Osman OSMANAĞAOĞLU'nu Yakınları, Yoldaşları

Anlatıyor:

 

 

Yoldaşlarının Osman Osmanağaoğlu Üzerine

Ortaklaşa Yazdıkları Bir Yazı:

 

BİR SAVAŞÇI GİBİ;

OSMAN OSMANAĞAOĞLU

 

Düzenli bir yaşamın aynı zamanda devrimcilikte kalıcılığın ön koşullarından biri olduğu bilinir. Böylesi yaşam sürenler de halkımız tarafından önemsenir, değer verilir. Çünkü onlar yaptıkları işe değer verir, en iyisini yapmaya çalışırlar.

Bugün devrimci olmanın, onurlu-erdemli olmanın direnmekten geçtiğini en iyi bilenlerdeniz. Direnişin şerefli olmakta adlandırılması ise bu gerçeğin en yalın ifadesidir.

Büyük kahramanlıklar, direnişler nasıl tarihimizin altın sayfalarını oluşturuyorsa, bu kavgada düşüp de kalkmayanlar, yok olup gidenler de bu tarihin sayfaları arasında yer aldı, tarih onları da yazdı. Bununla birlikte, bu yolda ayağı takılıp tökezleyenler, yere düşenler; bunun sonucu olarak da koşusunu geciktirenler, sonradan daha hızlı koşanlar da oldu. Onlar düşüp de yeniden ayağa kalkmanın, kalkıp da koşmanın, kendini yeniden yaratmanın adları oldular. Çok gerilere gitmeye gerek yok. Şu yaşadığımız ölüm orucu destanımızın sürecine baksak dahi birçok örnekle, ilklerle karşılaşırız.

O bir çınar...

Birçoğumuz henüz bu dünyaya gözlerimizi açmamışken, bir çoğumuz yeni emeklerken, belki misket oynarken, O devrimciliğe başlar. Hareketimizle yaşıt devrimcilik yaşamı vardır. Ki bunun uzun bir bölümü hapishanelerde, tutsaklıkta geçmiştir. Dahası birçoğumuzun yaşına denk düşen bir tutsaklıktır bu.

O, bir ömür boyu devrimciliğin adıdır.

'80 öncesi başlayan devrimci yaşamı yaklaşık olarak 25 yılı aşkın bir mücadele ile örülüdür. Mücadele yaşamında inişli-çıkışlı dönemler de olsa, kalıcı bir kişiliğe sahiptir. Cunta yıllarında tutsak düşmüş, abisi ile birlikte 7 yıla yakın hapishanede kalmıştır. Tutsaklıkta kan-can bedeli yürüyen direnişi, onlarca açlık grevini, işkenceleri, baskıları yaşamış, 84 Ölüm Orucu'nda sorumlusu Abdullah Meral'in şehitliğini yaşamıştır. 87 yılında tahliye olmuştur. Tutsaklığın ardından kısa bir dönem boşluk yaşayıp, ardından gençliğinin geçtiği Kadıköy bölgesinde derneklerde-mahallelerde yeniden mücadele saflarında yerini almıştı.

İlerleyen dönemde mahalle örgütlenmesinde sorumluluklar almış, ardından da '92 başında İstanbul Halk Milisleri'ne komutan olarak atanmıştı... Milis ekiplerinin yeni kurulmaya başlandığı, neyin nasıl yapılacağının bilinmediği bir dönemde işin başındadır. Tecrübesini, emeğini, alınterini, gecesini-gündüzünü bu işin başarıya ulaşması için seferber eder.

Bu işte yan çizenlere, işi yokuşa sürenlere, binbir dereden su getirenlere karşı tahammülsüzdür. Söyleyeceğini açık-açık söyler, hiç çekinmeden eleştirir. Karadeniz insanıdır o. Dobra-dobra konuşur. Lafı hiç dolandırmadan söyleyeceğini ifade eder. yaptığı işin öneminin bilincindedir. Bu yanıyla titizdir de. "Milis örgütlenmemizi kurduk. Şimdi sıra onu pratiğe sokup geliştirmekte... Bu örgütlülüğü her tarafa yayacağız. Önümüze çıkan tüm engelleri de aşacağız. Böyle çok şey konuşup da, pratiğe gelince yan çizenlere de hadlerini bildireceğiz..." sözleri O'nun bu konudaki kararlılığının güzel bir ifadesidir.

Sonuçta harcanan emekler meyvesini verir. Milisler kısa zamanda pratiğe sokulur ve gündeme yerleşirler. Tecrübe ve birikim kazanırlar. O sadece örgütleyen, yöneten değil, her zaman ekiplerin yanında olan, yeri geldiğinde boşlukları doldurandır. Silahlı Devrimci Birlikleri'nin (SDB) peş-peşe operasyonlar yemesi, şehitlikler-tutsaklıklar yaşamasından dolayı milisler daha üst düzeyde eylemler içine girer ve bu yanıyla düşmanı da şaşkına uğratırlar.

Sonra... '80'li yıllarda aşina olduğu hapishane yolları yeniden gözükür O'na... '92 Eylül'ünde Milis operasyonu sonucu tutsak düşer. Olumsuz bir şube süreci yaşayarak hapishaneye adım atar. Şube sürecinin etkisiyle daha içine kapanık bir dönem geçirir. Ancak bu yıllar O'nun kendini yeniden yaratma, yeniden kendini kavgaya sunma sürecidir. Çünkü O, her ne kadar yaşamın daha geri noktasında, kendi halinde yaşıyor gibi görünse de kendinden beklenenleri bilmektedir. Bunun için sil baştan yapıp, emeği ile adından söz ettirir olmuştur.

Hapishane çok farklı çevrelerden, çok farklı kişiliklerin aynı potada birleştikleri, bir arada yaşadıkları yerdir. BİZ'i doya doya yaşadıkları, aykırı yanların istendiğinde çabucak törpülendiği, dönüşümün gelişimin sağlandığı, dünyasının büyüdüğü yerdir. O'nun da ikinci mahpusluk dönemi bu yanıyla kendini yeniden bulduğu bir süreçtir. Bu dönem O'nun en temel görünen yanı, yaşadığı tüm olumsuzluklara karşı ayağa kalkma çabasıdır. Çünkü kaçan göçen, bir yenilgi ile devrimciliğe "paydos" diyen birçok örnekle karşılaşmıştır.

O ise tam tersidir. Kendi halinde ama iç disiplinini koruyan, sıfırdan yeni bir şeyler öğrenme gayretini hiç yitirmeyen bir durumdaydı. Özellikle mahallelerden gelmiş genç yoldaşlarla ilgilenmeye, sohbet etmeye çalışırdı. Ama öne çıkan yanı disipliniydi. Ve bu disiplini onun yaşam biçimi haline gelmişti. Hiç aksatmadan düzenli kendi eğitim programını yapar, düzenli okur, yazar, çalışmalara katılır. Ve hiç aksatmadan sporunu yapardı. Hepimiz bunları sonuçta az-çok yaparız. Ama işin gerçeği O bu konuda hepimizden daha disiplinli ve örnekti. Ki bunun da bir adım ötesinde O'na bunlar pek özel olarak söylenmiş şeyler değildi. O kendi halinde ama nasıl yaşaması gerektiğini bilen ve öyle yola kararlılıkla devam edendi.

O'nun öne çıkan diğer bir yanı ise emekçiliğidir... Bayrampaşa'da el işçiliği, resim, kart ve benzeri ürünlerin bolca üretildiği bir dönem yaşanıyordu. Bir grup arkadaş bu işlerle yoğun şekilde ilgileniyor, örgütlenmemize buradan elde edilecek gelirle katkı sunmaya çalışıyordu. O da bu ekibin içinde, yönlendiren, yeni yeni şeyler üreten ve en çok katkıyı sunan arkadaşlardan biriydi. Gece gündüz saatlerce masa başında çalışırlar, yeni şeyler üretirler, ziyaretçilere ve dışarıya aktarıp, sattırarak katkı sunarlardı örgütlenmeye.

Bayrampaşa'da yaklaşık üç yıl kaldıktan sonra 4 Ocak direnişimizin ardından Ümraniye'ye gidenlerin arasında O da vardır. Ve Ümraniye'nin onun yaşamında apayrı bir yeri vardır. Ümraniye'ye gittiğinde bir sohbet arasında "Gemileri yaktım" der. Evet, gemileri yakmıştır artık O...

Artık önünde yeni bir dönem, Ümraniye süreci vardır. Osman'ın kendini yeni baştan yaratma, hedeflerine ulaşma dönemidir bu. Osman yine yaşamın içinde ama belki de bir kat fazlasıyla emek harcayan, örgütlü yaşamı büyütmeye çalışandır. 92'de yaşadıklarının etkisinden sıyrıldığı, kendini bulduğu dönemdir bu.

Hoş sohbet biridir Osman. Gerek ciddi bir siyasal birikime sahip olması, gerekse de farklı şeylere de vakıf olması ve edebiyatla da az da olsa ilgilenmesi, ona geniş bir sohbet alanı yaratmıştır. Çok çeşitli insanlarımızla, rahatlıkla ilişki kurabilmekte, gerek genel siyasal gelişmelere, gerekse de farklı alanlara ilişkin onların dünyasını geliştirebilmekte, yardımcı olmaktadır.

Bulunduğu blokta birlikte olduğu genç arkadaşların her şeyiyle ilgilene, eğitmenlerine iradi olarak yardım eden durumdadır. Denilebilir ki onunla birlikte aynı koğuşta kalıp, ondan yararlanmamış-faydalanmamış, bir şey öğrenmemiş bir kişi gösterilemez.

Hoş sohbeti, şen kahkahaları, canlılığı, rahatlığı, ilişkilerinde hemen yansır. Onun için karşısındaki de bu açıklıkla rahat davranır O'nun yanında.

Yine çalışmalarda, herhangi bir konunun tartışılmasında bildiği bir konu ise iddialı ve kendine güvenli tartışır. Doğru bildiğini düşündüğü konularda düşüncesinin arkasında durur.

Eski mahpus olmasından dolayı zorlukları görmüş-çekmiş biriydi. Bundan dolayı kullandığı tüm malzemelere büyük özen gösterir, sürekli çevresine bu kültürü aşılamaya çalışırdı.

Nerede görürsek görelim, elinde kalem-kağıt-defter-kitap vb. mutlaka vardır. Ya yazı yazıyordur, ya da gazetelerden küpür kesip ayırıyordur. Bir bakarsınız kestiği küpürlerle yeni arkadaşlarla arşiv işindedir. Ya da anma-kutlama için ekibini toplamış ışıklı masanın etrafında kart işini organize ediyordur.

Diğer bir yanıyla da Osman iyi bir aşçıdır. Ümraniye'de Cuma günü ziyaret günüydü. O da genelde cuma günleri mutfakta görevli olur ve özellikle zeytinyağlı taze fasulye yapmayı çok severdi. Kasalarla taze fasulye gelirdi. O da kasaları günler öncesinden saklar ve kendi nöbetinde yemek yapardı. Hatta arkadaşlar arasında Osman her nöbetçi olduğunda "eyvah, bugün yine taze fasulye var" diye takılırlardı. Yine komün nöbetçisi olduğu gün toplantı ve çalışma varsa daha sabahtan akşam yemeğini hazırlamıştır bile. Çünkü tertipli-programlı olduğu için önceden hazırlık yapmış ve her şeyi tamamlamıştır.

Kültür-sanat faaliyetlerinin, anma kutlama etkinliklerimizin vazgeçilmez elemanlarından biridir. Afişlerde, pankartlarda, kartlarda İbomuz'la birlikte en çok emeği geçenlerden biridir.

Hemen her anmada, kutlamada şiir okurdu. Eline metin filan almazdı. Deneyim ve tecrübeyle çıkardı sahneye. Yine 1998 yılında ‘84 Ölüm Orucu şehitlerini anma programındayız. Diğer siyasetlerin de davetli olduğu bir program bu. Osman'ın yine şiirsel ve sözlü bir anlatım görevi vardı. 2 veya 3 kişilik bir ekiptiler. Sunuş yapanlardan biri de Osman. Söz sırası Osman'a gelir. Bir-iki cümle söyleyip yerinde gezinmeye başlar. İzleyenler bunun söyleşinin bir parçası olduğunu sanıyorlar. Perde ardından da sesler gelmekte. Perdeye yanaşıyor ama sözler anlaşılmıyor. Belli ki sözleri unutmuş! Hiç tereddüt etmeden "arkadaşlar kusura bakmayın yaşlandık, sözleri unutuyorum bana metni verin" diyerek metni istedi. Doğaldı o. Yapmacıklık yoktu O'nun yaşamında.

Osman, şehitlerimize, şehit yakınlarına ve ailelerine düşkündür. Pek çoğunu tanıyordu zaten. Şehit yoldaşlarımızın anılarının anlatımında O'nun duygusallaştığına şahit olanımız çoktur. Boğazı düğümlenir, anlatılan anıları, kahramanlıkları yaşar gibi anlatırdı. Gençlere ve kültürümüze vakıf olmayanlara, şehitler konusunda ve ailelerine yaklaşım konusunda eğitici konuşmalar yapardı.

Yaşından ziyade, yaşam içindeki canlılığı, hareketliliği, üretkenliği kendisine duyulan saygının nedenidir. Özellikle genç arkadaşların hiçbir istediğini geri çevirmez, sohbet eder, kaynaşır; onlara bir abi, bir yoldaş, bir öğretmendir artık.

İşte böyle, Osman düştüğünde kalkıp, önce yürümeye, sonra koşmaya başladı... Zorlukları, sıkıntıları adım-adım, bıkmadan usanmadan aştı. Yeri geldi sert eleştirilere maruz kaldı, yeri geldi en geri noktaya düştü. Ancak ne yolundan döndü, ne sevgisini, ne inancını yitirdi. Tam aksine partiye ve halka olan sevgisine, zafere olan inancına sığındı. Bu yol onu kahramanlaşacağı zafer yoluna, şehitliğe götürdü.

 

Osman, ölüm orucu için gönüllülük yarışında...

Daha sürecin başında, bu yarışta yer almaya çok çok istekli ve kararlıdır Osman. Kendisini buna kilitlemiş gibiydi. Yapılan tahminlerde ayları oldukça fazlaydı! Ekipler açıklanmadan önce Ümraniye'deki şehit panosunun önüne gelerek "İlk sıra hariç hemen hepsini tanıyorum" der ve şöyle devam eder; "Mücadele saflarına girdiğimden bugüne kadarki süre içinde etrafıma bakıyorum; benimle ve önceden mücadelede tanıdığım pek çok yoldaşım şehit oldu. Kendimden utanıyorum. Sıranın bana geldiğinde, bu hakkın verilmesini, yaşamımı şehitlerimize layık noktalamak istiyorum!..." Konuşurken ses tonu serttir. Bu sertlik, isteğin, arzunun, kararlılığın ifadesidir.

Yine Osman'ı sık sık D/7-8'in alt katında şehitlikte görmeniz mümkündür. Sık sık oraya gider ve şehitlerimize bakıp "ben de onların arasında olmalıydım" der.

O'ndan bahsederken "Bir mermi de benden aslanım" şiirinden bahsetmeden olmaz. Hepimizin bildiği gibi Berdan'la özdeşleşmiştir bu şiir. Ve '96'dan sonra bu şiiri Berdan gibi okuyan belki de tek kişi O'dur. O şiire sahip çıktı. Hemen her anmada, kutlamada okudu. Ve hep büyüttü düşlerini... Sonunda kavuştu düşlerine.

*

Ve 20 Ekim... Ekiplerde Osman da vardır. Coşkusu konuşmaya değerdir. Abartısız tüm ekipdaşlarına hediyeler yapmıştır. Sevinci dıştan apaçık görünür. Çünkü nihayetinde muradına ermiştir... Bu dönemde özellikle Osman'ın birçok yoldaşa verdiği hediyeler hatırlanır.

*

Sonra 19 Aralık... 4 gün boyunca en önde çarpışmak isteyen bir yürekti O. Komutanı Ahmet İbili "hileli" bir kura ile feda eylemi yapmadan önce bütün ölüm orucu ekibinin birlikte feda eylemi yapma talebini örgütlülüğümüze iletendi. Bu talep kabul edilmemiş, Ahmet İbili feda eylemi yaparak şehit düşmüştür. Osman’ın gözleri dolu-doludur. Ahmet İbili'nin acısı, gururu öfkesiyle... her şeyiyle dolu doludur. Bıraksalar düşmanla göğüs göğüse çarpışacaktır. Patlamaya hazır bir dinamit gibidir.

*

Ve Kandıra... Kandıra'ya girişte işkenceli aramalardan O da geçmiştir. Dahası O'na özel muamele uygulamışlardır. Önce saldırarak feci şekilde işkence yapmalarına rağmen yaptırımları kabul etmez. Bu kez ölüm orucunu bırakması için baskı yaparlar. Reddeder. Sonra birkaç arkadaşla birlikte çırılçıplak soyularak, elleri ayakları ranzaya kelepçeli vaziyette copla tecavüz edilmiştir. Düşman alçaktır. Bükemediği bileği öpmektense onurunu kirletmek istemişler, ama onurunu kıramamışlardır. Çünkü Osman yine başı dik, meydan okumuştur işkenceci sürülerine. Başta da dediğimiz gibi onurlu insanlar her koşulda direnir. Onları onurlu kılan da direnişlerini her koşulda devam ettirmeleridir.

Aylarca Kandıra hücrelerinde ölüm orucu yolculuğuna devam eder. Düşmana pervasızdır. Taviz vermez hiçbir konuda.

Direnişinin ilerleyen günlerinde İzmit Devlet Hastanesi'ne kaldırılır. Mengele artıkları, beyaz önlüklü işkenceciler olarak O'nun da karşısına gelirler. Ama o işkencecileri yakından tanır, doktorların türlü numaralarının ne anlama geldiğini hiç unutmaz. Bundan dolayı hastanede de başı dik, tavizsiz tutumunu sürdürmüştür. Hastanede kaldığı sürece orayı da bir direniş mevzisine çevirmesini bildi. Kararlılığıyla düşmana kendini kabul ettiridi. Subaylar, müdürler her hangi bir şeyler olduğunda O'nunla görüşüyorlardı.

Bu arada Veli Dayı'nın şehitlik haberi gelir. Bu gelişme üzerine hastanede zorla müdahale artar. Pek çok direnişçi zorla müdahale sonucu sakat bırakılır. Hafızaları, yılları çalınmış "yaşayan" ölü haline getirilmişlerdir. Koca çınarımız yılların birikimiyle ortada olup biteni sezinliyor, her an kendisine de müdahale edilebileceğini tahmin ediyor. O koşulda da hazırlığını yaparak, direnişini orada, hastanede, zulmün en güçlü olduğunu düşündüğü yerde noktalamak istiyordu. Bunun için ziyaretçilerine, refakatçilerine sürekli kolonya aldırtır. Fakat kolonyaları kullanmayıp, elbiselerinin arasına koydurtur. Fırsatını bulduğunda hemen orada kendini yakacaktır, ama kelepçeli tutulduğu için, buna fırsat bulamaz bir türlü. Bundan dolayı ablasına kendisini yakmasını söyler. Ablası bu durumu daha sonra şöyle ifade eder:

"Bunu yapamazdım. O'na söyledim. Sana müdahale ettirmeye hakkım yok, direnişine, iradene saygı duyuyorum. Ama ben bir ablayım. Daha da ötesi senin annem gibiyim. Ben büyüttüm seni... Benden seni yakmamı isteme. Yapamam!..."

Osman’ın ölüm orucu ilerledikçe, Mengeleler, leş kargaları, O'nun başının üstünde dolanmaya başlar. Önce "ikna" turları düzenlenir. Doktorlar! Hemşireler! müdür, savcı hepsi papağan gibi "bırak" derler. Ablasını "ikna" etmeye çalışırlar. "Ne biçim ablasın, ölmesine izin mi vereceksin, bir imza onu hayata döndürecek" diye iki gün boyunca baskı yaparlar. Aldıkları cevap her defasında aynı olur. Ve alçaklar kendi çözümlerine yönelirler. Eller ayaklar kelepçeli bir vaziyette zorla müdahale ederler Osman'a.

"Hastane önünde de bir hareketlilik hakimdi. Kimi aileler "yaşayan ölü" çocuklarının çalınmış hafızaları olmaksızın, oradan alıp çocuklarını gidiyorlardı. Hastane önünde basına da bu gelişme duyuruluyordu: Tahliyelerin hiçbir şey çözmeyeceğini, zorla müdahalenin durması gerektiğini, tutsakların taleplerini kabul etmeden bu direnişin içerde, dışarda devam edeceğine dair açıklamalar yapılıyordu.

... Ve koca çınarımız da kapıda göründü. Ama kelimenin tam anlamıyla bir deri-bir kemik vaziyetteydi... Avurtları çökmüş, kaburga kısmı iyice içe girmiş ve bacakları tıpkı bir çocuğun bacakları gibi incelmişti. Ama ya gözler!.. Gözler ışıl ışıldı. Düşmanı bir kez daha yenmiş olmanın gururu, onuru ile doluydu. Sevinçli, mutlu, huzurluydu."

Şimdi yoldaşlarının kolları arasındaydı. O uğursuz Aralık gecesi ayırmıştı onları birbirinden. Yoldaş sıcaklığından daha değerli ne olabilirdi o an için?! Ve yoldaşlar sarıldılar birbirlerine.

Önceden ayarlanmış ambulansa binip, yönlerini Küçükarmutlu'ya çevirdiler. Kahramanların mekânıydı Armutlu. Fedailerin kalesiydi. O da bir fedai olduğu için gideceği yer de orası olacaktı elbette. İstanbul'un Küçükarmutlu'su... Sarıyer sırtlarında düşman gözüne batan bir "çıban başı"...

Küçükarmutlu'daki evler, artık ev değil her biri direniş kalesi... Ve her direniş kalesinde savaşçılar yaşamı savunuyorlar. Yaşatmak için ölüyorlar...

Boğaz ayaklarının altında, müthiş bir manzara. Yaşam bir adım ötelerinde. Oysa hücre-hücre, beden-beden ölümün üzerine yürüyerek savunuluyor yaşam... Her ölüm karanlığın bekçilerine vuruyor darbeyi... Her ölüm geleceği aydınlatıyor...

Direniş kalelerinden birinde bir koca çınar...

Irmağın deryaya kavuştuğu yer Armutlu... Boğaz ayaklarının altında... Çık yürü varırsın Karadeniz'e... Karadeniz'de balıkçı takaları...

"...

Dümende ve baş altlarında insanlar vardı ki

bunlar,

uzun eğri burunlu

Ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki

Sırtı lacivertli hamsilerin ve mısır ekmeğinin

zaferi için.

hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin

bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler..."

 

Ne de çok severdi bu şiiri. Bu şiir ki ona memleketini ve insanlarını anlatırdı. Bu yüzden düşmezdi dilinden. Çok kişi dinlemiştir bu şiiri onun dilinden... Karadenizli, Artvinliydi. Belki de dedeleri Kurtuluş savaşında bu vatanın, halkın kurtuluşu için Arhavilli İsmail ile birlikte çarpışmış, ölmüş-öldürmüşlerdi. Yıllar sonra bu kez O, vatanın -halkın kurtuluşu- ülkemizin özgürlüğü için çarpışıyordu... Devrimciydi... Halkı ve vatanı uğruna, zafer uğruna kendini feda edip tereddütsüzce ölebilirdi yine...

Ambulansla Küçükarmutlu'ya doğru yol alırken, yolda ilginç bir telefon konuşması olur. Cep telefonunu bilir, ama o güne kadar eline almış değildir Osman. Telefonda konuştuğu kişiye: "Ben Cephe Savaşcısı Komutan Ahmet İbili Müfrezesi 1. Ölüm Orucu Ekibi Savaşçısı Osman OSMANAĞAOĞLU" der.

"Doğal ve rahattı. Telefonu ters tutmuş olduğunu farketmedi bile. Yaptığı işin haklılığına, doğrululuğuna, meşruluğuna o derece inanmış olduğu bu sözlerde saklıdır. Hatta Armutlu'ya geldiği ilk günlerde kırmızı bir şapka aldırıp, ön yüzüne, "1. Ölüm Orucu Ekibi Ahmet İbili Müfrezesi" diye yazdırmıştı. Feda şehidimiz Ahmet İbili'ye özel bir bağlılığı vardı. Direnişinin ilerleyen günlerinde bilincinin gidip geldiği günlerde "Ahmet İbili seni çağırıyor" dendiğinde gülümser, yanındakinin elini sıkıca kavrardı. Söyleyeceklerini bu şekilde anlatmak ister, gözleriyle konuşurdu."

Küçükarmutlu'ya vardığında ilk sözü "Beni Sevgi'nin yanına götürün. O'nu görmek istiyorum" olur. Yola birlikte başladığı yoldaşını, uzun yıllar sonra görmek sarılıp, kucaklaşmak, tarifi imkânsız duygulardır. Ancak o anı yaşamak gerek. Ki yaşayan da onların yerinde olmak ister.

Armutlu'daki direniş evlerine bir yenisi daha ekleniyordu. "Osman OSMANAĞAOĞLU Direniş Evi" idi bu yeni açılan evin adı.

Armutlu süreci aslında O'nun o güne kadar nasıl yaşadıysa, orada da, bulunduğu her mekanda da aynı yaşamı sürdürmesi demekti. Günler hızla ilerlerken, bedeni hücre-hücre erirken, O, hala yaratıcılığını devreye sokarak bir şeyler üretmenin peşindeydi. Düşmana "gol atmak" istemesi, "300. gün dağlara çıkıp hesap sormak" istemesi, aslında savaşçı gibi düşündüğünü-yaşadığını bize göstermektedir. Ve yine her zamanki o bildik iç disiplinini koruyor oluşu, O'nu yeni tanıyan birçok insan üzerinde derin etkiler bırakıyordu. Bir kez gelip de görenler tekrar tekrar ziyaretine geliyordu.

İşte Armutlu sürecinde öne çıkan da yine yer, zaman, mekan, koşul ayrımı yapmadan, yapması gerekeni bilerek hareket etmesi, hareketine yeni ilişkiler, olanaklar yaratmak istemesiydi. Bu onun özelliklerinden biriydi. Armutlu Bilgesu Erenus'un deyimiyle "insanlık okulu" olduysa, bunda O'nun payı da çok büyüktür. O bir sınıf öğretmeni değildi. Halkın içinden çıkmış, hayatın öğretmeni olmuştu.

"Biz bu halkın evlatlarıyız. Bu kahramanlık soyunu Bedrettinler’den, Pir Sultanlar’dan, Brunolar’dan alıyoruz. Yani bu kahramanlığı sizlerden öğrendik..."

Bu sözleri 28 Temmuz '2001'de 6. Ekiplerin yola çıktığı gün Küçükarmutlu halkına hitaben yaptığı konuşmada söylüyordu.

O da bir kahramandı. Ve şimdi halkının içinde vatanımızın özgürlüğü, halkımızın kurtuluşu için bedenini açlığa yatırmış, hücre-hücre eriyordu. O'nun eriyen hücreleri, her konuştuğu insanla birlikte yeniden canlanıyor gibiydi.

Küçükarmutlu'da kaldığı evde, tıpkı hapishanedeki gibi, düzenli tertipliydi. Öyle bir yaşamı içselleştirmiş, bilince vardırmıştı. Artık O'nun yaşam tarzı buydu.

Ve 299 gün...

Sonrası belli. Sonrası onun düşlerinin gerçekleştiği an... Sonrası panoda yerini aldığı an... Sonrası beklettiği yoldaşlarına kavuştuğu an... Bu bir "sonra" değil aslında, bir kavuşma bu yarış... Tüm acılar bu kavuşma anı için çekiliyor. Her kavuşma yeni bir yaşamın boy vermesi demek. Toprağa, suya kavuşmak... Oradan tohum olup yeniden boy vermek. Gelincikler gibi al al açıp alanları doldurmak... Kavuşmanın sırrı burada saklı...

Ressam mutluluğun resmini çizememişti. Ama mutluluğun resmini yapanlar var. Hem de ne çok ressamımız var mutluluğun resmini yapan.

299. gün... Son direnişçi de gelip Osman Osmanağaoğlu’nun yatağına saygıyla eğilerek, alnındaki kızıl banttan öper usulca... Dudaklar hafifçe gülümser... Yüzdeki bu gülümseme ile bu eğilmez baş yana düşer... Ey ressam, mutluluğun resmini mi arıyorsun?! İyi bak görüntüye... Var mı bundan ala mutluluğun resmi?! Bu ne bir tiyatro sahnesi, ne bir film karesi... Bu gerçeğin, bu hayatın ta kendisi... Burada hayatın askerleri, ölümü alnından vuruyor.

Düşmanın çeşitli manevralar yaptığı, direnişçileri kaçırdığı bir dönemde şehitliğiyle düşmanın beyninde patladı Osman. O'nun şehitliği onurun, erdemin, şerefin zaferiydi. Biliyordu; şimdi şehitliğiyle burjuva ideolojisine, düşüncesine en büyük darbeyi vuracaktı...

Biliyordu; şimdi bu ölüm bir son değil, ölümsüzlüğün başlangıcıydı...

Ve her ölüm düşmanın korkusu, kâbusu, sonuydu...

Ölümü yenmenin adı şimdi Osman olmuştu... Sözünün eri koca çınarımız... Bir irade ve inanç topu... Onur abidesi... Küçükarmutlu sırtlarından Karadeniz gibi coşup gürledi... Vurdu, parçaladı düşmana ait ne varsa...

Tarih yaprakları, 14 Ağustos 2001'i gösteriyordu...

Yer: Küçükarmutlu...

Mekan: Osman OSMANAĞAOĞLU Direniş Evi...

Koca çınarımız hayata son kez gülümseyerek, mutluluğun resmini bize miras bıraktı.

O mirasa sahip çıkacak, koruyacak, adalet dağıtan namlularımıza "Bir mermi de benden" diyen Osman'ımız için süreceğiz. Zaferi kazanacak, Osman'larımıza armağan edeceğiz.

 

***

 

HÜSEYİN ÇUKURLUÖZ’DEN (F TİPİ A 6/17 SİNCAN ANKARA)

OSMAN OSMANAĞAOĞLU’NA MEKTUP

2 Nisan 2001

 

Ayları, yılları, mevsimleri devirerek coşkun nehirler gibi koşanlarımız merhaba;

Merhaba yoldaş;

Faksını 27 Mart’ta aldım. Coşkumuzu fırtınalarla uzaklara savurduğumuz o gün, 21 Mart’ta yazmışsın. Evet 21 Mart Newroz, Cengiz’le harlanıp aydınlattı bizleri. Umutsuzlar, çaresizler korktu, panikledi harlayan kızıl alevlerden, bizse bir sevinç, bir çığlık olduk bir kez daha.

Nasıl sorusu bitti yoldaş, yol açıldı, gülen yüzler kahkahaya durdu, ışıldayan gözler daha bir parladı. Kızıl kanatlı bir atlı geçti buradan, şaklattı kamçısını çorbacılar sustu, kasiyerler sustu. Panik onların oldu, onursa yine bizim. Dehak sustu, Kawalar coştu, alevler etrafında halaylar kuruldu, her yer sevinç doldu.

Alnından öpmeden başladım sohbete, öpeyim öyle devam edelim... Eline ne zaman geçer bilmiyorum, o zamana kadar kaç kızıl kanatlı atlı şahlanır bilmiyorum ama, artık yol açıldı ve maratonumuz yeni bir etaba girdi. Hani o dizelerde var ya “onlara dair her şey bitti... Dün bitmişlerdi, bugün daha bir bittiler.

Nasılsın demiyorum sana, iyisin iyisin... Böyle aşılacak dedik, böyle aşılıyor. Ağrılarımızla, sızılarımızla, ölen hücrelerimiz, pul pul dökülen derilerimizle koşacağız dedik, öyle koşuluyor. Hem de, haftalar ayları, aylar yılları, yıllar mevsimleri kovalayarak. Bahar yeniden doğuştur dedik, cemre toprağa düştü. Doğum sancısında olan toprak kozasını çatlatan tohuma güneşe merhaba dedi. Orhan Veli ne diyordu:

“Ne duruyorsun be, at kendini denize;

geride bekleyenin varmış aldırma;

Görmüyor musun, her yandan hürriyet;

Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;

Git gidebildiğin yere Hedefine var...

Ahmet ol, Halil ol, Fırat ol, Hasan ol, Cengiz ol.

HOŞÇAKAL YOLDAŞ, HOŞCAKAL

Hepinizi olanca coşkumla kucaklıyor ve o güne olan sarsılmaz inancımla öpüyorum. Hepinize selamlar...

Sevgilerimle, Hüseyin

 

Geri