Sadık
MAMATİ'yi Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:
Bir yoldaşı anlatıyor:
“gittikten
sonra her şey onunla kıyaslanırdı”
1994 ya da 95 yılında SPB'li
olarak tutsak düşmüş ve Bayrampaşa'da kalmıştı. 1998 Temmuz ya da Ağustos'unda
tahliye oldu. Alibeyköy mahalli birimde çalışmaya
başladı. Kısa sürede herkesin çok sevdiği bir cepheli haline geldi. Çok kolay
ilişki yaratıyordu. Askeri düşünce tarzı bir kültür haline gelmişti onda. Her
ilişkiyi daha fazla değerlendirmek istiyordu. Mahalledeki birçok aksaklığı kısa
sürede gidermeyi başardı. Özellikle DHG'yi toparladı.
İllegale insanları hazırlamaya uğraşıyordu. Bir an önce illegale geçmek için sabırsızlanıyordu.
Rizeli olduğu için Karadeniz dağlarını tercih ediyordu. Alibeyköy'de
3 ay kadar kaldı. Bu süre içinde iki defa gözaltına alındı. İkisinde de
değerlerimize adı gibi sadık kaldı.
Çok güleryüzlüydü. Gözleri
hep parlardı. İnsanın gözünün içine bakarak konuşurdu. Alibeyköy'den
ayrıldıktan sonra (orada adı Rıza'ydı), kendisini tanıyan bütün insanlar
içerlemişti bize. Küsen bile vardı. O gittikten sonra her
şey onunla kıyaslanmaya başladı. "Rıza
olsa şöyle yapardı", "Rıza abi olsa şunu
söylerdi"… Bir insanımıza ayakkabısını vermişti. O arkadaş da Alibeyköy'de bir eve gittiğinde, eve sonradan gelen evin kızı
ayakkabıları görünce kapıdan çığlık atmıştı "Rıza abi
gelmiş" diye. İnsanları aşık etmişti kendisine.
Çocukları çok severdi. Bir eve gittiğinde hemen küçük çocuğunu kucağına alır,
konuşur, şakalaşırdı. Bu konuda çok içten davranırdı.
Alibeyköy'den sonra Topkapı Bölgesi
sorumlusu oldu. Topkapı Bölgesine özellikle Gazi'de kısa bir süre içinde polis
tarafından aranır duruma gelince, illegal alan için bekletilmeye alındı. Bu
kısa sorumluluğu süresinde (Topkapı'da) birçok olanak yarattı harekete.
Bekletilmeye alındığında bu sürenin kısa olması için
ısrarlıydı. Bir an önce sıcak mücadele içinde olmak istediğini, beklemenin
kendisine hiç de kolay gelmeyeceğini söylüyordu. Anıları Halk Kurtuluş Savaşımızda
Yaşayacak!
Bir Yoldaşı
anlatıyor...
Sadık Mamati: “Hiçbir ilişki kolay kazanılmaz”
O zamanlar derneği açıp kapatıyordum. Sadık da gelip
gidiyordu. Bir sabah gene derneği açmış, uykusuz olduğum için de kafamı masaya
koymuş ve o uyuya kalmışım. Birden “kıpırdama” sesiyle ve enseme uygulanan
basınçla uyandım. “Ne oluyor” diye irkildiğimde birinin enseme eliyle
bastırdığını fark ettim. Sadık'tı. Bana “bu halin ne, ne yapıyorsun” dedi. Ben
de, uykusuz olduğumu, uyuya kaldığımı söyledim. O kızarak, “peki bu sırada
polis bassa ne olacaktı?” diye sordu. “Sabah sabah polisin ne işi var burada”
diyerek söylendim. “Su uyur, düşman uyumaz” diye cevapladı sorumu. Ben tekrar
uykusuz olduğumu söyleyince, gece kaçta yattığımı sordu. “02.00'de” dedim. Bu
kez “Peki kaçta kalktın” diye sordu. 08.00'de kalktığımı söyledim. “Yani şimdi
sen uyku uyumadım mı diyorsun”, dedi, “02.00'da yatıp sabah 08.00'da
kalkmışsın. Yani 6 saat uyumuşsun. Daha ne istiyorsun? Bunun bize yeterli
olması lazım...” Ben yine kaç gündür uykusuz olduğumu söyleyerek bahaneler
üretiyor, onun bana anlatmaya çalıştığını anlamıyordum. Bunun üzerine “bak sana
bir şey anlatayım” diyerek hapishaneyi anlatmaya başladı.
“Biz hapishanede normalde saat 24.00'te yatıyorduk.
Ama çoğu zaman işlerimizden dolayı kalıyor, gece 2-3'te ancak yatağa
girebiliyorduk. Buna rağmen de sabah 06.00'da kalkıyorduk. Kimse kalkmazlık
etmiyor, ben uykusuzum falan demiyordu... Sense 6 saat yatmışsın. Hadi diyelim
uykusuzdun, bari anahtarı başka bir arkadaşa verseydin, o açsaydı. Ben değil de
başka birisi buraya girseydi ne olacaktı? Burası kendi malımız değil ki,
halkın, hareketin. Biri girip bir şeyler götürebilirdi, polis basabilirdi. Oysa
biz buraları gözümüz gibi korumalıyız...”
Ne anlatmak istediğini verdiği örneklere rağmen
anlayamamış, bahane üretmeye devam etmiştim. Nihayet “bir daha böyle bir şey
yapma, devrimciliğe yakışmaz” demişti.
...
Okmeydanı'nda şenliğimiz vardı. Sorumlu arkadaş
hazırlık yapmamızı söylemişti. Bütün hazırlıklarımızı bitirmiştik; fakat
marangoz kapalı olduğu için meşaleleri hazırlayamamıştık. Bu sırada yanımıza
Sadık geldi. Hazırlıkların ne durumda olduğunu sordu. Durumu anlattık. “Siz
hemen bir araba bulun, gidip alalım” dedi.
Onların daha önce bir eylemde kullanmak üzere bir
halk ilişkisine bıraktıkları meşaleler varmış. Gidip onları alacaktık. Bir
taksiye binip halk ilişkisinin evine gittik. Kapıyı çaldık. Kapıyı yaşlı bir
adam açtı. Sadık, “merhaba amca” diyerek amcanın elini öptü, hal hatır sordu.
Yaşlı amca bizi içeriye davet etti. Sadık “sağol”
diyerek, daha önce bıraktıkları meşaleleri almak için geldiğimizi söyledi. Amca
ise 4 ay geçtiği ve gidip almadığımız için yaktığını söyledi. Sadık tepki
göstermedi. “Canın sağ olsun amca” dedi. Ve oradan ayrıldık. Yolda Sadık'a
neden adama kızmadığını, oysa onun “meşalelerimizi yaktığını” söyledim. O ise, “İlk
olarak bizde de hata var. Kaç ay olmuş gidip almamışız. İkinci olarak 30 tane
meşale için o insanın kalbini kırmaya değer mi? 30 meşaleyi daha kolay yapamaz
mıyız?” diye sordu. “Yaparız” dedim. “Bir halk ilişkisini incitmeye, kalbini
kırmaya, bizden koparmaya değmez? Bir ilişki öyle kolay kazanılmaz” dedi.
Gidip bir marangoz ilişkimizden anahtarını alarak
30-40 tane yeni meşale yaptık. Bu örnekten sonra halk ilişkilerimize daha
fazla, olması gereken değeri vermemiz gerektiğini anlamıştım.
Çok neşeli bir insandı. Sürekli güler yüzlüydü.
Çeşitli hatalarımız karşısında bile kızdığını, hiddetlendiğini hatırlamıyorum.
Kızmak yerine değişik örneklerle anlatımlarla bizi
eğitmeye, hatalarımızı kavratmaya çalışırdı.
(Yukarıdaki anlatım, Bağımsızlık ve Demokrasi Yolunda Kurtuluş
dergisinin 11 Haziran 1999 tarihli 34. sayısından alınmıştır.)
***
Gözünüz arkada
kalmasın yoldaşlar...
Takvim 4 Haziran Cuma'yı
gösteriyordu. İlk, sabah haberlerinde öğrendik direnişinizi. Televizyon
kanalları "Sabah saatlerinde
İstanbul ABD Başkonsolosluğu'na karşısındaki bir inşaattan lav'lı saldırı
düzenlemek isteyen yasadışı sol örgüt mensubu iki kişiyle polis arasında çıkan
çatışmada iki terörist ölü olarak ele geçirildi..." diyordu. Haberin
ayrıntılarını öğrenmek için bir kanaldan diğerine geçerken bir yandan da
arkadaşlarla eylem üzerine yorumlar yapıyorduk. Bütün arkadaşlar aynı fikirdeydi:
"Bu eylem bizim... Başka kim ABD emperyalizmine saldırı düzenleyebilir ki?..."
Bu şekilde yorumlar
yaparken bir televizyon kanalında tekrar aynı habere rastladık. Haber daha detaylıydı,
"Çatışma uzun sürdü" diyordu kimisi, olay yerinin görüntülerini
veriyordu. Yorumlar devam etti:
Hedef ABD emperyalizmi,
kuşatılan savaşçılar teslim olmamış... Bu ülkede başka kim böyle tavır gösterebilir?... Artık iyice emindik, eylem bizim, şehitler bizimdi.
Gurur ve hüzün kaplamıştı içimizi. Ama daha fazlasını öğrenmek için kanaldan
kanala geziyorduk, radyo haberlerini takip ediyorduk.
Her şehidimizde olduğu
gibi aynı acıyı, aynı hüznü, öfkeyi ve kini duyuyor, direnişlerini örnek
alıyoruz. Ama yine de aynı soruyu, "Acaba şehitlerimiz kim?" sorusunu
kendimize sormadan edemiyoruz.
Nihayet televizyon
kanalları isimleri vermeye başladı. Birbirimize “tanıyor musun” diye soruyoruz.
Sonradan anlaşıldı ki, polis basına bilerek yanlış, farklı isimler vermiş.
Sonra şehitlerimizin
isimleri açıklandı: Sadık Mamati, Selçuk Aygün...
Daha "Sadık Mamati" adını duyar duymaz, Sadık'ın ışıldayan çakır
gözleri ve gülen yüzü geldi gözlerimizin önüne.
Sadık'la Konya
Hapishanesi'nde tanışmış ve üç ay gibi kısa bir süre birlikte kalmıştık.
1994 yılının Kasım
ayıydı. Partinin ilan edilmesi düşmanda büyük bir korku yaratmış ve ülke genelinde
bize yönelik azgın bir saldırı başlatmıştı. Sadık da üniversite öğrenimini
sürdürdüğü Afyon'da partiyi selamlayan bir pankart astıkları iddiasıyla 5
arkadaşıyla birlikte tutuklanmış ve Konya Hapishanesi'ne gelmişti. Sadık'la
birlikte tutuklananlar arasında daha sonra şehit düşen yoldaşımız Nuran Demir
de vardı.
O dönem Konya
Hapishanesi'nde düşman, aynı davadan yargılanan tutsakları, örgütlülüklerini
dağıtmak ve birbirlerinden tecrit etmek için ayrı ayrı
koğuşlara koyuyordu. Bunu engellemek için uzun süreli bir açlık grevi
yapmıştık. 44 gün süren açlık grevi direnişiyle düşmana geri adım attırmış ve
aynı koğuşta toplanmıştık.
Sadık'lar da bu açlık
grevinin son günlerine gelmişti. Tutsak kitlemiz yeni insanlardan oluştuğu için
hapishane deneyimi olan yok sayılırdı. Bir araya geldikten sonra yaşamı
örgütleme ve kendimizi geliştirmeye yönelik çalışmalara başlamıştık. Sadık ilk
defa hapishaneye girmesine rağmen çabuk uyum sağlamıştı. Neşesi, coşkusu, Laz şivesiyle
yaptığı sohbetleri ve esprileriyle koğuş yaşamında herkes tarafından sevilen
bir yoldaşımızdı. Gerek kitap okumada, gerekse eğitim çalışmalarındaki öğreme isteğiyle hepimize örnek oluyordu.
Öğrenme isteği konusunda
iki davranışını çok iyi hatırlıyorum. Birincisi; kitap okunmasını teşvik etmek
için kitapçı arkadaşımız her ay en çok kitap okuyanların listesini çıkarıyor ve
tutsak kitlemize açıklıyordu. Sadık bu listenin hep ilk sıralarında yer alırdı.
İkincisi ise; toplu
olarak yaptığımız felsefe çalışmasında yaşanmıştı. Şimdi tam olarak hatırlamıyorum
ama bir konuda eğitmen arkadaşımız Sadık'ı ikna edememişti. Sadık ise işin
peşini bırakmıyor sürekli olarak soru soruyordu. Konu bir noktaya gelip
tıkandı. Ama Sadık hala ikna olmamıştı. Bu yüzden durmadan felsefe kitapları
karıştırıyor, öğrendikleriyle tekrar tartışıyordu.
Sadık'ın bu azmi diğer
arkadaşları da etkilemiş ve herkes felsefe kitaplarına gömülmüştü.
Yani inatçıydı Sadık.
Kafasına yatmadı mı ikna olmazdı. Ama işin peşini de ikna olana ya da ikna
edene kadar bırakmazdı.
Bir de Karadeniz'e tutkundu.
Her fırsatta Karadeniz'i, özellikle de Kaçkarlar'ı
anlatır, çıktıktan sonra oraya gerilla olarak çıkacağını söylerdi. O dönem
Konya Hapishanesi'nde kalan arkadaşların çoğunluğu Akdeniz Bölgesi'nden olduğu
için onlar da Toroslar'ı anlatır ve gerilla olarak Toroslar'a çıkılması gerektiğini söylerler, Sadık'a böyle propaganda
yaparlardı. Ama o ikna olmaz, Kaçkarlar der başka birşey
demezdi.
Sadık'la kısa ama güzel
günler yaşadık. Tahliye olurken verdiği sözde duracağından hepimiz emindik.
Öyle de oldu, bir yıl kadar sonra tekrar tutsak düştüğünün haberini aldım.
Tutsak kaldığı süre içinde birkaç defa bulunduğumuz yere selamları gelmişti.
Şimdi ise Laz yoldaşımız
selamların en büyüğünü gönderdi bizlere ve halklarımıza.
Elbette bu cüret ve
direniş yüklü selamlarınızın değerini çok iyi biliyoruz yoldaşlar. Emperyalizmin
bütün dünya halklarına saldırdığı, adeta herkesin ona karşı direnilemeyeceğini
düşündüğü bugünlerde, kurtuluşun emperyalizme ve oligarşiye karşı verilecek
savaştan geçtiğini bir kez daha halklarımıza gösterdiniz.
Evet Yoldaşlar, gözünüz
arkada kalmasın. Bıraktığınız mirastan, doğru bildiğimiz yoldan bir milim bile
sapmadan savaşacak, emperyalizmi ülkemizden kovup bağımsızlığımızı kazanacağız.
***
Yoldaşlarından
Sadık'a
KARADENİZ'İN
YİĞİDİ, RAHAT UYU...
Karadenizliler nasıldır
diye bir soru sorsak üç aşağı beş yukarı aynı şeyler söylenir herhalde. İnatçı,
canlı, içten, esprili ve hep neşelidirler. Bu tanımların hepsi de uyuyor
yoldaşımız Sadık Mamati'ye.
Tipik bir Karadenizlidir
Sadık. Hapishanede onu hep canlı, cıvıl cıvıl bir
insan olarak gördük. Neşeli ve sıcak Karadeniz şivesiyle konuştu mu, bir başka
derdin, sıkıntın olsa bile sorunlar kısa sürede dağılıverirdi.
Yaşam içerisinde coşkulu,
moralli ve ortamı neşelendiren hareketleri; üstüne düşen, ondan beklenen
görevleri yerine getirdiği gibi fazladan iş üstlenmesi, gece geç saatlere kadar
çalışması hala bugün gibi hepimizin belleklerinde...
Özellikle çalışmalar ve
tartışmalarda belirgindir Sadık'ın inatçılığı. Kendince doğru olan şeyleri
sonuna kadar savunur. Ama yanlışlarının kavratılması sonucunda inatçılığını bir
kenara bırakıp kabullenmesini de bilir.
İnatçılığı yalnızca doğru
bildiğini savunurken değildir Sadık'ın. Yoldaşlarının hatalarına, yanlışlarına
eğilirken de onlara yaptıkları yanlışı göstermek için çırpınır ve sonunda bir
yolunu bulur mutlaka ikna eder.
Kısa zamanda ilişki
geliştirmekte hiç zorlanmaz Sadık. Hapishaneye babalarının yanına gelen çocuklarla
oynamak, onları güldürmek Sadık için büyük bir mutluluktur. Birçok çocuk
babalarından çok Sadık'ın yanında olmayı tercih ederler bu yüzden.
Sadık'ın tahliye olması
diğer yoldaşları açısından sürpriz olur. Sadık hapishaneden çıkarken mücadelenin
içinde, şehitlerimize layık olacağına söz verir. Kimse aksini düşünmez zaten.
Dışarıda Sadık
kendisinden bekleneni hemen mücadelesine yansıtır. Gittiği her yerde kısa
sürede insanlarla kaynaşır, kendisini sevdirmesini bilir. Birçok insan onun
görev değiştirmesinden şikayetçi olur. Sadık'ı sürekli
kendi bölgelerinde isterler. Çalışma yaptığı mahallelerimizde genç-yaşlı herkesle
rahat uyum sağlar, hepsini birleştirmeyi başarır... Çalışma yaptığı alevi
halkımızın yoğun olduğu bir mahallede de durum farklı değildir. Genelde bu
bölgedeki insanlar sünni kökenli yöneticilerimize mesafeli
yaklaşır, bir güven doğması zaman geçmesi gerekir. Sadık da sünni
kökenli olmasına rağmen onun için bu süre oldukça kısadır. Gittiği mahallelerde
halk onu sarıp sarmalar. Mahalle halkı için artık o "Bizim Sadık"tır.
Yapılan çalışmaları
geriletmek için tüm ülkede olduğu gibi mahallelerde de polis saldırıyordu. Polisin
baskısına karşın Sadık neşesini, coşkusunu hiç kaybetmeden çevresine güç ve
moral vermeye devam etti. Sadık'ın tüm saldırı, gözaltı ve gözdağına rağmen
mücadeleye kararlılıkla sarılması çileden çıkarıyordu polisi. Onu ortadan
kaldırmak için önce 'aranır' duruma getirmeleri gerekiyordu. Bu noktadan sonra
yapılacaklar bellidir. Tereddütsüz ve büyük bir çoşkuyla
inatçı, ısrarlı ve samimi eller uzanır adaletin namlularına...
Yoğun baskının olduğu,
sıradan bir talebin bile şiddetle karşılık bulduğu bir dönemde kuşkusuz büyük
bir mutluluktur halk kurtuluş savaşçısı olmak.
Sizlerle aynı havayı
solumuş, aynı ekmeği paylaşmış olmak da bizim için büyük bir mutluluk Sadık
yoldaş. Gülen çakır gözlerinle, Karadeniz şivenle, sıcaklığın ve ısrarınla seni
hiç unutmayacak, unutturmayacağız. Rahat uyu...
(Yukarıdaki anlatım Bağımsızlık ve Demokrasi Yolunda Kurtuluş
dergisinin 18 Haziran 1999 tarihli 35. sayısında yayınlanmıştır.)