Sergül Hatice ALBAYRAK

 

 

Şehit Düştüğü Tarih: 28 Aralık 2004

 

Şehit Düştüğü Yer: İstanbul

 

Doğduğu Tarih: 30 Mayıs 1978

 

Doğduğu Yer: Almanya, Bad Urach

 

Mezar Yeri: (Mezar yeri bilinmiyor, Sakarya)

 

 

26 Aralık 2004; Yer Taksim Meydanı, Atatürk Kültür Merkezi önü... Genç bir kız çakmağı çakıp bedenini tutuşturuyor. Genç kızın elinde büyükçe bir kartonun üzerinde şu sözler yazıyordu: “Tecrit kalksın!” Genç kızın adı Sergül Hatice Albayrak’tı. Kaldırıldığı hastahanede 28 Aralık günü öğleden sonra şehit düştü.

Sergül Albayrak 25 Temmuz 2004’te Sevgi Erdoğan Ölüm Orucu Ekibi’nde ölüm orucuna başlamıştı. Açlığının 140’lı günlerindeyken 13 Aralık 2004’te, Uşak Hapishanesi’nden tahliye edilmişti.

 

Sergül Albayrak yoldaşımız, 30 Mayıs 1978’de Almanya’nın Bad Urach kentinde doğmuştur. Orada büyümüş, orada okula gitmiş ve orada devrimcileşmiştir. Devrimci olmadan önceki yaşamı, yurtdışında artık adlarına “üçüncü kuşak” denilen gençlerimizin yaşadıklarından farklı değildir. Kimliksizleşmiş, hangi kültüre ait olduğunu bilemeyen, ve bu ortamda burjuvazinin yozlaştırılmış “özgürlük” anlayışıyla şekillenen bir gençtir o da. “Özgür yaşam” adına evden kaçtığı, esrar kullandığı bu “gençlik” döneminin içindeyken, bir rastlantı sonucu Cepheli bir aileyle tanışması, onun hayatının dönüm noktası oldu. İradesi güçlü bir kişiliği vardı. “Özgürlüğün” gerçek anlamını kavradığında, emperyalizmin dayattığı yaşamı reddetmekte güçlük çekmedi. Hızla öğrendi. Öğrendikçe hızla devrimcileşti. Bulunduğu şehir, Cephelilerin çalışmalarının fazla olmadığı bir yerdi. Öğrendiklerini pratiğe geçirmeye oradan başladı. Onun büyük bir emek ve enerjiyle gerçekleştirdiği çalışmalar sonucunda, bölgesinde kısa sürede onlarca Cepheli oldu. Çeşitli görevler üstlendi, sorumluluklar aldı. Sergül, Avrupa emperyalizminin “imkânlarını” ve sunduğu “özgürlük” anlayışını reddederek devrimcileşti. AB’ye girmek için yanıp tutuşanların, AB’yi savunmayı meşrulaştırmak için devrimci teoriyi çarpıtanların, hem siyasi, hem ahlâki açıdan Sergül’den öğrenecekleri çok şey var.

1997 Ağustos ayında, kuryelik göreviyle ülkeye gelişinde Tokat’ta tutsak düştü. İşkencede tecavüze uğradı. Tutuklandıktan sonra Ulucanlar, Sakarya, Çanakkale ve Uşak hapishanelerinde kaldı. Düşman, artık onun için soyut, teorik bir şey olmaktan çıkmış, işkenceciliğiyle, katliamcılığıyla, zulmüyle somut bir gerçeğe dönüşmüştü. 7 yıl süren tutsaklığı boyunca hep direniş mevzilerinde oldu. 19 Aralık’ta [2000, hapishaneler katilamı] Çanakkale’deydi. Günler boyu bombalar, kurşunlar altında yoldaşlarıyla omuz omuza direndi. Yanında yoldaşları şehit düştü. Onların bayrağını devralmaya gönüllüydü hep. Ölüm orucu ekiplerinde yer almak için uğraştı. Bu uzun süreli bir savaştı ve namluda mermi olma sırası ona 25 Temmuz 2004’te Uşak E Tipi Hapishanesi’ndeyken geldi. Sevgi Erdoğan’ın adını verdiğimiz 11. Ölüm Orucu Ekibi’nde yer aldı.

Sergül Albayrak, 13 Aralık 2004’te Uşak Hapishanesi’nden tahliye oldu.

Dışarıdaydı artık. Kimilerinin “dışarıda” olmak için yoldaşlarının cesetlerinin üzerine basarak ihanet ettiği, “yaşam kutsaldır” diye her türlü değerin çiğnenmesinin teşvik edildiği ülkemizde, o ihanete karşı da tartışılmaz bir cevap olacaktı. 154 gündür sürdürdüğü ölüm orucunu feda eylemine dönüştürme kararını verdi. 26 Aralık’ta Taksim’de bedenini tutuşturarak, tecrite, ihanete teslim olmayanların, ölen ama yenilmeyenlerin, bu ülke bizim diyenlerin, devrim ve sosyalizm bayrağını asla yere düşürmeyenlerin sesi olarak kahramanlarımız arasında yerini aldı.

 

(Yukarıdaki özgeçmiş, Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi Basın Bürosu’nun 29 Aralık 2004 tarihli, 346 Nolu Açıklamasından alınmıştır.)

 

***

 

Sergül Albayrak kendini anlatıyor:

Adım Sergül Albayrak

 

Adım Sergül Albayrak;

Dedemler ekmek parası için, memleketlerini bırakıp, yabancı bir ülkeye, Almanya’ya yerleşmek zorunda kalmışlar 1960 sonlarında. Ve böylelikle de ailem Almanya’da yaşamaya başlamış. Ben de Almanya’da dünyaya geldim. Aslen Adapazarlı olup, babamlar Gürcü, annemlerde Laz’dır.

Memleketimi tanımak bir yana, Türkçe konuşmayı tam anlamıyla hapishanede öğrendim. İki kültür arasında büyüyen, bocalayan ben, 15 yaşımda evden kaçtım. Bir yandan ailem belli geleneklerini kültürlerini korumaya çabalıyor, bir yandan alabildiğine bu kültüre uzak bir kültürün içinde büyüdüm. Ailemle yaşamayı istemedim. “Özgür” olmak, “dilediğimi yapmak” istedim. Tabi gerçek özgürlüğün ne olduğunu bilmeden. Emperyalizmin özgürlük anlayışına çok çabuk kapılıvermiştim. Sigara, alkol, uyuşturucu isteyen istediğini yapmakta özgürdü. “Küçük özgürlüğüm” bir süre sonra noktalandı, aileme teslim edildim.

Tamamıyla tesadüfi bir şekilde devrimcilerden, Devrimci Solculardan bahsedildiğini duydum... Kimdi bu Devrim Solcular? Nasıl bir şeydi devrimcilik? Hiç tanımadığım birilerinden biraz saygıyla, biraz korkuyla bahsediliyordu. Tanımak istedim. Böylece araladım hiç tanımadığım bu dünyanın kapılarını...

Bu dünya bambaşkaydı... Sevgi üzerine kuruluydu. Her şey apaçık ortadaydı. Biraz şaşkınlık, biraz merakla her gün yeni birşeyler öğrenerek ilerlemeye başladım devrimci olma yolunda.

Birbir çözülüyordu kafamda varolan soru işaretleri. En başta “ben neyim” sorusu. İnsandım, hem de bana göre “özgür” bir insan. Oysa özgür insan düşünen, paylaşan insandır. Mutlu, huzurludur. Oysa ki, ben bunları başka şeylerde aramıştım. İşte şimdi karşımda bir yol vardı. Artık ben de kurtuluş için varım diyenlerdendim.

Ülkede gözaltına alınıp 19 yaşımda tutuklandım...

19 Aralık 2000’de Çanakkale’deydim. Ve saldırının ilk saatleri Fidan Kalşen yoldaşım, tek tek vedalaşmaya başladığında bir an ne yapacağımı şaşırmıştım... Ağlamak? Hayır hayır, bu insan güzeli yoldaşıma saygısızlık olurdu. Boğazıma düğümlenen bu duygu, Fidan’ın gözlerine baktığımda yokoluvermişti. Gözlerinden okunan o mutluluk karşısında ağlamak başka ne anlama gelirdi ki. O tüm yaşamını, geçmişini ve geleceğini toplamıştı ışıl ışıl gözlerinde... Mutluydu. İlk defa bir yoldaşımı şehitliğinden bir kaç dakika önce kucaklıyordum. Fidan, Kürt kızı... Fidan... Sevgi dolu, anne gibi, kardeş gibi, abla gibi.

Şehitlerimiz... Böyle bir kültürden sıyrılıp devrimci olmuştum ben. Şehitlik nedir, nasıl bir şeydir? Bir insan başkası için ölür müymüş hiç? Evet böyle düşünüyordum eskiden. Biraz da anlamamaktan kaynaklı olarak. Uzun uzadıya üzerine düşünmekse gereksizdi... Bugün düşünüyorum da, özellikle yaşadığımız son dört yıl şehitlik-yaşam-ölüm üzerine o kadar çok kere düşündüm ki. Fidan’ın ölümü, saçma olabilir miydi hiç? Ya da Fatma Ersoy’umuzun? Ayşemiz’in, Gürsel Abi, Gülnihal, Özlem, Fatma Abla... 112 şehidimizin... Ve isyan ediyorum bir kez daha emperyalizme. Emperyalizmin yaydığı o kültürsüzlüğe, değersizleşmeye. Oysa ki, var mı daha yüce, daha kutsal olan bir şey dünyada? Kendi yaşamını insanlık adına feda ediyorsun... Feda etti gidenlerimiz... Daha güzel bir dünya, bir ülke için.. Ne demek, bir insanın kendi acılarını ateşlerde yanarken bile duyumsamaması?

Lanetler yağdırıyorum her gün ama her gün emperyalizme bunun için. Milyarların elinden düşünme yetisini aldığı için. Düşünmek ve üretmek; ve düşünürken ve üretirken “bir canım var, o da halkıma feda olsun” diyebilmek. Şehitlerimiz, bizim en büyük değerlerimizdir. Her değerin bir fiyatı vardır diyen emperyalist ahlakın karşısında, inatla koruduğumuz, değeri yüreklerimizde her gün artan, büyüyen.

Yaşamın orta yerinde olmaktır yaşam denilen şey. Ve bugün yaşamın orta yeri, direniştedir. Direniş Türkiye hapishanelerinin her duvarının ardında. Direniş duvarlar ardında teslim olmamakta. Direniş duvarlar ardında, sizlerle tanışma isteğinde her şeye rağmen. Hapisim doğru, ama beynim hiç de hapiste değil. Kah bildiğim, tanıdığım yerlerde, yurtdışında; dernekte okulda, sokakta.. Kah tanımadığım yerlerde, Filistin’de, Irak’ta.. Ve en çok da memleketimin dağlarında ve mahallelerinde...

 

(Yukarıdaki mektup, Ekmek ve Adalet dergisinin 15 Ağustos 2004 tarihli

119. Sayısında yayınlanmıştır.)

 

 

***

 

Sergül Albayrak Kendini Anlatmaya Devam Ediyor:

Adım Sergül Albayrak (2)

 

Kendimi daha önce de kısaca tanıtmıştım.

Bugün yazmamın, yazmak istememin nedeni biraz daha farklı.

25 Temmuz 2004 tarihi bilmiyorum size bir şey hatırlatıyor mu? Belki o gün işe geç kalmış, belki sevgilinizden ayrılmış, belki evlenmiş, belki en iyi arkadaşınızla yıllar sonra karşılaşmanızı kutlamış, belki çocuklarınızın getirdiği karneye sevinmişsinizdir. Belki, belki, belki... Elbette çoğaltabilirim belkileri... Ama 25 Temmuz 2004 benim için bambaşka bir gündü. Hiç unutmayacağım, 26 yıllık ömrümde yaşadığım en mutlu günümdü desem, sizinle paylaşsam, anlatabilir miyim duygularımı bilemiyorum.

(...) 25 Temmuz 2004’te ölüme baş bağladım ben. Alnıma bağladığım yıldızlı bandım, benim onurum, gururum.

25 Temmuz 2004’te, 11. Sevgi Erdoğan Ölüm Orucu savaşçısı olarak alkışlar arasında yeminimi ettiğim, ölüm orucuna başlama nedenlerimi yoldaşlarıma açıkladığım kürsüye davet edildim. Biliyordum bana bakan beş çift göz ve duvarlar ardında onyedi çift göz, göremeseler de gözleriyle, yürekleriyle, gıptayla bakıyorlardı. (...)

Ekibimize adını veren Sevgi Erdoğan kimdi?

Sevgi Erdoğan, Türkiyeli, yüreği sosyalizm ateşiyle yanan biriydi öncelikle. Bir anneydi Sevgi, bir abla, bir eş... Sevgi Erdoğan yüreğindeki sevgiyi halkına umut diye taşıyandı. Sevgisini, en zor koşullarda, işkencelerde, katliamlarda, hapisliklerde terketmeyendi. Sevgi Erdoğan, SEVGİ’ydi. Sevgiye kesmiş bedeniyle 14 Temmuz 2001’de 283 gün yürüyüşüyle ölümü rezil edendi.

Ekibimizin adına Sevgi Erdoğan dedik bu yüzden.

Sevgisizliğe, tecrit koşullarında mahkûm edilmek istenen bizler, “Sevgi” diye haykırdık bu yüzden.

Dört yıldır süren tecriti 116 şehit vererek kabul etmediğimizi ilan ettik. Ve asla kabul etmeyeceğimizi, SEVGİ diyerek 11. Ekip olarak ilan ettik.

Tecrit politikası, emperyalist bir politikadır. Ve zaten tecrit hücreleri de Avrupa’daki “Yüksek Güvenlikli Hapishane”lerin kopyasıdır.

Diyor ki Adalet Bakanı, Avrupa insan hakları heyetleri de gezdi gördü F Tiplerini ve “insan haklarına uygundur” raporu verdi. Politikası kendilerinden ihraç edilen Avrupa, “uygun değildir” raporu verecek değildi ya...

Bireysel yaşam, birey özgürlüğü, bireyi yücelten daha bir sürü terane sayılıyor. Biz buna karşıyız. Çünkü tüm bunlar insan olmaya yakışmıyor. Bilinen gerçektir; doğadaki tüm varlıklardan farklı olarak insan, toplumsal bir varlıktır. Yani sosyal ilişkide bulunmayan insan, duyularını, hislerini ve giderek insan olma özelliklerini yitirir. İşte bizden istenen de budur tecrit hücrelerinde; istenen insanlıktan çıkmamızdır. Direnişimiz dört yıldır sürüyor tüm bunlara karşı.

Sevgi Erdoğan’dan adını alan 11. Ölüm Orucu ekibi direnişçisi olarak işte bunun için SEVGİ diyorum.

SEVGİ bize yakışır.

SEVGİ insana yakışır.

SEVGİ Anadolu’ya yakışır.

SEVGİ, saflıktır, duruluktur. Her şeye rağmen değer ve kültürümüze sahip çıkmaktır. Kıskançlıkla korumaktır değerlerimizi.

Her koşul altında boyun eğmemektir kültürsüzlüğe, değersizliğe, insansızlığa...

Ben Almanya’da doğup büyüdüm. Vatanımı ve halkımı devrimcilerle birlikte sevmeye başladım diyebilirim. Birçok değerimize “geri kafalılık” olarak bakıyordum. Oysa ki asıl geri kafalılık Avrupa-i yaşam diye bize sunulan yozluktu.

Evet, direnişimiz tüm bunlara karşıdır aynı zamanda.

Ve tekrar diyorum ki; zafer SEVGİ’dedir. 11. Sevgi Erdoğan Ölüm Orucu Ekibi direnişçisi olarak ben de zafere yürüyeceğim.

Tüm sevgimle.

Sergül Albayrak

 

(Yukarıdaki mektup, Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Yürüyüş dergisinin 23 Aralık 2007 tarihli 1. Sayısında özet olarak yayınlanmıştır.)

 

 

***

 

25 Temmuz 2004 Bant Takma Töreni Konuşması

 

Yoldaşlar;

Çok heyecanlıyım. Çok, hem de çok!

Adımıza Sevgi Erdoğan dedi büyük ailemiz.

Sevgi Erdoğan!

Bunun ne büyük onur olduğunu ben nasıl anlatayım yoldaşlar?

Sevgi Abla’yı hep sizlerden dinledim. Adı gibi iliklerime kadar sevgiyi ilmek ilmek ördüğünü anlatmayayım şimdi. Keza bunun ukalalık olacağını düşünüyorum. Diyeceğim şu ki, büyük ailemiz; “Bugünün dünyasında sevginin karşılığı SEVGİ ERDOĞAN olmaktır” diyor.

Yoldaşlar sevgimi Sevgi Abla’nın elinden tutarak, Sevgi Abla’nın yolundan yürüyerek, Sevgi Abla gibi gülerek hedefe ulaşarak göstereceğim.

Koca bir çınarın gölgesinde toplaşır ya çocuklar oyun oynamaya... Kol kola verip yuvarlak bir halka oluşturup çınarın etrafında dönmeye... Ben, bizi, 11. Sevgi Erdoğan Ölüm Orucu Ekibi’ni buna benzetiyorum. Sevgi Abla ortamızda, elinde bastonuyla o dünyalar tatlısı gülüşüyle bizi izliyor. Biz de olanca gücümüzle, inancımızla, öfkemizle kol kola vermiş yürüyoruz...

Öfkemizle dedim... Evet yoldaşlar, öyle bir kin, öyle bir öfke var ki içimde... 115 can... 115 can parçam, ablam, abim, kardeşim... Yoldaşım... Bu öfkeyle çaldılar ölümün kapısını... Bu öfkeyle patladılar düşmanın beyninde. Bu öfkeyle erittiler her bir hücrelerini... Ve bu öfkeyi büyütmek gerek... Her bir düşenimiz büyütüyor bu öfkeyi, ben de büyüteceğim. Ve dalga dalga büyüyen öfkemiz halkımızın elinde silaha dönüşecek. Ve silah bir kez ateş alsın hele, kim durdurabilir ki?

Yoldaşlar, bugün 25 Temmuz... 25 Temmuz Müjdat’ımızın yıldönümü aynı zamanda. O şimdi, bizim bedenimizde çarpışacak düşmanla... Hücre hücre güç olacak, hücre hücre umut olacak bizlere...

Tarihimiz... Ne büyük kahramanlıklarla dolu... ‘84 Ölüm orucu, ‘96 ölüm orucu, 2000-2004 Direnme Savaşı... Ve şehitlerimiz... Gürsel abimin gülen gözleri, Zeynep’in “bizim kız” deyişi... Fidan ve delikanlımız İlker... Ayşe ve Ersoy... Ve Kütahya’nın Fidan’ları, Gülnihal, Fatma Ablam, Özlem... Ve Günay’ım... Ve 115 kahramanımızın her biri... Hepsi hepsi benimle yoldaşlar... Hepsine hepsine son soluğumla kavuşacağım... Yolum açık... Biliyorum... Ve yoldaşlar... Sizi, hepinizi... öyle çok seviyorum ki...

İşte bu da benim gücüm. Bu güçle yürüyeceğim. Bu güçle çarpışacağım. Bu güçle öleceğim.

Yaşasın Ölüm Orucu Direnişimiz!

Yaşasın Önderimiz Dursun Karataş!

Yaşasın Devrimci Halk Kurtuluş Partisi Cephesi!

25 Temmuz 2004/ Sergül Albayrak

 

***

 

Sergül Albayrak’ın “Halkıma” Başlıklı Mektubu

 

HALKIMA

 

20 Ekim 2000’i gösterdiğinde tarihler, bir adım öne çıktı 1. Ekipler... Her adım ölüme yolculuğun ilk adımıydı...

Evet, ölüm... O “bilinmeyen”e, o “son”a atıyorlardı adımlarını...

Peki yoldaşlarından mı bezmişlerdi, “yetsin artık” mı diyorlardı? Yoksa sevmiyorlar mıydı yaşamı?

Hayır, hiçbirisi değildi onları ölüme yolculuğa çıkaran. Onlar kadar yaşamayı seven, onlar kadar umut dolu, umut saçan, onlar kadar sevgi dolu insanlar yoktu belki yeryüzünde daha...

Peki niye ölüm?

Çünkü karşılarında iki seçenek yoktu. Tek bir seçenek vardı ya ölüm, ya ölüm.

Biri onurluca, diğeri onursuzca...

Biri direnerek... Diğeri teslim olarak...

Teslimiyet; Anadolu’da daha beter bir ölümdür. Çünkü inançlarına, şerefine, haysiyetine uzanan elleri boynu bükük kabulleniş vardır teslimiyette. Teslimiyet tam da bunun için bir seçenek değildi. Malum ölüm kılığına bürünmüştü zulüm; yine kendimiz biçecektik kefenlerimizi o halde. Bunun içindi 20 Ekim 2000’deki ilk adım!

Bugün 11. adımı attık. Ve ben de, benden önceki 115 yoldaşım gibi teslimiyeti bir seçenek olarak görmedim asla. F tiplerinde yaşadım dört yıla yakın bir süre. Ve 115 yoldaşımı yüreğim kan ağlayarak uğurladım, bir damla yaş süzülmeden gözlerimden. Sıramı bekledim. Ve 11. adımı “tam da sırası” diyerek attım.

F tipleriyle amaçlanan sadece bizlerin tecriti değil. Ki bu bile ölümü yeğlemeye fazlasıyla yeter. Hayır, “F tipi bir devlet politikasıdır.” Bugünün Adalet Bakanı ve hükümet sözcüsünün de dile getirdiği gibi bir devlet politikası! Devlet politikası demek, bir politikayı hayatın her alanında uygulamak demektir... Tecritin hayatın her alanına uygulanan halini yaşıyoruz bugün. Komşun açsa bakmayacaksın. Zaten ekonomik durum o hale gelmiş ki bakmak istesen bile bakamıyorsun. İşyerinden çıkarılmalara, sen çalışıyorsan bakmayacaksın. Baktığında senin de işinden olma tehdidiyle çalışıyorsun çünkü en nihayetinde. Maaş zammı istemeyeceksin, işin olduğuna dua edeceksin... Ve bu liste uzayıp gider böyle… F tipi yaşamdır asıl dayatılmak istenen. Avrupa tipi yani bir anlamda. Oysa bu tip uymaz bize, Anadolu’ya...

Yüzyıllardan beri Anadolu halkları paylaşır varını-yoğunu, derdini-tasasını, sevincini-hüznünü birbiriyle... Ve kuşaktan kuşağa bu gelenekle yetişmiştir Anadolu insanı... Bugün bu geleneğe saldırıdır F tipi yaşam dayatması...

Karşı çıktık-çıkıyoruz buna. Çünkü biz Anadolu’nun evlatlarıyız.

Halkım;

Bugün bedenimi ölüme yatırdım. Bunu birçoğunuz bilmeyecek bile. Ve hatta ölümümü bile duymayacaksınız belki... Olsun!... Biliyorum ama ben, bu sevgisizliğinizden değil, bilmezliğinizden... Bunun için de huzurluyum ben. Ölüme yürürken de, ölümü kucaklarken de böyle olacağım. Çünkü Anadolu insanı bırakmaz hiçbir “ah”ı yerde...

Halkım;

SİZİ ÖLESİYE SEVİYORUM!

Sevgi ve bağlılığımla

25 Temmuz 2004/ Sergül Albayrak

 

(Yukarıdaki mektup, Ekmek ve Adalet dergisinin 2 Ocak 2005 tarihli

139. Sayısında özet olarak yayınlanmıştır.)

 

***

 

SERGÜL ALBAYRAK’LA RÖPORTAJ

Çıkarsam Sevgi Abla Kalırsam Da Günay Olacağım!”

 

SORU: Felluce bomba ve kurşun sağanağına tutuldu. İşgalciler karşısında direniş bayrağı yükseltildi. Sen de 150’li günlere doğru yol alan bir ölüm orucu direnişçisi olarak neler hissettin?

 

Irak! Irak’a saldırı günleri, işgal süreci. Bunlar çok yakından takip ettiğimiz konular. Evet, iki yıldır, Irak dünya gündemine oturdu. Ama Irak nasıl oturdu dünya gündemine? Tamam, ABD medya tekellerinin etkisi yok mu? Daha saldırı başlamadan nasıl “üçlü”, nasıl “yok edici” saldırılacaklarının propagandasını yapan ABD daha saldırısını başlattığı ilk günden itibaren bir direnişle karşılaştı. Evet, Medya ikiye bölündü daha o günlerde, bir kısmı Irak yanlısı, bir kısmı ABD yanlısı yayın yapıyordu.

Neyse şu an iki yıllık bir panorama çıkarma niyetinde değilim elbette. Ama Irak’ın dünya gündemine oturması Direniş’in bir sonucu elbette. “Süper Güç” ilan edilen ABD emperyalizmi, Irak’ı işgal etti. Ama teslim alamadı iki yıldır. Ki aslolan işgal etmesi değil. Tarihte bunun birçok örneğini biliyoruz. Irak’a en yakın örnek ise Cezayir örneği. Yani işgalin acımasızlığı-korkunçluğu-saldırganlığı... Hiçbir şey kâr etmiyor Irak halkına çünkü halk, onursuzluğu en başta, asla kabul etmez. İşgal de zaten, vatana tecavüzün ta kendisi! Şimdi direnişin boyutu vs. bunlar elbette uzun uzun anlatılabilir, üzerinde tartışılabilir. Ama aslolan direnişin varlığı. Tam da bu ABD nezdinde emperyalistleri deliye döndürüyor ya.

 

Direnen Irak halkı, doğru çok yoksul, doğru belki eğitimsiz (ki bu konuda hiç de böyle olmadığını da biliyoruz) doğru belki... diye devam edebiliriz, gelmek istediğim nokta şu ki “baldırı çıplak” edebiyatı var ya emperyalistlerin. İşte böyle bile olsa Irak halkı, onurunu asla teslim etmiyor. Ve işte insanoğlunun en erdemlisi de budur, onurunu her koşul altında koruyan insandır. Bizlere karşı da aynı edebiyat parçalanıyor ya, “bir avuçlar” falan filan...

Ama devrimciliği asla yok edemiyorlar Anadolu topraklarından.

 

Felluce... Ülkemiz standartlarına göre orta ölçekte bir şehir. Genel Avrupa ortalamalarına göre büyük bir kasaba. Nüfusu 100 bin civarında. Tam iki yıldır Felluce’yi şu veya bu şekilde ama illaki direnişiyle duyuyoruz. Felluce, iki yıl öncesinden söylenir değil. Türkiye’de, doğru dürüst dünyanın hiçbir yerinde bilinmezdi herhalde. Ya da çok az bilinirdi. Ama iki yıldır, kahramanlıklar yaratan Irak halkı, şehirleriyle anılmaya başlandı. Daha işgalin ilk günlerinde Umm Kasr direnişi meselâ hafızalarımıza yer etmişti. Sonra Bağdat’ın banliyölerinden sayılan El Kut şehri meselâ... Beledi, Felluce, Ramadı... Ve daha niceleri. Hiçbirinde yaşatılan zulmü ayrıntılarıyla bilmiyoruz. Satılmış medyanın bunları kanıtlayacak görüntüleri-bilgileri vermesini de beklemek abes olur. Çünkü zaten medya sahibinin sesi. Ama yaratılan kahramanlıklar dünya halklarının tarihine, kurtuluş savaşları tarihine mutlaka işleniyor, işliyoruz. Bugüne kadar tarihler boyu hep böyle olmuştur ya. Direnişimiz meselâ. 5 yıldır direniyoruz. Zulmün her saldırısı bizi yok etmek üzere kurulu. 19 Aralık katliamı meselâ. Devamında hücreler süreci. Hep tarih sahnesinden bizi yok etmek üzere kurulu saldırılar. Ama bugün, gerek 19 Aralık katliamında direnen tutsakları ya da hücrelerde direnen tutsakları yok edebildi mi? Yapanın yanında kâr kalmadı. Çünkü direniş vardı, var. Direnenler var, biz varız. 19 Aralık 200’de yaratılan kahramanlıkları bugün Anadolu halkları bilmiyor çoğunlukla. Ama bu, bu kahramanlıklar olmadı anlamına gelmez ki. Ya da birçoklarının direnmeme “gerekçesi” (tabii kendilerince bir gerekçedir bu, yoksa tarih önünde-halk önünde, asla bir gerekçe sayılamaz, tam tersine, dönekliğin-kaçkınlığın teorisinin oluşturduğu açıkça görülür) olarak gösterdikleri “yaptınız-ettiniz duyulmadı, boşuna” edebiyatı ile de hareket etmedik. Çünkü öyle anlar vardır yaşamda, ya da öyle süreçler yaşanır ki, çok önemlidir. Somut bir kazanım elde edemezsiniz belki hemen, ama bu geleneği belirleyen kararınızı vermenizi gerektiren bir andır. İşte ölüm orucu kararım da, geçen beş yıllık direnişimiz de böyledir. Yaşadığımız bugün, gerek sansür, gerekse de direnişin önemi halkımız nezdinde bilinmiyor olabilir, ama “Ya teslimiyet ya ölüm”ün dayatıldığı günümüzde, biz onurumuzla ölmeyi seçtik. Irak’ta yaşanan da geniş ölçekte budur. Elbette bu yönleriyle yüreklerimizle Felluce’deydik haftalardır. Sokak sokak çarpıştık, direndik, omuz omuza Irak’lı kardeşlerimizle. Ve lânetler yağdırdık. Yanke kurşunu-yanke bombalarıyla vurulan her kardeşimizin ardından. Ve alnımda olan bandıma her an daha bir sıkı bağlandım. Kurşun diye sürdüm hücrelerimi namluya... “Bir mermi de benden” olsun istedim, Felluce’de, Irak’lı kardeşlerimizin safından işgalcilere sıkılan.

 

SORU: AKP Felluce’deki katliamı camilerde insanların öldürülmesini “kınayan” açıklamalar yaptı. Tamamen emperyalizmin icazetiyle iktidarda olan bir partinin böyle bir açıklama yapmasını nasıl değerlendiriyorsun?

 

Aslında insan bazen ne diyeceğini şaşırıyor. Yani bu kadar takıyye de fazla diye bağırası geliyor. Sus bari, değil mi ama? Yani işgale ortak olup, lojistikten-hava üssünden ve de kim bilir açığa çıkmayan hangi ortaklıklardan sonra, tutup bir de pişkince “camilerde insanın öldürülmesine karşıyım” diyebiliyorsun. Cümle tam böyle değildi, daha da yüzsüzce kurulmuştu. Niye? Sokak ortasında, evinde yurdunda öldürülmeleri mi gerekir? diye sorası geliyor insanın. Şu an tam sayısı yok elimin altında, ama “resmi” açıklamalara araştırmalara göre bile, Irak’ta yüzbinlerce insanın katledildiği geçiyor. Şu son iki yıllık süreçte.

İşte AKP budur. AKP’nin eli değil gırtlağına kadar kana gömülmüş bir iktidardır. Ve her konuda olduğu gibi, dış politikada takıyyeye başvuruyor. Başka türlü Türkiye halkının yüzde 90’lara varan bu saldırı ve işgali reddetmesine rağmen ortaklığını açıklayamaz ki!

 

SORU: AB İlerleme Raporu’nun hapishanelerle ilgili bölümünde “Ölüm orucunda hiçbir tutuklu yok” deniliyor. Bir ölüm orucu direnişçisi olarak AKP’nin bu yalan beyanı sonucu oluşturulan AB raporu karşısında neler söyleyeceksin?

 

YALAAAAAN! Ama bu yalanı biz Sevgi Erdoğan Ekibi olarak açlıkta geçirdiğimiz her gün haykırmıyor muyuz ki suratlarına?

Tam da böyle aslında. Ama AB’nin de işine geliyor sonuç itibariyle böyle olması. Cemil Çicek’in de her fırsatta dile getirdiği, “Hapishanelerimiz AB standartlarına uygun” cümlesi boşa kurulan bir cümle değil, yani bugün hemen tüm Avrupa ülkelerinde örgütlü bir yapı olan TAYAD Komite’lerin eylemleri var en başta. Yani AB ülkeleri bilmiyor mu bu direnişin sürdüğünü? Biliyor. Daha çarpıcı bir örneği (sınırsız bir fedakârlık örneği olduğunu düşündüğüm) Almanya Hükümeti örneğin bizzat yaşatıyor. Almanya’da Lubeck Hapishanesi’nde 20 Ekim 2000’den beri dönüşümlü açlık grevini aralıksız sürdüren bir Alman tutsak Rainer Dittrich var meselâ. Ve sağlığı o derece bozulmuş durumda ki, ölüm sınırında yaşıyor. Raine Dittrich’in tek talebi, direnişimizin taleplerinin kabul edilmesi. Kendisi için hiçbir talebi, hiçbir isteği yok. İşte tüm bunlar ışığında soruyorum, Avrupa hükümetleri, buna rağmen AKP’nin yalan beyanına niye itibar ediyor? Bunun cevabını aslında ülkemiz Avrupa Birlikçiler’i vermeli. Nasıl olursa olsun, AB üyeliği diyen bu zihniyettekiler bunun cevabını veremezler. Çünkü bunun cevabını vermek bağımsızlık düşkünü olan devrimcilere mahsus. Bize mahsus. Ben son olarak bu konuya ilişkin şöyle bir şey demek istiyorum, AB’den demokrasi bekleyenler, işte görün AB’nizi! AKP’nin katliamlarına da bugüne kadar olduğu gibi, bugünden sonra da ortak olacaktır. 117 insanımız AB gözetiminde katledildi. AB demokrasisi budur. Yalan ve katliam!

 

SORU: TCK’daki yeni düzenlemeye göre senin de tahliye olma olasılığın var. Hapishanelerde kalacak olan tüm yoldaşlarına iletmek istediğin bir mesaj var mı?

 

Şimdi birkaç gün önce gelen bir mektupta, benim durumumu bir yoldaşım aslında çok güzel ifade etmişti, burada belirtmek istiyorum bunun için; “Çıkarsan Sevgi Abla, kalırsan da Günayımız olacaksın”. Çıkmak-kalmak benim tercihim değil. Ben tercihimi 25 Temmuz’da yaptım, ölüm orucuna başladım. Bunun için de dışarısı içerisi ancak mekânsal bir farklılık yaratacaktır. Ki devrimcilikte içerisi dışarısı da böyledir. Yani aslolan kavgadır, mücadeledir. Bunun için eğer tahliye olursam, kalan yoldaşlarıma ne diyebilirim ki?

Bir şey deme ihtiyacı duymuyorum. Benim açımdan soruyorsanız benim sevgim duvarlara değil. Benim sevgim, bu duvarları yıkacak kadar çok. Yoldaşlarımı çok seviyorum ve yoldaşlarımın söylediğini tekrar ediyorum:

Çıkarsam Sevgi Abla Kalırsam Da Günay Olacağım!

 

(Yukarıdaki röportaj, Uşak E Tipi Hapishanesi’ndeki DHKP-C Davası’ndan tutsaklar tarafından çıkarılan Zeybek Ateşi dergisi tarafından yapılmış, derginin 66. Sayısında yayınlanmıştır... Röportajın bir özeti de Ekmek ve Adalet dergisinin 9 Ocak 2005 tarihli 140. Sayısında yayınlanmıştır.)

 

***

 

Sergül Albayrak’ın

Adalet Bakanlığı’na verilen ölüm orucu dilekçesi:

 

Adalet Bakanlığı’na

ANKARA

Bizler, “devlet politikalarınız” uyarınca, ülkemizde eşi benzeri görülmemiş bir katliam sonucu atıldığımız tecrit hücrelerine karşı dört yıldır direniyoruz ve direneceğiz. Yeni infaz yasalarınızı, direnme hakkımızı engellemek için çıkardığınız yasalarınızı, genelgelerinizi kabul etmedik, etmeyeceğiz.

Nasıl ki AB’den ithal etmeye çalıştığınız demokrasi uyum yasalarınız kötü bir taklit olmaktan ileri gidemiyorsa, AB patentli-onaylı tecrit hücreleriniz de ilk günden itibaren çözümsüzlüğünüzün göstergesi olmuştur. Tecritte ısrar ettiğiniz sürece çözümsüzlüğünüz daha da büyüyecek, tam bir açmaza dönüşecektir. Tecrit hücrelerini lüks devlet konuk evleri olarak reklam etme çabalarınızın, “başarıyla” uyguladığınız sansür duvarlarınızın ardına gizlemeye çalıştığınız 115 ölüm gerçeği er geç en yaygın şekilde karşınıza çıkacaktır. Fakat o zaman sorumluluğunuz çok daha büyümüş olacaktır. Çünkü ölümü göze almış insanların karşısında durabilecek hiçbir AB yasası, hiçbir “devlet politikası” yoktur.

Ben Sergül Albayrak, 25.07.2004 tarihi itibarıyla kendi isteğim ve irademle ölüm orucuna başlıyorum. Tecrit politikasına son verilmediği, taleplerimiz kabul edilmediği sürece ölümümden başta Bakanlığınız olmak üzere devletin tüm ilgili kurumları sorumlu olacaktır. Bilgilerinize...

25.07.2004

Sergül Albayrak

 

***

 

SERGÜL ALBAYRAK’IN

HALKIMIZA SESLENEN MEKTUBU

 

HALKIMA

F tiplerinde 5 yıldır süren bir direniş var.

Ve bu direnişte 5 yıldır ölüm orucu ve feda eylemlerinde 117 insan öldü.

Duyurmaya çalıştık sesimizi!

Sansür çıktı karşımıza!

5 yıldır niye ölüyoruz?

Çünkü TECRİT’te tutuluyoruz,

TECRİT beyin ölümüdür. Devlet beynimizi öldürerek bizi teslim almaya çalıştı. Her seferinde ölüm oruçlarında ölerek, fedalarda yanarak, 19 Aralıklar’da yakılıp katledilerek karşı çıktık buna. Teslim olmadık, çünkü biz bu vatanı ölesiye sevdik, ölesiye.

Teslim olmadık, çünkü biz bu halkı, evet sizi, ölesiye sevdik.

İstemedik vatanımız parsel parsel Amerikalara, Avrupalara satılsın.

İstemedik halkımız açlığa, yoksulluğa mahkûm olsun.

Bunun için direndik. Bunun için ölüyorum.

Halkımız; SİZİN İÇİN ÖLÜYORUZ!

Ben de bunun için, bugün FEDA eylemi yapıyorum, çünkü sizi ölesiye seviyorum.

Halkımız, sorun araştırın Tecrit ne?

Sorun araştırın bu gencecik insanlar niye ölüyor?

Hesabımızı sorun bu devletten.

Çünkü sorumlusu bu devlettir.

SİZİ ÖLESİYE SEVİYORUM HALKIMIZ!

Türkü, Lâz’ı, Çerkez’i, Kürt’ü, Gürcü’süyle

Sünni’si Alevi’siyle…

Tüm milliyetlerden, tüm mezheplerden

Hhepiniz için ölüyorum ben.

26 Aralık 2004

Sergül H. Albayrak

 

(Yukarıdaki mektup, Ekmek ve Adalet dergisinin 2 Ocak 2005 tarihli

139. Sayısında özet olarak yayınlanmıştır.)

 

***

 

SERGÜL ALBAYRAK’IN PARTİ’YE MEKTUBU

 

PARTİME,

Ben bu aileyi tanımadan önce yaşamamışım gerçekten, diyorum geçmişi hatırlayınca. Ve bu aile içinde yaşamayı çok sevdim. Oysa ki tanışmadan önce, yaşamımı sonlandırmayı bile denemiştim. Ramak kala “kurtarılmış”, “hayata döndürülmüştüm”... Gözümü açtığımda ne büyük bir hayal kırıklığına uğradığımı çok iyi hatırlıyorum. Ne anlamı vardı yaşamanın? Amaçsız ot gibi... Hep kendi kendiyle uğraşan, bütün “yeniliği” de “eskiliği” de kendiyle sınırlı olan bir yaşam, çekilmezdi gerçekten. Benim için çekilmezdi. Okula gidiyordum, liseyi son sınıflar arası dördüncülükle bitirmiştim. Öyle kolay kolay herkesin giremeyeceği, hele hele bir Türkiye’li olarak, bir okulda okuyordum o dönem. Ama işte düzenin sunduğu bu “nimetler” beni tatmin etmiyordu. Arkadaş çevrem çok genişti, çok da “sevilen” biriydim çevremde... Sevmek-sevilmek... Ben de çok “seviyordum” arkadaşlarımı. Ama bu sevmenin-sevilmenin yaşamdaki gerçek karşılığı neydi? İşte intihar etmiştim... Bir insan niye intihar eder ki? Seven-sevilen bir insan intihar eder mi? Mutluluk nedir?

Evet tüm bunların karşılığını ben bu aile içinde tattım, bunun için de Partime-Cepheme ölesiye bağlandım. Sevdim, hem de çok. Mutluluğu Parti-Cepheli olmakta buldum. Bağlandım, hem de çok. Hücreler süreci denilince hepimiz gibi, ben de çok kez düşündüm... Hücreler demek, en başta yoldaşlarından ayrı olmaktı. Ama bu fiziki bir ayrılık da olsa, kabul edilemez, edilemeyecek bir şeydi. Çünkü yok edilmek istenen bizim birbirimize olan bağlılığımızdı... Peki devrimciler niye bağlanır bu denli güçlü birbirlerine? Sevgileri niye büyür günden güne? Çünkü çıkarsızdırlar... Çünkü emek verdikleri ölçüde, büyürken büyütürler sevgilerini... Ben de böyle sevdim Partimi-Cephemi... Böyle büyüttüm sevgimi-bağlılığımı... Düştüğüm zamanlar oldu... Ama Partimin eli hep uzandı bana, gelip çıkardı beni düştüğüm yerden, gösterdi-anlattı bana eğriyi-doğruyu...

Partim benim hep yanıbaşımdaydı...

Ve hücrelere getirildik... Düşman saldırıyordu gün be gün... Örgütlüydük-örgütlüydüm. Ve Parti-Cepheliler elle gösterilir, düşmanı kendi açmazı içinde debelendirirdi. Öyle yaptık. 115 yoldaşımızı şehit verdik, ve bugün yeni ekip olarak biz, 11.Sevgi Erdoğan Ölüm Orucu Ekibi yolculuğumuza hazırlanıyoruz. Ölüm yolculuğuna... Ve ben de bu ekipte yer alarak öleceğim, ben de önceki 115 yoldaşımın rahatlığıyla, huzuruyla. Evet rahatım, huzurluyum. Çünkü ölümüm demek zafere bir adım daha yaklaşmak demek. Ve zafer Parti-Cepheye yakışıyor. Ve zafer Parti-Cephe geleneği. Bu gelenekte bir halka da ben olacağım. Ve bu fırsatı bana verdiği için Partime öylesine çok, öylesine çok teşekkür ediyorum ki.

Ve Partime aldığım bu görevi tamamlayacağıma söz veriyorum. Öleceğim.

Gerçek ölümün bu olmadığını bilerek. Çünkü biliyorum ben yoldaşlarımda yaşayacağım. Bütün şehitlerimiz bugün nasıl bende yaşıyorsa, ben de kalan yoldaşlarımda yaşayacağım.

Bu inançla, tekrar belirtmek istiyorum ki, Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi Ölüm Orucu savaşçısı olduğumdan onur duyuyorum.

Parti-Cepheli olmaktan her zaman gurur duydum.

İyi ki de tanımışım ve sevmişim bu aileyi. İyi ki de Parti-Cepheli olmuşum.

Mutluyum, hem de çok.

Yaşasın Ölüm Orucu Direnişimiz.

Yaşasın Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi.

Yaşasın Önderimiz Dursun Karataş.

Saygılarımla

20 Temmuz 2004

Sergül Albayrak

 

(Sergül Albayrak’ın Parti’ye mektubu Ekmek ve Adalet dergisinin 9 Ocak 2005 tarihli 140. Sayısında yayınlanmıştır.)

 

***

 

SERGÜL ALBAYRAK’IN YOLDAŞLARINA SESLENEN MEKTUBU

 

YOLDAŞLARIMA,

Çok ama çok seviyorum hepinizi. Hepimizi. Biz’i. Devrimci olmamda en büyük etken, yoldaşlık ilişkileriydi benim. Çıkarsız, hesapsız sevmek... Çıkarsız-hesapsız ölebilmek... Çıkarsız-hesapsız güvenebilmek... Çıkarsız-hesapsız paylaşabilmek... Çıkarsız-hesapsız yaşamak-yaşatmak... Yoldaşlık deyince işte, hesap yoktu, olamazdı... Yoldaşlık deyince işte, çıkar yoktu, olamazdı... İşte ben bunun için sevdim Biz’i.

Hiç mi hatam olmadı? Hiç mi sorun yaşamadım? Hiç mi sorun yaşatmadım?

Ben yurtdışında, yozluğun, kepazeliğin en uç boyutlarda yaşandığı yerde, Avrupa’da doğdum-büyüdüm. “Sevmiyordum” desem de o yaşamı, devrimci olurken o düzenin bana sunduğu alışkanlıklarım, çarpık düşüncelerim vardı. İşte bunun için de bir sürü sorun yaşadım, düştüm, tökezledim-tepetaklak oldum... Ama Partiye karşı asla kendimi dayatmadım. Diretmedim yanlışlarımda. Çünkü bildiğim ve bilinen tek bir gerçek vardı, Parti her zaman bizim iyiliğimize yapar ne yapıyorsa... “Beni yanlış anladınız”, “Beni anlamıyorsunuz” yanılgısına da düşmedim hiç bir zaman. Çünkü Parti diyorsa, görmüştür de diyordur. O halde benim yapacağım savunmaya geçmek değildi, olamazdı. Savunmak, kime-neye karşı? Yoldaşlarıma, Partime... Ne kadar Çarpık değil mi? Evet sorunlar yaşadım, yaşattım... Ama yaşadığım ve yaşattığım sorunlarda dünyam yıkılmadı. Gösterilen yolu anlamaya çalıştım. Anlamak doğruyu yapmaktır. Yapmaya çalıştım.

Hiç birimiz dört dörtlük insanlar değiliz. Ben de değilim zaten. Partinin de hiçbirimizden böyle bir beklentisi yok. İyi bir insan, iyi bir devrimci olmak demek, zaten dört dörtlük olmak değildir. Her zaman iyiye, daha iyiye ulaşma isteğiyle yürümek demektir. Hülya’mızın dediği gibi “HEP İLERİ” yani.

Evet yoldaşlar, Günayımız’dan devraldığım bandımı Sevgi Ablamızın-Koca çınarımızın gölgesinde, onurla taşıyacak, ben de zafere yürüyeceğim. Ve Günayımız gibi ben de Partiye güvenin diyorum. Parti-Cephemiz bugüne kadar söylediği her şeyi yapmış-yaptığı her şeyi savunmuştur. Bu anlamda da tektir dünyada. Ve ben her zaman gurur duydum Parti-Cepheli olmaktan.

Yoldaşlar,

Ölüm yürüyüşüne hazırlandığım bugünlerde sonsuz bir huzurla doluyum. Ve yolculuğum boyunca hep bu huzuru taşıyacağım. Şehitlerimizden ve Parti-Cephemizden aldığım güçle, siz yoldaşlarımın sevgisiyle ben de ulaşacağım zafere... Zaferim ölümüm olacak. Nihai zaferimize gerekli olan bu. Başka alternatif yok.

Yoldaşlar,

Son olarak tekrar belirtmek istiyorum, SİZİ ÇOK AMA ÇOK SEVİYORUM.

Yaşasın Ölüm Orucu Direnişimiz.

Yaşasın Önderimiz Dursun Karataş

Yaşasın Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi.

Ya Zafer Ya Ölüm.

Sevgim ve bağlılığımla

Sergül Albayrak

20 Temmuz 2004

 

(Yukarıdaki mektup, özet olarak Ekmek ve Adalet dergisinin 9 Ocak 2005 tarihli 140. Sayısında özet olarak yayınlanmıştır.)

 

 

 

Hakkında Daha Geniş Bilgi İçin...


2000-2007 Büyük Direnişi:

 

Yoldaşları, yakınları Sergül Albayrak’ı Anlatıyor:

 

Geri