Sergül ALBAYRAK’ı
Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:
Sergül Albayrak’ın
bantını taktığı gün yapılan
törende, yoldaşları
tarafından yapılan
tören konuşmasıdır:
Dostlar,
yoldaşlar
Bugün dört yıldır süren ölüm
orucu direnişimizin 11. ekipleriyle yola devam ediyoruz.
“Sonuna, sonsuza, sonuncumuza
kadar” direniş dedik hep. Bu, zafere olan inancımızdır. Haklılığımıza olan
inancımızdır. Biz devrim mücadelesinin her alanında “haklıyız kazanacağız” şiarıyla
hareket ettik ve bu şiarla büyüdük. Teslim olmadığımız her alanda sarsılmaz
mevziler yarattık.
Bugün devrim mücadelesinin can
damarı hücrelerde atıyor. 115 şehitle belediğimiz bu can damarı, tüm dünya
halkları için büyük bir güç ve moral kaynağı olurken, ülkemiz açısından
emperyalizmin ve faşizmin korkulu rüyası, bizimse devrim yolundaki en güçlü
mevziimiz olmuştur. Bugün 11. ölüm orucu ekibimizle bir kez daha tekrarlıyoruz
ki, biz bu mevziyi terk etmeyeceğiz.
11. Ekibimiz, Sevgi Erdoğan
ekibi... Sevgi Erdoğan, devrimde ve zaferde ısrarımızın adıdır. Ömrünü devrim
mücadelesine adamış koca çınarımızdır Sevgi Erdoğan. Yaprak kımıldamadığı
dönemlerde, önderimiz ve hareketimizin kadroları faşizmin zindanlarında işkenceler
altında umudumuzu büyütürken, koca çınarımız koşullara boyun eğmeden, umudumuzu
dört bir yana yaymak için sınırsız bir özveriyle, sarsılmaz bir inanç, güven ve
kararlılıkla, sonsuz bir sevgi ve emekle çalışandı. Tecrite karşı direnişimizde
de feda dedi ve tüm birikimini, sevgisini bize bıraktı. Bugün de Sevgi Erdoğan
faşizmin hücrelerini parçalayacağımıza olan inancımızın, zafer iddiamızın,
partimize ve halkımıza duyduğumuz güvenin, direnişte ısrarımızın ve kararlılığımızın
adıdır.
Bugün 11. ekipte yer alan yoldaşlarımız,
devrim mücadelemizin bu onurlu göreviyle bantlarını kuşanıyorlar. Feda ateşleriyle
iddiamızı çelikleştiren 10. Ekip kahramanlarımızdan devraldıkları bayrağı en
önde taşıyacaklar. 115 şehidimizin gücü Sevgi Erdoğan’larımızda şimdi...
115 şehidimizin her biri devraldıkları
mirası büyüterek, onurla tamamladılar görevlerini. Her gün, her an, hücre hücre
verdikleri çetin çarpışmalarla vardılar hedefe. Eriyen her bir hücrelerinin
yerine an be an büyüttükleri güveni, bağlılığı, inancı, kararlılığı, sevgiyi
koyarak direniş mevziimizi güçlendirdiler.
Evet, şimdi bu mevzinin en önünde
11. Sevgi Erdoğan ölüm orucu savaşçılarımız var. İnanıyor ve güveniyoruz ki
Sevgi Erdoğanlarımız’la mevzimiz daha da büyüyecek, daha da çelikleşecektir. Bu
inançla tüm 11. ekip savaşçılarımıza başarılar diliyor, alınlarından öpüyoruz.
Yolun açık olsun can yoldaşımız
Sergül... Her zaman seninle olacağız. Seni Sevgi Ablamızın, koca çınarımızın
sevgisi ve sıcaklığıyla kucaklıyoruz.”
***
Sergül’ün fedası hakkında
bir yazı:
İki kelime: ‘TECRİT
KALKSIN’
Sakin ve kararlı adımlarla yürüdü
kaldırımın hemen bittiği yerde başlayan çimenlere doğru. Eğildi, cebinden çıkardığı
katlanmış kâğıdı açıp tam köşeye koydu, üzerine de zarfı yerleştirdi. Gözleri
gayri ihtiyari kağıdın üzerinde yazılı o iki kelimeyi okudu yeniden. Doğruldu
ve meydanın ortasına doğru yürümeye başladı. ‘Son kez başını çevirip geriye bıraktıklarına
baktı “acaba bir şey unuttum mu?” dercesine. Hayır eksik bir şey yoktu. Her şey
o iki kelimedeydi. Yürüdü. Meydanın ortasına yakın bir yerde durup, hızla yanıcı
sıvıyı üzerine döktü ve aynı hızla çakmağını çıkarıp çaktı... Kim bilir,
elindeki çakmak bir yoldaşının armağanıydı ona belki, son düşündüğü o yoldaşı
olmuştu...
Biraz sonra “olay yerine” gelen
gazeteciler iki fotoğraf çektiler peşpeşe. Önce yüzde sekseni yanmış bir
bedenin ve sonra çimler üzerine bırakılmış bir kağıdın fotoğraflarını.
Külle kaplı bedenin kolu yana
uzanmıştı ve iki parmağı zafer işaretinde kilitli kalmıştı. Ve toza bulanmış yeşil
çimenlerin üzerine bırakılmış kağıtta iki kelime yazıyordu:
TECRİT KALKSIN!
Bazen binlerce kelime yetmez
anlatmaya; bazen iki kelime her şeyi anlatır. Sergül Albayrak yoldaşımız fedaya
hazırlanırken, bugüne kadar yapılmış yüzlerce açıklamayı, geride bıraktığı
mektupları iki kelimede özetlemişti: TECRİT KALKSIN!
Bir dosya kağıdına yazılmıştı iki
kelime. Büyükçe bir pankart da olabilirdi. O böyle tercih etmişti. Her şey yalın
olmalıydı. Elindeki çakmağın ateşi kadar yalın. Kendisiyle birlikte 118
devrimcinin ölümü göze alışı kadar, düşünceleri, inançları kadar yalın...
Yalındı her şey; 26 yaşındaki bir
genç kızımızın düşünceleri, inançları uğruna kendini feda edişi üzerinde tartışılmaz
bir gerçekti. “Ya düşünce değişikliği, ya
ölüm” diyen faşist politika, tartışılmaz bir gerçekti. Bu faşist dayatmadan
sonuç alabilmek için uygulanan TECRİT açıktı. Sergüller’in, sınıf mücadelesinin
olanca keskinliği ve yalınlığı içinde “Ya Zafer, Ya Ölüm!” diyerek bu politikanın
önünde 118 şehitle ördükleri barikat da tartışılmaz bir gerçektir. Her şey Sergül’ün
feda eylemindeki iki kare resim kadar nettir.
Çok şey mi istiyordu Sergül? Bir
açıdan bakarsanız hayır! Bir başka açıdan bakarsanız, evet! Hayır; çünkü tek
bir talep vardır ortada: TECRİT KALKSIN! İnsanlıktan çıkmamış hiç kimsenin
savunamayacağı ve savunamadığı bir uygulamadır tecrit. Kendinizi Nazilerle özdeşleştirmedikçe
savunamazsınız da. Beyninin bir Nazi gibi çalıştığından çok emin olduğumuz
Adalet Bakanı Cemil Çiçek bile, halkın karşısında savunamıyor tecriti. “Tecrit
yok” diye inkâra sığınıyor. Tecrit kalksın diyoruz; tecritin altında
olmadığımız insanca yaşam koşullarını talep ederek, en demokratik, en meşru
hakkımızı istiyoruz. Ama bir başka açıdan bakarsanız, bu iki kelimelik taleple “çok
şey” de istiyoruz. Bunu söylerken, düşüncelerimizle, inançlarımızla yaşamak
istediğimizi söylüyoruz. Savunduğumuz, canımız pahasına koruduğumuz düşüncelerimiz,
ki emperyalizmin ve oligarşinin yeryüzünden silmek istediği düşüncelerdir. İki
kelime işte bu noktada dünya çapında bir anlam kazanıyor; halkların yüzlerce yıllık
mücadelesini kapsar hale geliyor.
Tecrite karşı direnirken, umudu
yoketmek, devrimi silmek politikasına karşı direniyoruz. Tecrit üzerine kavga,
5 yıldır sürüyor. Biz daha kararlı, daha güçlüyüz bu kavgada. Çünkü Sergüller’imiz
var. Tarihin en koyu sansürüne rağmen, Sergül’ün “çığlığı” ulaşıyor kulaklara. İki
kelimelik kağıt, kazınıyor tarihe. Kimse görmezden gelemezdi, çünkü Sergül’ün
bedeninden yükselen alevler aydınlatıyordu o iki satırı. Bir gece vakti dağların
karanlık doruklarına alevlerden yazılmış bir yazıydı o. Parlaklığını Sergül’ün
bedeninden çıkan alevlerden alan fosforlu bir yazıydı... Alevleri görmemek için
gözünü kapatanların gözkapaklarını yakar, parlaklığı görmezden gelenin gözünü
alırdı... İstanbul’da yaşıyorsanız eğer, Taksim’den geçişinizde Sergül’ün o kağıdı
bıraktığı yere bakın; iki kelimenin oraya bir daha kazınmamak üzere nakşolduğunu
göreceksiniz. Havada Sergül’ün bedeninden yayılan yanık kokusunu duyacaksınız.
Kültür Merkezi’nin, büyük otellerin camlarında alevlerin şavkını fark
edeceksiniz. Tarihe, topluma, coğrafyaya, hafızalara böylesine kazınan bir
direnişin sesini hangi sansür boğabilir? Kanla, feda ateşleriyle, açlıkla yazılan
bu tarihi kim silebilir? Katliam ve Tecrit Bakanlığı’nın “hapishaneler huzur içinde” demagojileri, düzenin icazetinden milim
dışarı çıkamayan siyasi korkakların “gündemimiz değil” safsataları, direniş
kaçkınlarının “yenilgi” teorileri, hiçbiri “Ya zafer, ya ölüm” kararlılığıyla
yürüyen Sergüller’in önünde duramaz.
(Sergül Albayrak’ın feda
eylemini anlatan bu yazı Ekmek ve Adalet dergisinin 16 Ocak 2005 tarihli,
141.sayısında yayınlanmıştır.)
***
Sergül’ün devrimcileşmesi
ve
kahramanlaşması hakkında
bir yazı:
‘Bireyciliğin
merkezinden fedanın doruğuna’
-
Sergül’ün Avrupa emperyalist kültürüne karşı mücadelesi -
Sergül’ün Avrupa emperyalist
kültürüne karşı mücadelesi
Avrupa kültürü içinde yetişti, yıllarca
o kültürle yaşadı ve bir gün geldi, başka değerlerle tanıştı: Halk ve Vatan!
Almanya’daki Sergül ve açlığa yatan, Taksim’de bedenini tutuşturan Sergül iki
ayrı kişiliktir. İki ayrı kültür, iki ayrı dünya görüşü, iki ayrı kişidir. Aşağıdaki
yazı Sergül Albayrak’ın çeşitli anlatımlarından derlenmiştir; kendi kişiliğinde
yürüttüğü savaş büyük bir savaştır ve o bu savaştan zaferle çıkmıştır. Bu savaşı
kazanmak için onlarca, yüzlerce ayrı mevzide çarpışması gerekiyordu Sergül’ün.
Alışkanlıklarından, “takıları”ndan, beynini o güne kadar şekillendiren
kavramlardan kurtulmak ve onların yerine yeni değerler koymak için çarpıştı,
Halk ve Vatan’ın adım adım içini doldurdu. Kendi kuşağı (ki onlara Üçüncü kuşak
deniyor Almanya’da) kimliksizliğin, kültürsüzlüğün bataklığına yuvarlanırken, o
kimliğini buldu... Sergül’ün kendini anlattığı satırlar, herhangi bir yaşam
öyküsü değil, bireyciliğe, burjuvazinin özgürlük anlayışına karşı bir savaşın
öyküsüdür.
...
Dedemler ekmek parası için,
memleketlerini bırakıp Almanya’ya yerleşmek zorunda kalmışlar 1960’ların sonlarına
doğru. Annem ve babam da Almanya’da tanışıp evlenmişler. Ve ben Almanya’nın bir
kasabasında, Gürcü-Laz karışımı bir çocuk olarak dünyaya gözümü açmışım... Hep
denir ki, emperyalizmin insanlara verebileceği hiçbir kültür-değer yoktur, kültürsüzlük-değersizlikten
başka... Ben bunu en bariz kendi ailemde yaşayıp görerek büyüdüm.
Alpler’in eteğindeki bir küçük
kasabada (Bad Urach) geçti çocukluğum. Türkiye’ye izine çok seyrek geldiğimizden
memleketimi ise hiç tanımadım desem yeridir. “Aslen Adapazarlıyız” derdik.
Adapazarı’nı da 15 yaşıma kadar görmedim, tanımadım. Memleketimi tanımak bir
yana, “Anadili Türkçe” ibaresi kimliğimde yazılıydı sadece. Yoksa Türkçe konuşmayı
ben tam anlamıyla hapishanede öğrendim. Hatta, hapishanede, 19 Aralık öncesi,
koğuşlardayken daha, memur bir arkadaşımız vardı, bana Türkçe dersi veren. Yani
üç yıllık tutsaklıktan sonra bile, konuşmamda olsun, yazım dilinde olsun, hala
Almancalaştırdığım şeyler vardı... Tabii bugün de hala atamadığım bir durum bu
ya, artık o kadar bariz bir sorun değil, bu benim için.
Arkadaşlarım aynı şeyi söyler mi?
O da ayrı tabii... “Şeyy... Ne deniyordu... Hımmm???” cümlelerime en çok onlar
tanık oluyor haliyle.
“Özgür” Sergül
İki kültür arasında büyüyen, büyüdükçe bocalayan ben, 15 yaşıma
geldiğimde evden kaçtım. Bir yanda ailem, hala belli geleneklerini,
kültürlerini korumaya çabalayan, bir yanda alabildiğine bu kültüre uzak,
gittikçe de uzaklaşan ben... Ailemle yaşamayı istemedim. “Özgür” olmak, “dilediğimi
yapmak” istedim. Tabii gerçek özgürlüğün ne olduğunu bilmeden. Sokaktaki yaşamım
çok uzun sürmese de, emperyalizmin özgürlük anlayışına çok çabuk kapılıvermiştim
bu süre içinde. Tabii canım, sigara-alkol-uyuşturucu... isteyen istediğini
yapmakta özgürdü. Ben de artık “özgürdüm”. Aile baskısı yoktu üzerimde... Hem
ne olacaktı bir iki fırt esrardan, bir iki kez extacy almaktan... LSD vs. vs...
Hem madem söylendiği gibi kötüydü tüm bunlar, o halde kendim deneyerek
görecektim zaten, görünce de bırakacaktım... İşte emperyalizmin “özgürlük”
anlayışıydı önümdeki yol. Kendini “özgürlük havarisi” ilan eden Amerika’nın
Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Irak’ın işgalinin ilk günlerinde her yer yağma
ve talana maruz kalırken diyordu ya; “özgür insanlar, suç işleme özgürlüğüne de
sahiptirler!” Ne özgürlük ama! Suç işleyeceksin ki, dönsün onların çarkları...
Suç işleyeceksin ki, çarklarına çomak sokmak gelmeyecek aklına... İşte
emperyalizmin özgürlüğü buydu. Ne yazık ki, onbeş yaşımda ben tüm bunları
görebilecek, görsem de kavrayabilecek bilinçten yoksundum. Ve ben özgür olduğunu
düşünen milyonlarca gençten biri oluvermiştim işte.
“Özgürüm”, ama her şey “can sıkıcı”,
“İntihar”dan başka ne yapılabilir? Artık evden kaçmam “resmiyet” kazanmıştı.
Bakanlığa bağlı çalışan koruyucu aile gibi bir ailenin yanına verildim, bir
süreliğine. Ben o güne kadar parasızlığa alışkın değildim. Ama o ailenin yanında
kalırken devletin belirlediği haftalık harçlık benim sigara paramın yarısını
bile karşılamıyordu. E bu durumda ne yapmalıydım. Çaldım. Çalmaya başladım.
Zaten ailede kaldığım da pek nadirdi. “Şu arkadaşımda kalacağım-bunda kalacağım”
derken iyice sokaklara alışmıştım. Ve bir süre sonra da artık orada kalmak da
bana can sıkıcı geliyordu. Ve zaten her şey “can sıkıcı” gelmeye başlamıştı.
Özgürlüğümün sınırı da yoktu yani!...
Düşünün ki, yenice 16’sına basmış
bir genç olarak ben ve kafadengim bir arkadaşımla, koyup pasaport ve
kimliklerimizi cebimize, küçük bir Avrupa gezisine çıkmayı kararlaştırıp,
otostopla yola çıktık... Avusturya, Macaristan, sonra... Hedefimizde Hollanda,
Belçika varken polise yakalanmamızla son buldu. Ve benim küçük “özgürlüğüm”
elimden alınarak aileme teslim edildim!
Evde her şey eskisi gibiydi. Ama
ben de artık kaçmak istemiyordum. Hem nereye? Sokağa mı? Hayır istemiyordum.
Annemin oraya mı? Hayır bunu da istemiyordum. O zaman? Aklıma ilk gelen şey
intihardı... O gün okulda yine esrar içmiştim eve geldiğimde uyudum biraz...
Önce bileklerimi kesmeyi düşündüm. Ama yapamadım. Sonra da işte ikiyüz küsur
tane ağrı kesici türünden haplardan içtim ve yattım... Gözlerimi hastanede açtım.
Ne yapabilirdim şimdi?...
Sokaktaki yaşam beni kendine çekiyordu çekmesine ya, nereye kadar? Tekrar evden
kaçıp, bu sefer yıllardır görmediğim annemin yanına gittim...
“Başka” bir dünyaya açılan
kapı
Ve annemin yanında yaşarken,
tamamıyla tesadüfen bir tanıdığın düğününde, oturduğumuz masada devrimcilerden,
Devrimci Solcular’dan bahsedildiği bir sohbete dahil olmuştum... Kimdi bu
devrimciler? Nasıl bir şeydi devrimcilik?... Gerici dayım “ben Dev-Solcular’ın
olduğu yerde olmam” diyordu. Biraz saygıyla, biraz korkuyla bahsediliyordu
onlardan... Merak işte. Dayımı kaçırtan bu Dev-Solcular kimdi ki? Aradım
buldum. Bir aile... Senin benim gibi. Anne-baba, üç de çocuk. Çok ilginç gelmişti
bana. Yani bunlar mı şimdi dayımın rahatını bozdu diye düşünmüştüm. Tabii ne
görünüş itibariyle diğer insanlardan bir farkları vardı, ne de aile yapısı
itibarıyla. Bu durum beni daha da meraklandırdı. Tanışmak istedim. Evet, konuşmaları
farklıydı. O kırık dökük Türkçemle anlayabildiğim kadarıyla bile, farklı
insanlardı bunlar, düşüncede, dünya görüşlerinde. Ve böylece araladım ilk
etapta hiç tanımadığım bu dünyanın kapılarını.
Bu dünya bambaşkaydı... Bu dünya
sevgi üzerine kuruluydu. Bu dünyada her şey apaçık ortadaydı... Biraz şaşkınlıkla,
biraz da merakla her gün yeni yeni şeyler öğrenerek ilerlemeye başladım
devrimci olmanın yollarında.
Özgürlüğün ve mutluluğun
yeni tarifi
Ve derneğe gidip gelmeye başladım.
‘95 sonlarıydı. İlişkileri çok sevmiştim. Yani oradakiler birbirlerine kötü
gözle bakmıyordu, her şey kadın-erkek ilişkisinden ibaret değildi. Bir “aile”
gibiydi, tam anlamıyla. Bir sürü abi, bir sürü abla, kardeş vardı. Derneğe
gidip gelmeyi seviyordum. Konuşmalar saçma sapan değil. Gerçi o güne kadar hep
politikadan nefret eden biri olarak “siyaset” gibi kelimeleri sevmiyordum. Ama
sonra anladım ki ben yalan dolan dolu politikayı sevmiyordum. Bu ise başka,
bambaşka bir şeydi. Devrimcilik... Annem istemiyordu bu kadar sık derneğe
gitmemi. Tabii benim halim de görülmeye değerdi hani. Her bir kulakta sekiz
küpe, kaşta “pearcinp”, burnumda hızma, boynumda sekiz-on tane boy boy gümüş
kolye, parmaklarımda ikişer tane Barış Manço yüzüğü... Tabii kaşımın birinin
yarısı yok, saçımın alt tarafı sıfır üçe vurulmuş. Sürekli beyzboll şapkalarından
takıyordum. Yani derneğe ilk gidip geldiğim dönemler böyleydi. Yavaş yavaş
çevreme bakarak çıkarmaya başlamıştım “takılarımı”... Ama hala vazgeçemediklerim
vardı. Mesela küpelerim, hızma ve pearcinpım... Ve süreç ‘96 süreciydi artık.
Hapishanelerde AG’ler başlamıştı. Ve dernekte destek AG yapılacağı söylenmiş,
gönüllü olarak katılmak isteyenler sorulmuştu. Toplantı arasında, bunun Türkiye’deki
tutsaklara ne faydası olacağını sormuştum. Yani biz Almanya’dayız onlar Türkiye’de.
Anlattılar. Ve ben de “tabi ki katılacağım” demiştim o zaman...
Bir bir çözülüyordu kafamda
varolan soru işaretleri. Ve en başta “ben neyim?” sorusu... Evet insandım; bana
göre “özgür”... Oysa ki özgürlük, içip içip sarhoş olmak, başka alemlerde olmak
değilmiş... Özgür insan, düşünür. Özgür insan düşündüğünü paylaşır. Özgür
insan, mutludur, huzurludur. Oysa ki ben mutluluğu da, huzuru da başka şeylerde
aramıştım. İşte şimdi karşımda bir yol vardı... Mutluluk başkaları yanıbaşında
mutsuzken, özgürlük, başkaları yanıbaşında iliklerine kadar sömürülürken mümkün
olamazdı. O halde, bu mutluluk ve özgürlük için, benim de katkım olmalıydı. Bu
kavgada benim de yumruğum, bu savaşta benim de silahım olmalıydı.
Artık ben de kurtuluş için “varım”
diyenlerdendim. Ve tam da bunun için, bir gün ansızın, içinde bulunduğum otobüs
durduruldu ve ... Türkiye’nin Tokat’ında, Türkçe’yi bile henüz bilmezken, 19 yaşında,
tutuklandım. Ankara’da DGM’de, üç duruşmada, örgüt üyesi olduğum iddiası ile
12.5 yıl hapis cezası aldım... Sonra hapishaneler.
...
Sergül artık devrimcidir,
memleketindedir ve hapistir. Peki savaşı bitmiş midir? Hayır! Daha kazanılacak
çok savaş vardır. Daha müzik zevkinden, yaşam-ölüm felsefesine kadar değişecek
çok şey vardır. Hiç göremediği memleketi Adapazarı’nı, Sakarya Hapishanesi’ndeyken
görecektir; tam da 20 Ağustos 1999’da, Marmara depreminin üçüncü gününde. Moloz
yığınına dönüşmüş memleketindeki acılı, çaresiz insanları görecektir. Ve daha
da pekişecektir devrimcilik tercihi...
...
Rap’tan, hip-hoptan
türkülere
Yaşamın orta yerinde olmaktır ya
yaşam denilen şey... Ve bugün yaşamın orta yeri, direniştedir. ... Hani türkü,
marş konusunda da diyeceklerim var... Ama, bunda da geriye bir bakış yapmak şart.
Hani Türkçe’yi konuşmayı bile bilmediğimden bahsetmiştim ya... Tabii eskiden
dinlediğim müzik daha çok Rap, hip-hop tarzıydı. Evden kaçtığım dönem ise, anarşist
arkadaşlar edinmiş, biraz biraz Punkçuluğa merak salmıştım. Şimdi bazen TV’de
radyoda çıkıyor bu tarz müzikler. Kendi kendime “bu müziklerde o zamanlar ne
bulmuşum” düşüncesiyle dinliyorum, gülüyorum... Evet, türküler-marşlar dedim
ya, çok severim söylemeyi de, dinlemeyi de. Türküleri de İsmet (Kavaklıoğlu-Ulucanlar
katliamında şehit düştü) Abim sevdirmişti bana Ulucanlar Hapishanesi’nde kalıyorken.
Gürsel (Akmaz) Abimle bu konuda uzun uzun mektuplaşmalarımız olmuştu. En son
mektubunda, şehitliğinden önce yazdığı, “Türkülersiz yaşayamam” diyordu... Ve şehidimiz
Rıza Poyraz’ın söylediği “Türküleri halkım kadar severim”... Evet, türkülerde
halk vardı çünkü. Halkımızın acıları, özlemleri, sevinçleri, sevgileri...
Türkülerde insan vardı. İnsana verilen değer... Zulüm vardı ve zulme isyan...
Çok güzel şey türkü. “Oynama şıkıdım”lara, içi boş bol sözlü ezgilere inat, yalın,
sade... Biz’i anlatan.
“Bir kez daha lanetler yağdırıyorum
emperyalizme... Emperyalizmin yaydığı o kültürsüzlüğe, değersizleşmeye...”
Evet, nereden nereye... Aksi mi aksi, yaramaz mı yaramaz bir çocukken; asi, başına
buyruk bir gence... Sonra devrimciliğe... Aykırı mı bunlar dersiniz, zıt mı
yani birbirine?... Değil! Sorun görmekte, öğrenmekte. Ve vicdan denen şeyin,
bilmenin, öğrenmenin yeterli olmadığını, sızım sızım sızlayarak
hissettirmesinde...
Devrimcilik böyle bir şey. Ve
bunun içindir ki, bugün hala tutukluyum. Hapishane hapishane dolaştıksa da, “zulümlerden
zulüm beğen” alternatifsiz şık çıktığında karşımıza, dört yıldır ölmeyi yeğledik.
Fidan gibi... Yoldaşlarına siper, halkına kalkan olmak için...
Fidan! Çanakkale’deydim ben de 19
Aralık’ta. Saat 7.20’ydi, ateşlere büründüğünde. Ve kolları havada, dimdik bir
abide gibi. Dünyayı kucaklamak ister gibi... Ve saat 7.27’ydi; onu “öldü” sandılar...
Doğru, yaşamıyordu Fidan artık tıbben. Doğru, Fidan artık koşuşturamıyor iş peşinde...
Doğru Fidan artık en derin sohbetlerde “bu sürecin ilk şehidi ben olmak
istiyorum, olacağım” diyemiyordu. Çünkü Fidan o çok istediği şehitliğe kavuşmuş,
bizlerin, Türkiye ve dünya halklarının yüreğine girivermişti, yine öyle sıcak,
yine öyle sevecen...
Şehitlerimiz... Böylesi bir
kültürden sıyrılıp devrimci olmuştum ben. Şehitlik nedir, nasıl bir şeydir? Bir
insan başkası için ölür müymüş hiç? Evet böyle düşünüyordum eskiden. Yani biraz
anlamamaktan kaynaklı, uzun uzadıya üzerine düşünmekse gereksizdi benim açımdan...
İşte bundandır ki “şehitlik” kavramı
daha çok dinsel bir öğe, bu da bana göre zaten saçma sapan bir kurallar bütünlüğünden
oluşan bir şeydi.
Bugün düşünüyorum da, özellikle
de yaşadığımız son dört yıl içerisinde şehitlik-yaşam-ölüm üzerine o kadar çok
kere düşündüm ki... Fidan’ın ölümü saçma olabilir miydi gerçekten? Ya da Ersoy’umun...
Gürsel Abi’min... Ve adlarını şu an sayamadığım toplam 112 şehidimizin, ölüm
orucunda yaşamını yitiren... Ve isyan ediyorum bir kez daha emperyalizme...
Emperyalizmin yaydığı o kültürsüzlüğe, değersizleşmeye... Benim eskiden düşündüğüm
gibi, milyonlarca belki de milyarlarca insan var bugün şimdi, şu an
yeryüzünde... Oysa ki var mı daha yüce, daha kutsal olan başka herhangi bir şey
dünyada? Kendi yaşamını insanlık adına feda ediyorsun... Feda etti
gidenlerimiz... Daha güzel bir dünya, daha güzel ve yaşanası bir ülke için...
Ne demek, bir insanın kendi acılarını ateşlerde yanarken duyumsamaması? Evet
lanetler yağdırıyorum hergün ama hergün emperyalizme bunun için; milyonların
elinden düşünme yetisini aldığı için... Düşünmek-üretmek ve düşünürken ve
üretirken, “bir canım var, o da halkıma feda olsun” diyebilmek. Evet, şehitlerimiz
bizim en büyük değerlerimizdir. Her değerin bir fiyatı vardır diyen emperyalist
ahlakın karşısında, inatla koruduğumuz, değeri yüreklerimizde hergün ama hergün
artan, büyüyen...
(Sergül Albayrak’a dair bu yazı
Ekmek ve Adalet dergisinin 9 Ocak 2005 tarihli, 140. sayısında yayınlanmıştır.)