Şaban ŞEN'i Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

 

Kavga Adamı Şaban Şen'i Yitirdik

 

Şaban Şen'i görevi gereği yurtdışında bulunduğu bir sırada, Belçika'da geçirdiği bir trafik kazasında kaybettik. Acımız, üzüntümüz büyük. Aramızdan ayrılan, canımız, çok değerli bir arkadaşımızdı.

Şaban, devrimci düşüncelerle ilk kez, yatılı olarak okuduğu Öğretmen Okulu'nda tanıştı. Daha sonra gittiği İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde 17-18 yaşlarındayken, sivil faşist saldırı ve işgallere karşı, mücadelenin en önünde yer almıştı. Bu dönemde, Devrimci Gençlik içinde çalışmıştı. Daha o zamanlar, gösterişe hiçbir zaman önem vermeyen, araştırmacı, oldukça sakin, sabırlı ama mücadeleci ve son derece mütevazı yanlarıyla öne çıkmıştı.

12 Eylül öncesi, gençliğin devrimci dinamiğiyle yoğrulup, mücadeleyle pişti. Anti-faşist mücadelenin önünde, gençliğin önderi, yöneticisi, öğretmeni ve öğrencisiydi.

1980 yılında, 19 yaşında girdiği cezaevinden 1990'da çıkmış, on yılı aşkın bir süre cezaevinde kalmıştı. Şaban'ın cezaevi yaşamı da hep mücadele dolu olmuş, faşizm bir kere olsun onu teslim alamamıştı. On yıl boyunca kaldığı Selimiye, Hasdal Sultanahmet, Sağmalcılar Özel Tip, Metris ve yeniden Sağmalcılar cezaevlerinde her direnişte en ön safta olmuştu. On yılı aşan zindan yaşamında, bir adım dahi geri atmadı.

1984 Nisan-Haziran Ölüm Orucu direnişinde ilk grupta yer alarak, "Direniş, Ölüm ve Yaşam"ın ön siperinde, 75 gün açlığa ölümüne direndi. Bu maratonda, ölüme en önde yatmak için yoldaşlarıyla yarıştı. Yaşamasını, yaşatmasını bildiği gibi, inançları için tereddütsüz ölmeye de hazır olduğunu gösterdi. Gözaltına alındığında, siyasi poliste, işkencehanelerde, işkencecilere de gereken yanıtı vererek, onlara meydan okumuş ve adeta işkencecileri teslim alarak yıldırmıştı.

Onunkisi en zor sorunlardan yüzünün akıyla çıkma onuruna erişmeydi. Her zorluğu en önde karşılayanlarımızdandı. O, bizlere direnişlerle yoğrulmuş bir onuru, "eğilmez başın sırasındayım" diyebilmeyi bıraktı. O, her dönem direnişi temsil etti. Bedenler koyarak yarattığımız direniş geleneklerimizin ağır işçilerinden biri oldu. Mücadele içindeki nice insanda onun emeği vardır. Onda yorulmak yoktu; koşmak, koşturmak, sorunlara çözüm bulmak vardı. Yeni insana yakışır bir tarzda öğrenmek, tek tek insanlara bıkmadan, usanmadan saatlerce anlatmak ve bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle yeniden yaratmak onun için günlük yaşamın bir gereği idi

O, mücadelemizin yarattığı değerlerin, adaletiyle, ahlakıyla, kültürüyle yeni insanın temsilcisiydi Onda geleceğin güzellikleri vardı. İnançlarımızı nasıl savunacağımızın, nerede nasıl dövüşeceğimizin sırları saklıydı. Ne bizlerin, ne emekçi halkımızın umuduna leke sürmeyen, sürdürmeyen, tertemiz, aydınlık bir insandı... İnsan ve yaşam sevgisiyle dolu, yoldaşlarına karşı son derece sıcaktı her zaman. Bir iş mi aldı üzerine, geriye dönüp bakmaya gerek yoktu. Ne küçük iş ayırırdı, ne büyük iş... Görev her zaman boynunun borcuydu. Bugüne kadar hiç kimse ona, "Görevini neden yapmadın?' diye sormamıştır. Ölüm Orucu sonrası, sürekli baş ağrısı çektiği sürede bile, gerekçe tanımayanlardandı.

Gerektiğinde konuşan, gerektiğinde sakin; dinlemesini bilen, sabırlı, sevecen, küçüğünden büyüğüne herkesin sevdiği, saydığı, çelebi bir insandı. Sıcaklığı, samimiyetindeki içtenliğiyle insanları sarıveren, hemen güven aşılayan bir yapıdaydı. Kolunun yoldaşlarının omuzlarından indiği hiç görülmedi.. Fedakar, gösterişsiz, yalın, vakur, gerçek anlamıyla bir devrim emekçisiydi Yeri zor doldurulacak örnek bir insandı. Görevi gereği yurtdışındaydı. Onun yurtdışındaki yaşamı da, devrimci mücadele açısından önemli ölçüde toparlanma ve yeni kazanımlar elde etme süreci oldu. O buradaki mücadelesinde de sınırsız bir fedakarlık ve sorumluluk duygusuyla hareket ederek, görevlerini layıkıyla yerine getirdi O, bir önder ve örnek yöneticiydi. Onu kaybettik. Ama yarattıkları, dostluğu, sıcaklığı, sevecenliği, bizlere bıraktığı her şey yaşıyor, yaşayacak.

Şaban, mücadeleye daha sıkı sarılmak isteyenler için bir ışık, bir yol gösterici ve örnek olmaya devam edecektir. Geleceği daha kararlı adımlarla ve cesaretle yürümek isteyenler, onu her zaman yanında, omuz başında gülümseyen gözleriyle görecek, saçtığı ışığı takip edecektir. Gönlümüz razı olmuyor senin ölümüne, senin bu şekilde aramızdan ayrılmana... Ancak sana söz veriyoruz ki, yaptıklarını, mücadeleni, düşünce ve anılarını kendi yaşamımızda, mücadelenin her alanında yaşatacağız. Anısı bizlerle yaşayacak. Anısı önünde saygıyla eğiliyoruz.

 

(Bu anlatım, Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Mücadele dergisinin 1 Ocak 1992 tarihli 35. sayısında yayınlanmıştır.)

 

***

 

Bir yoldaşı anlatıyor:

 

Şehitlerimizden Şaban Şen, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okurken ilk dönemlerde bizden ve devrimci örgütlerden hiç kimsenin olmadığı, faşistlerin hakim olduğu bu okulda tek başına örgütlenme yapar. Ama ne tek başına faşistlerin arasında olması, ne de her gün faşistler tarafından yaralanması onu bir an olsun çalışmasından alıkoyabilir. Aksine daha büyük bir kararlılıkla, inatla örgütlenme çalışmasını sürdürür. "Bugün burada dayak yiyen biz oluyoruz ama yarın burada dayak atan biz olacağız" diyerek bunu bir devrimci gurur sorunu yaptığı gibi bu iddiayla davranır. Ve Şaban yoldaşımızın bu gururlu davranışı, bu iddiası sonucudur ki; İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi kısa bir süre içinde faşistlerden temizlenir, devrimcilerin en güçlü olduğu okullardan biri haline gelir.

 

***

 

KAVGA ADAMI

 

“Kavga adamı Şaban Şen”... Onu hep böyle andık. Böyle adlandırdık. Pekala O'nu böyle tanımamıza, tanımlamamıza yol açan neydi? Ya da nelerdi?

Şaban'a ilişkin anılarda, anlatımlarda bu sorunun cevabı olabilecek çok çeşitli özelliklere tanık olursunuz. Davranışıyla da, giyimi kuşamıyla da emekçi olması, sabırlı ama ısrarlı kişiliği, araştırmacı yanı, mütevaziliği, çelebiliği...

Ama O'nun "kavga adamı" olmasını asıl belirleyen özelliği zor süreçlerin insanı olmasıdır. Devrimci yaşamında hep böylesi süreçlerde öne çıkmıştır.

Devrimci saflarda ilk aktif yer alışı İ.Ü Hukuk Fakültesinde faşist saldırıların yoğunlaştığı bir sürece rastlar. Cunta yılları, cezaevi, cezaevlerinde saldırıların alabildiğine yoğunlaştığı 83-84 yılları hep onun bu özelliğini geliştiren, öne çıkaran yıllar olur.

84 Ölüm Orucu “zor süreçlerin insanlarının” işidir zaten. Süreç zordur gerçekten; düşman teslimiyeti dayatmaktadır. Sol TTE'leri giymenin teorisiyle meşguldür, yalnız bırakmıştır. Dışarıda destek olacak bir kitle hareketi yoktur. Dışarıda hareket de fazla bir şey yapacak durumda değildir. Hareket açısından, devrim açısından yarın belirsizdir. Ne olup ne olmayacağı belli değildir. Kısacası süreç zordur. Şaban işte bu süreçte ölüm orucu gönüllüsü olur. Bu süreçte ölmeye yatanlardan biri olur. Düşmanla girilen bu can bedeli kavgada öne fırlar.

Kavga adamı pratik anlamda en öndedir. Siyasal, ideolojik anlamda da...

Yıllar sonra dışarı çıktığında da, yurtdışında ihanetlerden sonra görev aldı. Dağınık bir yapı, çürütülmüş insanlar buldu. Ama o bu “zor”u da başardı; yurtdışını toparladı.

Onun zor süreçlerin insanı olmasıyla kopmaz bir biçimde birbirine bağlı bir başka özelliği daha vardır: “Bir işi üzerine aldı mı, dönüp geriye bakmaya gerek yoktu”. Ona görev verildiğinde gözünüz arkada kalmazdı yani.

Yaşadığımız süreç de zorluklarla dolu bir süreçtir. Elbette kıyas anlamında onun yaşadığı süreçlerle kıyaslamak pek mümkün değildir. Örneğin bir 83-84'lere göre büyük avantajlarımız, olanaklarımız vardır tabii ki. Ama esas olarak devrim zor bir süreçtir ve hangi süreç olursa olsun, o sürecin daha büyük zorlukların çözülmesini gerektiren görevleri olur. Çözülen her sorun önümüze daha büyük yeni bir görev; atılan her adım atılması gereken daha büyük adımlar çıkarır. Yalnız bu kadar da değil. Halkın örgütlülüğü ve savaşı geliştikçe düşmanın saldırganlığı da artar. Görevler, süreçler zorlaşır. Hareketin gücü, etkinliği, hayata müdahale yeteneği, işte böyle görevleri üstlenebilecek ve çözebilecek insanlarımızın çokluğu ölçüsündedir.

Özcesi şudur, devrimci basında hemen her zaman sürecin zorluğundan, önümüzdeki görevlerin büyüklüğünden ve öneminden sözedilir. Bunda esas olarak bir yanlışlık yoktur. Çünkü bu belirlemeler hemen her dönem için geçerlidir. Kitle hareketinin çığ gibi büyüdüğü, silahlı savaşın alabildiğine geliştiği koşullarda bile süreç aynı anda büyük zorlukları da içeriyor olacaktır. O halde bir yerde savaşı bu boyuta getirebilmek de, gelişmiş bir savaşı sürekli kılmak da "zor süreçlerin insanlarıyla" mümkündür. O halde bu sonuca şunu da ekleyebiliriz; Şaban tipindeki insanlarımız her dönemin, her zamanın ihtiyacı olan insan ve kadro tipidir.

Elbette, bazı süreçlerde bu ihtiyaç daha da büyüyor, daha yakıcı hale geliyor.

Devrimci mücadele kimseye büyük olanaklar sunmuyor. Mücadele her şeyin tıkır tıkır yürüyeceği bir tarzda gelişmiyor. Bu tarz bir beklenti savaş gerçeğini bilmemek, anlamamaktır. Yokluklar, zorluklar karşısında kadro yakınmaya başladığı anda aslında kadro olma vasfından kaybetmeye başlıyor demektir. Bu, bir yönetici için daha da fazla geçerlidir. Bu nokta, kolay günlerin devrimciliğiyle, içselleştirilmiş savaşçı bir devrimciliğin de ayrım noktasıdır. Kolay günlerin devrimcileri, mücadele, örgüt gelişiyorken, mekanizmalar azçok düzenli işliyorken, coşkulu, istekli görünürler, daha üst görevler talep ederler boyuna. Yönetmek, talimatlar vermek gözlerine kolay görünür. Ama süreç şu ya da bu nedenle değişip de işler zorlaştığında, sorumluluk üstlenmek, ek özveriler, riskler üstlenmek anlamına gelmeye başladığında, bu kez yan çizmeye, o sorumlulukların altına girmemek için gerekçeler üretmeye başlarlar. Elbette böyle kadrolarla bir yere varılmaz. Mücadele bunları bir yerde, bir biçimiyle silkeler. Süreç Şaban Şen gibi insanların omuzlarında gelişir; zorluklar Şaban Şen'lerle aşılır. Bugüne bu kadro tipiyle geldik. Yarına da bu kadro tipiyle yürüyeceğiz.

Bu yürüyüşün kurmayı, hamalı, yöneticisi, neferi olmak isteyenlerin yapacakları şey, zor günlerin, süreçlerin insanı olmak, kavga adamı olmaktır.

 

(Şaban Şen hakkında “Kavga Adamı” başlıklı bu anlatım, Halk İçin Kurtuluş dergisinin 14 Aralık 1996 tarihli 10. Sayısının “Yoldaşlar Bizi Aşın” köşesinde yayınlanmıştır.)

 

***

 

MAZERET VE MEZİYET

 

"Okul (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi) işgal altındayken, başta yalnızca iki kız dört erkek gidiyorduk, her gün dayak yedik. Anfide arkamız tamamen boştu. Sonra yedi olduk, on olduk, giderek biz de dayak atmaya başladık. Her geçen gün faşistlerin arkası boşalmaya başladı, biz kalabalıklaştık. Sonunda onları okuldan attık."

Şaban, okulda yürüttükleri anti-faşist mücadelenin gelişimini böyle anlatıyordu.

Şaban Şen yoldaşımızı pek çok açıdan anlatabiliriz; ama O'nun öğrencilik yıllarının bu dönemini vurgulamayı tercih ettik. Çünkü bu örnekte özellikle gençlik açısından güncel, önemi de oldukça fazla olan yanlar var.

Şu ya da bu konuda eksik, yetersiz kaldığımızda, ilk akla gelen "mazeret"lerden biri gençliğimizdir; "suçu" hemen gençliğimize, tecrübesizliğimize atıveririz.

Peki, Şaban anlattığı mücadeleye giriştiklerinde, altı kişiyle faşist işgali kırmaya soyunduklarında kaç yaşındaydı dersiniz?

Şaban 1980'de tutsak düştüğünde 19 yaşındaydı.

Yani bu olayın yaşandığı zamanlar ise 17-18'indedir henüz.

Ama işte militanca bir kavga adamı olmanın yaşı yok. İşgal altındaki bir okulda faşistlere pabuç bırakmamışlardır. Israrlı, kararlı olunduğunda kalabalıklaşacaklarından da emindir.

Ne tecrübesiziz demişler, ne yol gösteren istemişler, ne de bu kadar kişiyle olmaz demişlerdir.

Peki gençliğin bir kısmı niye kendini sorumluluklardan uzak hissediyor öyleyse.

Bu bir yerde 12 Eylül'ün başarısıdır... 12 Eylül, fedakarlık, idealler için bedel ödeme, halka güven ve sorumluluk duygularını gençliğin kafasından silip yerine bireyciliği, ortama uymayı, öne çıkmamayı yerleştirmeyi amaçlamış ve bunda bir ölçüde de olsa başarılı olmuştur. Bunun etkisini şu ya da bu ölçüde taşıyan bir gençlik ise, böyle hissettiği için de gençliğini, kolayca "mazeret" haline getirebiliyor.

Hayır, gençlik "mazeret" değil, "meziyet"tir.

Bugün bizim için çok zengin bir "tecrübe" kaynağı olan, çok zengin bir miras olan 80 öncesi mücadele, çok büyük ölçüde 20 yaş altındaki gençliğin bize bıraktığı bir mirastır.

Bakın mesela 12 Eylül yönetiminin hazırladığı Devrimci Sol davalarının iddianamelerine; oradaki koskoca semt, bölge, il sorumluluklarının daha 20'sine gelmemiş insanlarca üstlenilmiş olduğunu görürsünüz. Bu, kesinlikle istisnai bir durum da değildir.

Gençlik halkının geleceğine, vatanın geleceğine dair sorumluluk duymaya başladığı andan itibaren, yaşı ister 15, ister 18, ister 20 olsun, artık sorumluluklar üstlenecek yaşa da gelmiştir.

Sorumluluk duymak, gençliği meziyete dönüştüren en önemli parçalardan biridir.

Bu sorumlulukları üstlenmeleri gerektiğinde de "yapamam", "ağır gelir, kaldıramam" dememişler, kendilerine güvenmişlerdir.

Gençlik kendine güven demektir. Ve bu, gençliği meziyet yapan önemli yanlardan biridir.

Şaban 80'de 19 yaşında tutsak düşmüştür.

Onu 1984'te yani 23 yaşında ölüm orucu savaşçısı olarak görürüz.

75 gün süren ölüm orucu direnişinin kahramanlarından biridir.

Kararlılığın da yaşı yok demek. Kaldı ki son, 96 ölüm orucu eylemini de hatırlayabiliriz bu konuda; 15-16 yaşlarındaki insanlar 45-50 günlük açlık grevlerinin savaşçıları olmuşlardır.

Tecrübesizlik esasında o zamanlar sözkonusudur. Örgütlenme, mücadele gelenekleri, kurumları çok yerleşmiş değildir. Faşistlerin ne yapmaya çalıştıkları, neler yapabilecekleri bugünkü kadar net değildir kimsenin gözünde. Ne 16 Mart'lar, ne Maraş'lar yaşanmamıştır henüz.

Ama faşist faşisttir. Hatta gençlik bu noktada "aman oyuna gelmeyelim" deyip mücadeleden yan çizenlerin provokasyon teorilerine de prim vermemiştir. Gençlik netlik demektir. Gençlik muğlaklığı sevmez. İşte size meziyetin bir diğer parçası. 

Hatırlanırsa, Şaban'ı hep şöyle anmışızdır; "kavga adamı".

Ona bu sıfatı kazandıran, zor günlerin adamı oluşudur. O bu noktada hep gençtir. 30'unu aştığında da aynı özelliğini korumuştur. Gençlik zorlukları sever. Evet, bu noktada bir parça da maceracıdır, Don Kişot ruhludur, atılgandır. Ama düşmanın üzerine yürümeden, kavgaya girmeden zaten hiç bir tecrübe de kazanılamaz ki.

 

 (“Mazeret ve Meziyet” başlıklı bu anlatım, Halk İçin Kurtuluş dergisinin 13 Aralık 1997 tarihli 53. Sayısının “Yoldaşlar Bizi Aşın” köşesinde yayınlanmıştır.)

 

 

 

 

Geri