Rıdvan
SANCAR'ı Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:
Anı/Öykü
Yolculukların Militanı... Rıdvan
Rıdvan, Sarıyer'deki bu evi kendi olanaklarıyla
bulmuştu. Akrabalarının eviydi bu ev. Rıdvan akrabalarıyla öteden beri sıcak
olan ilişkileri sayesinde, akrabalarını mücadeleye katması kolay olmuş,
devrimci mücadeleyi benimseyen akrabaları evlerini Devrimci Sol'a açmışlardı.
Sarıyer'deki bu şirin ev de akrabalarının birinin eviydi.
İyi ki de bu ev vardı. Zamanında bu evle
ilgilenmeseydi eğer, cunta koşullarında ev bulmak bir hayli zor olurdu.
İki ay öncesini hatırladı Rıdvan, 12 Eylül faşist
cuntası henüz gelmemişti. Fakat ortalık "darbe" söylentileriyle
çalkalanıyordu. Rıdvan'ın deyimiyle "Vukuu şuyuu'ndan
beter" bir ortam vardı. Darbe gerçekleşmemişti ama,
darbe söylentileri neredeyse darbe kadar etkili oluyordu. Gün yoktu ki, gazeteler
ordudan gelen açıklamaları çarşaf çarşaf
yayınlamasın, gün yoktu ki, çeşitli siyasi çevrelerde "darbe" tartışmaları
yapılmasın... Açık olan bir şey vardı: Oligarşi ve emperyalizmin devrim korkusu,
yeni bir cuntayı hazırlıyordu. Cunta gelebilirdi, buna hazırlık olunmalıydı.
Rıdvan Sarıyer'deki bu mütevazi
evi işte bu hazırlık çalışmaları içinde değerlendirmişti. Kolay olmamıştı bu
evi Devrimci Sol'un kullanımına açmak. İlkin akrabasıyla olan diyalogunu artırmış,
giderek bu diyaloglar anti-faşist mücadele, devrimci halk iktidarı, sömürü, vb.
gibi konularda yapılan sohbetlere dönüşmüştü. Rıdvan'ın bu sabırlı
çalışmalarının meyveleri kendini, akrabalarının evlerini DEVRİMCİ SOL'a açmasıyla göstermişti.
İlk dönem çeşitli eğitim çalışmaları için kullanılan
ev cuntanın gelişiyle birlikte daha özel ve sınırlı ilişkiler içinde değerlendirilmeye
başlanmıştı. Yine de evin trafiği fazla ve hızlıydı. Hızlı olmak zorundaydı da.
DEVRİMCİ SOL "CUNTA 45 MİLYON HALKI TESLİM ALAMAYACAK" demişti. O eve
ne kadar çok girilirse o kadar çok halk düşmanı cezalandırılacak, o evden ne
kadar çok çıkılırsa o kadar faşist kurum bombalanıp tahrip edilecek, örgütlenme
faaliyetleri hızlanacak, cuntaya karşı daha güçlü bir direniş örgütlenecek
demekti.
Bugün yine o evdeydi. Cuntanın merkez üslerinden
birini havaya uçuracak bir saatli bombanın yapımıyla uğraşacaktı. Hemen işe koyuldu.
Yapım için gerekli olan her şey hazırdı: Yoğrulup şekil verilmeyi bekleyen dinamit
lokumları, patlamayı gerçekleştirecek elektrikli fünye, bakır kablolar, pil,
kontrol yapmak için gerekli küçük bir ampul, Serkisof
marka bir saat.
...
Düzenli ve temiz bir masanın üzerinde duran
malzemelerin başına geçti Rıdvan. Önce dinamit lokumunu yoğurmakla işe
başlayacaktı. Bir an düşündü, sonra evin balkonuna doğru yöneldi; balkondaki
sepetlerin içinde duran mumlar aklına gelmişti. Dinamiti yoğururken bir de mum
yakacaktı. Yanan mum dinamiti yoğururken çıkan gazı etkisizleştiriyor, böylece
çeşitli zehirlenmelerin de önüne geçiliyordu.
Balkona çıktı. Kenardaki sepette öteberilerin içinde
duran mumlardan birini aldı. Sonra tam içeri girecekken aklına bir şey gelmiş
gibi durdu. Nedense içinden dışarı bakmak gelmişti. Etrafını bir turist gözüyle
incelemeye başladı. Ekim ayının ılık havası İstanbul'u daha bir güzelleştirmiş
gibiydi. Dışarıda oyun oynayan çocuklar, yaşamları uzun bir koşuşturma içinde
geçen emekçi kadınlar, erkekler, birbirleriyle şakalaşan gençler, insanın
genzini açan tuzlu deniz kokusu, martılar, martıların çığlıkları... "Hey
İstanbul" diye geçirdi içinden Rıdvan, "Seni de ne kadar çok seviyorum,
memleketim kadar."
İstanbul'u en az memleketi Mardin'in Nusaybin'i
kadar seviyordu Rıdvan. Böyle bir kıyaslama yapmanın çok gerekli olmadığının da
farkındaydı. Biliyordu ki, bu toprakların; doğduğu köyün, büyüdüğü ilçenin,
Arap halkının, Anadolu halklarının yaşadığı her yerin sevdalısıydı. Ama onun
kalbinde memleketi Nusaybin ile kavgasının mekanı
İstanbul'un yeri bir başkaydı. Nusaybin doğduğu yerdi ama,
İstanbul onun ikinci sefer doğduğu yer sayılırdı.
Ailesiyle birlikte dört yıl önce gelmişti
İstanbul'a. İstanbul'a gelişlerinde ekonomik zorluklar yanında Rıdvan'ın
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni kazanmasının da büyük etkisi vardı.
Ailesi Rıdvan'ın okumasını istiyordu, bu uğurda da her türlü fedakarlığı
yapmaya da hazırlardı. Bu fedakarlıklardan biri de çok
sevdikleri "ata yurt"larını terkederek
büyük şehire gelmeleri olmuştu.
İstanbul'a geldikleri yolculuğu hatırladı Rıdvan.
Bin dört yüz küsur kilometre yolu otuz saate yakın bir zamanda almışlardı. Ne
de güzeldi gördüğü yerler; dorukları karlı dağlar, sarp yamaçlar, ormanlar,
uçsuz bucaksız ovalar, tarlalar, nehirler ve hepsinin ortak görüntüsü: Anadolu
insanı, Anadolu insanı, Anadolu insanı...
Hiç uyumamıştı yol boyunca. "Seyrine doyum olmuyor güzelim memleketimin" diye iç
geçirmişti. Sonra aklına, iki yıl önce Denizli Yurdu'ndan Edebiyat Fakültesi'ne
yaptıkları "yolculuklar" geldi. Onu İstanbul'a getiren yolculuk kadar
kolay olmasa da, önemli "yolculuklar"dı
onlar.
Rıdvan birden bire kafasında canlanan anılarıyla
birlikte yavaş yavaş balkondan içeri girdi. Yapması
gereken işi hatırlamıştı. Dışarıda görülmemesi için evin dikkat çekmeyecek bir
köşesinde duran masasının başına geçti ve bir usta özeni ve dikkatiyle "imalat'a
başladı. O an düşünmemişti belki ama, yıllar sonra
bile onun bu "yolculuklar'ı dilden dile
dolaşacaktı...
büyük aşklar yolculuklarla
başlar
ve serüvenciler düşer
yollara
onlar ki dünyanın son umudu
soyları tükenmeyen birer
şahindirler
...
O dönem İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi de
faşist işgal altında olan üniversitelerdendi. Dahası Edebiyat Fakültesi o dönem
faşistlerin karargahı durumunda olan bir okuldu.
İstanbul'un çeşitli üniversitelerinden, bölgelerinden, hatta diğer illerden
bile faşistleri getirtip edebiyat fakültesine sokuyorlardı. 1977'ye
gelindiğinde okul faşist çetelerin cirit attığı bir yer haline gelmiş. Doğal
olarak da faşistlerin ilk hedefi Anadolu'nun çeşitli yerlerinden gelen gençleri,
özelliklede devrimci-demokrat öğrencileri sindirmekti. Faşist baskılar öyle bir
boyuta gelir ki, edebiyat fakültesi öğrencilerinden haraç almaktan yaptıkları
çeşitli gösterilere öğrencileri zorla katmaya, diledikleri kişileri okula
sokmamaktan tek tek sıkıştırdıkları devrimci
öğrencileri yaralamaya, vb. pek çok baskı yöntemini uygulamaya başlamışlardı.
O dönem faşistlerin dediklerini yapmayan, onların
dümen suyundan gitmeyen sıradan öğrenciler için bile okumak büyük bir sorundu.
Ve tıpkı bugünkü gibi o gün de faşistlerin okuldaki en büyük yardımcısı
polislerdir. O zaman da polis desteğinde okullara her türlü silahı sokuyorlar
ve öğrencilere gözdağı veriyor, faşist terörle yıldırarak kendi kitle tabanları
haline getirmek istiyorlardı. Özcesi denilebilir ki, Beyazıt neredeyse tamamen
faşistlerin kontrolü altındaydı.
İlk başlarda öğrenciler bu işgali kıramazlar. Bu
tavırsızlığın en büyük nedeni de varolan örgütsüzlüktü.
Bir örgütlülük olmayınca da doğal olarak öğrenciler içinde korku büyümüştü.
Öyle ki, o dönem, edebiyat fakütesi'nde okuduğu
halde, faşistlerin baskıları yüzünden okula gitmeyen öğrenciler vardı.
Ancak DEV-GENÇ'in 1977'de
yaptığı bir toplantıyla, okullarda faşist işgalleri kırmaya yönelik bir karar
alması İstanbul'da faşist işgal altında olan diğer üniversiteler gibi Edebiyat
Fakültesi'nde de yankısını buldu. O dönem Edebiyat Fakültesi'nde okuyan beş
öğrenci, faşistlere karşı bir anti-faşist mücadele programı çıkardılar. İşte
Rıdvan Sancar bu beş öğrenciden birisidir.
Bakıldığında beş kişi çok az gelebilir. Gerçekten de
koca okulun faşist işgal altında olduğu düşünülürse "Beş kişi ne yapabilir
ki?" denebilir. Ama ilk zamanlar okula dahi girmekte zorlanan bu beş kişi
böyle düşünmediler.
O dönem Beyazıt ve çevresinde çeşitli yurtlar vardı.
Kadırga Yurdu, Balıkesir Yurdu vb... Bu yurtlardan biri de Beyazıt İETT
durağının karşısında ki Denizli Yurdu'ydu. Rıdvan ailesinin yanında kalma
olanağı olduğu halde bu yurtta kalmaya başlar.
Faşist saldırılar yüzünden can güvenliği sorunu
olduğu için Denizli Yurdu'ndan Edebiyat Fakültesi'ne gelmek de bir sorundur.. Topu topu onbeş
dakikalık yoldur ama, Beyazıt'ın çeşitli yerlerini
tutan faşistler düşünüldüğünde bu yol Rıdvan ve arkadaşları için tam bir "maceralı
yolculuğa" dönüşürdü. İlk günler ancak fakülte kapısına kadar gelebildiler.
Faşistler bu dört-beş kişiyi okula sokmadılar. Ama özellikle Rıdvan Sancar'ın
kararlı tavırlarıyla okula ertesi gün, daha ertesi gün, defalarca gidildi.
Öğrenciler, Edebiyat Fakültesi'ne DEV-GENÇ'in işte bu
kararlı yolculukları sonucu girebildi.
Daha sonraki günlerde Edebiyat Fakültesi'nde
faşistlerle DEV-GENÇ'liler arasında kavgaların, yaralanmaların
yaşandığı günler başladı. Derken Edebiyat Fakültesi'nin birinci katı DEV-GENÇ'lilerin denetimine girdi..
Sayıları beşken dokuza, on beşe çıkmaya başlamıştı artık.
Rıdvan Sancar, bu süreç içinde İ.Ü. Edebiyat
Fakültesi'nde anti faşist mücadeleye damgasını vuran
bir isim oldu.
O süreçte yalnız üniversitede değil, Beyazıt ve
çevresinde de faşistlerle dişe diş bir mücadele vardır. Rıdvan Sancar edebiyat
fakültesindeki faşist işgalin kırılmasında oynadığı rolü, Beyazıt ve çevresinin
faşistlerden temizlenmesinde de oynadı.
Denizli Yurdu'nun arkasında, Beyazıt Meydanı'na
bakan ana cadde üzerinde "Küllük" diye kahvehane türü bir yer vardı.
Bir de "Platin" adlı bir bilardo salonu. Bu yerler faşistlerin en çok
gittikleri yerler olma özelliği taşıyorlardı. Adeta faşist birer karargahtı buralar.
Küllük ve Platin faşistlerin o dönemki iki ayrı
merkeziydi. Rıdvan Sancar ve arkadaşları Denizli Yurdundan edebiyat fakültesine
gelirken bu faşist merkezlerin arasından geçiyorlardı. Bu binbir
tehlike demekti. Her an bir saldırı yaşanma riski vardı.
Rıdvan, o dönem öğrencilerin yurttan fakülteye
güvenli bir şekilde gitmeleriyle ilgilenmeye başladı. Tam bir irade savaşıydı
bu. Düşünün, Beyazıt'ın çeşitli yerlerinde mevizlenen
faşistler bir yanda, Rıdvan ve arkadaşları, yani Dev-Genç'liler bir yanda. Adeta mayın tarlasında yürümek gibi bir şey. Tabii Rıdvanlar
da boş değildi. Rıdvanın yanından ayırmadığı
14'lüsü en büyük güvence olurdu çoğu zaman.
Silah demişken, Rıdvan Sancar'ın silaha olan
tutkusundan da bahsetmek gerekir. Rıdvan, silah kullanmasını iyi bilenlerdendi.
Araplara özgü cesaret, savaşçılık gibi özelliklerinden payına düşeni fazlasıyla
almıştı.
Bedevi Araplar'da herkes
tehlike anında kardeşine yardımla yükümlüdür. Öyle ki, bir Arap için yardım
etmekle yükümlü olduğu kişinin suçlumu suçsuz mu olduğunun önemi bile yoktur.
Rıdvan halkının bu özelliklerini devrimci kültürle, DEV-GENÇ kültürüyle ve daha
sonrasında Devrimci Sol kültürüyle bağdaştırmasını bilmiştir.
Tabii silah kullanmak sadece tetiği çekmek değildir.
Hani derler ya tetiği yürek çeker diye, Rıdvan'ın yüreği de tetik çeken
cinstendir. Ama gerektiğinde de silahın kabzasını faşistlere göstererek, silahı
psikolojik bir güç olarak kullanmasını da bilen bir Dev-Genç'lidir o. Rıdvan'ın
o dönemki pratiğinde olaylara müdehalesi,
soğukkanlılığı vb. onun aynı zamanda inisiyatifçi
özelliği de açığa çıkar.
Rıdvan'ın en büyük özlemlerinden biri faşistlerden
arındırılmış bir Beyazıt'ta dolaşmak, faşist merkezlerden Küllük adlı yeri ele
geçirmek, burada DEV-GENÇ'lilerle çay içmekti. Bunu
sık sık dile getirmekten de ayrı bir zevk alırdı.
Bu yanlarıyla o dönem Beyazıt'ta gündeme gelen tüm
çatışmaların bizzat içinde yeralan isimlerden biri de
Rıvan Sancar'dır. Rıdvan, militan özellikleriyle kısa
sürede öne çıkarak, Edebiyat Fakültesi'nin yöneticilerinden biri haline gelmesi
fazla zaman almadı. Kısa bir süre sonra da Beyazıt DEV-GENÇ komitesinde yeraldı.
Rıdvan Sancar'ın daha çok anti-faşist mücadelenin
gereklerine kafa yoran bir yanı vardır. Bir eylem adamıdır Rıdvan. Ancak süreç
ilerleyip Rıdvan Sancar'ında sorumlulukları artmaya başlayınca kendini
ideolojik-politik olarak yetkinleştirme uğraşı içinde de ileri adımlar atar.
Onun böyle kısa sürede öne çıkışında
militan-yönetici özellikleri yanında, canlı, neşeli, konuşkan, yeri geldiğinde
olgun davranmasını bilen yanlarının da etkisi vardı. Rıdvan, o dönemin sevilen
yöneticilerinden olmasını bilir. Rıdvan, DEV-GENÇ'lilerin
sadece okul sorunlarıyla değil, aile sorunları, yurt sorunları, kişisel
sorunlar, "duygusal meseleler" gibi her türlü sorunla ilgilenir
çünkü. Anti-faşist mücadelenin kızıştığı dönemde kitleyle yaşamın tümünü paylaşan
bir DEV-GENÇ'lidir.
Rıdvan, kapsayıcı bir yöneticidir. Genelde halkın,
özelde öğrenci gençliğin öne çıkan sorununun faşist terör olduğu bir dönemde
faşist teröre karşı koymak için en geniş kesimleri bir araya getirmek
gerekiyordu. Rıdvan, tam da bu anlayışla hareket etmiştir. Öğrenciler hangi
kesimden olursa olsun, anti-faşist mücadelede yer almak istiyorlarsa onların
önünü kesmemiştir. DEV-GENÇ'in, Devrimci Sol'un
kapısının halk düşmanı olmayan herkese açık olduğu anlayışıyla hareket eder.
Onun bu özelliği yalnız okulla da sınırlı kalmaz. Beyazıt çevresinde de aynı
anlayışla hareket ederek pek çok insanı DEV-GENÇ çevresinde tutabilmiştir.
O dönem DEV-GENÇ'in binası
Beyazıt'tadır. DEV-GENÇ'lilerin binanın önünde ve
çevresinde güvenlik aldığı bir gün kuşkulu 7-8 kişi DEV-GENÇ binasının
çevresini dolaşmaktadır. DEV-GENÇ'liler hemen bu
kişilere yönelir ve kimlik kontrolü yapmak için bu 7-8 kişiyi durdurur. Aynı
zamanda arama da yapılır. Arama sonucu birinin üzerinde silah çıkar. Bunun
üzerine DEV-GENÇ'liler bu kişileri ara sokağa çekerek
sorgulamaya başlıyorlar. Bir süre sonra adamların faşist olmadığı anlaşılıyor.
Ancak bir araştırma yapmak için silahın alıkonması düşünülüyor. 'Bu düşünce
üzerine gruptakilerden biri "abi ben Rıdvan Sancar'ı
tanıyorum ona sorabilirsiniz." diyor. Rıdvan'a haber gönderiliyor. Durum
kısa bir süre sonra anlaşılıyor. Meğer Rıdvan, Beyazıt çevresinde oturan bu
insanlarla ilişki kurmuş ve sohbet geliştirmiştir. Daha sonra bu insanlar
Devrimci Sol'a aktif olarak yardım eden taraftar duruma geliyorlar.
Her kesimden insanları mücadeleye katmak için çaba sarfederken okuldan arta kalan zamanlarında yine
mücadelenin çeşitli alanlarında olanaklar yaratan bir anlayışı vardır. Harekete
olanak yaratmak için sürekli kafa yorar Rıdvan. Örneğin memleketi Mardin'de bile
mücadeleyi nasıl geliştireceği onun çözümler ürettiği bir sorundur. Hareketin
Mardin'de örgütlenmesi onun en büyük özlemlerinden biri olmuştur daima.
Rıdvan'a ilişkin söylenmesi gereken bir yan da onun
ailesiyle olan ilişkileridir. Pek çok devrimci ilk önceleri ailesi ile çeşitli
sorunlar yaşayabilir. Rıdvan da benzer sorunlar yaşamıştır ama bu sorunları çözmesinide bilmiştir. Aile ve akraba çevresinde sevilen,
saygınlığı olan özelliği Rıdvan'ın mücadelesini onlara anlatmasını daha
kolaylaştırır. Dahası Rıdvan geniş bir aile çevresini mücadeleye katarak,
onların DEV-GENÇ'i Devrimci Sol'u sahiplenmesini sağlamıştır.
Onun bir özelliği de yaratıcılığıdır. DEV-GENÇ'liler o dönem kendilerini sadece okulla sınırlamazlar.
“Çevre faaliyeti” olarak ifade edilen, üniversite çevresindeki her yer DEV-GENÇ'liler için bir çalışma alanı haline getirilir. Beyazıt'ta
da böyle bir faaliyet vardır. Rıdvan, hemen Beyazıt ve çevresinde geniş biri
ilişki ağı yaratır. Kısa sürede kenidisini sevdiren
bir kişi olmuştur. Bu çalışmalar içinde aktif faaliyetlerinden dolayı DEV-GENÇ'in mali sorumluluklarını alır. Ve bu görevini
başarıyla yerine getirir.
Rıdvan, 1979 baharında tutsak düşer. Uzun sürmez bu
tutsaklığı ama o bu kısa süreci eğitimle geçirmesini bilir. Dışarıya
hazırlanır, bilenir. Selimiye Askeri Hapishanesi'nde yaşadığı tutsaklık biter
bitmez, mücadeleye daha fazla bir azimle sarılır. Kısa süre sonra Amerikancı
faşist cunta günleri başlar. Cunta günleri onur ile onursuzluk tercihinin
yapıldığı günlerdir. Nazım'ın dizeleriyle söylenirse ihanetin ve ateşin
görüldüğü zamanlardır.
DEVRİMCİ SOL, ateşi seçer. Ateş, mücadelenin
ateşidir ve ne olursa olsun bu ateş büyütülecek, söndürülmeyecektir. Aksi durum
teslimiyettir. On'ların kitabında teslimiyet yazmaz. Ateş bedellerle harlanarak
yanmaya devam ettirilir. Rıdvan, bu sürecin en önündedir. Cunta'nın ilk
günlerinden itibaren, Rıdvan ve yoldaşları “Cunta, 45 Milyon Halkı Teslim Alamayacak ! şiarı ile ateşi
beslerler.
...
- Eğer dönemezsem, bir iki gün bekleyin. Yine de
gelmezsem bilin ki şehit düşmüşümdür.
Evden çıkarken bunları söyleyerek ayrıldı Rıdvan.
Cunta'nın terörü her geçen gün artarak sürüyordu. Ne zaman, ne olacağı belli
değildi adeta. Bıçak sırtında yürür gibi zorlukları atlatarak mücadeleyi
yürütüyorlardı. Hızından bir şey kaybetmemişti mücadele henüz. Ama yine de her
şeye hazır olmak lazımdı. Tutsaklık yoktu artık Rıdvan'ın düşüncelerinde. Artık
tutsak düşmek yok, düşersek bu kez şehit düşeceğiz diyordu. Böyle düşündüğü
içinde eylemlere ve randevulara giderken birlikte kaldığı aileye hep aynı
uyarıyı yapıyordu.
Şehit düşmek, doğal, yerine getirilmesi gereken
sıradan bir görevdi onun için. Hele ki ölüm kol geziyorsa, pusudaysa düşman
daha bir hazır olmak gerekiyordu. Hazırdı Rıdvan.
Şehit düşmek doğaldı. Katliamları, işkenceleri,
tutsaklıklarıyla zulüm varoldukça kaçınılmazdı şehit
düşmek.
Etrafına bakındı... Takip edilmediğinden emin
olduğunda bindi dolmuşa. Dolmuş yavaş yavaş çıkıyordu
yokuşu... Yokuşun ardına vardığında koltuğunda doğruldu ve çevresini seyre
daldı.
Burası Beyazıt.
Burası Beyazıt'ın arka sokakları.
“Hey gidi günler hey”... Hergün
özlemle, sevgiyle anardı o günleri. O günlerin coşkusunu, o günlerin kavgasını
paylaştığı yoldaşlarını.
Dev-Genç'li olmak onun için övünç kaynağıydı.
Cebinde 14'lüsüyle hesap sorduğu günler aklına geldi.
...
Mardin'li derlermiş arkadaşları
ona. Mardin'in Nusaybin ilçesinde otururmuş ailesi. Hep birlikte İstanbul'a
gelmişler.
Hiç biri gönüllü değilmiş başlangınçta.
“Ne yapalım evlat. Ekmek parası” deyince babası. Çıkıp
gelmişler İstanbul'a. Ama gönlü Nusaybin'de kalmış Rıdvan'ın. Gönlü Nusaybin'li hemşerilerinde, halkında kalmış.
Boşuna Mardin'li
demiyorlarmış ona. Araplar'ın kendine özgü şiveleri, Araplar'a özgü cesareti ve savaşçılığıyla ün yapmış.
Dev-Genç'li olduğunda daha bir öne çıkmış cesareti. Nusaybin der de başka bir
şey demezmiş önceleri. Sonra İstanbul'u da sevmiş. Kavga içinde memleketi kadar
sever olmuş İstanbul'u.
İstanbul olgunlaştırmış onu çünkü. İstanbul'da
tanışmış kavgayla. Kavga içinde militan, kavga içinde yönetici olmuş.
...
“Çok değil iki ay önceydi.” diye düşündü Rıdvan. “İki ay önce onlarla gülüyor, onlarla
çatışıyorduk bu sokaklarda...”
Şehit düşen yoldaşları geçti gözünün önünden.
Ne zaman onları düşünse daha bir gururlanır, daha
bir kararırdı gözleri... Bilirdi katilleri bu düzen, bu düzenin zulmüydü.
O zamanlar Filistin halkının mücadelesini konuşur,
tartışırdı yoldaşlarıyla. “Görüyor musunuz” derdi. “Halkım nasıl savaşıyor. Ah
birde bizim gibi bir önderlik olsa.”
'78 yılında şehit düşen Filistin'li
12 gerillayı örnek verirdi sık sık. Filistin'li gerillalarda eyleme çıkmazdan önce geride
kalanlara birer fotoğraflarıyla birlikte mesaj bırakmak adettenmiş. 12
gerilladan biri kadın, üstelik komutan... Erkek gerllalar
kendi kanlarıyla “Filistin geliyoruz! “ yazarken, komutanları da “Yurdum için
ölmeye gidiyoruz!” mesajını bırakmış. Eylemlerini gerçekleştiren 12 Filistin
gerillası 3 günlük direnişlerinin sonucunda şehit düşmüşler.
O günden sonra “Yurdum için ölmeye gidiyorum!” cümlesi
adeta bütünleşmiş Rıdvan'la.
Sözde kalmamıştı bu.
Darbe geliyor, gelecek söylentileriyle mücadeleyi terkedip, halkını cuntayla başbaşa
bırakanlara inat; Cunta döneminde de savaşta, savaşın önünde olmaya ant içmişti
ve savaştaydı işte.
...
Neredeyse hava kararacak, gün batacaktı. Söz verdiği
gib tam saatinde gidecekti eve.
Bu sefer de farklı bir güzergahta
gidiyordu eve. Farlık bir güzergahta, farklı
düşüncelerle...
Ertesi gün kampanya için yapacakları eylemlerin
coşkusu düşmüştü yüzüne. Kampanya için yoldaşlarıyla görev dağılımı yapmışlar,
görevin önemli bir bölümü kendisine düşmüştü.
Eve yaklaştıkça evdekilerin üzerinde yoğunlaştı
düşünceleri. Ev halkı akrabalarıydı ama çok emek harcamış,
“darbe” söylentilerinin olduğu günlerde evi bu zor koşullar için hazırlamıştı. Herşeyi anlatmıştı onlara. Devrimci Sol'un mücadalesini, Devrimci Halk İktidarı'nı, sömürüyü,
yoksulluğu...
Eve vardığında işe koyuldu hemen. Heyacanlıydı. Cuntanın merkez üslerinden birine karşı büyük
bir eylem olacaktı bu. Mum almak için balkona çıktı... Balkonda bir an dönüp
baktı...
Tekrar içeri girdi... Masasının başına geçti...
Aniden duyulan patlama sesiyle arkasında onurlu, başeğmeyen
bir yaşam bıraktı.
Rıdvan, 2
Ekim 1980'de Cuntaya karşı düzenlenecek bir bombalı eylem öncesi gerekli
bombayı imal ederken yaşanan teknik bir aksaklık sonucu şehit düştü.
Ama Rıdvan'ın yolculuğu o gün bugündür devam
etmektedir. Artık özgürlük ateşleri Amanoslara dayandı.
Kurtuluş bayrağı ise ülkenin her yanında dalgalanıyor. Şehit düştüğünde
mutluydu. Halkı için yaşamış, ölebilmişti halkı için...
O, Arap halkının yiğit evladı!
O, Arap halkının daha 80'li yıllarında ölümsüzleşen
ilk Cepheli şehidi.
“Mo ninse
monhali ahad yinse”
(Unutmadık Unutmayacağız)