Süleyman
ÖRS'ü Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:
HAZİRAN ÇOCUKLARI
Süleyman Örs'e
Vurduk
Vatan dedikleri yeri kalbinden
Vatan dedikse
bakmayın siz
benzemez bizimkine
Ne gökyüzünün mavisini
ne ağacın yeşilini görürsün
Ne çiçeğin kokusuyla
ne bebeğin masum bakışıyla
kucaklaşır gözler
yok
bulamazsın
celladın dediği yerde
Yürekleri yırtan dost çığlıklar
çarpar hücre duvarlarına
Ve kan...
insan kanı kokar havasında
Örs'ümüzün üstüne koyup
Vurduk vatan dedikleri zulüm kalesimi
Vurduk şehitlerimiz için
Vurduk özgür vatam için
vuracağız...
Sibel gibi gidip vuruşa vuruşa
Süleyman olup yeniden döneceğiz
Kuşatıldıkça kondularda
halkın yüreğine yazar gibi
duvarlara sevdamızı yazacağız
Sevdamız destansı
sevdamız inatçı
Haziran sıcağında yakıcı.
Onların vatanında soluksuz kaldı nice yiğitler
Alnında
evladının adı yazılı kızıl
bantlarla
çöplük çöplük
dolaşıyor analar
elinde poşet
yavrusundan bir parça arıyor
Bulabilse bir saç teli
bir kaburga kemiği
kokusundan tanıyacak
Ah bir bulabilse
yavrusundan bir parça
ne de mutlu olacak.
Bacıların kardeşlerin türküsüne kan katılmış
Mutluluksa;
köpeğin yediği insan etinden
arta kalanlar...
Anlayın
duyun
görün n'olur
göğü yırtan çığlıkları
Yüreğiniz kör bakmasın artık
sevdaları üşütmeyin
Bakın şu çocuklara ne de yiğit
katledilirken kuşatmalarda
Varın kucaklayın
sarın onları
üşümesinler n'olur.
Düşman Bir Orduyla Kuşatmıştı Süleyman'ı
Ama Süleyman da Bir Orduyla Birlikte
Çarpışıyordu...
9 Haziran 1997, Gazi sokakları sessiz. Direnişlerin,
kahramanlıkların yaşandığı Gazi sokakları biraz sonra tanık olacağı
kahramanlıktan habersiz, günlük yaşamın akışı içinde...
Ve sessizlik bozuluyor. Silah sesleri yankılanıyor
Gazi sokaklarında. Bir Halk Kurtuluş Savaşçısının silahından çıkan kurşunlar,
düzenin ayyaş bekçilerinden birinin vücuduna saplanıyor...
Daha 23'ünde bir Halk Kurtuluş
Savaşçısı. Kendisine
yaklaşan bir işkenceci katile doğrulttu silahını ve ateşledi. Kurşunları boşa
gitmemişti... Hızla bölgeyi terk etti. Yabancısı değildi Gazi'nin, Küçükköy sokaklarının. Küçükköy'de
o, her gün onlarcasına girip çıktığı kondulardan
birisini mevzi seçti kendisine. Çevreyi saran katiller sürüsünü görünce ilk
aklına gelen o çok sevdiği, uğruna ölümü göze aldığı halkı oldu.
Çevredeki halkın şaşkın ve meraklı bakışları altında
"Ben DHKC Savaşçısıyım, birazdan çatışma çıkacak, beni vuracaklar.
Çevreden uzaklaşın." diyerek mahalle halkının güvenliğini almaya çalıştı.
Sonra üs olarak seçtiği mevzisine girerek son hazırlıklarını yaptı.
Her koldan geldi katil sürüleri. Ölüm timleri, çevik
kuvvetleri, hareketli ekipleri ve helikopterleriyle İstanbul'un işkenceci polis
güçlerini yığdılar bir kişinin karşısına. Evin metrelerce uzağında korkudan
yerlerde sürünerek insan avına çıkmıştı katil sürüleri. "Bir kişiye karşı
koca bir ordu getirmişler. Bu devlet tükenmiş" diyordu mahalle halkı.
Düşmanın korkusunu görüyordu halk. Ve Süleyman'ın
tek başına koca bir orduya meydan okuyuşunu. Ölüme meydan
okuyuşunu.
Ölüme meydan okuyordu Süleyman. Zalime, haine meydan
okuyordu.
Basıyordu tetiğe. Kurşunları kadar sloganları da
vuruyordu düşmanı. Tıpkı kahramanca şehit düşen diğer
yoldaşları gibi. Bağcılar'da Güner'in tililileri geldi
kulaklarına, Okmeydanı'ndan Sibel'in haykırışları.
"Asıl siz teslim olun" diyen Sibel'in
sesine karıştı sesi. "Siz bizi teslim alamazsınız!"
Önderlerini düşündü Süleyman. Mahir'ler vardı onun
hayallerinde.
Evet direnmek bizim dünya bakış açımızın gereğiydi.
Savaşmak ve direnmek bizim karakterimizdi. Yani her şeye hazırlıklıydık kavgaya
atıldığımızda. Süleyman böyle bir geleneği taşıyan yüzlerce savaşçıdan biriydi.
Başı dik, alnı ak katıldı şehitler kervanına.
***
Köyün Yiğidi Süleyman
Haziran'ın sıcağı var. Taa
tepede güneş parlıyor. İstanbul şehrinin bir yerinde -ki bağrında, kurşunlar
boşalıyor bir gencin üstüne. Yiğit delikanlı Süleyman Örs, bir haziran günü
umudun adını yazmaya başlıyor duvara kanıyla. Ama tamamlayamıyor. Onu henüz
uğurlamadan, yazıyor yoldaşı, yarım kalmış yazının son harflerini... Elinde bir
tek silahı olan Süleyman'a, helikopter eşliğinde onlarca silahlı katil
yöneliyor. Sonunda bir kömürlükte sıkıştırıyorlar.
Üniversiteler kapanmış, Anadoludan
gelen öğrenciler evlerine dönmek üzere yola koyulmuşlar. Tatil yapma imkanı olanlar tatil yapacak, çalışması gerekenler
çalışacaklardır. Bir de mücadele etmek isteyenler var. Onlar hiçbir yere
gitmeyecekler. İstanbul'da kalacak, mücadeleyi büyütmek için çalışacaklar.
Morgun önünde sevenleri Süleyman'ı bekliyorlardı.
Süleyman Sivaslı'ydı. Sivas'taki köyünün mezarına gömülecekti. Morgun önündeki
otobüsün içine, sevdasını seçenler sırayla koltuklara oturdular. Otobüs koyuldu
yola. Uzun bir yol, saatlerce sürecek bir yolculuk. Uzaktan da olsa, camın
ardından da olsa görülecek çok yer var. Duyulacak çok ses var. Sabah güneşi
doğarken horoz sesleri duyulacak yol kenarlarından. Arkada
tabut içinde Süleyman'ın cansız bedeni. Elinde silahıyla düşmüş,
sevdasının yoluna. Sevda aynı sevdadır yüreğimizin içinden taşan. Kim daha çok
ister yarine kavuşmayı, odur düşen önce.
Yolculuk sürüyor. Uykuya dalmış bedenler. Soluklar
duyuluyor sadece. Bir kişi soluk almıyor. O nefesini vermiş diğerlerine. Yolun
uzunluğunun da bir sebebi var elbet.
Otobüs ilerliyor. Üniversite öğrencileri
koltuklarında, diken üstündeler adeta. Arkada bir halk kurtuluş savaşçısı
yatıyor. Onu son yolculuğuna taşımak görevi var önlerinde... Uykuya dalıyorlar.
Güneş doğmuş, Kürdistan dağlarının üzerine. Sivas dağları ışıyor, serin rüzgarlarla. Otobüsteki bayan uyandırıyor arkadaşlarını;
"Uyanın arkadaşlar, bakın Sivas dağları,
dağlarımıza bakın!" Bakıyorlar uykulu gözlerle yol boyunca. Birden
gözlerine çarpıyor. Kıraç bir tepenin üzerine taşlarla yazılmış bir yazı "şehitler
ölmez, vatan bölünmez".
Arkada Süleyman, dışarıda bu
yazı. Arkadaşını
kaybetmenin acısı kaplıyor o an genç kızı. Köyün girişinde bir kimlik sorma
işkencesi. Korku salmak amaçları. Kimlikler alınıyor,
teker teker. Bir süre güneş altında bekliyorlar.
Süleyman otobüste. Bekliyor o da. Bir an önce yerine gitmek istiyor. Şehitlerimizin
yanına, kara toprağa kavuşmak istiyor.
Eve varılıyor. Kapıda annesi ve köy kadınları...
Hepsi siyahlara bürünmüş, başlarında siyah puşular.
Hepsi yaşlı. Köyde genç kalmamış, hepsi ya kurutuluş kavgasında, ya mezarlıkta
ya da yaşamın içinde kaybolmuş. Köyün yiğidi geliyor evine. Yaşlı kadınların
kınalı beyaz saçları alınlarından taşmış. Kapanıyorlar Süleyman'ın kefenlenmiş
bedeninin üzerine. Yüzü açılmış. Bir genç kız; üniversite eğitimini,
geleceğini, aile bağlarını, geçmişini koymuş bir kenara gözleri Süleyman'da
takılı kalmış. Tutamıyor gözyaşlarını, dökülüyor toprak evin zeminine. Eve
giriyor. Süleyman'ın ablasının ağıtlar içinde ilk sözü "kardeşim ölmedi".
Süleyman Örs halkının kurtuluşu için kurşun sıktı,
kurşunlandı. Ölümsüzlük ırmağına o da katıldı onuruyla.
Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
***
Gazi halkı şaşkın, Gazi halkı öfkeli...
Daha düne kadar yanı başlarında, içlerinde olan
Süleyman, koca bir düşman ordusuna karşı kahramanca çatışıyordu. Nasıl
şaşırmasınlar ki, daha bir saat önce selamlaşmışlardı. Belki bir kahvede, belki
bir sokak karşısında ya da evlerinde sohbet etmişlerdi.
"Biz
onu tanıyorduk ama savaşçı olduğunu hiç anlamamıştık. Kahveye gelir bizimle
oturur, halimizi hatırımızı sorardı. Ama kendine ilişkin, ne yaptığına, neyle
uğraştığına ilişkin hiçbir şey anlatmazdı" diyor Gazi'liler. Gazililere ve
onu tanıyanlara bunu söyleten Süleyman'ın disipliniydi. O bir savaşçının halkın
içinde nasıl oturması, nasıl kalkması, nasıl konuşması gerektiğinin
bilincindeydi. Savaşın kurallarını, disiplinini uygulamak bir savaşçının temel
görevidir. DHKC savaşçıları sade, mütevazi, ağırbaşlı
bir kişiliğin altında öfkesini, inancını, azmini koruyan bir kişiliğe ve yaşama
sahiptir. Bu kimliği, bu yaşam disiplinini savaşçılarına kazandıran Parti-Cephedir.
Süleyman'ın halkta bu etkiyi bırakması aynı zamanda bir gelenektir. Savaş
anlayışımızın bir ürünüdür.
DHKP-C bir halk hareketidir. Savaşçıları da,
kadroları da halkla iç içedir. Onlarla birlikte yaşar, onlarla birlikte soluk
alır. Ve onlarla birlikte savaşır. Yaşamının her anında halkından öğrenir ve
onlara öğretir. Tıpkı Süleyman'ın son anında çatışırken bile yaptığı gibi. Önce
halkın güvenliğini alması ve kahramanlığına tanık olan herkese "DHKP-C
böyle insanlar yetiştiriyor" dedirtmiş, düşmana kini, DHKC'ye
sevgiyi büyütmüştür.
Gazi'liler Halk Kurtuluş Savaşçılarını iyi tanırlar.
Gazi topraklarında onlarca şehidimiz yatıyor. Gazi sokakları; barikat
sokakları, direniş sokaklarıdır. Gazi; Komutan İbrahim Yalçın'ı, Şerafettin'i,
Murat Gül'ü, Ali Özbakır'ı, Tuncay'ı, Ali Rıza'yı,
Maksut'u, Sezgin'i ve daha onlarcasını yetiştirmiştir. Yeni savaşçılar,
komutanlar yetiştirmeye de devam ediyor.
Gazi halkı; "Yoldaşlar,
biz dört dörtlük devrimciler değiliz. Bizim de eksiklerimiz var. Ama biz
bunları mücadele içinde aşacağız. Tabi bu eksikleri Partimize, yoldaşlarımıza
ve bize zarar vermesine izin vermeden aşacağız. Yoldaşlar biz günümüzün bir-iki
saatini değil de 24 saatini mücadeleye vermek istiyoruz.
Sonuç olarak
biz her türlü göreve hazırız. Partimize ve yoldaşlarımıza olan bağlılığımız,
güvenimizle bize görev vermenizi bekliyoruz." diyen Süleyman'lar oldukça, daha
nice kahramanlıklara tanık olacaktır. İnançlarını duvarlara kanlarıyla
nakşedenler tarih yazmaya devam edecektir.
"Yaşasın DHKC" olacaktı son sözü ve Kızıldere'de söylemişti Mahir son sözünü. Süleyman ise
Gazi'de söylüyordu. "Yaşasın DHKC" sloganlarıyla selamlıyordu halkını
ve yoldaşlarını...
Çiftehavuzlar'dan Sabo'nun sesi geliyordu.
Silahları, bombaları, panzerleriyle ölüm kusan bir ordu var karşısında. Ama Süleyman sakin. Süleyman çatışıyor, tereddütsüz tüm
öfkesini katarak basıyor tetiğe ve haykırıyor; "Yaşasın DHKC".
Düşman korkuyordu. Düşman koca bir orduyla
saldırıyordu, tek bir DHKC savaşçısına. Düşman korkuyordu, çünkü tanıyordu DHKC
savaşçılarını... Daha önce yüzlerce kez karşılaşmıştı onlarla.
Bu yüzdendi tek katlı bir gecekondunun bodrumunu üs
edinmiş Süleyman'a binlerce katil sürüsüyle, bombalarla saldırmaları. Çünkü
Süleyman onlara sırtlarını duvarlara dayadıkları, sokağa çıkamadıkları günleri
hatırlatıyordu.
Biliyorlardı ki o, Hiram Abas'lardan, Hulusi Sayın'lardan, Yaşar Günaydın'lardan ve
İkiz Kulelerinin 25 katında Sabancı'lardan hesap soran halkın adaletinin
savaşçısıydı.
O bir Parti-Cephe'liydi. Her şey zafer içindi. Ve
düşmana aman vermeyecekti.
9 Haziran 1995 ve 9 Haziran 1997. Düşmanın iki kabus günü. Düşman "Sibel'in birliğindendi" dedi.
Onlar belki aynı birlikten değillerdi. Ama o anda, o küçücük bodrumda bir
orduya kafa tutan Süleyman için, bütün şehitlerimiz onun komutanıydı.
Sibel, Süleyman'ın komutanıydı. Güner,
Hüseyin, Süleyman'ın komutanıydı. Ve Sabo ve Bedii ve Mahir komutanıydı. 63.
gün düşmanla çatışan Apo komutan Ölüm Orucu
siperlerinden fırlıyor ve "Bizler kara toprak gibi verimli devrim toprağına
düşen birer tohumuz. Binlerce filizimiz olacak" diyordu Süleyman'a. Ve
Süleyman o filizlerden biriydi. Yeni filizlere gebe devrim toprağına düşecek
olan yeni bir tohum. Ve Berdan çıktı Süleyman'ın
barikatını sağlamlaştırmaya. "Bir mermi de benden aslanım. Bir mermi de
benden" diyerek yetişti Süleyman'ın yardımına. Bir başka tarafı İdil
tutuyordu. "Ben bir mitralyözüm" diyerek saldırdı düşmana.
Ümraniye'den Mecit de yanı başındaydı. "Saldırıyoruz
yoldaşlar" diye haykırıyordu. Ve Buca'dan Ali
Rıza komutan yetişti. Zindan duvarlarını yeni aşıp gelmişti daha...
Nasıl korkmasındı düşman.
Süleyman böylesine bir orduyla karşı koyuyordu düşmana. İnancının mayasını
önderinden, halkından ve kahraman şehitlerinden almıştı. Onlarla birlikte
çatıştı son mermisine kadar. Ve işkenceci katil sürüleri katletti Süleyman'ı.
Vücudundan 50'nin üzerinde mermi çıktı ama teslim alamadı Süleyman'ı düşman.