Sevgi
ERDOĞAN’ı Yakınları, Yoldaşları
Anlatıyor:
Eski bir arkadaşı, şair
Orhan Alkaya Sevgi’yi
Anlatıyor:
20 yıl sonra...
Sevgi Erdoğan 1 Haziran’da İzmir Tabip Odası’nın “tutukluluk
koşullarında bakımlarının yapılması mümkün değil” raporu üzerine cezası 6 ay
süre ile ertelenen 12 hükümlüden biri. Cezaevinde başladığı ölüm orucunu
sürdürüyor. Şair Orhan Alkaya İstanbul Dev-Genç’ten arkadaşı Sevgi Erdoğan’ı 20
yıl gibi uzun bir aradan sonra ölüm orucunu sürdürdüğü evde gördü ve yaşadıklarını
Cumhuriyet Dergi’ye aktardı.
Yirmi yıl
sonra gördüm Sevgi’yi
yirmi yıl
sonra gördüm Sevgi’yi
müthişti,
yeterince cümleydi
aklı başını
aşmıştı çoktan
buruşuk bir
hayatı ütüler gibiydi
yirmi yıl
sonra gördüm Sevgi’yi
oldum olası
inadın güzelliğiydi
tanrım!
gözleri baştan aşağı vatan
Sevgi
ihaneti bilir de bilmezdi
yirmi yıl
sonra gördüm Sevgi’yi
ufaktı,
keskindi, kıldan inceydi
otuz kiloydu
karşımda yatan
arkadaşım,
canımın içi Sevgi’ydi
yirmi yıl
sonra gördüm Sevgi’yi
unutulmuş
vezin, hayatımız gibiydi
burada
hiçbir şey varolmaz yoktan
açlık bacımda
bir ziyafet siniydi
yirmi yıl
sonra gördüm Sevgi’yi
yollar çok,
istek genç ve birdi
hayatımızın
özetiydi, ta baştan
gençliğimizi
baştan kurar gibiydi
yirmi yıl
sonra gördüm Sevgi’yi
kimbilir kaç
kez öldüm, hepsi birdi
gördüm,
zaman oluğundan zamana akan
kardeşlik,
müsavat, adalet diliydi
yirmi yıl
sonra gördüm Sevgi’yi
ne bir
roman, ne oyun, ne şiirdi
gözümü arayıp
içine doğrudan bakan
yanardağ değil,
şu kardeş gözleriydi
yirmi yıl
sonra gördüm Sevgi’yi
Anna
Karenina olamaz, basübadelmevtdi
hayatın
suyuydu deriden kemiğe sızan
ve kemikten
üreyen insan hücrelerdi
yirmi yıl
sonra gördüm Sevgi’yi
inanmayacaksınız,
gördüm, sevgiydi
hayatın
atardamarıydı hayata ağan
uzun
parmakları kınalı bir ülkeydi
Sevgi’yi
gördüm, yirmi yıl geçmişti aradan.
Temmuz 2001
***
Uşak Hapishanesi’nden bir
yoldaşı anlatıyor:
Sevgi ablamızı,
ablamız’ı merak ediyorsun. Anlatayım sana biraz. Onun, Berrin’in, Yasemin’in
yerleri ayrı ayrı bizim için. Ben daha önce Buca hapishanesindeydim. 6 yıldan
sonra orada topluca Uşak’a geldik. Uşak’ta Ablamız vardı. Yılların Sevgi ablası.
Öyle sıcak, ince karşıladı ki bizi. Şöyle dıştan baksan, yakalandığı
operasyondan, işkencelerden dolayı sakatlanan bacağı, bastonu, ince bedeni,
zarifliği ve çok güzel gülümsemesiyle saçları kırlaşmış bir abla.
Tanıyorduk
onu tarihimizden, anlatılanlardan, yazdıklarından. İlkeli, inatçı, güçlü yanlarını
bilirdik. Tanıdık da. Evet, o aynı zamanda eş, anneydi. Bize abla, ana, yoldaştı.
Sadece sıcak, sevecen bir abla değildi. Hedeflerinin farkında ve bilincinde bir
devrimciydi. Hapishanelerde yaşamımız düzenlidir bilirsin, kalkış, yatış, çalışmalarımız.
İşte bu düzenin içinde abla parlardı, her zaman en erken kalkan, en programlı,
düzenli, titiz olarak gördüm, tanıdım onu.
Okuyacakları,
yazacakları, mektupları vb. her şeyi hep düzenli, programlıydı. Anlattıklarıyla
değil, yaptıklarıyla örnek olmaya çalışırdı. Düzen, tertip de öyle. Hep örnek
aldığı, hedef koyduğu gerilla yaşamıyla düşünüyor, onu uygulamaya, çevresinde
yaşatmaya çalışıyordu. Dağınıklığa, savrukluğa, düzensizliğe karşı hep sert
gördüm onu. Öfkesi, evet öfkesini görmeliydin. Yanlış bulduğu, eksik yapıldığını
düşündüğü her şeyde her konuda, yapanlara acımasızdı. Örnekleriyse hep
tarihimizden, şehitlerimizden. Çok defa kızgın öfkeli, gözleri şimşeklenmiş
gördüğüm ablamızı, çok defa da aynı konuda, aynı kişilerle anlatmaya,
kavratmaya çalışırken, emek harcarken de gördüm. Hem çok kavgalarımız, tartışmalarımız
da olmadı değil, ama ablamızın idealleri hep temiz, saf hedefleri hep netti.
Belki bunlara varış yollarını tartışırdık arada. Ama bu taşıdıklarıyla hep aydınlattı,
öğretti.
Her şeyden
önce devrimci kimliğini koyuyordu. Bir keresinde “beni düzendeki annelerimiz gibi görmeyin, ben her şeyden önce
devrimciyim” demişti. Özetliyor her şeyi. Ölüm orucunu çok istiyordu. 84’de
İbrahim abimizin geçtiği yollardan koşmayı çok istiyordu. Başardı da, haketti
de. Sonra kırmızılarla, coşkusuyla gördük, yaşadık onu. Emperyalizme öfkesini,
misyonunu ifade etti başlarkenki konuşmasında da. Bir de onu, tabii, yeşil kıyafetleriyle
de unutamıyorum. Bir programımız vardı, anma kutlama askeri gösteri. Uşak’a
bizim yeni geldiğimiz zamanlar. Abla yanımıza geldi. Üstünde askeri bir kıyafet,
etek kütüklüklü bir yelek, dimdik. Gülümsüyor “siz benim asker yanımı biliyor muydunuz” diyor. Uşakta halk ilişkilerimizde
kalırken, onlarla birlikte dikmişler bunu. Ve en az kırmızılar kadar yakışıyordu
ona.
Ölüm
orucunda da sağlık durumuna vb. rağmen büyük bir irade örneğiydi. Çok şey yaşadı,
dövüldü, yerlere atıldı, “yaşatılmak” adına serumlu işkencelere uğradı,
yataklara zincirlendi. Ama kararlığı, inancı bir nebze azalmadı. Örnek oldu
herkese. Haberlerini aldık hep, İzmir’de hastahanedeyken, Küçükarmutlu’dayken.
Tepkilerimizi anlatıyordu. İnancımızı anlatıyordu, insanları ne kadar çok sevdiğimizi
anlatıyordu nefesi yettiğince ve Berrin’i, Yasemin’i. Bedeni erimiş, beyni yaşıyordu,
ve gözleri ışıl ışıl. Dediğin gibi, düşünceleri, düşüncelerimizde hep yaşayacak.
Son anına kadar öğrenme azmi taşıyor, kitap okuyor, bilgisayar öğreniyor (ne
çok severdi, hapishanede mahrum kaldığı teknolojiyi) iradesiyle davranıyor, 12
Temmuz’u hedef koyuyor ve o gün şehitlerimizi, İbrahim abimizi selamlıyor.
Sonra da 14 Temmuz’da kendisi yanına gidiyor. Ölümsüzlüğünü de iradesiyle
belirledi. Öğretti yine. Onu anlamayanlara, duyarsız kalanlara, korkanlara, dışlayanlara
anlattı. Şimdi öldü denebilir mi ona, onlara. Evet bakacaklar insanlar o kınalı
ellere, o gözlere, soracaklar, anlamaya çalışacaklar. Bundandır her şey zaten.
Yeter ki biz anlatalım, yaşatalım ve örgütleyelim diyorum ben. İnsanlar
anlayacaklardır. Evet fedalar, evet bedeller, daha da uzun yolumuz, daha da koşacağız.
Ama anlatmalıyız, planlı, organize, yarattıklarımız boyutunda anlatmalıyız. Ve
ne kadar yapıyor, ne kadar yapmıyoruz, sormalıyız kendimize. Herkesin mutlaka
yapacağı bir şey var. Şu Cenova için anlattıklarına o gözlerde bakıyorum. Ablamızı
daha çok anlatırım ben sana zamanım var daha yolumuzda.
***
Uşak Hapishanesi’nden Bir Yoldaşı Anlatıyor
Acının rengi beyaz
Temmuz Anadolu’nun ücra köylerinde hasat zamanı, umut zamanıdır.
Bir de Temmuz Sevgidir. Hem de can-ı gönülden. Dupduru, yıllarca devrim yatağından
akan bir sevgi, bizim Sevgimiz. Haktan, halktan, doğrudan şaşmayan bir sevgidir
o.
Temmuzlu günlerdeyiz.
Uyanıyorum bir Temmuz şafağında. Bir yerlerden “tak tak tak” sesi
geliyor kulağıma. Uyku mahmurluğuyla sesin nereden geldiğini anlamaya çalışırken
bir başka “tak tak” sesine gidiyor aklım. Birden sabahın sessizliğini bozmaktan
korkan bu sesin bana ne kadar huzur verdiğini anlıyorum. Kimbilir kaç sabah bu
sesle uyanmışımdır. Kaç yıl oldu bu sesi duymayalı. iki hafta sonra tam iki yıl
olacak. İki yılın hasreti bir damla gözyaşı olup dökülür yanaklarıma. Böylesi
anlarda en ufak bir şey bile hasretine yandıklarımızı alır getirir ya başucumuza.
Gerçekten duydum mu o sesi, yoksa duymak mı istedim bilmiyorum ama o sesin yankısı
hala kulaklarımda...
Omuzlarına dökülen, siyahı hemen hemen kalmamış düz saçlarıyla,
incecik uzun boyuyla şafak sökerken koğuşu bir boydan bir boya geçerdi “tak tak
tak”... Bastonunun sesiydi bu. Ses çıkarmamaya çalışsa da ister istemez beton
zemine değen baston çıkarıyordu o sesi, “tak tak tak”. Saat ya 5.30 ya da 6.30’dur.
Daha geç değil... Uykusu hafif olanlar uyanır bu sese. Bilir ki Sevgi abla
kalkmıştır. Kalkışına uyanan biriyle gözgöze gelirse “daha değil, yat” anlamına
gelen bir el hareketi yapar. Koğuş henüz karanlıktır. Ama koğuşun en dipteki
yatağından bir ışık yayılır. Yatağının üstündeki duvardan tarihin o şaşmaz
yolunu aydınlatan, gösteren portre salınır. Altında koca bir tarihin hem tanığı
hem yazıcılarından biri olan Sevgi abla mum ışığında çalışır.
Çok uzun bir yoldan yürüyüp gelmiş buraya, öyle çok badire atlatmış,
öyle çok engeller aşmış ki... Bunu bilip de yüzünde yol yorgunluğu arayanlar boş
yere ararlar. Böyle bir yorgunluk yabancıdır ona. Zerresini bile taşımaz.
Çevresini aydınlatan o mum ışığından daha aydınlıktır Sevgi Abla’nın yüzü. Çünkü
o Sevgi’dir. Katışıksız, arı-duru bir Sevgi. Sevgisinin güzelliği, gücüdür
yüzünü aydınlatan... Kimi insanlar vardır sevdiği bir yakınını kaybedince
dünyası kararır, ayağa kalkacak derman bulamaz kendinde. Ya Sevgi Abla?... Sayısını
bilen var mıdır kaç dostunu, kaç can yoldaşını geride bıraktığının... O
yürüdükçe düşer toprağa Hatice Alankuşlar, Hatice Özenler, Apolar, Haydarlar...
Yüklenip onların özlemlerini, hayallerini, umutlarını devam eder yoluna. Sevdasını,
kavgasını paylaştığı eşi İbrahim Erdoğan ve 11 yoldaşı kurşunlarla delik deşik
edilir de yüzünde bir tek gözyaşı göremez bakanlar. Sevdiklerini kaybetmenin
öfkesidir gözyaşlarına engel olan. Ne hayat biter ne zulme karşı kavgası. Böyle
kaç sevdiği insanın mezar başında sol kolu gökyüzüne kalkık yenisi için derman
bulmuştur. Gidenler güçlendirir Sevgi Abla’nın bileğini, omuzlarını. Vefadır
Sevgi Abla. Taşır onları kendisiyle birlikte kavganın o cephesinden bu
cephesine.
Peki hiç ağlamaz mı Sevgi Abla? Ağlar hem de hüngür hüngür ağlar.
Nisan yağmurları gibi toprağa bereket olurken Sabolar, Sevgi Abla’nın gözyaşları
toprağa akar ardınca. Ve ağlama diyenleri susturur. “Susun” der “Ben biliyorum kimi kaybettiğimi...”
Sabo dendi mi, önderimizin adı geçti mi Sevgi Abla’nın gözlerine
bakın. O gözler neleri neleri anlatmaz ki... Evet evet Sevgi Abla hiç konuşmasın,
gözleri anlatır o büyük sevdaya olan bağlılığını, sevgisini. Her insan yüreğindeki
her şeyi gözlerine taşıyabilir mi bilmiyorum ama Sevgi Abla taşımıştı.
O, mum ışığında çalışırken bazen düşünürdüm, yüzünde acının tek
bir çizgisi bile yok diye. Sanki her şey saçlarına vurmuş. Simsiyah ve tokalara
sığmayan o gür saçları azalmış, beyazlamış, kısalmış. Ama hala her şafak özenle
taranır, küçük bir tokayla arkadan tutturulur. Acının rengi hep siyah mı
olur... Sevgi Abla’da beyaz olmuş diye düşünürüm hep. 30 yıllık tarihin acıları,
sevinçleri saç tellerinde yol almış gibi.
“İnsanın belini kıramayan
darbeler onu güçlendirir” diye bir söz vardır ya. Bu sözdeki gibidir
Sevgi Abla’nın yaşamı... İhanetler görmüş Sevgi Abla, kalleşlikler, işkencelerin
bin türlüsünü yaşamış ama hiç bükülmemiş beli. Kavgada 25 yılını hep güçlenerek
yürümüş. 45 yaşın 25 yılı her koşul altında Anadolu’nun yoksul halklarına umudu
taşıyarak geçmiş. Umudun savaşçısıydı O. Birkaç zorluk karşısında yalpalayan,
engellerle karşılaşınca tökezleyen, umutsuzluğa kapılanlara inat güçlü, dimdik
ayakta durmanın, umutlu olmanın kapısını gösterirdi adeta... Bunca yaşanmışlıktan
sonra nasıl kesintisiz yürüdüğünü anlamak isteyenlere bir resmini bulup yüzüne
bakmalarını öneririm. Mutlu ve huzurlu bir gülüş bulacaklar baktıkları resimde.
Devrim için çalışmanın onurunu, çıkarsız sevmenin, sevilmenin, sevdikleri uğruna
ölebilme kararlılığını taşımanın mutluluğunu bulacaklar orada.
“Yaşamak da güzeldir, idealler uğruna ölmek de” diyor Sevgi abla
gülen gözleriyle. İdeal ne? Emperyalizme karşı savaşmak, devrimi gerçekleştirmek,
halkların kurtuluşunu sağlamak! Bunlar dışında bir ideal yok Sevgi Abla’nın yaşamında.
Düzene ait hiçbir şeyin düşüncelerine, yaşamına yön vermesine izin
vermez. Günlük yaşamında el attığı her iş, baktığı her resim, okuduğu her
kitap, tartıştığı her konu, TV’de izlediği her program devrime hizmet eder.
Ufku geniştir Sevgi Abla’nın. Birbiriyle ilgisiz gibi görünen konuları devrimci
yaşamın akışı içinde birleştirir, üretkenliğe döker. Nerede olursa olsun
yenilikler onu heyecanlandırır.
Açlığının 100’lü günlerinde dahi eksik ve zaaflarla mücadeleye
vurgu yapar. “... Küçük burjuva bir ülkede
yaşıyoruz. Bir yandan eksik ve zaaflara karşı da savaş içinde olmalıyız. Hoşunuza
gitmeyecek belki, bu da nereden çıktı diyeceksiniz. Hayır yoldaşlar! Hayır!
Ölüme meydan okuyup da sonra er meydanını terkedenleri hiç mi görmedik, duymadık.
Hep onlar mı inançsızdı? Hayır, bizlerin, çevremizdekilerin de uyanık olması,
gözlemci ve tartışan, tartıştıran olması gerekiyor...”
“Ve devrimcilik en
karanlık günlerde bilinmeyen viraja ilk yürüyen olmaktır esas.” 25 yıllık kavga
deneyiminden çıkardığı br sonuçtur bu. O karanlık günlerde bilinmeyen virajlara
yürürken ideallerine bağlı kaldığı için kavgasını omuzladığı, sevdiklerine karşı
vefalı olduğu için, bir devrimci olarak sorumluluklarını unutmadığı için o
virajları başı dik geçip gitmiştir.
2000 Ölüm Orucu Destanı’nda yol alırken de bilinmez virajları aynı
inanç, aynı kararlılık, aynı sorumlulukla geçer Sevgi Abla...
“Tak tak tak”... Geçiyor Sevgi Abla gözlerimin önünden. Bu defa
boydan boya geçtiği koğuş değil, 30 yıllık tarihten gelip, bu tarihin önemli
bir virajını geçip mutlu ve huzurlu varıyor sevdiğinin yanına.
Temmuzlu günlerdeyiz. Ayrılıkların ve kavuşmaların mevsimindeyiz.
Bu sabah sevginin, iradenin, inancın, kararlılığın sesiyle buluştum, bu sabah
acının rengini beyazda gördüm. Anladım ki Sevgi Abla’nın saçlarının akı
sevgidenmiş...
Yukarıdaki anlatım Ekmek ve Adalet dergisinin 27 Temmuz 2003
tarihli 70. Sayısında yayınlandı.
***
BAŞI GÖKLERDE BİR ÇINAR...
SEVGİ ERDOĞAN
1960’lı yılların ortalarıydı...
Bir şafak vakti Anadolu’nun dört bir
yanından uzak diyarlardan yüklenip umutlarını düştüler yola.
Kıraç toprakların, şafağın tez doğup,
karanlığın erken çöktüğü yoksul kentlerin çocuklarıydılar.
Türk’tüler, Kürt’tüler, Arap’tılar,
Laz’dılar, Çerkez’diler...
Tekmil Anadolu halkıydılar.
Bu halkın dağ gibi yürek taşıyan
evlatlarıydılar.
Aşk ile, umut ile yüreklerde ve
beyinlerde fırtınalar yaratan düşleri vardı.
Vardı ama Vatanları yangın yeriydi.
Düşmüştü yüreğine ateş. Morrisson’un köpekleri postallarıyla eziyordu bağrını.
Gitmiş, kovulmuşlardı... Ama daha sinsice gelmiş, kuşatmışlardı dört bir
yandan. Karış-karış el koyup topraklarına. Yoksulluğa ve zulme mahkûm etmişlerdi,
vatanlarını...
Ve onlar görmüşlerdi 50 yıllık
çürümüşlüğün içinde bir halkın nasıl kuşatıldığını...
Görülür de, durmak olur muydu?
Ortak bir kavgada, halkın davasında
birleştiler. Çok “bilenlerin”, devrim kavgasını “ama”larla kuşatanların,
çürüyenin önüne yürekleriyle dikildiler.
Sokaklar, meydanlar, fabrikalar,
tarlalar devrimin neşeli çığlıklarıyla tanıştı.
Mitingler, forumlar, işgaller...
Önce özerk üniversite dediler,
demokrasi istediler.
Sonra, ‘Yankee go home!’ dediler. Haykırdılar ‘Tam Bağımsız Türkiye’ diye.
Ardı sıra ‘parasız eğitim, çayda,
tütünde sömürüye son, toprak işleyenin su kullananın olsun’ dediler. Adalet
istediler.
İstediler...
Onlar her istediğinde, kalktı namert
namlular bir bir halkın üstüne...
Düştü sokak ortasında pankart tutan
bir el, otobüs bekleyen bir genç, grev çadırında bir işçi, hakkını arayan ırgat...
Gördüler ki yıkmak gerek çürüyeni...
Gördüler ki var olanla yetinmek,
geçmişe teslim olmaktır.
Gördüler ki bilmek, görmek, savunmak
yetmez!
Bizzat yapmak gerek düşündüğünü.
Onun içindir ki “DEVRİM İÇİN SAVAŞMAYANA
SOSYALİST DENMEZ” şiarını bayrak yaptılar ellerinde.
Ve ellerinde sık-sık sarıldıkları
bayraklarla, koştular ortasına kavganın.
Önce çelikten bir kavga aracı, halkın
kurtuluş umudunu yaratmalıyız ki milyonlar hangi güzergâhtan ilerleyecek o
büyük güne bilinsin dediler.
Vurdular çürüyene...
Vurdular beyne pranga olana...
Vurdular ayağa zincir olana...
Ve acılara karşı silahlanıp,
heybelerine yüklediler umutlarını... Ekmekten ve silahtan önce sevinç
doldurdular koyunlarına. Mataralarına ab-ı hayat omuzlarında mavzer...
Anfilerden kent sokaklarına, meydanlardan dağlara ‘70 Aralık’ında bir yürüyüş
eylediler.
Bir yürüyüş ki, durup dinlenmek
nedir bilmeden, ecel toprağına can olmaya koşanlara, Adalılar dendi;
Vurdular... Vurdular...
Vuruldular... Sarsıldı zulüm...
Sarsıldı köhnemiş çarklar.
Ve ardı sıra panikle, korkuyla,
kâbusla kuşattılar halkı.
(....)
Çok değil, birkaç yıl sonrasıdır...
Mahir’lerin göklere çektikleri orak-çekiçli bayrak altında... Kızıldere’den,
dört bir yana serpilen umut tohumları; toprak ve yağmur damlalarıyla buluşup
çatlattıklarında tohumu, filiz veren tohumlar, fideye durdu.
İşte Sevgi Erdoğan yoldaşımız, 30
Mart ‘72’de budanıp, yok edilen kardeşlik ormanımızın, başı göklerde, kökü
toprağın derinliklerinde ilk boy veren çınarlarından biriydi. 25 yılı bulan bir
ömür boyu devrimciliğinde, amansız fırtınalarda, kızgın sıcağın susuz
günlerinde hep bir çınar gibi dimdikti. Ne eğilir, ne sallanırdı... Hep dimdik,
hep dipdiri... Hep kardeşlik ormanının en güçlü damarlarından biri olmayı bilmiş,
sevgi, vefa ve inanç abidesi...
ULU ÇINAR
I. Sen konuşuyorsun
Bir gece yolda giderken
Hani şu uzun sarp, dolambaçlı yolda
Karşıma yaşlı bir adam çıktı.
Elinde bir fener
Saçı, sakalı uzamış
Uzun beyaz entariler içinde
Dedim “ne arıyorsun baba?”
Dedi: “Öfke ve hır çağında
dayanan, sabreden
adamları arıyorum” (1)
Gel, dedim o zaman ona
Gel seni onlardan birine götüreyim
Gittik bir dere boyunca hiç konuşmadan.
Gece o kadar sessizdi ki
Bastığımız taşların takırtısı
duyuluyordu sadece
Bir çınarın altına vardık
Durduk.
İşte, dedim aradıkların burada
Hani, dedi yaşlı adam
fenerini dört tarafa dolandırarak
Konuşmadan çınarı gösterdim elimle
“Demek ki sihirler içinde saklanan
sabrın sahibi sensin” dedi.
Yaşlı adam Çınara;
“anlat bana, anlat duyayım hikâyeni”
Dile geldi çınar anlatmaya başladı.
- Bir çınarım ben dallı budaklı
Kökümde toprak ve ateş
başımda su ve hava
Köklerim derinde şehitli kanlı
Başım göklerde canlı-cananlı
onlar devam etti konuşmaya
Ben yoluma düştüm yine.
Dinlerken arkamdan gelen sesleri
düşündüm hep o çınarı.
Uzaklaştım bir sahile vardım
Dalgalar delirmiş gibi vuruyordu kıyıya.
Zülfikar gibi keskin bir iz bırakıp
Çekiliyorlardı
İki elimi iki yana açıp
Uzamış saçımı ve sakalımı
Rüzgârlara okşattım
Bir inip bir çıkıyordu ilerde
dalgalar
Köpükler sunuyorlardı göğe
Grinin en koyusundan bulutlar
İtiyordu dalgaları kıyıya
Kopan fırtınayı görüyordum ötede
İçim içime sığmıyordu
Kelebek gibi coşkuyla uçuyordu
Hınçla keskinleştirilmiş
öfke çelikli bir kılıçtı umudum
Dalgalarda onu görüyordum
Ağır ağır ilerleyip
Umudun içine daldım.
1975’li yıllar... Kızıldere’den “Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik”
diyenlerin gür sesi, ülkenin dört bir yanına, dalga dalga yayılır. Adaletli bir
dünyada, namuslu bir yaşam sürmek isteyenlerin yüreklerinde yankılanan bir çağrıya
ilk önce genç nesiller karşılık verir. Sevgi Abla bu nesillerin İLK’lerindendir.
Mahirlere sempatiyle başlayan ve ‘Kurtuluş’ grubunda ilk örgütlü devrimciliğe
dönüşen bu yaşam, bir yanıyla da Mahirler’in ardından 25 yıllık tarihimizin
özeti, aynasıdır da aynı zamanda.
3 Ekim 1956’da Erzurum Ilıca’da doğar
Sevgi Abla. Babasının devlet memuru olmasından dolayı ilkokulu Tekirdağ Muratlı
ilçesinde, daha sonra ailesinin İstanbul’a yerleşmesiyle orta ve liseyi okuyacağı,
gençliğinin ilk yıllarını, sevdasını büyüteceği kente gelir. İnsanî duyarlılıkları,
yoksullardan yana adaletli bir dünya arayışı, Mahirler’in Kızıldere’deki
destansı direnişi ile THKP-C sempatisine dönüşür. Bu yıllar Sevgi ablanın 16 yaşında
olduğu, Fatih Kız Lisesi’nde okuduğu yıllardır. Mahirler’in Kızıldere’de serptiği
tohum umut olup yüreğine düşmüş, inanç olup bilincine kazınmıştır. Sempatisi,
yeni bir yaşam arayışı, halkın kurtuluş umududur. Marmara Üniversitesi İktisat
Fakültesi’ni bu yıllarda kazanır. Artık “Kurtuluş” grubuyla ilk adımı attığı
Dev-Genç’li olarak devam ettireceği örgütlü mücadele yılları da başlamıştır.
Sevgi ablanın Dev-Genç’li olduğu bu yıllar, üniversitelerde faşist işgallerin
ve terörün had safhada olduğu, dişe-diş mücadelenin sürdüğü bir dönemdir. Sevgi
abla bu mücadelenin içindeki militan kadrolardan biridir.
Aynı zamanda bu yıllar; THKP-C
ideolojisine karşı sağdan soldan her türlü saldırganlığın gösterilip, içinin boşaltılmaya,
THKP-C’nin M-L çizgisinin revize edilmeye ve buna karşı mücadelenin
örgütlenmeye çalışıldığı yıllardır. Bu tartışmaların ortasında taraf olanlardan
biri de Sevgi abladır.
Sabo’yla birlikte kuruluşunda yer
aldığı Devrimci Kadınlar Derneği’nin yöneticilerinden biri olarak,
gecekondularda, varoşlarda yeni-yeni örgütlenen mahalle çalışmalarında görevler
alır. Hisarüstü, Reşitpaşa, Çağlayan, Mecidiyeköy, Gültepe... gibi yoksul
semtlerinde kadınların örgütlenmesi çalışmalarına katılır. Bu çalışma döneminde
büyük bir sevgi ile bağlanacağı, hep örnek gösterilip, saygı ile anılacak
evliliğini, örgütün ileri kadrolarından yoldaşımız İbrahim Erdoğan’la gerçekleştirir.
“Ama o sıralar yavaş-yavaş ayrılık
söylentileri dolaşıyordu. Mahalli çalışmalar İbrahim Erdoğan sorumluluğunda
yürüyordu. Bir gün İbrahim ağabey bize görevlerinin DY tarafından alındığını
söyledi. Ve Devrimci Yol çizgisini eleştiriyordu. Mahallelerdeki tüm kadrolara
açıklama yaptı. Hepimiz şaşırdık. Sorduk “Peki biz ne yapacağız?” diye, “Siz
devam edin, yine bağlantımızı sürdürelim” dedi. İşte o aralar Sevgi ablayla düğünleri
yapıldı. Kimse düğünü konuşmamış, hep Devrimci Yol, ayrılık konuşulmuştu. Sevgi
abla düğün sırasında espriyle İbrahim ağabeye “Ayrılık tartışmasından bizimle ilgilenen yok” diyordu.
Kavganın ortasında yaşanan büyük bir
sevgi, herşeyiyle yıllarca örnek gösterilecek, bilenlerin, görenlerin hep gıpta
ile andığı bir sevda öyküsüdür onlarınki. Çünkü bu sevgide hile, yalan,
sahtekârlık yoktur. Saflık, temizlik vardır. Sonsuz güven vardır. Bu sevgide
kendini adama, kavgayı paylaşma vardır. Bu sevginin gerektirdiği her türlü
fedâkarlığa katlanma, on yıllarca sevdiğinin yolunu gözleme vardır. Bu sevgide,
sevdiğini kaybettiğinde bile ona bağlı kalma vardır. Bu sevgide onun yolunda
yürüme, öldüğünde onun yanı başına gömülme istediği vardır.
Devrimci Kadınlar Derneği, Karaköy İskelesinde
korsan koymuş. Sevgi abla anlatıyor: “Duydun mu İbrahim?”
“Neyi?” diyor. “Neyi olacak Devrimci
Kadınlar Derneği (DKD) korsan yapmış onu...” “Duydum çatılardan, binalardan
güvenlik aldık, haberim var.”
“Ya İbrahim yapma, güvenliği biz aldık”
diyor. Sevgi abla “Ben gidiyorum, işim var” dedi. Saat geç... İbrahim Abi beni
çağırdı. “Sevgi’yi Mecidiyeköy’e bırak” dedi. “Tamam” dedim. Hemen yastığın altından
bir malzeme alıp, kapıya yanaştım. Sevgi abla sinirli “Sen nereye...” “Abla
seninle geliyorum” (diyorum ama korkuyorum Sevgi abladan. Gözlerimle içeriyi işaret
ediyorum.) Sevgi abla küplerde... “Siz ne sanıyorsunuz ya...” Elini çıkarıp
çantasına attı. “Bak benim şakam yok...” Hem de hiddetli. İbrahim ağabey geri
adım atıyor... Bu tarz birçok anı... Yazmakla bitmez Sevgi abla.
Bu yıllarda kurulan Devrimci Kadınlar
Derneği (DKD) faaliyetinin en önündedir Sevgi ablamız. O yıllara ilişkin ablamızın
hafızalardan silinmeyen görüntülerinden birisi, 1 Mayıs 78’de Taksim’de yürüyen
DKD’lilerin taşıdığı pankartın bir ucundan tutmuş halde, o gülen yüzüyle dimdik
duruşudur.
Okullardan mahallelere,
mahallelerden fabrikalara, demokratik alandan, yeraltı çalışmasına, nerede
ihtiyaç varsa, Sevgi abla oradadır. Yoksulların, mazlumların, emekçilerin arasında
hareketimizi büyütmek, köklenmesini sağlamak için en önde olanlardan biridir.
II. Ulu Çınar Konuşuyor.
Açım, açım
diye bağırıyordu,
binlerce çocuk gözleriyle
o gözlere bakamazdım durup öylece
Madem ki açlar,
açlığın silinmesi lâzım yeryüzünden
bir şeyleri değiştirmek gerek.
Sabretmedim.
Sabretmek yarasaydı her şeye
emin ol sabrederdim yıllarca
Yetmiyor ama
yetmiyor aç çocuklara sabır
Atladım o vakit çocuklarla
Kızıl bir katara
Bir şehirdi İstanbul
Bir şehir
Üç başkent
Karşı kıyılardan el sallıyordu
birbirine çocuklar
Mavilerle yeşiller (2) hiç durmuyor,
birbiriyle kapışıyordu.
Ayasofyayla Süleymaniye
yan yana oturmuş dertleşiyordu
Fener’de bir rahip
Siyah başörtülü kadına
Lazan’ın mucizesinden (3) söz
ediyordu
Öyle bulamazsın hemen
Sayfalarını çevirmen lazım
Ne zaman Matta’ya (4) geldin
O zaman görürsün Lazan’ı diyordu.
Neve Şalom’un önünde bir haham
Çevresindekilere
Davut’un Uriah’a yaptıklarını (5)
anlatıyordu.
Teşvikiye’de ise imam
Ebabil kuşlarının ateş toplarını(6)
Bense, bense bu Pandora’nın (7) şehrinde
Sandıkta kalan son şeyi arıyorum:
Umudu
Kalabalıklarla konuştum
Taksim’de akıyorum onbinlerle
Yeni mahalleler inşa ediyordum
Şişli’nin arka tarafında
Bir gecede kurulan
mahallelere koşuyordum soluk almadan
Aç çocuklar gitmiyordu
gözümün önünden hiç
Ne peygamberlerin mucizelerine inanıyordum
Ne de adamların yaptıklarına kulak
asıyordum
Bir kavgaya bir de
bir de adama aşık oldum
Ateş toplarıyla yıkılmasını
beklemektense kentin
O gözleriyle haykıran çocuklara
Umut diye
bir çocuk doğurdum
Mücadelenin büyüdüğü bir dönemdir yaşanan.
Oligarşi son çare olarak darbeye başvurur. Umutları yok etmek için halkın
üzerine bir karabasan gibi çöken cuntanın takipleri, gözaltıları, işkenceleri,
tutuklamaları ve idamlar, ardı ardına gelir. 1981’de Sevgi abla ve İbrahim ağabey
daha çocuk yaştaki kızlarıyla birlikte gözaltına alınırlar. İbrahim Ağabey’in
gözlerinin önünde Sevgi ablaya, Sevgi Abla’nın gözlerinin önünde İbrahim ağabeye
işkence yaparlar. Bunun yetmediğini gören, işkenceciler Sevgi ablanın gözleri
önünde kızına işkence yaparlar. Aralıksız çalışan manyetonun sesine, falaka
sesleri karışır. Araba lastiğinin arasına sokarak hamur gibi yoğrulan bedeni,
copla tecavüze maruz bırakılarak, idrar içirerek kirletilmeye çalışılır. Tek
amaçları onurunu kırmak ve boyun eğdirmektir. Önce “adın” der işkenceciler
defalarca. Bir kez başladın mı geri gelir nasıl olsa diye düşünürler. Ama
gelmez gerisi. Resim albümlerinden kim olduklarını bulmaya çalışırlar çaresiz
kalınca. Yine bulamazlar. En sonunda “İbrahim ağabey ile Sevgi abla yakalandıktan
bir süre sonra Hürriyet Gazetesi tam manşet atmıştı. ‘Örgüt liderinin eşi alyansını yuttu’ diye. İbrahim ağabeyin aklına
gelmemiş. Alyanstan isimlerini tespit etmişler.” Ama hiçbir şekilde boyun eğdiremezler
direnişlerine.
İlk hapislik deneyimi böyle başlar
Sevgi ablanın. 1981-1983 yılları arasında işkencelerin doruğa çıktığı bir
dönemde Metris Hapishanesi’nde kalır. Başı dik, hep direnişin ortasında, en
önde olanlardan birisidir. Tahliye olduğunda sevdiğini-sevdiklerini bırakırken
demir parmaklıkların ardında, hiç tereddütsüz yeniden kavganın ortasına koşar.
Bu dönem kendini anlı-şanlı devrimci
ilan edenlerin, cunta geldiğinde yurtdışına kaçmak için birbirini ezdiği bir
dönemdir. Korkunun karabasan gibi halkın üzerine çöktüğü, örgütlüklerin yok
edildiği, olanaksızlıkların en yoğun yaşandığı günlerdir.
İşte bu zor yıllarda, yoğunluğun-olanaksızlıkların
içinde dişiyle tırnağıyla hareketimizin değerlerini koruma ve adım-adım geliştirme
kavgamızda; Sabo’muzun hemen yanıbaşında Sevgi ablamız vardır.
Sabo yeraltını, Sevgi abla ise
tutsak ailelerini örgütleyerek suskunluğun ortasında ses olan, korkunun önünde
cesaretle duranların başındadırlar.
Cesarettir, cesaretin adıdır Sevgi
abla. Yıl 1984’dür. İstanbul Hapishanelerinde ölüm orucu başlar. Ölüme baş
koyan, kızıl bandı bağlayanların ilk mevzisinde İbrahim Erdoğan yoldaşımız da
vardır. Sevgi ablamız ise bu direnişin halka duyurulması için
gecesini-gündüzüne katan ailelerimizin içinde, önünde olandır. Ölüm orucunun
halka ulaşması için, sansür duvarlarını parçalamaya çalışan ailelerin en önünde
19 Mayıs 1984’te Taksim anıtına çelenk koyandır. Bir kez daha tutuklanır. Bir
süre sonra yeniden tahliye olur.
Tabii tahliye olur olmaz kaldığı
yerden devam... Bu kez hedef, tutsak yoldaşlarımızın ailelerini bir çatı altında
toplamak, 12 Eylül sonrasının ilk demokratik alan kurumlaşmasını yaratmaktır.
Bunun için kollar sıvanır. 1986 yılında Sevgi Ablamızın ve yoldaşlarının öncülüğünde
TAYAD kurulur.
O halktan insanlar, yaşlı analar,
babalar, eşler eğer bir süre sonra tuttuğunu koparan, militan direnişçi kişiliklere
erişmişse; TAYAD dost-düşman tarafından devrimci tutsakların dışarıdaki
sesi-soluğu olarak kabul edilmişse bu tablonun altındaki imzalardan başta
geleni Sevgi Erdoğan’dır. Ama onu tüm bu faaliyetlerde farketmeniz zordur.
Çünkü yönetici, komutan, öğretmendir Sevgi Abla. Ama her şeyden önce hareketin,
devrimin bir sıra neferidir. Her görevin insanıdır. Tüm görevlerini yerine
getirirken mütevazi, hatta aşırı mütevazidir. Ankara’ya gidilip Meclis’in kapısına
mı dayanılacaktır, Sevgi abla en öndedir. Dernek mi açılacak, Sevgi abla en
öndedir. Miting mi düzenlenecek Sevgi abla en öndedir. Derneğe gelip gidenlerle
mi ilgilenilecek, dernek mi temizlenecek, Sevgi abla en öndedir. Onlarca gözaltı,
baskılar, takipler... Adım adım yeniden yükseltilen mücadelede Kadıköy, Kartal,
Ümraniye’de yeni derneklerin açılması, yeni insanların örgütlenmesi... onun işlerindendir.
Şölenler, sünnet düğünleri, geziler, geceler... Her yere koşturan,
bitmek-tükenmek bilmeyen bir enerji... Her koşulda esprili ilginç tezler bulan,
hem gündemi, süreci esprileriyle, akılda kalıcı konuşmasıyla normal sohbet
dilinde akıcı bir şekilde anlatan, cana yakın, insanı kendine çeken...
Büyük acıların ortasında,
tarihimizin en şanlı sayfalarının yazıldığı günler... Sevgi abla hep ortasında,
önünde kavganın. Bir çınar gibi dimdik, ulu bir çınar gibi heybetli...
III. Toprak Ana Konuşuyor.
Ne arıyorduk bilmiyordum.
Bulut üstüne bulut kapatıyordu göğü
Bir fırtına kopuyordu ama
bir tek damla su değmiyordu tuzlu
tenime.
Kurumuş, çatlamıştım.
Sarı çöller gibi çoban kavalına
hasrettim.
Tipili kapılardan geçerken
Eylül kuraklığının
Neyi arıyordum? Neye koşuyordum?
Hiç bilmiyorum.
Kozaya girip, rengârenk
Kanatlı bir kelebek olarak
Çıkmaz ki zaman
Ben dünyaya duvarlar örüyordum.
O zaman gördüm bu incecik genç kadını
- Böyle olmaz - diyordu.
O gölgesinden önce giden meşum
fikirlere
Çeşitli kötülükler ve
bambaşka hastalıklar
yayılıyordu yollara
O, inatla su taşıyordu toprağa.
İşte o zaman tanıdım bu incecik genç
kadını
Şimdi senin konuştuğun ulu çınarı
Karanlıklar içinde yapılıyordu
hasat.
Orak bir kavgaya çarpıyor kırılıyordu.
taşlı bir tarlaydı insan.
çıplak elle taşı topraktan ayırmak
gerekiyordu.
Böyle böyle tanıdım o incecik genç
kadını
alnındaki terle elimize kına yakan
bu ulu çınarı.
Ve atılım yılları...
Sevgi Ablamız artık Anadolu’da,
Malatya’da mücadelesini yürütmektedir. Mücadele gazetesinin Malatya, Dersim
bürolarına açılması, kökleşmesi ve birer okula dönüşmesinde mimar-mühendis ama
aynı zamanda da “inşaat işçisi” Sevgi ablamızdır.
Bununla da kalmaz. Liseli ve
Üniversiteli gençlikten, mahallelere ve köylere kadar Sevgi ablamızın emeğinin
geçmediği alan yok gibidir. Malatya’da; Anadolu Özgür-Der, Şark Özgür-Der o
dönemin demokratik alan mevzileridir. Ve Ablamızın mütevazi eserleridir.
Mücadelenin böylesine hızla gelişmesi ölüm tehditlerini, komploları da
beraberinde getirir. İşkenceciler tarafından iki kez trafik kazası süsü
verilerek öldürülmek istenir.
Ve 1991 12 Temmuz... Acı haberi, eşi,
yoldaşı, İbrahim abimizin, dokuz yoldaşıyla İstanbul’da katledildiği haberini
Malatya’da alır. Hayat ve kavga yoldaşını, yoldaşlarını son yolculuklarına uğurlamak
için İstanbul’a gelir. Ama neredeyse hepsini tanıdığı yoldaşlarımızın son
yolculuklarına katılamaz. Çünkü işkenceci katiller yüzlerce insanımızı
sokaklardan gözaltına aldığı gibi Sevgi Ablamızı da TAYAD’ı basarak, bir direnişin
ardından 60 kişi ile birlikte gözaltına alırlar. Eşinin, yoldaşının, yoldaşlarının
cenazesine katılması bile engellenmek istenmektedir. Ama O’nun o büyük kararlılığını,
inadını, sarsılmazlığını bilenlerin, bir kez daha yanılmadıklarını görmeleri
gecikmedi. O, İbrahim Erdoğan’ın eşi, şehitlerimizin yoldaşı olmanın büyük
gururunu taşır.
Her an, her yerde onların yükselttiği
bayrağı taşımanın, On’lara bağlı kalmanın mutluluğunu yaşar.
“Sevgi ablayı ilk 1991 yılında gördüm. 12 Temmuz operasyonundan birkaç ay
sonraydı. Malatya Mücadele bürosunda... Örgütü, örgütlü mücadele gerçeğini
henüz kavramamış beni, tavrı ve davranışlarıyla çok etkilemişti. Daha birkaç ay
önce eşini kaybetmiş bir kadın, büroda bulanan insanlarla ilgilenmek için
yerinde duramıyordu. Bir yandan aç olan gençlerin karınlarını doyurmak için
yemek yaparken, diğer yandan gelen herkesle tek tek ilgileniyor, sohbet etmeye
çalışıyordu. Üzgün, durgun olabileceğini düşündüğüm Sevgi ablamızın böylesine
istekli, heyecanla ve coşkuyla insanlarla ilgilenmesi, o enerjiyi taşıması beni
çok etkilemişti.”
Mücadelenin sokaklardan meydanlara,
meydanlardan dağlara taşındığı, çatışmaların, eylemlerin... ard arda şehitlerin
verildiği, kan denizinde mücadelenin yükseltilmeye çalışıldığı günlerdi. 16-17
Nisan’a böyle gelinir. Sabo’ların Çiftehavuzlar’daki destansı kahramanlığı
tarihimize onur yüklü sayfalar olarak eklenir.
Ertesi gün oligarşinin “bellerini kırdık,
beyinlerini dağıttık” çığlıkları, işkencecilerin sokaklardan toplanan
cesetlerinin gürültüsü arasında kaybolup gitse de, kuşatma ve imha operasyonu
aralıksız sürer. Öyle ki Sabo’ların cenazelerinin kaldırılması engellenmek
için, binlerce insanı gözaltına alıp, mezarlıkları kimsenin girmemesi için kuşatıp,
meydanları, sokakları, caddeleri yaya trafiğine kapatırlar.
Ama bunların hiçbiri yine kâr etmez.
Sevgi Abla 30-40 kişilik bir kitle ile yine şehitlerimizin başında, yine en
önde, yine yol gösteren ulu bir çınar gibi dimdik, heybetli durmaktadır. Kuşatmaların,
imha operasyonlarının önünde; kararlılığımızı, gururumuzu ve şehitlerimize bağlılığımızı
haykıran Sabo’nun son dileğini;
“Eşime, önderime, Devrimci Sol Önderine çok selamlarımı söyleyin...
Kurtuluşa Kadar Savaş
Yaşasın Devrimci Sol”
dizelerini onun ağzından, sol yumruğu
göğü delercesine havada, binlerce işkencecinin gözü önünde, kuşatması altında,
halka taşıyan Sevgi abladır.
Zorlu günlerdir. Şehitlerimizin ardı-arkası
kesilmediği, kuşatmaların, imha operasyonlarının ve buna karşı mücadelenin aralıksız
devam ettiği günlerdir... Darbecilik böylesi bir dönemde yetişir oligarşinin
imdadına...
Darbecilerin, ilk aklını çelmeye çalıştıkları
insanların başında Sevgi abla vardır. Çünkü onun onur dolu geçmişi, etkisi ve
saygınlığını kullanmak isterler. Bunun için İbrahim abiyi ve şehitliğini
kullanarak yanlarına çekmeye etkisiz kılmaya çalışırlar. Ancak yanıldıklarını,
granit bir kayaya çarptıklarını anlamaları gecikmez. Darbeciler, önderliğimizi
sırtından hançerlediklerinde, bir de buna eşi, yoldaşı İbrahim Erdoğan’ı
kullanarak kendisini de alet etmek isteyenlerin karşısına ilk dikilenlerden
biri Sevgi abla olur. Çünkü vefanın adıdır Sevgi abla. Hem de öyle bir vefa ki
en namlı isimlerin üç günlük acıya dayanamayıp korkup kaçtığı, onurunu-
namusunu satanların sıraya girdiği, ihanetin fırtına gibi estiği nice çatışmalı
yılların içinden süzülüp bugüne gelmiş; ve her fırtınada, kuşatmada biraz daha
kökleşen, biraz daha gürleşen bir çınarın vefası gibidir...
O sessiz, mütevazi görüntü adeta bir
kartalın yırtıcılığına bürünür. Darbeci ihanet çetesine karşı, hareketimizin değerlerini,
kültürünü, insanlarını kanatlarının altına alır. O günlerini anarken, Sevgi
abla için bir devrimci derviş desek yanlış, abartılı olmaz. Anadolu’yu karış
karış gezen, sırtında bir hırka elinde bir asa, boyunlarında bir heybe ve
yüreklerinde halk sevgisi vardır ya... İşte Sevgi Ablamız da böyle bir derviştir.
Darbeciliğe karşı mücadele sırasında
kısa bir tutsaklık yaşar.
“Sevgi Abla’yı uzun bir aradan sonra bu tutsaklığı sırasında gördüm. Saçlarına
iyice aklar düşmüş, çokça zayıflamış gibiydi. Tarihimizde geçtiğimiz en zorlu
bu dönemde, yükü omuzlayanlardan biriydi. Ama hep olduğu gibi çok sade, çok
mütevaziydi. Eşini, yoldaşını, yoldaşlarını hem de onlarcasını kendi elleriyle
toprağa vermiş, darbeciliğin önüne dikilmiş, işkencelerden geçmiş, tutsaklığı
yaşıyordu. Ama yine o içtenliği, kararlılığı, dik duruşuyla yaşayan bir efsane
gibiydi. Ve o gözler... Işıl-ışıl, coşkun akan bir nehir gibiydi, acıların
ortasında. Gözlerinin içi gülüyor, o gülüşler sizi de alıp götürüyordur. Ondan,
onun o, mağrur edasından, bakışından etkilenmemek mümkün değildi.”
Tutsaklığın ardından bu kez Akdeniz
Bölgesi’dir memleketi. Akdeniz bölgesi örgütlenmesinde sorumluluk almıştır.
Ancak 1994 Kasım’ında Mersin’in, Arpaçbahşiş beldesinde yoldaşları Ahmet Öztürk
ve Zeynep Gültekin ile birlikte bir evde polis tarafından kuşatılır. Katiller
katliama gelmişlerdir. Üzerlerine kurşunlar bombalar yağdırırlar. Ahmet ve
Zeynep’in katledildiği bu operasyonda Sevgi abla da yaralı olarak tutsak düşer.
Sevgi ablanın 2001 Haziran başında
tahliye olduğu güne kadar süren uzun tutsaklık yılları böyle başlar. Çoğunlukla
tek başına ya da birkaç Parti-Cepheli ve başka siyasetlerden tutsaklarla kaldığı
yıllar boyunca yine bir çınar gibi dimdik, heybetlidir. Parti-Cephe
ideolojisini, kültürünü, yaşam biçimini büyük bir kararlılıkla temsil eder.
“Ben Sevgi ablanın adını dışarıda 1-2 kez duymuş ama tam olarak bilmiyordum.
İslamcı bir çevrede olunca belli insanlardan kulaktan dolma bilgilerdi. Biz
Konya Hapishanesi’ne girince o da bizi karşılayanlardandı. Aşağıda oturmuştu.
Onu ilk gördüğümde sevgiyle ışıl-ışıldı gözleri. Kendisi gördüğü işkencelerden
ötürü bir bacağı kırılmıştı. Ve yürüyemiyordu. O zaman baston da yoktu. Koluna
girerek yürümesine yardımcı oluyorlardı. Kaldığımız kısa zamanda hep sohbetleri
oluyordu. Ondaki insani ilişki yanı sonradan da onu unutmamamızı, sevmemizi hep
destekleyendi. Filistin, Sivas vb. birçok konuda sorular soruyordu.
Ben onunla Nisan 98’de Uşak’a gelmemle yeniden beraber oldum. Koğuşta diğer
sol ve PKK’den de kalanlar vardı. Sevgi abla ranzasına ve çevresine astığı şehitlerimizin
resmi ve panomuzla dikkat çekiyordu. Sabahları erken kalkardı. O zaman bir
kitap yazmaya başlamıştı. SABO, Hatice Alankuş ve daha nice Kadın Kahramanlarımızdan
oluşacak bir kitap çalışması vardı. Herkesten önce kalkar, diğerleri rahatsız
olmasın diye mum yakar, düzenli çalışırdı. Kendi disiplini, düzeni, çalışması
vardı. Güne erkenden başlardı.
Programlarda da hep bir ürünle yer alırdı. Hani pankart vb. dışında O da
mutlaka bir şey hazırlardı. Günler evvelinden başlardı. Ya işler, diker ya da
çizerdi. O anlamda çok yaratıcı idi... Çocukları çok sever, ‘onlar için bedel
ödüyorum’ derdi. Arkadaşımızın çocuğuyla ilgilenir, hediye vb. ile ince düşünürdü.
Çocuklarla mantığını koyarak, ciddiye alarak konuşur, yani yalan-kandırmaca
yapmazdı.
Aileler onu severdi. Herkesle konuşur,
onların sorunlarını dinlerdi. Güven duyarlardı aileler, ve istisnasız sever
ciddiye alırlardı onu.
Şehitlerimize çok bağlıydı,
ailemize, önderimize... Her koşulda bunlara bağlılığıyla üstesinden gelmiştir
zorlukların. 84’ün koşullarını, Metris’i anlatırdı.
Önce İBDA-C’li sonra Parti-Cepheli
olan, Konya ve Uşak hapishanelerinde birlikte kalan bir tutsak, Sevgi Abla’yı şöyle
anlatır.
“Onunla kaside okurduk beraber... Sana o kasideyi yazayım, belki sen de
biliyorsundur. Biliyorsan mırıldanırsın... Nesimi’nin
Gül olanın aslı güldür
Peygamberin nesli güldür
Girdim şahın bahçesine cümlenin aşı güldür gül
Ağacında gül dalları
Fidanında gül halleri
Kovanında gül balları
Çarşı çemeni güldür gül...
Gülden terazi yaparlar,
gül ile gülü tartarlar.
gül alırlar gül satarlar
Çarşı pazarı güldür gül.
Gel ha gel gül ey Nesimi
geldi yine gül mevsimi
Şu feryad figan sesimin
Sesi feryadı güldür, gül...”
Çoğunlukla yoldaş yüzüne hasret, bir
derviş sabrıyla yılları böyle devirir Sevgi Abla. Sonunda uzun hasretliğinin
ardından bu özlemi de son bulur. Buca Hapishanesi’ndeki kadın tutsakların Uşak’a
getirilmesiyle yıllar sonra yeniden yoldaşlarının arasında olmanın mutluluğunu
yaşar. Bu dönem aynı zamanda F tipi hücreler ve Ölüm Orucu’nun tartışılmaya başlandığı
günlerdir.
Bir yanda yoldaşlarına kavuşma
mutluluğu, diğer yanda eşinin 1984’te taşıdığı Ölüm Orucu bayrağını taşıma, şehitlerimize
kavuşma arzusu... 45 yıllık pırıl pırıl hayatı kavgaya sunma çabası...
Ve kavuşur Sevgi Abla beklediği
büyük mutluluğa. En iyiler en önde olur misali yine en önde, bir çınar gibi
dikilir zulmün önüne... Uşak Hapishanesi 1. Ölüm Orucu Savaşçısı olarak yerini
alır büyük direnişimizde.
Açlığın koynunda dolu-dolu geçen
günlerin ardından 19 Aralık’ta bir kez daha zulmün zindanları kuşatıldığında o
yine başeğmezliğiyledir. Direnişçi olmanın gururu ama onlarca yoldaşını şehit
vermesinin acısı, dağ gibi olur yüreğinde.
“- Daldın, Ne düşünüyorsun Sevgi Abla?
- Alevleri, Berrin’i, Yasemin’i... Çok aniden bastırdılar o gün koğuşu. Kapıyı
kırarak girdiler. Biz direneceğimizi Adalet Bakanlığı’na ve başka yerlere yazdığımız
dilekçede söylemiştik. Direnişe geçtik. Koğuşta yangın çıktı. Bizim bulunduğumuz
bölüm de alev aldı. Coplayarak bizi yerlerde sürüklemeye başladılar. Yoldaşlarım
beni korumak için copların önüne attılar kendilerini. Sonra hemen alıp kaçırırcasına
ambulansa bindirdiler. Orada zorla serum takmak istediler, ben gördüm serum iğnesinin
ucundan ihanet damlıyordu şıp, şıp diye. Direndim, karşı çıktım, taktırmadım.
Kelepçelediler. Sonra hastane ve yeniden hücreler ve 19 Aralık’tan sonra ikinci
defa saldırdılar bize.
Ah Yasemin... dağların kızı Berrin... Saldırıyı engellemek için kendilerini
gazete parçaları ile tutuşturdular. Canları bedeninden çıkana kadar slogan attılar,
alevlerin içinde birbirlerine sarılmışlardı. Alevleri kucaklaştı, zulmün karşısında.
Öyle huzurluydular ki... Bağlılıklarını haykıran o yiğitleri, kahraman arkadaşlarımı,
yoldaşlarımı sadece zafer işareti ile selamlayabildim.” (Yaşatmak İçin Öldüler, syf: 264)
Berrin ve Yasemin’in bedenleriyle
zulmün önüne barikat olduğu, zulmün aralıksız ihaneti dayattığı günlerdir yaşanan.
Her an, her yerde taşıdığı bayrağı, onurla hedefine ulaştırma çabası ihanetleri
tuz-buz etmeye devam eder. Kaçırılır hastaneye yine...
“23 Mart’a, onun Ölüm Orucu’nun 149. gününe kadar revirde birlikteydik
Ablamızla. Kendi deyimiyle bugün ölecekmiş gibi hazır, yarın yaşayacakmış gibi
umutluydu.
O 149 gün boyunca Ablamızın iradesinin gücüne, böyle zorlu bir yolculuğu sürdürürken
kendini yenileme ve her an birşeyler yapma çabasına tanık oldum, 19 Şubat’ta
Ulaş’ı anarken bize “Ulaşa Ağıt”ı söylemişti. Ama en çok “dağlarına bahar gelmiş
memleketimin” ile “arkadaş”ı söylerdi Sevgi Ablamız bize. Her ikisi de İbrahim
Abimizle birlikte çok anlamlıydı.(...)
Değerlerimize karşı çok hassastı. Ölüm Orucunun 100’ü aşan günlerinde 8
Mart, 21 Mart ve 30 Mart’a ilişkin kendi el emeğiyle kartlar hazırlamış, pek
çok yoldaşımıza postalamıştı.
Yatış kalkış disiplini konusunda onu yanımdan alıp götürdükleri güne kadar
ölüm orucu öncesi halini korudu. İşitme zorluğu öncesinde de vardı. Ölüm
Orucunda iyice artmıştı. Bilincini açık tutmak için yüksek sesle TV izliyordu.
Kontrole gelen doktorlar, Müdür ve personel onun yüzündeki gülüşün hiç
eksilmeyişine şaşırıyorlardı. Büyük sancılar, ağrılarda yaşıyordu. Ama o rahatsızlıklar
onun iradesinin önüne geçemiyordu.”
Büyük direnişimizin 109. şehidi
Günay Öğrener böyle anlatır Sevgi Abla’nın hastane günlerini. Ölümün koynunda
aylarca onurla taşıdığı bayrağı; devletin direnişi kırma politikasının bir
parçası olarak tahliye edilmesinin ardından artık dışarıda, halkın arasında
yoldaşlarının yanında taşıyacaktır.
IV. Ulu Çınar Konuşuyor
Dokunuşlarında rahatlıyordum
Şefkatli türkülerin
yavaş yavaş erirken bedenim
ne de güzel sesleniyorlardı bana
“Abla, abla” diye.
Yeryüzü hiç görmemişti böyle kuraklığı
tuttuğunu kurutan şeytanın
saçtığı zehirlerden
Şeytan şafakla geldi ya
hiç boş durmamıştı, zaten bütün gece
Giriverince şeytan birden içeri.
Elinde o hain dürgeni
gözlerinde o parlak
insanı çıldırtan kızıl nefreti
Hiç yanılmadan ayrılmamış halbuki.
O an anladım ki
onyıllardır şeytanla yarıştayım.
Ateş ve ölüm tanrılarını
nasıl ayarttıysa o gün
yanında getirmiş
Biri alevlerini saça-saça
Öteki tırpanını sallaya sallaya
İkisi de kanatlarını aça aça
başladılar etrafımızda
bir kızılderili dansı eder gibi
dönenip durmaya
Ayaklarım kan içindeydi
Tırnaklarımın arasından sızan ince
kan
yön gösteriyordu beynime
ölüm burda, ölüm burda gel haydi.
Duraksamadık hiç
Bir an bile tereddüt yok.
Sordu bana sarışın deniz
- Ne yapacağız?-
Haydi durma artık
Durmak yok, geri çekilmek asla
Bir deniz nasıl tutuşursa birden
bire
batan güneşin saçlarıyla
öylece sarıldı ateş tanrısının yalımlarına,
bir çakışta ateşi öylece...
Haydi durma artık en güzelimiz.
engin mavilerde sakladığımız sarışın
deniz.
Özgürlük, özgürlük diyerek çarptı
kendini
derin yarlarla kuşatılmış kıyılara
en güzelimiz o sarışın deniz.
Bu gözlerle gördüm her şeyi
Şeytan bile şaşkındı.
Ne yapacağını bilemez,
Bir kördüğüme bağlandığını hissedip
o düğümü çözemez haldeydi.
Bakmayın şimdi ufaldığına iyice
neler gördü bu gözler
Şeytan ve tanrıyı birlikte arayanlar
Daha iyidir görmüş olmak
Daha iyidir kulak yırtan bir çığlığı
duymaktan.
Şeytanda gözyaşını gören hanginizdi.
çanlar çalınırken tekrar, tekrar.
günahlara girenler hanginiz.
Ağlamak yok, sızlanmak yok.
Kan geçitleri kapattıysa
kardelen gibi az yaşayıp
deleceksin kan dağlarını
Beyaz ve soğuk bir ölümden geçip
Merhaba diyeceksin dünyaya
Merhaba!
Durmak yok, teslim olmak asla!
Alıp getirdi şeytan beni
kristal bir küreye kapatıp.
Soluğumu kesmek istedi.
Tam öleceğim an
Kan diye damarlarıma girmek istedi.
Anladım ki bir kez daha
Şeytanla yarıştayım
Uçsuz bucaksız bir yolda
ayaklarım kan içinde
Son hızla koşmaktayım.
Ne kadar yoruldu bedenim
Etlerim yavaş yavaş çekildi
Kan sızmaktaydı hala
Sonsuza uzanan yoldan
Kanlara basıp sıçramaktaydım.
Şeytanla yarıştayım
Ne kadar tükense de bedenim
İlginçtir
daha hızlı koşmaktayım
Sabretmeyi öğrendim
Sabırsızdım oysa bu çılgın koşuda
Ellerime nakış nakış
Ciğerlerime soluk soluk işlendi sabır.
Sanma ki sihirler içinde saklanmış
bu
İnsana bak
ta içine
Yeter ki sen sabrı insanda ara
Ve ahdettim sevdiğimin gününe
düşledim düşledim sadece
Uzun bir uykuyu
Onunla
O dar beşikte...
Direnişi bırakmaları için tahliye rüşvetiyle
bırakılan tutsaklar için direnişin yeni bir etabı başlar. Sevgi Abla ve Gökhan
Özocak İzmir’de “pimi çekilmiş el bombası
misali, burada patlamasında nerde patlarsa patlasın” dercesine sedyeyle
alel acele hastane kapısına bırakılırlar. Şehitler ardı-ardına geldikçe zulüm
sarsılmakta. Zulüm sarsıldıkça en aşağılık yöntemlere sarılmaktadır. Direnişçilerin
moralini bozma, yenildik psikolojisi yaratma, ihanete çağırma yöntemidir bu.
Çokları bu ihanet fırtınasına tutulur... Ama sonuç alamazlar. Çünkü Sevgi Erdoğanlar,
Gökhan Özocaklar, Osmanlar ve nice alnı kızıl bantlı direnişçi, F tiplerinin
hücrelerinden tahliye edildiklerinde, yeni direniş mevzilerine, ihaneti yenmeye
koşarlar.
“İlk tahliyeler yaşanıyor. İzmir’de Gökhan Özocak ve Sevgi Abla tahliye
olmuşlar. Normalde tahliye olan direnişçiler, tahliye oldukları illerde -varsa-
direniş evlerimizde direnişi sürdürecekler. Sevgi Abla tahliye olduğunda
telefonla konuşuyoruz. Bildiğimiz kadarıyla durumu ağır. Telefonda da sesi pek
iyi gelmiyor, güçsüz, sesi zor çıkıyor gibi... daha bu telefon görüşmesinde
soruyor “ne zaman İstanbul’a geliyorum” diye. Konuşuruz diyoruz o anda. Yola
dayanabilir mi, ne olur, ne olmaz vs. düşünceler var. Ertesi gün yine Sevgi
Abla “Ne oldu” diyor. Sesi bu sefer daha canlı, güçlü. Yanındakileri, arkadaşları
ve yakınlarını da ikna etmiş bir gün içerisinde. İlk gün yola dayanamaz vs.
diyenler de bu kez baskı yapmaya başlıyorlar. Gelsin, gelebilir vs... Sevgi
Abla ertesi gün yine arıyor. Soru şu “Ne o yoksa gelmemizi mi istemiyorsunuz?”,
“olur mu öyle şey” diyoruz. “O zaman ne? Ben pratik bilirim cephelileri” diyor
bu kez. Sıkıştırıyor bizi.”
Ve acılarla, kuşatmalarla, kahramanlıklarla
dolu 25 yıllık devrimciliğinin son günlerini yaşayacağı, yıllardır özlemle andığı
ve çok sevdiği İstanbul’a, Küçükarmutlu’ya kavuşur Sevgi Abla.
“Ambulans gecekondunun önünde durdu. Sedyeden önce kocaman bir göz baktı,
ambulansın etrafında toplananlara. Güneş tanrısı, bütün ışıklarını doldurmuş bu
gözlere. Sonra incecik bir kol, çocuk narinliğinde kırılgan bir vücut izledi
bir çift gözü. Katliamın, işkencenin yıldıramadığı gözlerdeki sevginin ateşi,
Haziran’ın sıcağıyla yarıştı. Bunca zulme rağmen gözünde büyüyen zulüm değil,
umut oldu.” (Yaşatmak İçin Öldüler, syf: 194)
O güne kadar direnişçiler arasında
görülen en zayıf, en kurumuş bedene sahiptir Sevgi Abla. 19 kilo. Kemik ve deri... “Bir deri, bir kemik” deyim değil
gerçektir... Bırakılsa belki de kavganın başkentinde adım adım turlayacak
sokaklarını, meydanlarını... Karasu Apartmanı’ndaki Sabo’ya selam verip,
Karacaahmet’te İbrahim Ağabeyle sohbet edecek. Belki de TAYAD’lıların kapısını
çalıp “hadi ben geldim, gidiyoruz” diyecek.. Bu güç karşısında ne denilebilir
ki?!
19 kilo kalmış, küçülmüş, ayaklarının
üzerinde duramayan bir vücut, Adamızın ortasında heybetli bir çınar gibi
yükselir. Dünyanın en onurlu davasının, halkın kurtuluşu iddiasının terkedildiği
nice güçlü rüzgârların önünde dimdik duran; ihanetleri; imha operasyonlarını,
kuşatmaları aşa-aşa zaferlerden zafere koşan Sevgi Abla, şimdi yeni bir zaferin
yapıcısıdır.
Küçükarmutlu’ya adım atıp, Sevgi
Abla’yı ziyaret edenler ölümün kıyısında bir sevgi pınarı ile karşılaşırlar. Işıl
ışıl parlayan ve gülen kocaman gözler; su gibi berrak düşünceleri, pürüzsüz
konuşmaları, dipdiri hafızası ve ölüme meydan okuyan kararlılığı ile bir ömür
boyu devrimcilik yapmanın onuru... Hayata dair güzel düşleri... Görenleri, tanıma
onuruna erişenleri sarsan bir deprem dalgası gibidir. 25 yıldır yaptığı gibi
yine ölümün koynunda sarsmaya, etkilemeye, örgütlemeye ve yol göstermeye devam
etmektedir.
...
“Bir gün sormuştum ona: “En çok
neden etkilendin?” diye. Hiç düşünmeden “direnişten” demişti. Onu en çok
etkileyen ise Sevgi Erdoğan’dı.
İlk zamanlar Armutlu’ya biraz
çekinerek gidiyordu. Armutlu’ya girişteki panzerlerin, polis çevirmelerinin
arasından geçerken anlıyordum bunu. Doğaldı elbette, hiçbirimiz devrimci doğmuyorduk.
Düşe-kalka, yanlış yapa yapa değil miydi?
Ve basardık ayağımızı o mahalleye. İnanır
mısınız, ben ve o nasıl coşardık o vakit... Dilimize hep bir şarkı gelir
otururdu. En çokta “Apo- haydar ve Hasan’ın türküsü”nü söylerdik. Bir başlardık
otobüs durağının orada “bir türküdür direniş diye.”, tam Sevgi Ablamızın evinin
önünde “düşsekte Ölüm Oruçlarında” diye biterdi. Ne güzel bir tesadüf bu.
Ve Sevgi Ablamız. Onu anlatmak zor iş
hakikaten. İbrahim Erdoğan’ın eşi olduğunu ve anlatıldığı kadarını biliyoruz,
ikimizde. Ama bizi asıl coşturan, o içten gülüşü yok mu, uçar giderdik.
İlk kez gittiğimizde biz bekleme
odasındayken baktık bir ses geliyor “bekletme gençleri”. Tamam kesin Sevgi
Ablamız bu. Daha önce hiç resmini de görmemişiz. Heyecanımız öyle çok ki
anlatamam.
Önce zayıflığı dikkatimizi çekiyor.
Dirhem-dirhem eriyor bedeni. Başka direnişçilerimizi de görmüştük ama Sevgi Ablanın
ki daha fazlaydı. Ama o gülüşü yok mu? Anlatabilir miyim ki?...
“Nasılsınız?” dedi. Aslında biz
soracağız ama alacağımız cevabı bildiğimizden soramıyoruz “İyiyiz Sevgi Abla”
diyoruz, “Sen nasılsın” diyemiyoruz. Anlıyor besbelli, yüzüne o güzel tebessümü
yayılıyor. Beyaz dişleriyle de süsleniyor yüzü. Öyle saf ki...
Ve tanışıyoruz. Öğrenci olduğumuzu
söylüyoruz “İYÖ-DER” diyoruz. Gülüyor. “DEV-GENÇ derdik biz önceden” diyor. Biz
de gülüyoruz.
Arkadaşımla Sevgi Ablamıza böyle
ziyaretimiz çok oldu. Her biri ayrı bir güzel. Ve işin gerçeği, her gidişimizde
yeniden doğmuş gibi hissediyoruz kendimizi.
Artık tereddütte yok. Her fırsatımızda
Armutlu’dayız. Tüm boranlarımızı ziyaret ediyoruz. Ediyoruz ama Sevgi Ablamızın
yeri bir başkaydı. Biz böyle hissediyorduk...
Ve Sevgi Ablamızın şehit düştüğü gün
yine arkadaşımla birlikteydim. Aklımıza o sıcacık gülüşleri geliyor. Öyle bir
insandı ki anlatılamaz. Direnişçimizdi elbette ama öyle de bir ablaydı ki
hepimize.
Hıncımız daha çok bileylenmişti o
gün. Ve artık bir adım daha mı atmıştık hayatta? Ben öyle hissettim. İlerde bir
gün sordum arkadaşıma o da öyle söylemişti. O gün dönüm noktası oldu bende”.
...
Aydınlar, sanatçılar... Onu yıllar
öncesinden tanıyanlar, bilenler... Herbiri onun bir ömür boyu devrimciliğinin,
görkemli yürüyüşünün şaşkınlığını yaşarlar. Umutsuzluğun, inançsızlığın önünde
gülen gözler, neşeli sözler ve hayata dair güzel umutlar hepsini etkileyen,
sorgulatan olur. Yanına gelirken “yeter
artık, ölüm orucunu bırak, çocuğun var” demeyi hesaplayanlar ertesi gün köşe
yazılarında Sevgi Abla’yı anlatıp sonuna ise Sevgi Abla’nın telefonunu yazıp “Telefonu çevirdiğinizde Sevgi’nin o neşeli
sesini duyacaksınız ve hayata dair kim bilir size neler söyleyecektir” diye
yazacaklardır...
Onları ve çevresindekileri en fazla
etkileyenlerden biri ise Sevgi Abla’nın fiziken çok zayıf ve kötü olmasına rağmen
inanılmaz derecede güçlü iradesi ve hafızasıdır. Vücudunun her tarafında
yaralar çıkmış, çoğu iltihaplanmış, eti çürümeye başlamıştır. Ama bir elinde
telefon, arayan herkese ölüm orucunun amacını anlatmakta, istenilen röportajları
vermekte, son anına kadar direnişin propagandasını yapmaktadır. Fiziken bunca
yoğunluk ve bitkinlik içinde dahi dipdiri hafızasıyla herkesi şaşırtmaya devam
eder Sevgi Abla. Çünkü bir kaç yıl değil, 15-20 yıl öncesinin olaylarını,
insanlarını bir çırpıda yanılmadan hatırlamakta, anlatmaktadır.
Sevgi Abla’nın Armutlu’da olduğu
dönem, Sabo’nun annesi yurtdışından gelecekti Türkiye’ye. Aceleyle yurtdışındakileri
arayıp sadece Sabo’nun annesi demişler. Havaalanına gidenler isim soruyor, karşılayacaklar
ama isim bilmiyorlar. Bu nedenle kaçırabilirler. Eskiler, Sabo’nun annesini tanıyabileceği
herkes aranıyor ama kimse hatırlamıyor. Bu esnada Sevgi Abla tesadüfen duyuyor.
Ve hemen ismini iletiyor arkadaşlara...
Böyle bir koşudur Sevgi Abla’nın
direnişi. Son ana kadar örgütleyen, eğiten ama her an şehit düşmeye hazır...
Kendisini kilitlediği gibi 12 Temmuz şehitlerimizin yıldönümünde 14 Temmuz’da,
gece bilinci gidip-gelmeye başlar.
V Genç Kadınlar ve Erkekler Konuşuyor.
Anadolu, güzel yurdum
En yiğitlerimizi nasıl da buldun
bu topraktan doğurdun
Sana geri dönüyorlar işte
Bir ağıt yak
altın damlaları gözyaşlarında
ağır ağır dökülsün yanağına.
Başka, bambaşka bir ağıttır toprak
Gelene kara
gidene ana
En güzel yerimizsin Anadolu
Büyük bir müjde gibi
avucumuzda sakladığımız
En güzel yeminimizsin
yarınlara umut diye adadığımız
Bak bu eti çözülmüş kadın
Senden doğdu
Şimdi sana gelecek.
Aç karnını bir kez daha
En güzellerimiz orada dinlenecek.”
“Uyuyor” dedi kapıyı açar açmaz
Fidan. Sen gittikten sonra uyanmadı hiç. Bir ara Berrin ve Yasemin’in
isimlerini sayıkladı, sonra sanki biriyle konuşuyor gibi, ihanet edenlere, yılgınlara
kızdı. “Onlar ancak hazır reçete ile
hareket ederler. Ama ben her zaman süreci takip ettim. Biz süreci belirleyen
olduk. Biz kazanacağız” dedi. On dakika daldıktan sonra yeniden mırıldanmaya
başladı. “Bize Ölüm Yok” marşını söylüyordu 12 Temmuz’dan söz etti. İbrahim Abi’ye
birşeyler anlatıyor gibi ona hitap ederek konuştu, ama ne dediğini tam
anlayamadık. Daha sonra vasiyetinde söylediklerini tekrarlar gibi yaptı bir an.
Ve yeniden uykuya daldı.
(...)
- Uyandı galiba dedi Sultan. Nasılsın
Sevgi Abla, beni duyuyor musun?
Sevgi başını sallayarak cevapladı
Sultan’ı.
(...)
Sevgi’nin 19 kilo kalmış tüyden
hafif bedenini Sultan’la birlikte sağ yanına döndürüp, sırtında yatmaktan
iltihaplanmış yaraları temizledi. Hafif hafif iniltiler çıkardı Sevgi. Aslında
daha büyüktü verdiği acı, ama belli etmemek için ayrı bir gayret göstererek son
günlere kadar yaraların verdiği sızıyı kimseye hissettirmemiş, sadece Fidan’a
anlatmıştı. Pansuman pamuklarına bulaşan sarımtırak sıvıyı, bir işkenceciyle
tokat atar gibi, kaldırıp attı çöp kutusunun içine. Bileklerini incitmeden
yeniden eski haline getirdiklerinde Sevgi kocaman gözleriyle onlara baktı. Ağzının
içinde bir şeyler mırıldandı. Sultan duyabilmek için kulağını dayadı, ama
duyamadı.
(...)
Saat öğleye yaklaşıyor. Sevgi’den
tek nida duyulmuyor. Açılıp kapanan gözleriyle konuşmaya devam ediyor. İçerde
ve kapı önünde, Sevgi’nin ölümle kavgasını sessizlik içinde bekleyenler arasından
bir tek ses, mırıldanarak bir türkü söylüyor.
‘Hoşgeldin ölüm, buyur otur.
Saklımız kalmadı dök eteklerinden taşları’
(...)
14 Temmuz, saat 14.00... Ağır ritmik
atışlar göğsünü indirip kaldırıyor. Bir ara durur gibi oluyor, sonra yeniden
inip kalkıyor. Yumruğu sıkılı. Sultan kilitlenen elini açmayı deniyor, başaramıyor.
Son gücünü parmak uçlarına toplamış sıkıyor Sevgi. Hayatı tutuyor avuçlarının
içinde, umudun, sevdanın ve kavganın birazdan göğe savuracağı tohumlarını
tutuyor avuçlarında. Öylesine sımsıkı sarılmış.
Odanın içinde bekleyenlerde bir şey
yapamamanın çaresizliği, Sevgi’yi katleden düzene duyulan öfke ellerde yumruğa,
gözlerde kine dönüşüyor. Sevgi parmaklarını sıktıkça, Fidan’da sıkıyor yumruğunu,
sevgi’nin bilinci, beyninin kıvrımları arasında kendine yol buluyor, kimseler
görmeden Fidan’ın ellerinden tutuyor, Şirin’e nasıl sarılırsa Ferhat, öylesine
sarılıyor Fidan’a. Anılarını belgelemek için video çekimi yaptıklarında, Sevgi’nin
söyledikleri kulaklarında çınlıyor durmadan.
“Halkım sesinle ekmeğimizi bölüşmedik,
ölümü bölüşüyoruz” demişti. Sevgi bugün 19 kilo 200 gram, direnişinde 267’inci günü,
bilinci kapalı, gözleri pırıl pırıl. Ölüm onları kollarına alıp götürmeden o kınalı
avuçlarını son kez açıyor. Avucundaki yıldızlı kına,insanlık tarihinin gördüğü
en güzel simgelerden biri. Kavgayı, zalime boyun eğmemeyi, umudu anlatıyor.
Selim ve Bahri, daha fazla kapı
önünde beklemeye dayanamayarak içeri girdiğinde Sevgi son nefesini veriyor.
Saat 14.50...” (Yaşatmak İçin
Öldüler, syf: 278-283)
Hayatın nabzının attığı bu yer; bir
kez bile ‘ah’ demeden, dönüp arkasına bakmadan, çok huzurlu çok sessiz ve acılarını
belli etmeden, usulca şehit düşüşüne tanıklık eder Sevgi Abla’nın.
Ve kavga yoldaşları gelirler ard
arda başucuna son görevlerini yerine getirmek için.
Gaziler ve alnı kızıl bantlı direnişçiler...
Örsle-çekiçle dağlanan yürekler, yeni baştan sarsılan bilinçler... Her an
kavgayla geçen dolu-dolu bu hayat, artık onlarda yaşayacaktır.
Sevgi Abla’nın şehit düştüğü haberi
dalga dalga yayıldıkça bu evden, kent sokaklarından Armutlu’ya genci yaşlısı
yüzlerce insan Sevgi’nin ateşi ile karanlığı aydınlatmaya koşar. Artık her şehitten
sonra gelenek haline gelen meşaleli yürüyüşte Sevgi Abla binlerin omuzlarında,
yoksulların bağrında, son kez selamlayacaktır onları...
İçi gülen kocaman gözleriyle
ellerdeki yüzlerce fotoğraf; meşalelerle gece aydınlattığında sıcacık bir
gülümseme olarak karşılar binleri. Kavga yoldaşlarının omuzlarına alınmış kızıl
karanfiller içindeki Sevgi Abla, önce tek tek direniş evlerinin önünde karanfil
yağmuru altında ölüm orucu direnişçilerini selamlar. Her direnişçinin yüreğinde
kopan duygu fırtınası “Bayrağını yere düşürmeyeceğim” diyen Hülya Şimşek’in göz
pınarlarından dökülen damlalara karışır. Kortej Sevgi Abla gibi 1. Ekipteyken
tahliye edilen Osman’ın kaldığı eve geldiğinde ise ne ara-ara atılan sloganları
susturmak, ne de bu coşkuyu anlatmak mümkündür... Meşalelerin oluşturduğu iki sıralı
koridordan Umudun işlendiği kınalı ellerini aça-aça koşarcasına Sevgi Abla’nın
başına gelen Osman ‘Bekle bizi bekle’ dercesine... Gidenlerin ve kalanların ‘son
veda’sını yapmaya kavga yoldaşlarının bu son buluşması gelir. Yüreği kıpır-kıpır
yüzlerce insan, her an boşalmaya hazır coşku selinin gözeleri haline getirir...
Zılgıtlar gecenin karanlığını yırtarken omuzlardaki Sevgi; ateşten nehirler
gibi akar armutlu sokaklarına. Zılgıtlar, alkışlar ve sloganlar ateş
nehirlerinin yankısı olup çarpar zulmün kalelerine. Geçmedik sokak, hoşça kal
demedik tek bir ev bırakmaz Sevgi Abla. “Size binlerle; ateşten nehirler gibi
sel olup geldik” dercesine...
Cemevi bahçesine nehir gibi akan
yüzler, kolkola tutuşmuş ateş çemberlerine dönüşür. Halaylarla, marşlarla, şiirlerle
son bulurken gece, yarın ki tören Karacaahmet mezarlığındadır.
Karacaahmet... Kardeşlik ormanımızın
en yiğitleri yatar bağrında. Sevgi Abla kim bilir kaç yoldaşını kendi elleriyle
bu topraklara gömdü. Kaç yoldaşının acısıyla dağladı yüreğini... Şimdi binlerin
omuzlarında, kızıl bayraklar altında sevdiklerine kavuşacak.
3 bin insan, 3 bin yürek... Sevgi’nin
çağrısını duyanlar akarlar Karacaahmet’e. Bu büyük buluşmaya bu büyük kavuşmaya
tanık olacak hepsi... Aydınlar; sanatçılar, işçiler, memurlar,
analar-babalar... kavga yoldaşları... Dillerinde “Kahramanlar Ölmez Halk
Yenilmez!” nidaları, yüreklerinde bir kahramana duyulan sevgi, saygı, vefa...
Her anı destan gibi yaşanmış hayatın sarsıntıları...
“Sevgi vasiyetinde olduğu gibi 12
Temmuz 1991’de katledilen eşi İbrahim Erdoğan’ın mezarı üzerine defnediliyor.
Anaların ağıtlarına, uğruna öldüğü Parti-Cephe sloganları karışıyor.
Orak-çekiçli bayrak, sevdalarını kavgalarında birleştiren eşlerin üzerine
örtüldüğünde 3 bin kişi benzer duygulara kapılmadan kendini alamıyor.
“Sevda, yoldaşlık dediğin böyle
olur, devrimciler böyle yaşar, böyle sever, böyle direnir, böyle düşerler toprağın
bağrına...”
VI. Yaşlı Adam Konuşuyor
Direnmek yazgınmış kızım
Aramak inatla umudu
Seni dinlemekte bizim,
Anlatmakta boynumuzun borcu olsun
seni
Sen yıldızlara yazılmışsın
onlarla aşık atansın ancak
bırak
güneşi en büyük yıldızlar sananlar
aldansın.
Ay yanıp güneş tutuldu mu
Cenk olup kül savruldu mu
Zordur en öne geçip
gecede ışık olmak.
Bu ne sevgi
bu ne bağlılık
Nedir o damarlarında akan
Yoksa sen bu zamanlarda yaşamadın mı
Hep yarınlarda mıydın?
Bir giz vardı
Bir giz
İnsanların onbinlerce yıldır
çözemediği
Çözmüşsün bunu
ne gam
ölümün ne olduğunu anlamışsın
bu ne ihtişam
Sevdiğinin yanına giderken
ne güzel şimdi sen olmak
Teşekkürler evlat
Çok şey öğrettin bana bir gecede
Ne çok şey gösterdin
Keramet arayan gözlerime
O kara gözlerinde
Ne büyük bir sabır var
Ne büyük bir inanç
Seni yaşadım ya
Seni tanımak en güzeli
Sağ olasın
Çok sağ olasın evlat
Bırak artık saçlarını
rüzgârlar örsün
14 Temmuz 2001
*** *** ***
Ulu Çınar Dipnotları;
(1) Mevlana’dan bir alıntı
(2) Maviler ve yeşiller; Bizans
döneminde İstanbul’da rakip bir takımın adı. Zamanla sınıf çelişkilerini
belirler oluyor. Ve bir gün stadyumda başlayan ayaklanma imparatoru deviriyor.
(3) Lazar’ın mucizesi incilde geçen
bir olay. İsa bir ölüyü (Lazar) diriltir. Bu olay sadece Matta’nın incilinde
geçer.
(4) Matta; İncil’in dört yorumundan
biri. Aynı zamanda İsa’nın havarilerinden Matta İncil’de dördüncü sıradadır.
(5) Davut’un en iyi savaşçılarından
biridir Urrah. Davut onun karısına göz koyar ve bir tuzak hazırlayıp savaşta
yalnız bırakır. Ölmesini sağlar. Ondan sonra karısıyla evlenir.
(6) Ebabil kuşları, Kuran’da geçen
efsaneye göre ağızlarında taşıdıkları ateş toplarıyla kötülüklerin kaynağı bir şehri
yerle bir ederler.
(7) Pandora’nın kutusu; Mitoloji de
geçer. Pandora’dan bu kutuyu hiç açmaması istenir. Ama merak eder ve açar. Sandıkta
bütün kötülükler vardır ve kapak açılınca dünyaya yayılırlar. Sandıkta tek birşey
kalır, umut.
NOT: Sevgi Erdoğan’ın
Küçükarmutlu sürecine ilişkin bu anlatımın bazı bölümlerinde Boran Yayınevi
tarafından yayınlanan “Yaşatmak İçin Öldüler” kitabından yararlanılmıştır.
***
SEVGİ
ERDOĞAN: Ömürboyu Direnişin Simgesi
Ölüm
Orucu Direnişi’nin 264. gününde, 14 Temmuz’da
DHKP-C savaşçısı Sevgi Erdoğan, yaşamını
yitirdi. Bir hafta öncesinde Armutlu’daki direniş evinde ziyaretine gittiğimizde,
fenalaştığından dolayı ziyareti
kestikleri için görüşememiştik. Görüştüğümüz
diğer direnişçiler ise, hareketsiz
yatakta yatan bedenlerine rağmen, gözlerindeki kıvılcımlardan zafere olan inançları ve bağlılıkları okunuyordu. Tahliye olan ve ölüm orucuna devam eden Yıldız Gemicioğlu, zafer işareti yaparak
sessizliği yırtan gür bir sesle “Zaferi
kazanacağız” diye karşıladı bizi.
Ziyaretlerin yoğunluğundan dolayı sohbet
edemedik.
Sevgi Erdoğan, mücadelesiyle birçok badireleri gözünü
kırpmadan atlatarak, yaşamının son anına kadar devrimci duruşundan
taviz vermeyerek, kavgada hep en önde yerini aldı. 1956’da doğdu,
üniversite yıllarında örgütlü, devrimci yaşama adım attı. Devrimci
Kadın Derneği’nin kuruluşu da dahil, birçok alanda görevler aldı. ‘81’de
eşi ile birlikte gözaltına alındığında çocuklarına bile işkence yapılır.
81-83 yılları arası Metris Cezaevinde tutsaktır. Çıkar çıkmaz,
birçoğunun devrimci saflardan kaçtığı süreçte, O,
tahliye olan tutsakların ve ailelerinin örgütlenmesi için işe koyuldu. Yine
TAYAD’ın kuruluşunda emek harcadı. ‘91’de Malatya’da çalışmalarına
devam ederken düşmanın da hedefindedir. “Onu şehit yapmayacağız,
trafik kazasında öldüreceğiz” diyerek iki kere pusu kurmalarına rağmen başaramazlar. ‘93’te altı ay tutsak kalır. Tahliye sonrasında, ‘94’de
Adana’da çalışmalarına devam
ederken, kaldıkları eve polisin
operasyon düzenlemesi üzerine, iki yoldaşı
katledilir, O da camdan atladığı için ayağı kırılır, tutsak düşer. Tutsaklığı devam ederken, Uşak Cezaevinde birinci ölüm orucu ekibine katıldı. Katıldığında, “Önümüzdeki
süreci, devrimi daha da yakınlaştıran ve düşmanın kalelerini sürgit döven, bitmeyen
cephane bedenimizle, bedenlerimizle selamlayacağız.”
diyerek kararlılığını gösterdi
ve aynı kararlılıkla 1 Haziran’da
tahliye edildiğinde, direnişe Armutlu’da
devam etti.
15 Temmuz’da yapılacak olan F tipine karşı mitingle,
Sevgi Erdoğan’ın uğurlanması aynı güne gelmişti.
Ancak mitingin yasaklanması sonucu, Sultanahmet’te
bir basın açıklaması ve suç duyurusu eylemi yapıldı.
Bir devrimcinin düşmesinin yarattığı öfkeli ve kararlı duruş
eyleme damgasını vurdu. Saat 13.00’te yapılan basın açıklamasının ardından,
saat 15.00’te Karacaahmet Cemevi’nin önünde Sevgi Erdoğan’ı
uğurlamak için toplanıldı. Basın açıklamasına
giden kitlenin bir kısmı cenazeye de
katıldı. Basın açıklamasına giden, miting düzenleyicisi parti ve derneklerin
birçoğu cenazeye gelmediler. Cenaze, 10 yıl önce 12 Temmuz’da
kurşunlanarak katledilen eşi İbrahim’in bulunduğu Karacahmet Mezarlığı’na
gömülmek üzere getirildi. Öncesinde Cemevi önünde
toplanıldı. Yoldaşları dışında, birçok devrimci çevreler
de gruplar halinde katılmışlardı. Sıcağa ve yoğun
ablukaya rağmen, iki saatlik bekleme süresince
sloganlar atıldı, marşlar söylendi. Cenazenin otobüs
konvoyuyla gelmesiyle birlikte, yaklaşık 1500 kişilik
kitlede öfke ve coşku kabarışı ve hareketlenme yaşandı.
“Sevgi Erdoğan Ölümsüzdür”, “Katil Devlet Hesap Verecek”, “İçerde Dışarıda
Hücreleri Parçala” vb. sloganlar gür bir şekilde atıldı. Cemevi
önünde kortej oluşturuldu. Önde “İnsan Amaçsız Yaşamaz, Amaçlarımız
İçin Ölüyoruz”, “Sevgi Erdoğan Ölümsüzdür”, “Kahramanlar Ölmez, Halk Yenilmez” pankartlarının arkasında, düşenlerin resimlerini
taşıyan dövizler ve kızıl bayraklarla düzenli bir kortejdi. Mezarlığa doğru yürüyüşe geçilmesiyle birlikte,
insiyatif, belirlediği sloganların
dışında atılan sloganları özellikle
engellemeye çalıştı. Uzun bir yürüyüşten sonra İbrahim Erdoğan’ın mezarı başında toplanıldı. Düşenler için yapılan saygı duruşunun ardından, Sevgi Erdoğan’ın mücadeledeki yeri ve bugün devam eden Ölüm Orucu eylemi ile ilgili bir konuşma
yapıldı. Ardından marşlarla Sevgi
Erdoğan güneşe uğurlandı. Anısını
komünist bir dünya için verdiğimiz
mücadelede yaşatacağız!
Devrimci Parti Güçleri’nden Komünist Devrimciler
Maya dergisinden alınmıştır.
Ağustos 2001