Songül ERKUŞ’u
yakınları, yoldaşları anlatıyor:
Yoldaşlarının ortak anlatımıdır:
GERİLLA
OLMAK SANA YAKIŞTI
- Sen yeni gelen arkadaş mısın? Ben bir şeyler
söylemek istiyorum.
Tamam söyle dememe kalmadı. Heyecanla
başladı konuşmaya.
- Ben kıra gitmek için bekliyorum. Uzun bir süre
oldu. Aslında benim buraya gelmemem gerekiyordu ama size ulaşmanın başka bir
yolu yoktu.
Ufak-tefek düz-simsiyah saçları omuzlarında, kot bir
montla girdi içeriye. Bize ulaşmış olmanın sevinciyle parıl parıldı gözleri.
- Ben liseyi bitirdim. 93 yılında 6 ay Malatya
Hapishanesinde kaldım. Parti çıktıktan sonra hiçbir kuruma uğramamamı,
beklememi söyledi. O zamandan beri bekliyorum. Bir yandan da ailemi oyalamaya çalışıyorum.
Ailem beni hiçbir yere bırakmıyor. Sürekli denetliyor, peşime adam takıyor.
Şimdi burada dershaneye gidiyorum. Dershane de Haziran'da bitecek. Ve ben eğer
gitmezsem köye dönmek zorunda kalacağım.
Sanki önceden planlanmış gibi, sabırsızlıkla bir
solukta döküldü kelimeler ağzından. Her anlatımının arasında "Ne zaman alacaksınız
beni?" diye sormaktan da geri kalmıyordu.
- Tamam Parti'nin haberi
var, seni alacaklar!
O anki mutluluğu görülmeye değerdi. Dünyalar O'nun
olmuştu sanki... O günden sonra belli aralıklarla görüşmeye başladık Songül'le.
Çok canlı, heyecanlı, enerjik bir yapısı vardı. Olgundu. Bu yüzden yaşının
küçük olabileceğini hiç düşünmemiştim. Bir nevi bekleme süreciydi O'nunki. Bu
süreçte neler yaptığını sordum.
- Dershanede arkadaşlar var. Onlarla eğitim
çalışması yapıyoruz. Hepimiz yeni sayılırız. Ben bildiğim kadarıyla açıyorum
ama yeterli olup olmadığını bilmiyorum. Siz ne yapıyorsunuz? Programlarınız
varsa bize verin de biz de ona göre çalışalım.
Boş durmak istemiyordu Songül. İki yıllık -ki hiç de
az bir süre değildi- bekleme süreci O'nun coşkusunu, savaşma isteğini
kırmamıştı. Aksine daha da artmıştı savaşçı olmak özlemi. Fırsatı oldukça
konuşuyor, ilgileniyor, örgütlüyordu insanları. "TÖDEF Kurultayı"na
insan göndermek O'nun açısından büyük bir başarıydı. Ağır, olgun bir görümümü
vardı ama gitme meselesine geldiğinde bütün olgunluğunu yitiriyor, ısrarcı bir
çocuğa dönüşüyordu Songül.
- Daha fazla beklemek istemiyorum. Bak süre
azalıyor. Dershane bitecek, ben köyden çıkamam, diyordu.
- Seni mutlaka alacağız. Göndermesek bile gerekirse
kaldığımız eve alırız, yer ayarlarız. Köye göndermeyiz seni.
İşte o zaman neşesi yerine geliyordu Songül'ün. Çok
doğaldı. O'na gideceğinin müjdesini verdik bir gün. Ağustos'ta gidecekleri
haberi gelmişti Parti'den. Bir yandan "olmaz uzun" diyor, bir yandan
da iki yıllık bir bekleme sürecinden sonra gideceği tarihin bu kadar
yakınlaşmasına seviniyordu. "Alırlar değil mi?" diyordu. Onunla
birlikte biz de heyecanlanıyor, aynı coşkuyu hissediyorduk. İsteğini, azmini
çevresine de yayıyordu. Aradan 15 gün geçmemişti ki, Cihan Gürz geldi ve
Songül'ü ailesinin aradığını söyledi. Çok şaşırmıştım. Nasıl olur, nereye gider
diyordum. Akşam üzeri dayısının oğlu geldi Songül'ü
sormaya. Biz Songül'ün nerede olduğunu bilmediğimizi söylediğimizde o kendinden
emin "Ben biliyorum, o savaşmak istiyordu gitmiştir" diyecekti.
Ailesi de tanıyordu O'nu. Er-geç kavgaya, savaşa, ait olduğu yere gideceğini
biliyorlardı Songül'ün.
Bir taraftan nereye gider, nasıl olur, haber
vermeden nasıl gider diye kızarken, bir yandan da bu tavrından içten içe
etkileniyorduk. Sonra duyduk ki, Songül tutuklanmış. Duyduğumuzda "sabırsız
davrandığı için gitti tutuklandı" diye kızarken merak da ediyorduk. Ertesi
gün Songül'ün köyüne gittik. Köylerine araba girmiyordu. Ana yoldan köye kadar
yürüdük. Dağlar arasına sıkışmış meyve bahçeleri vardı her tarafta. Tek tük,
birbirinden ayrı ayrı kurulan evlerin arasından
ilerliyoruz. Yanımdaki arkadaşı dinliyorum merakla;
- Bak şurası Hasan Erkuş'un
evi. 100 metre kadar ilerde Kepez Dağı. Bak Şerafettin'le Hasan'ların çatıştığı
yer. Songül, bekleyemezdi diyorum içimden. Hergün
yoldaşlarının çatıştığı yeri görerek, onların geçtiği yerlerden geçerken duramazdı.
Maksut'ları anlatıyor yanımdaki arkadaş. Hasan'ı, Şerafettin'i. Yol boyunca
yoldaşlarımızın çatışmalarını, kahramanca şehit düşmelerini anlatıyor. Kepez
Dağı'na çeviriyorum gözlerimi. "Bu nasıl dağ, bir tek ağaç yok" diyorum.
Çatışmayı, Şerafettin'in konuşmalarını düşünüyorum. Alçak damlı, toprak evlerin
oradan geçiyoruz. Songül'ün evine vardığımızda orta yaşta bir kadın karşılıyor
bizi. Songül'ün Eskişehir'de olduğunu, tutuklandığını söylüyor üzülerek. Kısa
bir sohbetten sonra ayrılıyoruz yanından. Gideceğimiz köye doğru yolumuza devam
ediyoruz. Yol boyunca Songül'ü, Hasan'ı, Şerafettin'i, Maksut'u düşünüyorum. Ve
daha iyi anlıyorum Songül'ü. Kısa bir süre sonra ben de tutuklanıp Eskişehir'e
götürülüyorum.
Direnişin odağında Eskişehir var o günlerde. Sayımız
az. 7 kişiyiz. En son gelenlerle sayımız 10'a çıkıyor. Yoldaşlarımız yeni ve
coşkulu. Ama yeni olmanın verdiği deneyimsizlik var üzerlerinde. Songül de farkediyor bunu, yıllardır mücadelenin içindeymişçesine; mütevaziliğiyle, eksikliklerin, yetmezliklerin bir ucundan
tutuyor. "Direnişin içindeyiz arkadaşlar" diye anlatıyor. Bunu
söylerken layık olmak sorumluluğu var tüm benliğinde. Çünkü savaş, şehitlik,
şehitlerimiz uzak değil Songül'e... Savaş gerçekliği O'nun için lafta kalmamış
hiç. En yakınlarını şehit vermiş bu savaşta. Dağların havasını solumuş onlarla,
işte bu yüzden hepimizden farklı Songül. Gerillalarımızı anlatmak istiyor ancak
çekinerek yapıyor biraz bunu. Ukalalık mı olur düşüncesiyle ne kendini, ne de
gerilla olma isteğini öne çıkarıyor. Şehitlerimizden Hasan Erkuş'u
anlatıyor bize. O'nu bile anlatırken kızarıyor yüzü.
Songül sanki yeni gelmemiş... Uzun süreden beridir
aramızda sanki... "Sen niye öyle düşünüyorsun ki, yanlış..." Bir
köşede herhangi birimizi ikna etmeye çalışıyor Songül. Elinden geldiğince
doğruları göstermeye, ilişkilerimizi düzeltmeye çalışıyor. Kırmadan, yoldaşça...
Ve 12 şehidimizle kazandığımızda zafer halayına duruyoruz. Bu Eskişehir'de ilk
halayımız. Songül de yerini almış halayda. Halay çekmeyi becerememek ilk kez rahatsız
ediyor O'nu. Her şeyde olduğu gibi öğreneceğim diyor. "Halay çekmeyi de öğreneceğim".
Sonra Ümraniye'ye sevk ediliyoruz. Songül kırtasiyecimiz. Kalem, defter, kitap
her şey O'nun sorumluluğunda... Titiz mi titiz... Gözü gibi koruyor onları. O,
her hafta Cuma ziyaretten gelen eşyalarımızın başında... Tek tek ayırıyor, kaldırıp yerleştiriyor dolabına.
- Songül defterim bitti.
- Defterini getir göreyim nasıl kullanmışsın.
Götürüyoruz.
- Bu sayfaları neden boş bıraktın? Bunu da tamamla
ondan sonra vereceğim. Bir sayfa nedir ki, diyenlerimizden değil Songül. İş bir
sayfada değil çünkü. Partimizin mallarını nasıl kullanmamız gerektiğinin
bilincinde olmak mesele. İşte o, bir sayfalarla, yarım silgilerle, parmak kadar
kalmış kurşun kalemlerle kavratıyor bize. Tepkilerimize,
inatlaşmalarınıza aldırmadan. Ziyan edilen, özenli kullanılmayan her şey
bir sızı oluyor yüreğinde. Songül kitapçımız... Elinden geçirmediği tek bir
kitabımız yok. Kimini ciltlemiş, kiminin kabını yenilemiş.
- Bu kitaplığı kim bu hale getirdi?
- Ben dergi aldım birazdan düzeltecektim.
- Hemen düzeltmelisin. Dağıtmadan da alabilirsin
dergileri.
- Bu kalemin bu kitabın arasında ne işi var? Sadece
biz mi kullanacağız?
Evet sadece biz kullanmayacağız.
Bilmediğimizden değil, ama tekrarlamaktan usanmıyor Songül. Vazgeçmiyor. Hele
ki 4 Ocak direnişinden kalma kitaplar üzerinde titreyişi. Yanmış sayfaları
ayıklayışı içinden. Ciltlemesi ve yeniden kullanılır hale getirmesi. Songül
emekçi... Yaptığı her işi yakınmadan yapmasını hatırlıyoruz O'nun. Yakınmadan
ve sessizce... En iyisini yapmaya çalıştı hep. Hiçbirinde "Ben
bilmiyorum", "Yapabilir miyim acaba?" demedi. Günler öncesinden
başlayan anma ve kutlama hazırlıklarının her aşamasında yeralırdı...
Severek, isteyerek yaptı hepsini. Yokluk içinde var etti çiçeklerimizi. Suladı,
baktı her birine.
Evet Songül yoldaş; Sadece
çiçeklerin, sadece kitapların, sadece kırtasiye dolabına bıraktığın "dolaba
iyi bakın" yazınla değil, yaşamınla kavgayı, savaşı öğretiyorsun bize...
Yaşamınla yoldaşlarımızı, halkımızı sevmeyi... Coşkuyu, umudu öğretiyorsun... İnatla
Kürtçe konuşmaya çalışmandaki halkına olan sevginden öğreniyoruz.
Hapishanelerin iki yüzü vardır deriz ya hep. Kendi küçük hesaplarınla
boğuştuğunda öğütür yutar insanı. Sen diğer yüzünü gösterdin bize. Dağları...
Halklarımızı... Kavgayı... Gerilla olmak özleminin nasıl büyütüldüğünü...
Gerilla olacağım dedin ve sözünü tuttun. Gerilla olmak sana yakıştı. Sana olan
özlemimiz, gerillaya olan özlemimizle birdi artık. 84 Ölüm Orucu şehitlerimizi
andığımız günlerde aldık şehitlik haberini. Sen, Ümraniye Hapishanesinden
tahliye olup da şehit düşen ilk yoldaşımızsın. Bir kez daha söz veriyoruz. Son
olmayacaksın Songül yoldaş. Hepimiz senin gibi gülerek kucaklayacağız ölümü.
(Bu yazı, Halk İçin
Kurtuluş’un 4 Temmuz 1988 tarihli
88. sayısında yayınlanmıştır.)
***
SONE'YE...
ARDIÇ’TA
GÖĞERDİ YENİ BAŞAKLAR...
Dersim'den üç şehit haberi daha
aldık. "Şehitlerden biri de kadın, Songül Erkuş"
dediler. Adını duyunca heyecanla "Bizim Songül"' deyiverdim.
Sevincim, üzüntüm, gururum birbirine karıştı. Uzun zamandır merak ediyordum
seni. Bir kart, bir de mektubunu almıştım. Ama yazamamıştım. Keşke, keşke yazsaydım
dedim içimden... Nereden bilebilirdim. Silah sesleri yükselmiş siz Ardıç'tan
çıkınca. Dağlar sarsılmış sesinizle, Behiyeler'in, Gülserenler'in, Kemal Askerilerin, Aydınlar'ın
sloganlarına karışmış sesiniz. Yankılanmış, Kürecik'e
yayılmış. Şerafettin, Sabit, Hasanla buluşmuş.
Burada, seni yoldaşlarımıza anlattım. Seni ilk kez
Malatya'da küçücük bir öğrenci evinde tanıdım. O gün ev kalabalıktı. Maksut
birine seni sormuştu; "Sone nerede?" diye. Okuldan gelmiştin.
Üzerindeki okul formasını çıkarmaya bile fırsat bulamamıştın daha. Misafirlere
çay veriyor, habire koşturuyordun. Kalabalıktan
sürekli Songül sesleri yükseliyordu. "Songül şu ne oldu?" "Songül
şunu ver", "Songül..." 16'sında kısa boylu ama çevik, hızlı Sone
herkese yetişiyordu. Sessiz sedasız yapıyordu işini. Kumral sarısı saçların at kuyruğu bağlıydı hala. Ürkek, çekingen, biraz da utangaç
gözlerle bakmıştın bana. Hareketlerin daha da hızlanmıştı. O koşuşturmaca
içinde arada bir gözucuyla bakıp gülümsüyordun. Hemen
anlamıştın. Yabancı değildin böyle davetsiz misafirliklere. Sabitlerin, Behiyeler'in, Şerafettinlerln
küçük Sone'siydin. Çokça dinlemiştin onlardan kavga türkülerini.
Kimbilir onlara da kaç kez böyle sevgiyle
gülümsemiştin. Seni ilk böyle tanıdım...
Uzun zaman pek buluşmadık. Sen pek konuşmuyordun.
Arada bir laf atıyordum sana. Bu kız hep böyle mi. Hiç konuşmaz mı? Yok
dediler. O hep gözleriyle konuşur. Ama sonra yürekten bir dostluk ve yoldaşlık...
Tek odalı öğrenci evin kaç şehide konukluk etti. Kemal Askeri, Gülseren Beyaz,
Aydın Bulmak, Maksut... Daha 16'sında anne şefkatiyle sarmaladın bizi. Bizi
görür görmez yüzünde güller açardı. İlk işin hemen çay yapmak, sofra açmak
olurdu. Kendi ellerinde pişirdiğin ekmekler ne güzel kokardı. Takılırdık sana,
Songül bizi görünce neden hemen sofra kuruyorsun, biz gerilla değiliz...
Notlarımızı taşıdın uzun zaman. Onlara bir şey olmasın diye öyle bir saklardın
ki, bazen kendin bile bulamazdın. Bulamadığında yüzün kızarır, panikle, telaşla
ceplerini, öteyi beriyi karıştırırdın. İlk zamanlar arada bir notları
karıştırsan da sonra ustalaştın. Kime neyi vereceğini, nasıl vereceğini artık
kendin ayarlıyordun. Elimiz ayağımız olmuştun... Bir yere bir şey gidecekse, ya
da bir yerden bir şey alınacaksa mutlaka ilk akla gelen sen olurdun.
Sonra, "Kürecik Lisesi'yle sen
ilgileneceksin" denildi sana. Önce "Ben nasıl yaparım?" dedin.
"'Ben bir şey bilmiyorum ki..." Seni bu işi yapabileceğine zar zor
inandırdık. Sonra hoşuna gitmeye başladı. Her hafta düzenli olarak dergilerini
getiriyor, kampanyayı, okulda yapacaklarını öğreniyor, konuşuyordun. Hatta bir
kez birlikte dergi okuyup tartışmışsınız. Ama sen tek bir kelime dahi söylememişsin.
Sonra yavaş yavaş kendine güvenen, iddialı biri
olmaya başlamıştın.
Bir gün seni ağlattım Sone... Kıra gidecek iki
arkadaşı sana teslim edip randevu ayarlamaya gittim. Geldiğimde yoktular. O gün
sağanak yağmur yağıyordu. Mutlaka bu randevuya gitmeleri gerekiyordu. Bir
saatlik bir zaman vardı buluşma için. Eve geldim, kapıyı sen açtın. Evde
yabancı misafirler vardı. İçeri girmeden "Songül arkadaşları çağır
gidiyoruz" dedim.
- Onlar misafirler gelince gittiler. Nereye gittiler
bilmiyorum, dedin.
- Not bıraktılar mı?
- Hayır.
- Ne zaman gelecekler.
- Bir şey söylemediler...
- Peki sen niye bir şey
sormadın. Sen niye gitmelerine engel olmadın?
Ses yok... Kızdım. Hadi şimdi git, yarım saat içinde
nasıl bulursan bul dedim. Herhalde çok kızmıştım ya da işin önemini
kavradığından kıpkırmızı oldun. Kafanı yere eğdin, ağlamaya başladın. Çıktın
aramaya gittin. Yağmur hala sağanak halinde yağıyordu. Nereye gidecektin
bilmiyordun. Ama çıkıp sokaklarda aramaya gittin. Sokakta karşılaşmışsın.
Onlara kızamadım. Çünkü onlar da tıpkı senin gittiğin gibi dağlara gitmek üzereydiler
o sıralar. Yapamadım, yine hırsımı senden çıkardım. Ama gönlünü almak zor
olmadı.
Aynı operasyonda gözaltına alındık. Birkaç ay
birlikte kaldık. Sone bizim komüncümüzdü. Tüm emekçiliğinle herkese kendini
sevdirdin. Yaramaz çocuklar gibiydin bazen. Sigaraların içine kibritin barutunu
doldurup bana ikram ederdin. Ben de her seferinde alırdım. Her seferinde patlardı...
Bir türlü bundan vazgeçiremedik seni. Tüm sevimliliğinle yaptığına öyle içten
gülerdin ki.
Özgürlüğüne kavuştuğunda senden bir mektup aldım.
Sonra da bir kart... Tekrar tutsak düşmüştün... Kısa bir süre Ümraniye
Hapishanesi'nde kalmışsın. Sonra çıkıp gitmişsin dağlara. Bilmiyordum. Şehit
düştüğünü öğrendiğimde dağlara çıktığını da öğrendim. İşte bu yüzden hem sevindim,
hem üzüldüm, hem de gurur duydum. Sana zafer sözü veriyoruz Sone. Sloganlarını,
namlunun ucundaki adaletini dilden dile, elden ele yayacağız.
(Bu yazı Halk için Kurtuluş dergisinin 27 Haziran 1998 tarihli 87. sayısında
yayınlanmıştır.)
***
SONGÜL ERKUŞ'a...
DAĞLARDA AÇIYOR KIR ÇİÇEKLERİ
"Önce ben gideceğim"
"Maksut'un sözünü tutacağım"
"Beni Hasan abim
yetiştirdi, onun dediğini yapmazmıyım"
....
Can yoldaşım, kır çiçeğim. Sen gideli bir yıl oldu.
Yakın bir zaman gibi geliyor insana. Hani hep derdin ya tarihimiz
kahramanlıklara dolu. İşte bu kahramanlık, kattığın güzelliklerle daha da
büyüdü. Yeni tarihler yazıldı, yeni gelenekler yaratıldı ve bugünlere taşındı.
"Kır çiçeklerini" çok severdin, şimdi bütün Anadolu'yu sardı kır
çiçeklerimiz.
Gülümsüyorsun şimdi dağlaramızın
doruklarında. Zaten hep güleçti yüzün. Bir türlü kopamıyordun dağların
sevdasından. Şehre geldiğinde gözlerin hep arkada kalırdı. Hep bir an önce köye
dönmek ister, gerillalarımızdan ayrılmak istemezdin.
"Kesin bir işi vardır" diye düşünmeden
edemezdim. Gözün arkada kalsa da sana bir iş verildiğinde ikiletmez, her şeye
rağmen o işi yapmadan edemezdin. Ne kadar özenle yapardın sana söylenenleri. Komutanımız
Maksut hep böyle derdi senin için: "Sone yaptı mı en iyisini yapar."
Büyük bir güven ve huzurla iş verirdi sana. "İnatçı" diyorduk sana.
Evet inatçıydın. Sana ne verilirse verilsin onu sonuna kadar inatla yerine
getirirdin. Bazen ilk anda "yok yapamam" deyip bir yandan gülüp, bir
yandan utangaçça baksan da hepimiz biliyorduk ki rahat edemezdin.
İşini yaparken soğukkanlıydın her zaman.
Soğukkanlılığın hep örnek olmuştu bize. Üzerinde taşıdığın ne olursa olsun sen
hiçbir şey yokmuş gibi davranır, bazen beni şaşırtsan da hep imrenirdim sana.
Hep derdin ya, Maksut'un elleri neden yarık yarık. Çalışkan, emekçiydi Komutanımız. Ondan öğrenmiştin
emekçiliği. Çalışmadan duramaz, kesin bir şeyler yapma isteğiyle doluydun.
Köyde seni evde, tarlada, yaylada hep çalışırken tanık olurdum. Okulda da
öyleydin ki. Seni ilk tanıyanlar hep sessiz sakin olarak tanırlardı. Görünüşte
sakin ama yüreğin kıpır kıpırdı. Eve bir misafir gelse seni durdurmak mümkün mü
hiç... Kesin koşturuyor olurdun.
'Duyup da durmak olur mu'; gerillaların ihtiyaçları
var. Bunu duyar duymaz ne yapıp edip onların ihtiyaçlarını karşılar, hatta
duyarsız davrananlara çok kızardın. Kızdığında yüzünün ne kadar kızardığını
söyleyip seni kızdırsak da... Duyduk ki Sone illegaldeki arkadaşlar için ev
eşyaları arıyor. "Arkadaşların battaniyeleri yokmuş, nasıl olur" deyip
bize kızmıştı. Hemen yorgan, battaniye vb. bulup göndermiştin arkadaşlara. Seni
ilk görenler sessizliğinden ve durgunluğundan kaynaklı böyle bilmeseler de seni
her tanıyan düşüncelerinden dolayı yanıldığını anlıyor ve bozuluyordu.
Kürecik Lisesi'nde gelişmeler olduğunu öğreniyoruz.
Senin de emeğin vardır diye geçiriyoruz kafamızdan. Şeroların,
Özgürlerin emekleri boşa çıkmıyor ve sessizliğini bozup, yeni güzellikler
katıyordun gün geçtikçe. Düzenli olarak Mücadele gazetesi istemeye başlayınca
ne kadar sevindiğimi paylaşmıştım seninle. Gazeteler konusunda çok hassastın.
"Maksut bizi sıkıştırıyor" derdin ama sonrasında tek kaldığın
zamanları da biliyoruz. Düzenli almaya çalışır ve gazete paraları konusunda
özenli davranırdın.
Bulduğun bir çok şeyi
değerlendirmeye çalışır, "kesin bizimkilerin işine yarar" der ve
götürür gerillalara teslim ederdin. Almancılara çok kızardın. Sizinkiler
Almanya'dan gelince onları sıkıştırır, ne yapıp edip bir çok
konuda onları da zorlardın. Kimisi "bizim Sone çok değişmiş" dese
de... desinlerdi. Bu senin için bir onurdu. Bunu
biliyordun.
'94'de birlikte tutsaklığı da yaşadık. Komüncülük
yaptığın zamandaki halini de hiç unutmuyorum. Hapishane koşullarında
yaratıcılığını daha çok kullanır, en ufak eşyamızı korur ve savaşçı kafanla bize
hep örnek olurdun. Sabun mu suyun içinde kalmış, onu kesin görür ve bizleri
uyarırdın. Senin nezdinde küçük işler büyük işler ayrımı yoktu. En küçük bir
parça da olsa bu hareketin malı der ve hemen ilk koşanlardan olurdun. Yemek mi
artmış, onu değerlendirir, o yemeği dökmemek için elinden geleni yapardın.
Köyde çalışıp döktüğün alınterini şimdi tutsaklık
koşullarında koşturarak döküyordun. Bazen sana kızıyordum; niye hep işlere
kendisi koşturuyor diye. Ama senin söylemene gerek kalmadan, pratiğinle biz öğretiyordun.
Sen "şunu yapın, bunu yapın" demesen de yaptıklarınla örnek oluyordun
zaten.
Tutsaklık koşullarında da gözlerindeki ifadeyi hiç
unutamıyorum: "Dağlara... dağlara yine gidemedim"
der gibi bakıyordun. En çokta o zaman senin duygularını anlıyordum. Hatırlarsan
yarışıyorduk seninle. Hadi kim önce gidecek diye. Ama ikimiz de tutsak düşünce
şimdi hadi kim önce tahliye olacak yarışı başlamıştı. Her hafta görüşte selam
beklerdik, umut yolu olan sıcak bir selam... Bazen görüşçülerimiz "yok
onları görmüyorum" deseler de onların gözlerinin içine içine
bakar, gizli ama sıcak bir gülümseyle almış olurduk
dağların selamını. Görüş sonraları, volta atmadan, onları konuşmadan olur mu
hiç? Kesin gerillaları konuşur onları tutsaklık koşullarında selamlardık yüreğimizle.
'Hadi kim önce çıkacak' Bu yarış ilk mahkemeden
başlamıştı. Zaten senin çıkma olasılığın daha yüksekti. Tabii ki seni
kıskanmıyor değildim. Bir kaç mahkeme sonra seni tahliye ettik. Şu anda bile o
anki gözlerindeki ışıltı halen yansıyor yüreğimin derinliklerine. Maksut'un
şehit haberini tutsaklık koşullarında almamız daha da oturmuştu yüreğimize.
Maksut şehit düştüğünde daha da sessizleşmiştin ama gözlerindeki öfkeyle ifade
etmiştin duygularını.
"Hep Kürecik dağlarında şehit düşeceğim" derdi
ya komutanımız... şimdi gidiyordun onların bastığı
izlerden. Her dokunduğun taş, her bastığın toprak, her suyunu içtiğin çeşmeye değimşti gerillanın elleri. Seni gönderiyorduk dağlarımıza.
İlk verdiğiniz söz "Sizin yerinize de selamlarım dağları" olmuştu.
Bunu söylediğin zaman yüzündeki gülüşünle zaten kendini ele veriyordun. Kafana
koymuştun. Maksutların, Behiyelerin, Hasanların silahını tutacaktın sımsıkı.
Güle güle yoldaşım güle güle. Selamını alacağız biliyoruz. Tüm bunları geçiriyorum
içimden. Tahliye olduktan sonra sıcak selamlarını hep alıyorduk.
Bir süre sonra duyduk ki tekrar tutuklanmışsın.
Ümraniye Hapishanesi'nden kart geldi... Neyse kısa bir tutsaklık yaşadıktan
sonra senin ısrarla mücadeleye koşturmanı da duyduk. Tarlada senin koşarak
şehre gidecek olan arabaya yetişmek için, nefes nefese kaldığını da duyduk. Ve
dağlarda Kürt kızımız silahını omuzladı... O silahı eline aldığında az çok
tahmin edebiliyorum yaşadıklarını. O gülüşlerin şimdi analarımızın,
çocuklarımızın yüreğinde. Dağlar sana sen dağlara sevdalıydın ya... Sevdalına yetişmiş
ve beni yenmiştin. Yarışı sen kazandın.
Seni kıskanmamak elimde değildi. Bizim
topraklarımızın, Kürecik dağlarının ilk kadın şehidiydin. Şimdi sana her
gelenle özlem dolu sevgilerimi yolluyorum tutsaklık koşullarından. Böyle de
olsa, uzak da olsak kavgamızda buluşuyoruz her an. Sizden ayrılmadık.
Ayıramazlar da. Nice kan dökseler de daha savaşımız Anadolu'da büyüyor.
Sevgili Sone şimdilik bu kadar yazıyorum. Seni ve
tüm şehitlerimizi selamlıyorum...