Selim YEŞİLOVA’yı Yakınları, Yoldaşları

Anlatıyor:

 

 

Selim’in örgütlediği bir yoldaşı anlatıyor:

 “Ama mebravo ğlayna”

 

Bir gün yurtta otururken Selim birden odaya girdi. O kadar bir tanışıklığımız yoktu. Yağan yağmurdan sırılsıklam olmuştu, biraz da kızgındı. Şehirde kitlesel ve ortak bir korsan koyulacaktı ama yurtseverlerin tavrı “şehre gidin orada buluşuruz” şeklindeydi buna kızıyordu ve binlerce insanın hareketsiz bırakılmasına kızıyordu ama Dev-Gençliler yurtseverlerin bu tavrının korsan koymak istememek olduğunu görünce bağımsız bir korsan koymuşlardı ve en kitlesel korsanlardan biri olmuştu. Selim yurtseverlerin bu tavrını kızgınlıkla anlatıyordu. Böyle örgütlülük mü olur diyordu.

Daha örgütlülüğü bilmediğim için nasıl olması gerektiği üzerine sorular sormuştum ve bize anlatmıştı. Bana sonraki korsana beraber gider ve bunu yaşarsın dedi. Bir sonraki korsana onun sorumluluğunda gittim. İlk katıldığım korsandı heyecanlıydım. Eylemdeki organize ve kararlılık benim saflaşmamı sağlamıştı. Daha sonra Selim’le çalışmaya başlamıştık. Onun emekçiliği, sakinliği ve sabrı hep bana örnek olmuştur.

Bir görev aldığında onu yerine getirmek için kafa yorardı. Nasıl yapabiliriz diye de sorup öneri isterdi. Görevi ayrıntılı anlattıktan sonra giderdik. Daha sonra da oturup değerlendirme yapardık. Her değerlendirme sonunda da Arapça’yla meşhur lâfını da söylerdi. “Ama mebravo ğlayna” (bravo değil mi bize) derdi.

Selim Arap halkının kültürünü ve geleneklerini iyi bilen ve yerine getiren bir arkadaşımızdı. Arapça’yı iyi bilirdi.

Sen rahat uyu Arapoğlu kanın yerde kalmayacak ve hesabını soracağız.

 

***

 

İLERİ’DEN: DİYARBAKIR ŞEHİTLERİ

 

95 yılına yeni umutlarla girmiştik. Partimiz ilan edilmiş, umudumuzu büyütmüştük. 94 yılında partimizi kurmuştuk, sevincimiz büyüktü, ama bir de Dayı’nın yakalandığı haberiyle sarsılmıştık. 95 yılına girerken umudumuz büyüktü. Dayı’yı mutlaka alacaktık emperyalizmin elinden. Mutlaka kararlılığımız hayata geçecekti. Yeni bir zafere hazırlanıyorduk.

İşte böyle girdik 95 yılına. Faşizm saldırıyordu her taraftan. Hem de öyle bir saldırıyordu ki, bir gün hesap verebileceğini düşünmeden azgınca ve namussuzca saldırıyordu. 12 Ocak 95’te yine bu şekilde saldırdı. Ve savunmasız silahsız insanları katletti. Saldırısına çatışma süsü vermeyi unutmamıştı.

Düşmanın bu kalleşçe saldırısı, dört insanımızı aramızdan aldı. Daha doğrusu aldığını sandı. Onlar aramızdan hiç gitmediler. Hep bizimleydiler. İki yıl geçti aradan yok ettikleri sandıkları Diyarbakır’dan nice yiğitler, nice Refik’ler, nice Selim’ler, Hüseyin’ler, Havva’lar selamlamaya devam ediyor, halklarından aldıkları güçle bütün Türkiye’yi ve Kürdistan’ı. Yine bayrağımız dalgalanıyor. Refik’in attırdığı sloganlar yine mavzer gibi patlıyor düşmanın üstüne. Melik Ahmet’de, Dicle’de, Fiskaya’da ektiğiniz devrim ağacını kanınızla suladınız. Devrim daha büyük artık. Yeşerip meyvesini verdi. Ve çoğalıyor üstelik devrim ağacını Yaylıca’da, Dursunlu’da da büyüttük.

Devrim ağacı verimlidir. İçinde çok çeşitli meyveler yetişir. Kanımızla sularız onu. Öyle bir ağaçtır ki, hiç kimse onu yerinden söküp atamaz. Bütün halkların ağacıdır. Her tarafta kökü vardır onun. Dört şehidimizin kanı onu daha da kökleştirdi. Kürt halkındın, Arap halkından ve Türk halkından şehitlerimiz devrim ağacını kendi halklarına taşıdılar. Her biri devrimin bir köküdür artık.

Refik, devrime içten inanmış, her şeyi devrime adamış bir insan. Zeki ve atılgan. Yaşadığı ortamı devrim için değerlendirmek onun tek düşüncesi. Nereye gitse hep iz bırakırdı. Refik’in oradan geçtiğini hemen fark edebilirsiniz. Yaptığı esprilerin etkisi hemen kendini gösterir, davranışları insanları çok çabuk etkilerdi. İşte bundan dolayı bilirdik biz Refik’in geçtiği, uğradığı yerleri. İnsanlara nasıl ulaşabiliriz, onları nasıl örgütleyeceğiz sorularıyla hep meşguldü. Sadece meşgul olmazdı tabii, örgütlerdi, yeni ilişkiler bulurdu. Müzikle ulaşırdı insanlara, kitapla, dergiyle, hep çantasında vardı bunlar. Bir de beceriyle giderdi insanlara, futbol oynardı, kaynaşırdı onlarla, saz çalardı dostluk kurardı.

Her anı, her şeyi, her sözü devrim içindi Refik’in. Refik mahkemede faşizmden hesap soracak kadar cesur ve inançlıydı. İşkencede düşmana olan kinini sloganlarıyla gösterdi. Alnının akıyla çıktı hep işkenceden. Sınır tanımaz, hücredeyken de ulaşırdı insanlara, onlara Türkiye halklarının mücadelesini anlatmak için çırpınırdı. O Arap’tı ama Kürt’tü, Türk’tü, tüm dünya halklarındandır aynı zamanda halkların kardeşliğini savunan böyle bir insanın Arap olması bizleri gururlandırıyor. Refik’in türküsü şimdi artık mitralyözün çıkardığı melodiyle beraber, Yaylıca (Selca) dağlarında Amanos’larda, Toroslar’da söyleniyor.

Selim, her zaman insanlarla sıcak ilişkiler kurardı. Hareketle ilişkiye girdiğinden itibaren aldığı görevleri eksiksiz yerine getirir, Kendisine sınır koymazdı. Her şeye açıktı. Bu yüzden aldığı görevleri başarırdı mutlaka. Bu yüzden korku yoktu gözünde. Kararlıydı ve kararlığını işkencecilere de gösterdi. Hareketle bağı kopuk geçtiği bir yıl boyunca da boş durmamıştı. İş bulup çalışmıştı. Sonradan acizleşenlerin yaptığı gibi, küçük burjuva zaaflara kulak verip düzeni tercih etmedi. Hep içinde vatan sevgisini yaşattı. Bu içindeki sevgi onu hareketle yeniden ilişkiye geçirdi. Diyarbakır’a geldi. Zulüm onu orada yok etmek istedi. Onun içindeki sevgiyi yok edemedi. Arap halkı yeni Selimler yetiştiriyor.

Refik, Selim, Hüseyin ve Havva...

Mücadeleleriyle, şehitliklikleriyle ülkemizin gerçekliğini ve kurtuluşunun nasıl olacağının kısa bir özetiydiler. Kürdistan topraklarında Kürt halkının kurtuluşu için, Devrimci Halk İktidarını kurmak için şehit düşen Sünnisi, Alevisiyle Araplar... Kanları Kürt yoldaşlarının kanına karışıyor, toprağa karışıyor. Halklarımızın birlik mayasını güçlendiriyorlar. Artık bu topraklar daha cesur, daha başeğmez, daha isyankar çocuklar verebilir. Artık bu toprak toprak değil vatandır. Refik, Selim, Hüseyin ve Havva...

 

(Bu yazı daha önce Akdeniz bölgesinde yayınlanan İLERİ dergisinde yayınlanmıştır.)

 

***

 

Bir Yoldaşı Anlatıyor: ARAPOĞLU’na

 

‘90 6 Kasım boykot çalışmaları sırasında tanımıştım seni. 6 Kasım ve daha sonrasındaki birçok irili ufaklı çalışmada seninle omuz omuzaydık. AMED’i kavgamıza duyduğu özlemle buluşturma çabasında kimimiz tutsak düştük, kimimiz mücadele alanımızı değiştirdik. Kimilerininse adı kaçkına, yılgına çıktı. Sen ve üç yoldaşımız AMED’e bizi taşıyan ve soluksuz, sabırla bu görevi son nefesinize kadar yerine getirenler oldunuz.

Her ortamda en son farkedilen hep sen olurdun. Öyle masum, öyle sakin, öyle mütevaziydin. Hatta kimi zaman bu sessizliğin farklı yorumlara yol açardı. Ancak senin coşkunu, aldığı göreve bağlılıkını, sahiplenme ve kararlılığını görmek için seninle omuz omuza olmak aynı havayı solumak gerekiyordu. “Az laf, çok iş” sözü seni anlatırdı. Bu özelliklerinle okuduğun bölümde örgütlülüğümüz oldukça alt düzeyde olmasına rağmen sen TÖDEF’i, onun gerekliliğini ısrarla ve sabırla anlatırdın. Ufak tefek boyun ve yüzünden hiç eksik etmediğin gülüşünle bir oyana bir bu yana koşuştururdun.

Sohbet ve sana dair olan eleştirileri sonuna kadar dinler, öyle söz alırdın. Sendeki sakinlik Arapça konuştuğunda bozulurdu ancak. Halkının dili, gelenek ve görenekleri senin için değerliydi. Ve sen, tüm bunları kavgamızla bütünleştirip yine kavgamıza sunmuştun.

Ne mutlu bize ki, AMED’in toprakları bizimle tanıştı. Sizler Kürdistan topraklarındaki mücadelemizin onurlu birer parçası, özgürleştireni oldunuz. AMED sizi unutmayacak. Bizler de, halklarımız da!...

 

***

 

Kurtuluş Dergisi’nden:

AMED’DE DÖRT GENÇ...

DÖRT YOLDAŞ, DÖRT KARDEŞ...

 

Dört TÖDEF’liydi onlar. Selim, Refik, Reyhan ve Hüseyin... 1995’in 12 Ocak’ını 13 Ocak’a bağlayan gece katledildiler. Aslında bu dörtlü ve onların şehadeti halkımızın, devrimimizin, ülkemizin pek çok karakteristik yanına tanıklık ediyorlar adeta...

Onların katledilişi Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki yüzlerce kontrgerilla cinayetinden herhangi biri belki. Ama yine de onların Kürdistan TÖDEF’ten olmaları, sahip oldukları ulusal kimlikler, kişilikleri oldukça çok şey söylüyor bize. Bu katliamda ayrıştırmamız gereken yanlar olduğunu söylüyor:

Amed’deki dört şehit ne söylüyorlar bize? Şehadetleri ne gösteriyor?

Halklarımızın Kardeşliğini Gösteriyorlar Bize: Refik, Maraş Katliamının protestosunda gözaltına alınmış ve mahkemeye çıkarılmıştı. Hakim “Oğlum sen Arapsın, ne işin var Kürtlerin arasında?” diye soruyordu ona... Selim de Arap’tı... Reyhan ise bir Zaza kızı. Hüseyin bir Kürt’tü... Ulusal değerlerine bağlıydılar. Örneğin Selim’in normalde son derece sakin, sessiz bir yapısı vardı, ama Arapça konuştuğunda o sakinliğinden pek eser kalmaz, ateşli bir konuşmacı oluverirdi... Diğerleri de en az onun Arap olduğu kadar Kürt’tü, Zaza’ydı. Ama onlar halkların kardeşliğine, kardeşlikten öte, birlikte savaşması gerektiğine inanıyorlardı. İşte bu yüzdendi ki, halkların kardeşliğine yakılmış bir türküydü onların şehadetleri.

Bazı sekter, çarpık yaklaşımlarla da karşılaşmıyor değillerdi elbette. Refik’e Diyarbakır’da bir Arap olarak mücadele etmeyi “yakıştıramayan” sorgu hakimi gibi, Reyhan’a da bazıları “sen Kürtsün, Kürt halkına ihanet ediyorsun, TÖDEF’lilerle dolaşma” diyorlardı. Ama onlar bu ülke gerçeğini bir ucundan yakalamışlardı. Onun için mücadele içindeydiler. Onun için TÖDEF içindeydiler. Onun için, onların ışığı Parti-Cephe ışığıydı.

Gençliğimizin Fedakarlığını Gösteriyorlar; Reyhan’ın babası bir aşiret reisiydi. Annesi de bir aşiret reisinin kızı. Bu düzen içinde çok rahat yaşayabilecek koşullara sahipti. Ama o aşiret ağalarına karşı yoksul köylüsünün, halkının yanında yer almayı tercih etti... Yani kendi sınıfına karşı halkının yanında... O halkını tercih ederken, mücadelenin saflarına gelirken ailesinin “aşiret” soyundan gelen herhangi bir burnu büyüklüğü de yanında taşımamıştı. Tam tersine halkını tercih ederken, halk olmayı, halkının özellikleriyle donanmayı da başarmış, bu yolda epeyce mesafe katetmişti. Herhangi bir şeye ihtiyaç olduğunda onun ağzından çıkan sözler hep “ben bulurum”, “ben yaparım”, “ben giderim” olmuştur... Refik de düzen içinde aynı olanaklara sahipti... Selim tam tersine, maddi durumu pek de iyi olmayan orta halli bir çiftçi ailesinin çocuğuydu. Fedakardı, okulundan arta kalan zamanda pazarlarda birşeyler satıp okumaya çalışıyordu. Ve onlar tüm bu aynılık ve ayrılıklarına karşı kavgada birlikteydiler: Aslında hepsi düzen içinde istedikleri gibi bir yere sahip olabilirlerdi. Fizik, Matematik, Biyoloji bölümlerinde 3.,4. sınıf öğrencisiydiler...

Ne var ki, onların hayatının “kendini kurtarmaktan” öte amaçları vardı... İşte onlar Amed’de devrimci olmayı, Amed’de demokratik mücadele yürütmeyi böyle bir amacın parçası olarak kavramışlardı. Dicle Üniversitesinde boykotlarda hep onların emeği, çabası, fedakarlığı, kahramanlığı vardı.

Kontrgerilla’yı Gösteriyorlar; Türk, Kürt, Arap, Çerkes, Laz, Gürcü tüm ulus ve milliyetlerden gençliğin örgütlülüğü olan TÖDEF çatısı altında demokratik üniversite mücadelesi yürütüyorlardı. Kaldıkları evde açıkça infaz edilmişlerdi. Ne çatışma vardı, ne birşey. Yalnızca bu olayı hatırlamak bile bugün ortalıkta “temiz siyaset” diye, “hukuk devleti” diye dolaşanların ikiyüzlülüğünü görmek için yeter. İnsanın midesini bulandıran, öfkesini beynine sıçratan bir ikiyüzlülüktür hem de bu.

Tipik bir kontrgerilla katliamında yitirdik onları. Bugün “hukuk devleti” falan diyenlerin hiç biri o gün bu katliam karşısında ses çıkartmamışlardı.

Çıkartmasınlar. Biz “katilleri kontrgerilladır” diye haykırmayı sürdürdük. Bizim haykırışlarımız olmasaydı, kuşkusuz Susurluk da Susurluk olmazdı.

Yıllardır ölen bizdik. Katledilen bizdik. Ölen Refik’ler, Selim’lerdi. Onların yerdeki kanı temizlenmeden, o kanın hesabı sorulmadan hiç birşey temiz olmayacaktır bu düzende.

Birleşerek Savaşmanın Gereğini, Yani Kazanmanın Yolunu Gösteriyorlar: Onların ilham kaynağı kurtuluşun yıldızıydı. Cephenin yıldızıydı. Cephe yıldızı halkları birleşip savaşıp kazanmaya çağırıyordu. Onlar bu çağrıya kulak vermişlerdi. Ne diyordu sorgu yargıcı; oğlum sen Arapsın Kürtlerin içinde ne işin var? Bir başkasına aynı şey, sen Türksün, Van’da niye ortalığı karıştırıyorsun diye söylenir. Bir başkasına İstanbul’da bak işte buraya da gelmişsin, bırak artık Kürtlüğü, Kürdistan’ı falan diye ifade edilir... Mesele halklar birbirinden ayrı dursun, mücadeleden uzak dursundur. Bu, elbette ki oligarşinin meselesidir.

Bizim meselemizse, Reyhan, Selim, Hüseyin, Refik gibi yanyana gelmektir. Amed şehitleri işte bu meseleyi çözmüşlerdir. Yanyana kavga etmiş, yanyana şehit düşmüşlerdir. Halklarının gençliğine kurtuluşun ışığını, yolunu göstermişlerdir.

 

(Bu yazı, Halkın Sesi Kurtuluş dergisinin 11 Ocak 1997 tarihli 1. Sayısında “Yoldaşlar Bizi Aşın” köşesinde yayınlanmıştır.)

 

 

Geri