maddi olanaklarını sonuna kadar kullanmaya çalışırdı. İnsanlara bir şeyler vermeden, iş beklemezdi. Zorluklar karşısında yakınmaz "yapılmıyorsa biz yapacağız ya da yaptıracağız, işimiz bu" derdi.

Akdeniz Bölge Sorumluluğu görevini yürütürken iki kez, biri Temmuz'da Adana'da, diğeri Kasım ayında Osmaniye'de polis kuşatmasından, kurşunlardan uyanıklığı, çevikliği sonucu kıl payı kurtuldu. Kasım ayında Osmaniye'de illegal bir üsse giderken, kurşunlardan ayağı vurulmuştu. "O anda üzüldüğüm tek şey silahımın yanımda olmamasıydı, olsaydı bir-ikisi giderdi" diyordu. Ayağının yaralı olmasına bakmadan ertesi gün yine görevlerinin başındaydı. Hiçbir zaman can derdine düşmedi, kendini korumaya çalışmadı.

Tarık cezaevinden çıktıktan sonra (90 Mayıs'ında) hiçbir ikileme düşmeden mücadeleye katılmış. ... Tarık sıradan bir insan olarak tekrar katıldığı mücadelede özverisi, kararlığı, inancı ve cesaretiyle bölge sorumluluğuna yükselen bir yoldaşımızdı. 80 sonrası Osmaniye'de ilk örgütlenmemizi yarattıktan sonra Adana ve diğer illerde demokratik mücadele içerisinde çalışmıştı... O tek başına kalsa da tarafsızlığa, karamsarlığa kapılmadan yeni ve genç yoldaşlarıyla yoluna devam etti. İhanetlerin yaşandığı süreçte mücadeleye inanan ve bağlılığında bir o kadar güçleneceğini yaşamıyla gösterdi. Dağları çok severdi. Dağlarda ölümsüzleşti. Ölürken bile "... öleceksem eğer halkımın elinde ölmek istiyorum." diyerek halka bağlılığında adı oldu.

 

***

 

Bir yoldaşı anlatıyor:

SENİNLEYİM, SENİNLEYİZ

 

İnsan yaşamında iz bırakan anlar, kişiler vardır. Bu bazen bire bir tanımayla, bazen de hiç görmeden tanımakla olur...

Evet... Sadece fotoğraflarında gördüm seni... Bir masanın üzerinde ya da bir evde evin en güzel yerinde özenle konmuş duran fotoğraflarda.

Kara kaşlı kara gözlü, yanık tenli Çukurova’nın toprağı kadar yanık...

Dost sohbetlerimizde yanıbaşımızdasın, dolmuşta, dernekte dostların anlatımıyla yanımdasın:

“Devrimcinin bir bardak su verene de ihtiyacı var derdi Tarık”

Kimden ne istenir. Kime nasıl yaklaşılır? Küçümsemeden verebileceği kadarını almak. Daha ileriye taşımak için güç vermek gerektiğini öğretiyorsun...

Kendimi yanlız hissettiğim bir anda yine sen yanı başımdasın. Kalk diyorsun kalk yalnız değilsin. Güç veriyorsun. Karşımda fotoğrafın.

Bu kez ne anlatıyorsun, soruyorum kendime. Bakışındaki anlam, “niye oturuyorsun? yapacak daha çok işin yok mu?” diyor.

Anlatmışlardı seni; “Tarığın boş durduğunu hiç görmedim. Boş günü yok. Mutlaka doldurur, sendika, büro, mahalledeki tüm insanlarla tek tek ilgilenir. İnsanları dönüştürür...”

Anlatımlar utandırıyor beni. Tarık abi gibi olabilmek idealim. Sen yoldaşım, ulaşılması güç olanım..

Sokaklardayım... Acaba Tarık abi de buralardan geçti mi? Belki şu çay ocağında bir bardak demli çay içti. Belki şurdan bir simit aldı.

“Sokak sokak her yeri biliyordu. Nerden girilir nereden çıkılır. Polis noktaları nerelerde bilir. Vakıftı alanına...”

Benimle konuşuyorsun...

Soruyorum... Sokakları bilmek yeterli mi? Ya o sokakta yaşayanlara nasıl gideceğim, nasıl yaklaşacağım...

Evet can yoldaşım, öğretmenim. Israrla inatla insan dönüştürmenin, kazanmanın nasıl olduğunu öğretiyorsun. Yine bir anmamızda bizimlesin. Haykırmak istiyorum, dipsiz kuyular bile sesimi duysun istiyorum, şehitlerimiz bizimle... Yanı başımızda... Onlardan öğreniyoruz. Siz zabeniler, siz onu öldürüpte yokettiğini sananlar, gülüyorum size. Bakın Tarık Koçoğlu’na yanı başımda benimle birlikte kavgamın içinde. Ve özlemini kurduğu o gün, zafer günümüzde O da omuz başımda olacak...

 

(Yukarıdaki anlatım, Yürüyüş dergisinin 24 Temmuz 2005 tarihli 10. sayısında yayınlanmıştır.)

 

Geri