Sultan YILDIZ'ı Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

 

Kardeşi Ayfer Yıldız anlatıyor:

DÖRT YAPRAKLI YONCA ER YA DA GEÇ BULUNACAK.

 

Onun çok sevdiği bi şiirdi bu:

 

Gözleri üzüm karası

Alnı karanfil kokulu kızım

Su kıskanır güzelliğini

Ben kıskanırım kurttan kuştan

Yigitliğin dağlara sığmaz

Tadına doyamadığım sen

Karanlığı şimşek olup yakan

Şafak kızılında çağlayıp akanlardansın

Mavi göklerde

Dere çığıltısında

Çocuk kahkahasında

Duyuyorum sesini

Ne kadar isterdim

Bir şafak vakti

Günreşi de alıp aramıza

Kucaklaşmayı

Bedenim dikenler üstünde

Uykum karabasanlı

Daha kaç bahar kıracaklar körpe dalları

Sevdan direncimin bekçisi

Umut, soframda katık

Gözleri zafer muştusu güzelim

Gelip konsan dallarıma

Çiçeklense yüreğim

           S. Gökçen 

 

... Mehmet'le lise yıllarından tanışıyorduk. Lisemizin bulunduğu bölge adam vurmaların, kız kaçırma olaylarının çok yaşandığı bir mahalleydi. Karşıyaka dendi mi ilk anda akla kavga-dövüş gelir. Adana dendiğinde de akla aynı şey gelir ama olaylarıyla en meşhur nahallelerinden biriydi Karşıyaka. Bizler de Meslek Lisesi sınavlarında tercih olarak yazmıştık ve kazanmıştık. Belediye Evleri Mahallesinde oturuyorduk. Okula gitmek için iki otobüs değiştirmemiz gerekiyordu. Çok da uzaktı. Akşamları okul çıkışında olay arayan ya da kız bakmak isteyen "Adanalıyık Allahın Adamıyık" diyen jiletçi, bıçakçı ne kadar genç varsa okul önünde ve çevresinde olurdu. Korkan kızlar dolmuş bulabilmek için hızla durağa doğru yürürler panik halinde. Bazı kızları aileleri alırdı. Dolmuşlar dolu geçer, bir de geç gelirdi. Okul çıkış saati tek cümleyle ana baba günüydü. Bu akşamların birinde bizi takip ettiğini, konuşmaya çalıştığını düşündüğümüz bir kaç genç arkamızdaydı yine. Sultan önceleri aldırmıyordu ama günlerce, aylarca aynı şey olunca artık sıkılmış, ters ters bakmaya başlamıştı. Boş verip görmezden geliyorduk ama farkedilmeyecek gibi değildi takip edişleri. (...) Sultan bu çocuğun kötü niyetli olmadığına karar verdi. Bir akşam " konuşalım onunla, bizden ne istiyormuş bakalım" dedi. Karar verdik konuşacağız. Eee bu defa biz yaklaşırken o kaçar oldu. (...) Bir gün laf atıp bizimle konuşmaya çalışan başka bir grupla bir kavga ettiler, Sultan da ben de korkudan ne yapacağımızı şaşırdık. Biraz ayırmaya çalıştık ama nafile, bıçaklar, sopalar çıktı. Karşıyaka mahallesi ve Karşıyakalı gençler bunlar. Konuşmaya çalışsak da dinletemeyiz ki. Sultan çok üzülmüş, morali bozulmuştu. Ertesi gün gidip kendi zoruyla tanıştı. "Kim olduğunu sanıyorsun sen, şimdiye kadar sen mi korudun namusumuzu?" diyerek dik dik konuştu. O bir şeyler anlatmaya çalıştı ama doğru düzgün bir cümle kuramadı ki bir türlü. Bir süre sessiz sessiz yürüdük yanyana ilk defa.

 Adı Mehmet’ti. Sivaslıydı. Yılmaz Güney hayranıydı. Yavaş yavaş Mehmetle bir bağ kurmaya başlamış ufak tefek politik sohbetler bile ediyorduk. Güldüğünde kocaman gülen, sinirlenip kaşlarını çattığında tehlikeli görünen, iri yarı, karayağız bir gençti. Onu tanıdıkça dış görünümünün altında aslında çok mütevazi ve uyumlu bir kişiliğin saklı olduğunu gördük.

Adana Özgür-Der'e gidip geliyorduk. Onu da götürdük birkaç kez. Ben de, Sultan da Özgür-Der'e gidip-gelmek dışında birşey yapmıyorduk o zamanlar. Sultan yayınlarımızı okuyordu. Sultan ilk başlarda "Devrimci Sol şiddet kullanıyor ben sorunun öyle çözüleceğine inanmıyorum. Dünyayı sevgi kurtaracak. Bir insanı sevmekle başlayacak herşey..." diyenlerdendi. Okudukça, sistemi tanıdıkça, ideolojimizi anladıkça bu düşüncesinden iz kalmamıştı. Artık düşmana olan sınıf kini, halka derin bir sevgisi vardı. Tam da bu dönemlerde tanışmıştık Mehmet’le. Bütün bilgisini onunla paylaşıyordu, tartışıyordu.

Lise bitti. Bir yıl sonra Sultan Üniversiteyi kazanıp Kırşehir'e gitti. Mehmet’le bağlarımız koptu. (Sanırım eski kavgalarından dolayı hapisteydi) Kara kız bir gun Mehmet’le Adana Çakmak Caddesinde karşılaşmıştı. Ben o zamanlar Kültür ve Sanatta Tavır dergisinin Adana temsilciliğinde çalışıyordum. Onu Tavıra getirdi Sultan. Kucaklaştık. Okul günlerimizi konuştuk, çaylarımızı yudumlarken. Mehmet her zamanki gibi hem sıcaktan, biraz da utangaçlığında boncuk boncuk terler döküyordu kocaman gülerek. Böylece Kara Kız Mehmet'i yeniden alıp kazanmanın adımlarını atmıştı. Sultan okula gitti. Mehmet gelip gitmeye devam etti. Çok çabuk gelişiyordu. Sorular soruyor, kendisinin de itiraf ettiği gibi okumayı hiç sevmediği halde okumaya başlamıştı. Grup Yorumu çok seviyordu. Ozellikle "bu kente yalnızlık çöktüğü zaman" parçasını. Bir kaç ay içerisinde Kurtuluş gazetesi muhabiri olarak çalışmaya başladı. Artık yoldaştılar. Omuz omuza, sırt sırta dayanmış, aynı yolda yürümeye başlayan büyük bir ailenin birer fertleriydiler. Sultan "o çok gözü kara, buna bir de ideolojimize olan inancı eklenirse kimse tutamaz onu" derdi.

Mehmet eskiden kavgalı olduğu arkadaşlarını ve diğer Karşıyakalı gençlere ulaşıp onlara bildiğini aktarmaya çalışıyor, kendini ve onları eğitmek için çok büyük çaba sarf ediyordu.

*

Bir kavgadan sonra konuşmuşlardı ilk kez. Şimdi gerçek düşmanı tanımış, gerçek bir kavganın içerisinde aynı saftaydılar. Her karşılaşmalarında, sesli söylemeseler de sağ yumrukları havada, dudaklarında aynı sloganla merhabalaşırlardı. "Cüret, direniş, savaş, yaşasın ......" sloganıydı selamlaşmaları. Birlikte yapacakları çok şey vardı ve çıktılar yola.

28 Ocak 1998'de bir gece yarısı yoksul bir mahallenin yoksul bir evinde peş peşe silahlar patlamış, işkenceciler, katliamcılar ağızlarında salyalar aka aka efendilerine üç kardelen çiçeğinin cansız bedenlerini götürmüşlerdi. Bedenler cansızdı ama namludan fırlayan her kurşun sesi yankılandı dört bir yana. Sultan almıştı haberi. Biri Mehmet’ti. Mehmet Topaloğlu. (Diğerleri de Besat AYYILDIZ ve Bülent DİL idi)

Gece yarısı kapı çalındığında annem, babam yine polis baskını sanıp, etrafa bakınırken alışık, sıradan yanında on-onbeş kişi ile Sultan girdi içeri. Hüzünlü, kinli, cesurdu yine.

Katliamı yaşayan, tanık olan mahalle halkı şaşkın ve ürkekti Mehmet'i uğurlarken. Dün gece olanlara inanmakla inanmamak arasındaydılar. Devletin gerçek yüzüne bu kadar yakından bakmak, görmek korkutmuştu herkesi besbelli. Sessiz, suskundu halk. Mehmet ve Sultan'ın selamlaşmasıyla bozuldu sessizlik. Sağ eli yumruk "Cüret, direniş, savaş, yaşasın ........."

*

Armutlu ve Ölüm Orucu Süreci ise, Sultan’ın kavgasına aşık olduğu, bohçasını çıkınını toplayıp sevdalısına koştuğu dönem. Bu süreci çok iyi bilmiyorum yaptığımız kısa telefon konuşmaları dışında. Lise ve Üniversite yıllarında annem hep sıkıştırırdı birini bul evlen diye. "Anne aşık olamıyorum, aradığımı bulamıyorum" derdi. Şimdi aradığını bulmuş aşık olmuştu işte. Öylesine bir aşk ki o, ölesiye bağlı kalacağı, uğruna canını feda edeceği, halkı yoldaşları vardı bunun içinde. Her telefon görüşmemizde "Kendini ve aileyi hazırla her an her şey olabilir. Ben hazırım siz de hazır olun, Yasal katliam yapacaklar" diyordu. Anneme kararlılığını göstermek, mücadelesini kabul ettirmek için "Anne altı çocuğun değil beş çocuğun var say" diyordu. Bir anne- baba için bu cümleyi tekrar düşünün. Neler hissedilir. Ve cümleyi söyleten ideolojiyi, kişiliği, kararlılığı düşünün. Ailesini özellikle annemle babamı çok severdi. Onlara "siz ne kadar dürüst ve tatlısınız. Annem babam olmasaydınız sizi yine çok severdim" derdi. Böylesine bir sevgi ve bağlılığı ikinci plana atmıştı Kara kız. Çok özlemiştim, ısrarla bir fotoğraf istiyordum. Sonunda bir arkadaşla bir kaç fotoğraf gönderdi. Çok yıpranmıştı, çok değişmişti. Açıp telefonu ne kadar etkilendiğimi, kendisine iyi bakması gerektiğini söyledim. "Kolay mı gözümün önünde gün gün hücre hücre yoldaşlarım eriyor. Bedenime bakma beynim canavar gibi. Hele bir zaferi kucaklayalım gör sen o zaman" demişti.

Bir gün yine saldırı olmuştu, barikatlara kadar gelmiş geri dönmüştü düşman. Ben hemen telefona koştum, bir sesini duymak istemiştim. Tahmin edebiliyordum öyle bir anda Sultanın nasıl şahin kesileceğini, gözler diri diri, sözleri kesin ve net.

Aradığımda soluk soluğa kalmıştı. Ne yapıyorsun dediğimde her zamanki gibi "iyiyim" dedi. Niye soluk soluğasın? soruma "iki ayaklı köpekler ardımda da bi de yokuş çıkıyorum" diye espiri yapmıştı. "Espiriliydi, şaka yapmayı sever, takliti çok güzel becerirdi. Hele yaşlılarla sohpetlerinin tadına doyum olmazdı. Çok çabuk ve güzel ilişkiler kurardı. Bu yüzden TAYAD'lı olmak ona çok yakışmıştır eminim.

Bir gün Armutlu’da Ölüm Orucu direnişçilerinden birinin annesine biraz harçlık göndermiştim. Sultan bunu öğrenir öğrenmez küplere binmiş, çatmış kara kaşlarını. Telefon ettiğimde fırçayı yedim tabii ki. "Sen komün yaşadığımızı bilmiyor musun, ne çabuk unuttun. Gözün, gönlün ülkede olmazsa unutursun tabii ki. Hemen anayı arayıp düzelt hatanı" demişti. Eh.. emir büyük yerden yapma da gör. Hemen arayıp dediğini yaptım. Armutlu dönemini yoldaşlarına bırakıyorum. Eminim çok güzel anlatacaklardır.

*

Çocukken dört yapraklı yonca arardık çayırlarda tarlalarda. Çünkü yaşlılardan duymuştuk ki kim bulursa dileği gerçekleşirmiş. O çocuk elleriyle özenle, sabırla yoncalarda, tarlalarda dört yapraklı yoncayı bulmaya çalışırdı. Bazen benzer, etrafında fırfırlı yaprakları olan yonca bulurduk ama yaşlılar beğenmezdi bir türlü. Sultan umudunu yitirmeden arardı bıkmadan. Kararlıydı dileğini gerçekleştirmeye. Yıllar geldi geçti. Tuttuğu dilek değişti, yaşadığı yer, koşullar değişti ama dileğini gerçekleştirmekteki kararlılığı değişmedi. Dört yapraklı yoncayı arayan, umudu büyüten yoldaşlarıyla tanıştı. Hem onlar nasıl arayacaklarını çok da iyi biliyorlardı. Sadece aramakla kalmıyor, dört yapraklı yoncayı saklamaya çalışanları da iyi tanımış elleri, onların yakasındaydı.

Dört yapraklı yoncanın peşinde olan bebeler doğuyor adını, adınızı taşıyan. Gözün arkada kalmasın küçük bacım.

DÖRT YAPRAKLI YONCA ER YA DA GEÇ BULUNACAK.

 

***

 

Sultan Yıldız için bir şiir:

 

Kirvemin "Kara Kız"ına

 

A kız

Kara kız

Zulmü zülfünde asanım

Sen Armutlu'da gelin giderken

Ben ardından dört şarjör mermi boşaltım

A kız

Can kız

Vurdum duymazlar ülkesinde sabırsızım

Küsmedim

Kahır

Kanımsı bir pas gibi çürütmedi yüreğini

Yağız yarış atlarının çekerlerken gemilerini

Sen dizginlerinden boşandın

Uçtun uçurumlara ceylanım

Uçtun mavi bir yazma gibi

"Panzerin yüreğini ezdiği çocuklar"

İpini çekti uçurtmaların

İşte

İşte o yüzdendir ki

Daha sen gitmeden kurdular barikatlarını

Minicik avuçlarıyla yüreklerini attılar

Yıkılıp teslim olmayan gecekondularına

Bayrak gibi astılar manifestolarını

A kız

Kürdün kızı

Kızıl başım

Çeyizini sandıkta

Umudunu düğününde unutanım

Ölüm

Tilki gibi sinsi ve kurnaz

Yaşlı bir timsah gibi pusuya yatmış

Umutsuz aşık gibi peşindeydi daim

Sense

Umarsız bir mermiydin namluda

Çirkine

Bilenmiş gibiydi gülüşlerin

Yalımların korku yaktı karanlıklara

İşte

İşte o yüzden

Duru bir pınar gibi akışından korktular

Yuvasından düşürülmüş yavru kuşların

Öpüşünü sarı ağızlarından...

Yıldızım

Yıldızların sultanı

sen kayıp giderken biliryor musun

Emekçiler ardından dilek tuttular.

 

Kırşehir'den bir Devrimci Demokrasi okuru

 

***

 

"Yiğitler ve kahramanlar bir aya benzer;

Önce büyür, etrafı aydınlatır,

sonra da yitip giderler."

 

O nasır tutmuş ellerin...

Elimi veriyorum, elini veriyor; tokalaşıyoruz. Elleri büyük, elleri sağlam, elleri nasırlı... Çukurova'nın pamuk tarlalarından, Artvin'in yaylalarından, Marmara'nın zeytin dallarından...

Bırakıp da evinde ağlayan bebeğini, ocağında yemeğini... Toparlayıp da getirmiş tüm Anadolu'nun emekçilerini...

***

Haberler başlıyor. Hep aynı yalan, dolan haberleri ama, yine de alıyorum ekran karşısında yerimi.

Gözüm ekranda ama aklım taa nerelerde. Birden çevik, sivil polislerle, özel tim ve panzerlerle aklım birleşiyor gözlerimle... Evet bu yakık gecekondular, bu alan evet evet direniş mahallesi burası. Burası yiğitlerimizi kervanlara kattığımız yer. Burası Armutlu...

Sabahı bekliyorum, hızla gazetemi alıyorum ve...

***

Kırşehir'deki üniversiteden, tatilini ailenle geçirmek yerine sen büyük ailemizin yanını seçmiş, gelmiştin seneler öncesinde kısa süreli de olsa Armutlu'ya. Gençliğin kampanyası vardı derdin, kendinin de bir süre Armutlu'da çalışma yaptığını. Armutlu'yu, Armutlu halkını değerlendirir, yaşadıklarını anlatırdın. O yüzden yabancı değildin Armutlu'ya, Armutlu halkına. Bu kapıları ilk çalmıyor, bu yolları ilk kez arşınlamıyordun.

Tanıyordun yoksulluğu, Armutlu halkının yüzünde beliren kahır ve acının yarattığı o kırışıkları, kendinden; Kangal'ın köyünde bırakıp da geldiğin anandan, babandan...

***

Sultan, Sulte’miz; Saçların, gözlerin, kaşların kömür karası...

Başı diktir her zaman. Daha üniversiteli gençlik içindeki mücadele içinde bile onları "Amazon kızlar" diye bilir herkes. Çünkü korkusuz, cesur ve güçlüdür. Gücü boyundan bosundan değil yüreğinin büyüklüğündedir.

Ve karşılaştığı herkesin yüreğini büyütmeye, ufuklarını genişletmeye başlar.

Kırşehir'e çalışmak için gelen Kürt işçilerin bacısı...  Kırşehir'in hemen hemen bütün köyleri bilir onu. Elinde gazetesi, yüzünde sıcak gülümseyişi ve halkça konuşması. Hangi Kırşehir'in köylüsü sanır ki kara kız üniversiteler görmüş.

Ve sürdürür emekçiliğini İstanbul'da. Cağaloğlu'ndadır şimdi. Halktan yana bir basın emekçisidir. Elinde fotoğraf makinasıyla gerçeğin, emekçilerin sesini duyurur herkese. Mitinglerde, basın açıklamalarında... Derginin her aşamasında emeği vardır. Baskınlarda barikatların en önündedir. Yoldaşlarını koruyan, kollayan işkencecilerin başını eğdiremediklerindendir.

Ve ardından dün fotoğraflarını çektiği eylemlerin, mitinglerin, basın açıklamalarının en önündedir. Elinde fotoğraf makinası değil dövizi, üzerinde Tayad önlükleri vardır "Hücre İşkencedir, İşkenceli Ölümlere Karşı Çıkalım" yazan.

TAYAD'lıdır o. Kara kızıdır o tutsak yakınlarımızın. 1996 Ölüm Orucu eylemliklerinde TÖDEF'in içinde, tutsak yakınlarının yanında eylemlerde yer alan kara kız yine tutsak aileleriyle 2000’de de yan yanadır.

Mahalle mahalle ailelerle toplantılar yapar, derneklerde kapıda karşılar ailelerimizi... Tayad eylemlerini örgütleyenlerden, her eylemin içinde, önünde olanlardan biridir o... Ankara yollarında Jandarma dipçiklerine karşı onunla birlikte direnirler, ondan güç alırlar.

Rahat değildir, tutsak yoldaşları katledilirken, işkence-tecrit koşullarında hücre hücre erirlerken... hep daha fazlasını, daha mükemmelini yapmalıdır. Duramaz yerinde. İçeride yoldaşlarımız direnirken, onların direnişinin görkeminde bir direniş örgütlenmelidir.

Dışarıda ölüm orucu başlayacaktır. Bir çok gönüllü vardır. Dışarıdaki ölüm orucunun örgütlenmesi için sendika sendika, dernek dernek gezer.

Ölüm orucu direnişçileri neredeyse o da oradadır. Ve onlarla birlikte o da taşınır Armutlu'ya. Hergün çalınmadık kapı bırakmaz Armutlu'da. Seneler sonrasında yine buradadır. Ama şimdi en önündedir direnişin. Sorunu olan onu arar mahallede, çözülmeyecek sorun yoktur onun için. Bir taraftan direnişçilerin her türlü ihtiyaçlarıyla ilgilenirken bir taraftan halkın sorunlarını çözmeye devam eder. Direniş büyüdükçe o da büyür.

*

Öğrenirken, öğrettiğin gibi, şimdi öğrendiğin ölümü yenmeyi öğretiyorsun.

Fedakar, emekçi, hırslı Sultan...

Her zamanki gibi açık söyledin söyleyeceğini... Kahramanca, kararlıca...

 

(Yukarıdaki yazı, Yaşadığımız Vatan dergisinin 3 Aralık 2001 tarihli 117. sayısında yayınlanmıştır.)

 

 

Geri