Şengül AKKURT’u Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

 

Gecekondulu bir aile anlatıyor:

(Nurtepeli bir aile kendi mahallelerinde devrimcilik yapan Şengül Akkurt’u anlattı.)

 

“KIZIM ŞENGÜL”

Şengül’ün yeri bende ayrı... O beni mücadeleye kazandırandır. Eşim mücadele ederken ben karşı çıkardım. Eşim öldükten sonra da beni hiç arayıp sormadılar diye hep uzak dururdum. Beni mücadeleye kazandıran Şengül oldu.

Bir gün Şengül birkaç kişiyle geldi. Onu ilk gördüğümde kanım kaynadı. “Nerelisin” dedim. “Malatyalıyım” dedi. Bir süre konuştuktan sonra “Ben bir aydır mahalledeyim abla seni hiçbir eylemde görmedim” dedi. Ben de durumu anlattım. O birkaç gün sonra araştırarak gelmiş. Arkadaşlar gelmiş ama kayınlarım görüştürmemiş, hep engel olmuşlar. Sana gelip gidenleri kayınların koymamış, dedi.

“Ben isterim gerilla olayım”

Sonra bir cumartesi geldi. Kayıp ailelerinin ikinci eylemi olacaktı o gün. Bana “gider misin” dedi. Gittim. Saldırı oldu. Sürüklediler. Kısa bir gözaltına alındım. Mahalleye gidince Şengül geldi bana sarıldı. O öyle yapınca ben bunlara varım, dedim.

Bana seni gerillaya gönderelim derdi. Yok derdim, ne işim var benim gerillada, böcekleri vb. yiyemem ben. Bana anlatırdı. Öyle değil, gerillayı böyle çarpıtıyorlar. Tabii zorda kalınca belki onlar da yenebilir ama gerilla öyle değil. Ben isterim gerilla olayım. İnancım bu ama bu bana bağlı değil, dedi.

Şengül’ün Nurtepe’de bir gözaltısı oldu. Bana önce söylemek istemediler. Anneme gidip anlattım. Annem “Neden kardeşin alınmadı da o alındı onu mahvederler” dedi. Annem kendi çocuğundan daha çok seviyordu Şengül’ü.

İrfan Ağdaş için Saya Yokuşu’na gitmiştik. Orada saldırı olmuştu. Ben de çocukla gitmiştim. Polise yalan söyleyerek atlattım. Ama dönüp geldiğimizde çocuk hasta onunla gözaltına alındım diye Şengül’üm çok korkmuştu.

Dağa deseler gitmez misin diye sordular bir gün. Ben yok gitmem, dedim. Şengül keşke bana gitme şansı tanısalar, dedi. Cenazesini kastederek bana “Bir gün Malatya’ya mecburi gideceksin” dedi. Ama bu olaydan geç haberim oldu. Gece oğlum “Anne Şengül abla, bomba, patladı” deyip durdu. Ben de komşu Şengül’e baktım, birşey yok, dedim. Sonra gazetede gördüm haberi...

Şengül tutuklanınca annem çok etkilenmişti. Aslında Ümraniye’de Şengül’den önce de girmiş akraba çocukları da vardı. Onlara hiç gitmemişti ama Şengül tutuklanınca “Bir kere karakızımı göreydim” diyordu. “Bu kız sizden iyi, saygılı, o kız çok ciddi” diyordu.

Annem cezaevine Şengül için gitti. Şengül’ü camın arkasında görünce “Gel kucağıma alayım, sarayım, elini tutayım” dedi. “Daha yakına getirmiyorlar” dedi Şengül. Tabii annem gardiyanlara kızdı “Hırsızlık mı etmiş” diyor, gardiyanlar için de bunlar tam katil, diyordu.

Yine bir gün Kurtuluş Gazetesi’nin basılacağını öğrendik. Şengül de o gün Kurtuluş’taydı. Mahalleli olarak toplanıp Kurtuluş’un önüne gideceğiz. Çocuğum hasta, sarası var. Çocuğu anneme bırakıp gideyim diye düşünüyorum. Anneme gittim. Şengül’ün olduğu gazeteyi basacaklarmış, ben oraya gideceğim çocuk sende kalsın dedim. Bana ne çocuktan, onlar evde kalsınlar, ben de gideceğim dedi.

Şengül’ü pazarda söylediler. Hemen bir gazete aldım. Görünce yıkıldım. Anneme götürdüm gazeteyi. Annem niye gazeteyle geldin, dedi. Annem cenazesine beraber gideceğiz, dedi. Kaldırıldığını öğrendik. Ertesi gün onun için helva yaptı.

Bir gün mutlaka gideceğim Malatya’ya mezarını ziyarete. O bana bir gün Malatya’ya mecburi geleceksin, demişti.

 

(Bu anlatım Ekmek ve Adalet dergisinin 30 Haziran 2003 tarihli

66. Sayısında yayınlanmıştır.)

 

***

 

Şengül Akkurt’un anısına...

Feda Şarkısı

 

Uzaktan, hatta seslerini duyacak kadar yakından da görenler hiçbir olağanüstülük farkedemezdi. Genç bir kadın yüzünde geniş bir gülümsemeyle kapıdan çıktı. Geride kalan:

- Hoşçakal görüşürüz, diyerek  öpüp, hızlı adımlarla sokakta yürümeye başladı. Geride kalan, çok kısa bir an baktı gidenin arkasından, gözleri doluydu.

Temiz bir bahar sabahında Ankara’nın bir kenar mahellesindeki bu basit vedalaşma ne büyük bir sarsıntının habercisiydi oysa.

Genç kadın rahat ve emin adımlıyordu yolunu. Ah bu yollar... Bu çamurlu, bu delik deşik yollar. Bu yolları her gün yorgun adımlarla yürüyen yoksullar. Havalı bir delikanlı, upuzun pardesüsüyle yaşlı bir kadın, onun elinden tutmuş hiçbirine cevap olamamasına rağmen gözlerini kocaman açarak ardı ardına sorular soran şu çocuk, elinde bir paket sigara ve para üstüyle koşan üstü başı yağ içindeki şu çırak...

‘Ömrümü verdim size’ diye düşündü, mutlulukla. En fazla 25 yaşında, kara gözlü, buğday tenli, siyah saçlı ve küçücük elleri vardı. Fazla dikkat çekmeyen kıyafeti, bir omzunda çantasıyla sıradan biri gibi adımlıyordu yolunu. Adımlarında her şeyi düşünmüş, anlamış olmanın rahatlığı. Yürüyordu hedefine. Dikkatini çevresine, yoluna vermesi gerektiğini bildiği halde bazen uzaklara gidiyordu düşünceleri. Yarı karanlık, çift cam ve parmaklığın arkasından karşısındakinin yüzünü zor gördüğü ziyaret kabini. Kimi şen, kimi hüzünlü sesler, kırık dökük cümleler, yaşlı analar, babalar ve ürkmüş çocuklar... Her çeşit insan ve hapishanenin o kendine has atmosferi sarmış çevresini. O ise, tüm dikkatini karşıdaki sese vermişti. “Ben tek başına ne yapabilirim” demişti. Ve şimdi cevaben söylenenleri yutarcasına dinliyordu. Daha o anda, yeni ilişkiler, ilk elden yapılması gerekenler şekillenivermişti kafasında.

Bir saat sonra Malatya il merkezine giden dolmuşta dalgın gözlerle dışarıyı seyrederken mutlu olduğunu hatırlıyordu. Bulunduğu alanın yükünü omuzlamaya hazırdı. Dolmuşun ani freniyle dağıldı düşünceleri... Malatya’da değil Ankara’daydı. Ve “tek başıma ne yapabilirim” diyen küçük kız çoktan yitip gitmişti. Dolmuşa yeni yoksullar bindi. Bu arada minibüsün teybinden “İstanbul sokakları” adlı şarkı çalmaya başladı. Bunu da “giderayak” bir hediye sayıp gülümsedi. İstanbul’daydı... Emekçi semtlerinin sokakları arşınlamış, kavgada adım adım ustalaşmıştı. Yeni insanlar, yeni bir alan, öğrenilecek yeni şeyler... hem heyecan hem de korku vardı. Evet, önceleri korku vardı ama, büyük ailesinin sıcaklığı bir anda sarıp sarmalamış, çok kısa sürede yine rahat, kararlı haline dönmüştü. Sonra gözaltılar, düşmana verilen şaşmaz direnme cevabı ve mapusluk...

Gözlerinin önünde bir bir can yoldaşları geçti. Gülümseyen, öğreten, üreten yüzler. Ümüş, Gülay, Veli Dayı, İbili... Sonra katliam ve direniş, an an tüketilen açlık yolu... O günkü öfkesi, sevgisi capcanlıydı yüreğinde. Titredi. “Hesap soracağım!” demişti. Ve şimdi o an yaklaşıyordu. Gülümsedi.

- “Ömrümü verdim size...” Yanında oturan 40 yaşlarında bir kadın hafifçe dönüp “bir şey mi dedin kızım?” diye sordu. Sesli düşündüğünü fark etti. “Yok abla” demekle yetindi.

Küçük, sıska bir kızdı şimdi de, köyündeydi. Düşüp anlını kanatmış, ama ağlamıyordu. Ablası yarasını yıkarken yine aynı şeyleri söylüyordu. “Yok abla birşeyim..” İnatçıydı! İnantçı çocuğun düşleri şimdi uçsuz bucaksız tarlaların, meyve bahçelerinin, ırmakların, dumanlı dorukların üstünde süzülüyordu.

Son bir kez daha kucaklıyordu yurdunu.

- Ömrümü verdim size.

Bu topraklar için, gelecek için, hesap sormak için tüm benliğinden, her bir hücresinden ezgilenen bir şarkı vardı kafasının içinde şimdi. Dilinden ha döküldü ha dökülecek. “Kargalar bile güler” dediği sesiyle avaz avaz bağırarak söyleyecekti neredeyse. Bu şarkı tüm direnenlerin, tüm yoksul halkların çok iyi bildiği, yüzyılların içinden akan kavga ırmaığının coşkun şarkısıydı.

Fedanın şarkısıydı.

Dolmuştan indi. Son hazırlıklarını yapmalıydı. Sitelerinde, fabrikalarında, yoksul semtlerinde ezilmişliğin; büyük binalarında, kurmaylıklarında işbirlikçiliğin, rezilliğin hüküm sürdüğü zulmün başkentiydi burası. Sürekli akan trafik, anonslar, koşturmaca... Hepsinin içinde O, usul usul derinlerde bir yerde atan nabzı duyuyordu. Adımlarını onun ritmine ayarladı. Hızlandı... Dakikalar geçti... Ve kulakları sağır eden bir patlama....

Ankara soluğunu tuttu. Nabız durdu. Geriye patlamanın yankısı, yıkılan duvar ve dökülen camların gürültüsü kaldı. Ankara’nın ortasında “feda” diyen bir gümbürtü yurdumuzun yürek atışlarına karışırken, Tv’lerden isimler, yüzler geçiyordu. “Canlı bomba” diyorlardı karanlıkta sönen fısıltılar gibi.

Bir tek feda savaşçısının gülen gözleri vardı şimdi. Adı Şengül Akkurt’tu...

 

(Bu yazı, Ekmek ve Adalet’in 15 Mayıs 2005 tarihli 158. Sayısında yayınlanmıştır.)

 

***

 

HATIRLADIM SENİ ŞENGÜL

 

Yemin ederim ki hatırladım seni. Üzerlerinden “bir korku bulutu” geçirdiğin halkın düşmanlarının, hafızamı temelli yok edemediklerini bir kez daha sen gösterdin. Hafızamda o kadar derin bir yoldaşlık izi bırakmışsın ki, hatırladım seni. Aynı duyguları, ortak anılarınızın olduğu diğer gazilerimizin de yaşadığından adım gibi eminim Şengül.

Önce ismin, hafızamı adeta didik didik ettirerek “mutlaka tanıyor olmalıyım” dedirtti. Bir gün sonra gözlerim resmini aradı. Buldum ve dakikalarca rengini saçlarından alan, simsiyah üzüm gözlerine baktım. Heyecan, öfke, coşku, gurur, hüzün, yüksek bir saygı ve bize özgü ne kadar duygu varsa, niye saklayayım ki, tutamayarak kendimi gözyaşıyla birlikte seni hatırlayarak yaşadım.

‘99 yılı mıydı? Seninle birlikte devrimci bir faaliyeti yerine getirirken, o senin kinle yüzlerine haykırdığın “Manukyanın çocukları” tarafından önümüz kesilmişti. “Kimlik” dediler. İkimiz “önce siz gösterin” dedik. İtiş-kakış. Sonra göstermek zorunda kaldılar. (Orası Taksim ya da bir mahalle olmalı.) Gözaltına almak istediler. Bu arada sen etrafımıza toplanan halka, işkencecileri teşhir eden haykırışınla onların gerçek niyetini ortaya çıkarınca sopa ve tüfek dipçikleriyle saldırıya geçtiler. Karşılık verdik ve bir kaç tanesini yaraladık. Bu durum araçda ve karakolun merdivenlerinde devam etti. Sonra ayrı ayrı odalara almak istediler ama o esnada onların elinden nasıl kurtuldun bilmiyorum ama “bırakın arkadaşımı manukyanın çocukları” diyerek beni korumak için bana işkence yapanlara saldırarak vurmuştun. Bu davranışın kıymet biçilir cinsten değildi Şengül. Karakoldaki bu durum kaç saat sürdü bilmiyorum ama bizi, bir an önce bırakmak istemelerine rağmen senin, “el koyduğunuz yayınlarımızı geri almadan gitmeyeceğiz” yönündeki ısrarın onları, gözaltına aldıklarına alacaklarına bin pişman etmişti. Evet yayınlarımızı söke söke geri almıştık ve düşmana meşrululuğumuzu dayatarak kazanmanın mutluluğunu yara bere içinde olmamıza rağmen nasıl da yaşamıştık karakoldan çıkarken.

Bu anımı kısmen olsa da hatırlayabiliyordum. Resmini görünce ayrıntılarıyla çıkardım. İnan Şengül bunları sana yazarken o anları aynı heyecan ve mutlulukla yaşıyorum. Ali Rıza Demir’imizin elleri ellerimde şehitliğe koşuşundan bir-iki gün evvel söylediği sözler (“sizin hafızanızdan çalınan hücrelerin yerini benden eksilenler doldusun”), nasıl ki biz gazilerin ilacı olmuşsa, senin de hücrelere ayrılan bedenin tekrar tekrar yeniden başta bizlerin, onların, yüzlerin ve and olsun ki binlerin bedeninde, beyninde toplanacak.

Seni anlatıyorum Şengül... Gözlerini. Gözlerindeki pekliği. Ciddiyetini, sebatını, tevazunu, o sadeliğini ama ille de üzüm karalığındaki gözlerinin içinden menevişlenerek ışıldayan ak ipiltileri... Bilmem bağlılığını, erdemini, yüksek ahlakını ve militanlığını anlatmaya yeter miyim, haddime sığar mı? Bunu, tahribi en yüksek sesinle sen anlattın. Devrimcisiz bir Türkiye yaratmak isteyen düşmana bir kez de sen ders verdin. Dünya tersine dönse de, dünyada en olmaz denen şeyler olsa da, fedaileşen bir halk hareketi olmamızın engellenemeyeceğini bir de sen kanıtladın Şengül. Tarif edilemez güzellikteki kalbini, avuçlarının içinde gülümseyerek, halkımıza ve vatanımıza armağan ederken, kahraman tarihimize muhteşem bir serinlik verdin. Şimdi sen, çok derinlerden kıvrım kıvrım gelen ve denizin yüzeyinde yerini ak köpük olarak alan nadide bir saflıksın. Sen, timsah sırtında nehri geçmeye çalışanlara da yol gösterensin. Sen bir aydınlatma fişeğisin.

Canımız Şengül, senin çocukların, “oyun oynayıp, dondurma, et, yumurta, peynir yiyebilecek”. Filizimiz Şengül, senin halkın, “çöpten ekmek toplamayacak, aşevi kuyrukları son bulacak, solgun, umutsuz, çaresiz, yorgun, hasta, zayıf, sapsarı anlamsız korku dolu bakışlı insanlar yerine, canlı- kanlı, gözleri parlayan cıvıl cıvıl, kendinden emin, güvenli insanlar” olacak. Yoldaşımız Şengül, senin vatanın, “ekmeğe, adalete, eşitliğe, özgürlüğe ve özgür vatana duyulan özlem”in yerine getirildiği bir ülke olacak. BUNA SANA İNANDIĞIMIZ GİBİ İNANIYORUZ.

Artık sen, Fidanlarımızdan, İbililere, Zeyneplerimizden, Cananlara, Uğurlara, Gültekinlere, Semralara, Eyüplerden, Fıratlara, Gülnihallara 107’inci KIZIL SANCAK’sın. Şimdi sen, O ŞEHİTLER DAĞI’ nın en yükseğinde “NAZLI NAZLI DALGALANAN BAYRAĞIMIZ”sın. Halkımızın militan gelini Şengülümüz, bayrağı şimdi elinden öperek devralmaya hazır, yarışan yüzlerce yoldaşın “o dağa” sabırla zaferi muştulamak için tırmanıyor. Vakur bir edayla seyret bizi.

Seni hatırladım kahraman yoldaşım. “Ayrılıklar dar vakitlere sığmaz” Şengül. Bağlılığımla, fedayı doruğuna çıkardığın kutsal ellerinden öpüyor, kahramanlığın önünde saygıyla eğiliyorum.

 

(Yukarıdaki anlatım, Ekmek ve Adalet Dergisinin 22 Haziran 2003 tarihli 65. Sayısında yayınlanmıştır.)

 

 

Geri