Bahtiyar
DOĞRUYOL'u Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:
Bir
Yoldaşı Anlatıyor
Hoşçakal Dev-Genç’in Onuru, Hasan
Selim’in Yadigarı...
“Şafak’ın otopsisi bitti.”
Telefonda
bana bu cümleyi kuruyor biri. Beynime bir kurşun
saplandığını hissediyorum. Şafak’ın otopsisi...
Senin
cenazeni örgütlüyorum... Hummalı bir çalışma daha. Bütün kurumlardan arkadaşlarımız geliyor. Neyi nasıl yapacağımızı konuşuyoruz.
Kafam durmuş gibi... “Daha atik olmam
lazım, daha inisiyatifli olmam lazım, bense uyuşmuş gibiyim. Kendine gel diyorum, kendine
gel.
Ne
yapıyorum ben, sana anlı şanlı bir cenaze
töreni örgütlemeliyiz. Hiçbir şey eksik
olmamalı. Bırak şimdi kendi duygularınla haşır neşir olmayı,
bırak bencilliği. Onlar kahramanca şehit düştüler. Hadi
kat kendini, yoğunlaş, harekete
geç.” Kendi kendime konuşuyorum bunları.
Çok zorlanıyorum Şafak çok. Sana olan borcum
olmasa yerimden kalkmaya mecalim yok. Pankartlarını, dövizlerini, yaka
kartlarını hazırlamaya başlıyoruz. Yazılamaya
çıkıyor bazı arkadaşlar, sesli çağrıya çıkıyor. Biri Gazi’ye mezar yeri ayarlamaya
gidiyor. Herkes bir şeye koşturuyor.
Sanki sen de bu yoğunluğun içindesin, geç
kalmışsın sadece. “Nerde kaldın Şafak, şehidimiz var
sen yoksun ortada hala. Gel artık, sen de katıl irili ufaklı yaptığımız onlarca toplantıya...” Şafak
gelecek hissi var içimde. Ara ara aklıma senin cenazeni örgütlediğimiz
geliyor, kitleniyorum yine, adım atamıyorum. Sonra devam ediyorum koşturmaya ve yine “Şafak
nerde kaldı” hissi.
Hayatında
ilk defa bencillik yaptın Şafak. Yüreklerinde
kocaman yer ettiğin insanları düşünmeden hepimizden önce gittin.
Kulüpten
içeri adım attığımda sedirlerin üstünde sessiz
sedasız duran bir genç oturuyordu. Üzerinde kahverengi kapşonlu
bir hırkası vardı. “Falancanın kardeşi” diye tanıştırdılar benimle. Tek göz bir oda olan
kulübümüzün duvarlarında Anadolu motifli çantalar, yazmalar, balıkçı ağı, halk oyunu kıyafetleri ve bir bağlama asılıydı. Gelip sedire her oturuşunda bağlamayı
alıp acemi acemi çalardı. Pek konuşmazdı.
İçimden “Acaba bu çocuk gerçekten devrimcileri
biliyor mu, devrimci olmak istiyor mu; yoksa abisinden kaynaklı zorunlu olarak
burada olduğunu düşünüp
sesini mi çıkaramıyor?” diye düşünüyordum. Ama
çok kısa sürede devrimcileri tanıyıp tanımadığından
bile emin olmadığım o çocuk üniversitede de
sorumluluk yapmaya başladı. Sonradan öğrendim ki, memleketten üniversiteye gelirken zaten netleşmiş bir şekilde
gelmiş. Şafak’tı
onun adı. Kulübe Devrimciliğe adımını atar
atmaz kendi hayatında yaptığı atılımlar gibi
benim de kısa sürede hayatımın odak noktalarından biri haline geldi.
O
zaman da cüretliydin Şafak. Sen benim için yoldaş sevgisinin, fedakarlığın,
sahiplenmenin, gözükaralığın, güvenin, cüretin
adıydın. Hayatın boyunca hiç tereddütlerin olmadı. Yalın bir kavga adamı.
Dev-Genç’li... Ardından methiyeler dizmiş gibi oldu değil
mi? Ama biliyor musun ki bunların hiçbiri ezbere yazılmış
değil. Seni tanımlamak için kullandığım özelliklerinin hepsini yaşadığımız anılardan çıkardım. Hepsi somut
sende.
İstanbul Üniversitesi deyince akla faşist saldırılar gelir. O zaman da faşist saldırılar çok olurdu. Faşistlerle
olan kavgalarımız kanlı bıçaklı biterdi. Satırlarla, bıçaklarla saldırırlardı.
Üniversitede bütün sol faşistlere karşı birlikte hareket ederdi. ÖKM’de
(Öğrenci Kültür Merkezi) olurdu solla olan
toplantılarımız. Sen okulda ve kavgada çok yeni olmana rağmen
faşistlere karşı
mücadelede amansızdın. Faşist saldırılar karşısında sinmiş, pasifize olmuş sol karşısında uzlaşmazdın,
cüretinle solu da etkilerdin. İstanbul
Üniversitesi’nde şehitlerimizin kanıyla yazılan
tarihimizi sahipleniyordun. Şehitlerimizin kan
bedeli, can bedeli kazandığı mevzileri
sahipleniyordun.
Toplu
çıkışın adı “toplu kaçış”a dönmüştü.
Faşist saldırı ihtimali olduğu
zamanlar toplu çıkış yapılırdı okulda. Toplu çıkış; okulda henüz dersler bitmemişken
tüm öğrencilerin okulu boşaltıp
faşistlere karşı
hep birlikte okuldan çıkması ve belli bir noktaya gelene kadar toplu bir şekilde yürümesi, ardından da güvenli bir şekilde dağılmasıydı.
Yani faşistlere karşı
tüm okulun birlikte hareket etmesi ve birbirini sahiplenmesiydi. Ama sol bunun
içini boşaltıp “toplu kaçış”a
çevirmişti. Kendileri derslerinden feragat
etmedikleri için sıradan öğrencilerden okulu
terk etmelerini de isteyemezlerdi. Okul çıkış
saati gelince sadece sol yapılar olarak toplu bir şekilde
çıkar ve evlerine dağılırlardı. Yani amaç faşizme karşı
mücadeleyi büyütmek değil, kendi güvenliklerini
almaktı. Peşpeşe yaşanan
toplu çıkışların toplu kaçışa
dönmesi sonucunda biz toplu çıkışlara katılmama
kararı almıştık. Yine faşistlerin
saldırı hazırlığında oldukları bir gün sol
toplu kaçış yaparken, biz Don Kişotlar gibi Halk Bilim Kulübü’nden 3 kişi çıkıp durağa yürümüştük. Otobüse bindikten sonra Unkapanı’nı
geçene kadar etrafımızı gözlemiştik.
Otobüslerin içinde de pusu atıyorlardı çünkü. Yanımızda da hiçbir şey yoktu. Don Kişot
gibi diyorum ya. Faşistlerin azgın
saldırılarına rağmen o gün o kadar rahat
olmamın tek nedeni sendin. Senin yanında kimse yoldaşlarına
el süremezdi çünkü. Fiziki olarak bir yere kadar karşı
koyabilirdin belki ama senin yanında olmanın verdiği
güvenle fırtınalı sulara dalabilir, kızgın çöllerden geçebilirdim.
Bir
gün kulüpte otururken merkez kampüste faşistlerin
biriktiği haberini getirmişti
biri. Sen o esnada merkezde bir arkadaşımızın olduğunu hatırlayıp arkana bile bakmadan koşup gitmiştin. Ben
kulübün kapısını kitleyip arkandan gelmeye çalışana kadar kaybolmuştun
bile.
Her
gün okula girebilmek için özel güvenliklerle kavga etmemiz gerekirdi, hatta
kendi okulumuza giremediğimiz de olurdu. Çünkü
çanta araması dayatıyorlardı girişte. Bizim dışımızdaki bütün sol çantasını aratıyordu. Bir tek
biz her gün irade savaşı veriyorduk. Ben
Edebiyat Fakültesi’nde tektim. O yüzden ne kadar zorlasam da fiziki olarak karşımda izbandut gibi dikilmiş
5-6 tane özel güvenliği yarıp geçmem mümkün
olmazdı. Sen koşardın hemen yardıma. Merkez
kampüsten 5-6 kişi toplar gelirdin.
Güvenlikleri yara yara beni içeri sokardınız ve tekrar kendi fakültenize çalışma yapmaya dönerdiniz. Ben de edebiyatta çalışma yapardım. Bir gün olsun “Yeter ya, senin
yüzünden işimizi gücümüzü bırakıp
geliyoruz” demedin.
Özel
güvenlikle olan kavgalarımız bitmezdi. Sen hukuktaydın, ben edebiyat
fakültesindeydim. Aynı okulun öğrencisi
olmamıza rağmen fakülteler arası geçiş yasağı yüzünden
kulüp dışında görüşemezdik
pek, birbirimizin çalışmalarına yardım etmek
için gizli kaçak girerdik okula. Siz merkezde kalabalık olduğunuz için siz
gelirdiniz edebiyata genelde. Edebiyatın yanındaki alçak demirliklerden atlayıp
girerdin içeri. Bir gün sen beni merkez kampüse yemeğe davet etmiştin. Bu defa
sırf yemek için güvenliklerle kavga edecektik. Hukuk kapısını pek kullanmadığımız
için oradaki güvenlikler beni tanımaz diye hukuk kapısından girdik. Bir hışım
girip, kapının ardındaki dik merdivenleri çıkıp bahçeye ulaştım ama güvenlik de
peşimden koşup geldi kimliğini göster diye. Önümde dikilip aşağıya ittirmeye çalışıyordu.
Senin oradaki hareketin dün gibi aklımda Şafak. Tek elinle adamın yakasına yapışıp
merdivenlerden aşağıya atmıştın adamı.
Sende
çözümsüzlük yoktu Şafak. Her şeyi devrim lehine çözerdin. En umutsuz,
en içinden çıkılmaz anlarda bile moral verirdin, güç verirdin. Anı geçiştirmek
için gaz vermek ya da kafa dağıtmak değildi senin yaptığın, çözüm bulurdun
mutlaka ve kendini güçlü hissettirirdin insana. Çünkü “... Senin kafanın içi
yıldızlı karanlıklar kadar güzel, korkunç, kudretli ve iyidir. Yıldızlar ve
senin kafan kâinatın en güzel şeyidir...” Senin kafan hep devrim için çalışırdı.
Düzene ait hiçbir düşünce yoktu kafanda. Senin beynin bu kadar berrakken yoldaşlarını
kirleten düzen kafa yapısını anında görür ve müdahale ederdin. Devrime zarar
veren hiçbir şeye seyirci kalmazdın sen.
Nasıl
severdin herkesi. Kendi alanında olmayan, senin sorumluluğun
altında çalışmayan insanların hastalıklarını,
moral bozukluklarını, yaşadığı sorunları
görürdün, ilgilenirdin. Kriz haline dönmüş
sorunlar karşısında bir önerinle aydınlatırdın.
Gülerdin hep. En karamsar, en inançsız, mücadele azmini kaybetmiş
insanların yanında bile neşeli olmayı, umut aşılamayı bilirdin. Belki de çoğumuzun
emek vermekten erindiği yılgınlaşmış
insanlar karşısında sen düşmana
bir insanımızı kaptırmama hırsıyla sahiplenirdin, severdin, emek verirdin.
Asla
oflamazdın. “Devrimcilik gönüllülüktür” sözünün karşılığı
senin pratiğindi. Sorunları da sahiplenirdin.
Kendi dışında gören, of puf yapan, şikayetlenen konuşmalara
kızardın. Ben “off” dediğimde “çuf çuf çuf
lokomotif gibi oflayıp durma” derdin. Sana kırılmak, darılmak, gücenmek
mümkün değildi. Bazen şaka
bazen ciddi tüm sözlerin değişim
yaratırdı, düşündürtürdü.
Öncüydün.
Sadece çatışma alanlarında kanıtlanmadı senin öncülüğün. Kafanı masa başından kaldıramadığın
zamanlarda da kanıtlandı. Genç yaşlı herkesi
hareketin ihtiyaçları için seferber ederdin. “Bir devrimcinin en büyük eğitim
aracı kendisidir” sözünü çok sevmişimdir. Seni anlatıyor bu söz sanki.
Senin yaşamın, disiplinin, coşkun
bir eğitim aracıydı hepimiz için. Dünya kadar işin olmasına rağmen sorumluluğunda olan hiçbir
insanın eğitimini aksatmazdın. Senin işlerin değil; yoldaşlarımızın
ve hareketimizin ihtiyaçları belirleyiciydi senin için. İşim
var diye kimseden sohbetini, ilgini esirgemezdin. Ama asla hiçbir işin yarım kalmazdı.
2015
yılına girerken hayallerimiz üzerine bir sohbet yapmıştık. Sen Parti-Cephe mezarlığı oluşturma hayalinin olduğunu söylemiştin o
sohbette. Benim hayalim de; yoldaşlarımıza o kurşunları
sıkan kimlerse, işkence yapanlar kimlerse, mesela Berkin’i kim vurduysa onu
bulup cezalandırmaktı. Sen ve Bahtiyar benim hayalimi gerçekleştirdiniz.
Berkin’in katilini koruyan savcıyı cezalandırdınız, Berkin’in katillerinin fotoğraflarını
tüm dünyaya gösterdiniz. Biz de senin hayalini gerçekleştireceğiz Şafak. Parti-Cephe’li şehitlerimiz
için şehitlik yapacağız. Ve sen o şehitlikte en güzel yerini alacaksın
(Yukarıdaki yazı, Bağımsızlık
Demokrasi Sosyalizm için Yürüyüş dergisinin 19 Nisan 2015 tarihli 465. sayısında
yayınlanmıştır.)