Osman OSMANAĞAOĞLU'nu Yakınları, Yoldaşları
Anlatıyor:
Yoldaşlarının
Osman Osmanağaoğlu Üzerine
Ortaklaşa
Yazdıkları Bir Yazı:
BİR SAVAŞÇI
GİBİ;
OSMAN
OSMANAĞAOĞLU
Düzenli bir yaşamın aynı
zamanda devrimcilikte kalıcılığın ön koşullarından biri olduğu bilinir. Böylesi
yaşam sürenler de halkımız tarafından önemsenir, değer verilir. Çünkü onlar
yaptıkları işe değer verir, en iyisini yapmaya çalışırlar.
Bugün devrimci olmanın,
onurlu-erdemli olmanın direnmekten geçtiğini en iyi bilenlerdeniz. Direnişin
şerefli olmakta adlandırılması ise bu gerçeğin en yalın ifadesidir.
Büyük kahramanlıklar,
direnişler nasıl tarihimizin altın sayfalarını oluşturuyorsa, bu kavgada düşüp
de kalkmayanlar, yok olup gidenler de bu tarihin sayfaları arasında yer aldı,
tarih onları da yazdı. Bununla birlikte, bu yolda ayağı takılıp tökezleyenler,
yere düşenler; bunun sonucu olarak da koşusunu geciktirenler, sonradan daha
hızlı koşanlar da oldu. Onlar düşüp de yeniden ayağa kalkmanın, kalkıp da
koşmanın, kendini yeniden yaratmanın
adları oldular. Çok gerilere gitmeye gerek yok. Şu yaşadığımız ölüm orucu
destanımızın sürecine baksak dahi birçok örnekle, ilklerle karşılaşırız.
O bir çınar...
Birçoğumuz henüz bu
dünyaya gözlerimizi açmamışken, bir çoğumuz yeni emeklerken,
belki misket oynarken, O devrimciliğe başlar. Hareketimizle yaşıt devrimcilik yaşamı vardır. Ki bunun uzun bir
bölümü hapishanelerde, tutsaklıkta geçmiştir. Dahası birçoğumuzun yaşına denk
düşen bir tutsaklıktır bu.
O, bir ömür boyu
devrimciliğin adıdır.
'80 öncesi başlayan
devrimci yaşamı yaklaşık olarak 25 yılı aşkın bir mücadele ile örülüdür.
Mücadele yaşamında inişli-çıkışlı dönemler de olsa, kalıcı bir kişiliğe
sahiptir. Cunta yıllarında tutsak düşmüş, abisi ile birlikte 7 yıla yakın
hapishanede kalmıştır. Tutsaklıkta kan-can bedeli yürüyen direnişi, onlarca
açlık grevini, işkenceleri, baskıları yaşamış, 84 Ölüm Orucu'nda sorumlusu
Abdullah Meral'in şehitliğini yaşamıştır. 87 yılında tahliye olmuştur.
Tutsaklığın ardından kısa bir dönem boşluk yaşayıp, ardından gençliğinin geçtiği
Kadıköy bölgesinde derneklerde-mahallelerde yeniden mücadele saflarında yerini
almıştı.
İlerleyen dönemde mahalle
örgütlenmesinde sorumluluklar almış, ardından da '92 başında İstanbul Halk Milisleri'ne komutan
olarak atanmıştı... Milis ekiplerinin yeni kurulmaya başlandığı, neyin nasıl
yapılacağının bilinmediği bir dönemde işin başındadır. Tecrübesini, emeğini, alınterini, gecesini-gündüzünü bu işin başarıya ulaşması
için seferber eder.
Bu işte yan çizenlere,
işi yokuşa sürenlere, binbir dereden su getirenlere
karşı tahammülsüzdür. Söyleyeceğini açık-açık söyler, hiç çekinmeden eleştirir.
Karadeniz insanıdır o. Dobra-dobra konuşur. Lafı hiç dolandırmadan
söyleyeceğini ifade eder. yaptığı işin öneminin
bilincindedir. Bu yanıyla titizdir de.
"Milis örgütlenmemizi kurduk. Şimdi sıra onu pratiğe sokup geliştirmekte...
Bu örgütlülüğü her tarafa yayacağız. Önümüze çıkan tüm engelleri de aşacağız.
Böyle çok şey konuşup da, pratiğe gelince yan çizenlere de hadlerini
bildireceğiz..." sözleri O'nun bu konudaki kararlılığının güzel bir
ifadesidir.
Sonuçta harcanan emekler
meyvesini verir. Milisler kısa zamanda pratiğe sokulur ve gündeme yerleşirler.
Tecrübe ve birikim kazanırlar. O sadece örgütleyen, yöneten değil, her zaman
ekiplerin yanında olan, yeri geldiğinde boşlukları doldurandır. Silahlı
Devrimci Birlikleri'nin (SDB) peş-peşe operasyonlar yemesi,
şehitlikler-tutsaklıklar yaşamasından dolayı milisler daha üst düzeyde eylemler
içine girer ve bu yanıyla düşmanı da şaşkına uğratırlar.
Sonra... '80'li yıllarda
aşina olduğu hapishane yolları yeniden gözükür O'na... '92 Eylül'ünde Milis
operasyonu sonucu tutsak düşer. Olumsuz bir şube süreci yaşayarak hapishaneye
adım atar. Şube sürecinin etkisiyle daha içine kapanık bir dönem geçirir. Ancak
bu yıllar O'nun kendini yeniden yaratma, yeniden kendini kavgaya sunma
sürecidir. Çünkü O, her ne kadar yaşamın daha geri noktasında, kendi halinde
yaşıyor gibi görünse de kendinden beklenenleri bilmektedir. Bunun için sil
baştan yapıp, emeği ile adından söz ettirir olmuştur.
Hapishane çok farklı
çevrelerden, çok farklı kişiliklerin aynı potada birleştikleri, bir arada
yaşadıkları yerdir. BİZ'i doya doya
yaşadıkları, aykırı yanların istendiğinde çabucak törpülendiği, dönüşümün
gelişimin sağlandığı, dünyasının büyüdüğü yerdir. O'nun da ikinci mahpusluk
dönemi bu yanıyla kendini yeniden bulduğu bir süreçtir. Bu dönem O'nun en temel
görünen yanı, yaşadığı tüm olumsuzluklara karşı ayağa kalkma çabasıdır. Çünkü
kaçan göçen, bir yenilgi ile devrimciliğe "paydos" diyen birçok
örnekle karşılaşmıştır.
O ise tam tersidir. Kendi
halinde ama iç disiplinini koruyan, sıfırdan yeni bir şeyler öğrenme gayretini
hiç yitirmeyen bir durumdaydı. Özellikle mahallelerden gelmiş genç yoldaşlarla
ilgilenmeye, sohbet etmeye çalışırdı. Ama öne
çıkan yanı disipliniydi. Ve bu disiplini onun yaşam biçimi haline gelmişti.
Hiç aksatmadan düzenli kendi eğitim programını yapar, düzenli okur, yazar,
çalışmalara katılır. Ve hiç aksatmadan sporunu yapardı. Hepimiz bunları sonuçta
az-çok yaparız. Ama işin gerçeği O bu konuda hepimizden daha disiplinli ve
örnekti. Ki bunun da bir adım ötesinde O'na bunlar pek özel olarak söylenmiş
şeyler değildi. O kendi halinde ama nasıl yaşaması gerektiğini bilen ve öyle
yola kararlılıkla devam edendi.
O'nun öne çıkan diğer bir
yanı ise emekçiliğidir... Bayrampaşa'da
el işçiliği, resim, kart ve benzeri ürünlerin bolca üretildiği bir dönem
yaşanıyordu. Bir grup arkadaş bu işlerle yoğun şekilde ilgileniyor, örgütlenmemize
buradan elde edilecek gelirle katkı sunmaya çalışıyordu. O da bu ekibin içinde,
yönlendiren, yeni yeni şeyler üreten ve en çok
katkıyı sunan arkadaşlardan biriydi. Gece gündüz saatlerce masa başında
çalışırlar, yeni şeyler üretirler, ziyaretçilere ve dışarıya aktarıp,
sattırarak katkı sunarlardı örgütlenmeye.
Bayrampaşa'da yaklaşık üç
yıl kaldıktan sonra 4 Ocak direnişimizin ardından Ümraniye'ye gidenlerin
arasında O da vardır. Ve Ümraniye'nin onun yaşamında apayrı bir yeri vardır.
Ümraniye'ye gittiğinde bir sohbet arasında "Gemileri
yaktım" der. Evet, gemileri yakmıştır artık O...
Artık önünde yeni bir
dönem, Ümraniye süreci vardır. Osman'ın kendini yeni baştan yaratma,
hedeflerine ulaşma dönemidir bu. Osman yine yaşamın içinde ama belki de bir kat
fazlasıyla emek harcayan, örgütlü yaşamı büyütmeye çalışandır. 92'de
yaşadıklarının etkisinden sıyrıldığı, kendini bulduğu dönemdir bu.
Hoş sohbet biridir Osman.
Gerek ciddi bir siyasal birikime sahip olması, gerekse de farklı şeylere de
vakıf olması ve edebiyatla da az da olsa ilgilenmesi, ona geniş bir sohbet
alanı yaratmıştır. Çok çeşitli insanlarımızla, rahatlıkla ilişki kurabilmekte,
gerek genel siyasal gelişmelere, gerekse de farklı alanlara ilişkin onların
dünyasını geliştirebilmekte, yardımcı olmaktadır.
Bulunduğu blokta birlikte
olduğu genç arkadaşların her şeyiyle ilgilene, eğitmenlerine iradi olarak
yardım eden durumdadır. Denilebilir ki onunla birlikte aynı koğuşta kalıp,
ondan yararlanmamış-faydalanmamış, bir şey öğrenmemiş bir kişi gösterilemez.
Hoş sohbeti, şen
kahkahaları, canlılığı, rahatlığı, ilişkilerinde hemen yansır. Onun için
karşısındaki de bu açıklıkla rahat davranır O'nun yanında.
Yine çalışmalarda,
herhangi bir konunun tartışılmasında bildiği bir konu ise iddialı ve kendine
güvenli tartışır. Doğru bildiğini düşündüğü konularda düşüncesinin arkasında
durur.
Eski mahpus olmasından
dolayı zorlukları görmüş-çekmiş biriydi. Bundan dolayı kullandığı tüm
malzemelere büyük özen gösterir, sürekli çevresine bu kültürü aşılamaya
çalışırdı.
Nerede görürsek görelim,
elinde kalem-kağıt-defter-kitap vb. mutlaka vardır. Ya
yazı yazıyordur, ya da gazetelerden küpür kesip ayırıyordur.
Bir bakarsınız kestiği küpürlerle yeni arkadaşlarla
arşiv işindedir. Ya da anma-kutlama için ekibini toplamış ışıklı masanın
etrafında kart işini organize ediyordur.
Diğer bir yanıyla da
Osman iyi bir aşçıdır. Ümraniye'de Cuma günü ziyaret günüydü. O da genelde cuma
günleri mutfakta görevli olur ve özellikle zeytinyağlı taze fasulye yapmayı çok
severdi. Kasalarla taze fasulye gelirdi. O da kasaları günler öncesinden saklar
ve kendi nöbetinde yemek yapardı. Hatta arkadaşlar arasında Osman her nöbetçi
olduğunda "eyvah, bugün yine taze fasulye var" diye takılırlardı.
Yine komün nöbetçisi olduğu gün toplantı ve çalışma varsa daha sabahtan akşam
yemeğini hazırlamıştır bile. Çünkü tertipli-programlı olduğu için önceden
hazırlık yapmış ve her şeyi tamamlamıştır.
Kültür-sanat
faaliyetlerinin, anma kutlama etkinliklerimizin vazgeçilmez elemanlarından
biridir. Afişlerde, pankartlarda, kartlarda İbomuz'la
birlikte en çok emeği geçenlerden biridir.
Hemen her anmada,
kutlamada şiir okurdu. Eline metin filan almazdı. Deneyim ve tecrübeyle çıkardı
sahneye. Yine 1998 yılında ‘84 Ölüm Orucu şehitlerini anma programındayız.
Diğer siyasetlerin de davetli olduğu bir program bu. Osman'ın yine şiirsel ve
sözlü bir anlatım görevi vardı. 2 veya 3 kişilik bir ekiptiler. Sunuş
yapanlardan biri de Osman. Söz sırası Osman'a gelir. Bir-iki cümle söyleyip
yerinde gezinmeye başlar. İzleyenler bunun söyleşinin bir parçası olduğunu
sanıyorlar. Perde ardından da sesler gelmekte. Perdeye yanaşıyor ama sözler
anlaşılmıyor. Belli ki sözleri unutmuş! Hiç tereddüt etmeden "arkadaşlar kusura bakmayın yaşlandık,
sözleri unutuyorum bana metni verin"
diyerek metni istedi. Doğaldı o. Yapmacıklık yoktu O'nun yaşamında.
Osman, şehitlerimize,
şehit yakınlarına ve ailelerine düşkündür. Pek çoğunu tanıyordu zaten. Şehit
yoldaşlarımızın anılarının anlatımında O'nun duygusallaştığına şahit olanımız
çoktur. Boğazı düğümlenir, anlatılan anıları, kahramanlıkları yaşar gibi
anlatırdı. Gençlere ve kültürümüze vakıf olmayanlara, şehitler konusunda ve
ailelerine yaklaşım konusunda eğitici konuşmalar yapardı.
Yaşından ziyade, yaşam
içindeki canlılığı, hareketliliği, üretkenliği kendisine duyulan saygının
nedenidir. Özellikle genç arkadaşların hiçbir istediğini geri çevirmez, sohbet
eder, kaynaşır; onlara bir abi, bir yoldaş, bir öğretmendir
artık.
İşte böyle, Osman
düştüğünde kalkıp, önce yürümeye, sonra koşmaya başladı... Zorlukları,
sıkıntıları adım-adım, bıkmadan usanmadan aştı. Yeri geldi sert eleştirilere
maruz kaldı, yeri geldi en geri noktaya düştü. Ancak ne yolundan döndü, ne
sevgisini, ne inancını yitirdi. Tam aksine partiye ve halka olan sevgisine,
zafere olan inancına sığındı. Bu yol onu kahramanlaşacağı zafer yoluna,
şehitliğe götürdü.
Osman,
ölüm orucu için gönüllülük yarışında...
Daha sürecin başında, bu
yarışta yer almaya çok çok istekli ve kararlıdır
Osman. Kendisini buna kilitlemiş gibiydi. Yapılan tahminlerde ayları oldukça
fazlaydı! Ekipler açıklanmadan önce Ümraniye'deki şehit panosunun önüne gelerek
"İlk
sıra hariç hemen hepsini tanıyorum" der ve şöyle devam eder;
"Mücadele saflarına girdiğimden bugüne kadarki süre içinde etrafıma
bakıyorum; benimle ve önceden mücadelede tanıdığım pek çok yoldaşım şehit oldu.
Kendimden utanıyorum. Sıranın bana geldiğinde, bu hakkın verilmesini, yaşamımı
şehitlerimize layık noktalamak istiyorum!..."
Konuşurken ses tonu serttir. Bu sertlik, isteğin, arzunun, kararlılığın
ifadesidir.
Yine Osman'ı sık sık D/7-8'in alt katında şehitlikte görmeniz mümkündür. Sık
sık oraya gider ve şehitlerimize bakıp "ben de onların arasında olmalıydım"
der.
O'ndan bahsederken "Bir mermi de benden aslanım" şiirinden
bahsetmeden olmaz. Hepimizin bildiği gibi Berdan'la
özdeşleşmiştir bu şiir. Ve '96'dan sonra bu şiiri Berdan
gibi okuyan belki de tek kişi O'dur. O şiire sahip çıktı. Hemen her anmada, kutlamada
okudu. Ve hep büyüttü düşlerini... Sonunda kavuştu düşlerine.
*
Ve
20 Ekim... Ekiplerde Osman da vardır. Coşkusu konuşmaya değerdir. Abartısız tüm ekipdaşlarına hediyeler yapmıştır. Sevinci dıştan apaçık
görünür. Çünkü nihayetinde muradına ermiştir... Bu dönemde özellikle Osman'ın
birçok yoldaşa verdiği hediyeler hatırlanır.
*
Sonra
19 Aralık...
4 gün boyunca en önde çarpışmak isteyen bir yürekti O. Komutanı Ahmet İbili "hileli" bir kura ile feda eylemi yapmadan
önce bütün ölüm orucu ekibinin birlikte feda eylemi yapma talebini
örgütlülüğümüze iletendi. Bu talep kabul edilmemiş, Ahmet İbili
feda eylemi yaparak şehit düşmüştür. Osman’ın gözleri dolu-doludur. Ahmet İbili'nin acısı, gururu öfkesiyle... her
şeyiyle dolu doludur. Bıraksalar düşmanla göğüs göğüse
çarpışacaktır. Patlamaya hazır bir dinamit gibidir.
*
Ve
Kandıra...
Kandıra'ya girişte işkenceli aramalardan O da geçmiştir. Dahası O'na özel
muamele uygulamışlardır. Önce saldırarak feci şekilde işkence yapmalarına rağmen
yaptırımları kabul etmez. Bu kez ölüm orucunu bırakması için baskı yaparlar.
Reddeder. Sonra birkaç arkadaşla birlikte çırılçıplak soyularak, elleri
ayakları ranzaya kelepçeli vaziyette copla tecavüz edilmiştir. Düşman alçaktır.
Bükemediği bileği öpmektense onurunu kirletmek istemişler, ama onurunu
kıramamışlardır. Çünkü Osman yine başı dik, meydan okumuştur işkenceci sürülerine.
Başta da dediğimiz gibi onurlu insanlar her koşulda direnir. Onları onurlu
kılan da direnişlerini her koşulda devam ettirmeleridir.
Aylarca Kandıra
hücrelerinde ölüm orucu yolculuğuna devam eder. Düşmana pervasızdır. Taviz
vermez hiçbir konuda.
Direnişinin ilerleyen
günlerinde İzmit Devlet Hastanesi'ne kaldırılır. Mengele artıkları, beyaz
önlüklü işkenceciler olarak O'nun da karşısına gelirler. Ama o işkencecileri
yakından tanır, doktorların türlü numaralarının ne anlama geldiğini hiç
unutmaz. Bundan dolayı hastanede de başı dik, tavizsiz tutumunu sürdürmüştür.
Hastanede kaldığı sürece orayı da bir direniş mevzisine çevirmesini bildi.
Kararlılığıyla düşmana kendini kabul ettiridi.
Subaylar, müdürler her hangi bir şeyler olduğunda O'nunla
görüşüyorlardı.
Bu arada Veli Dayı'nın
şehitlik haberi gelir. Bu gelişme üzerine hastanede zorla müdahale artar. Pek
çok direnişçi zorla müdahale sonucu sakat bırakılır. Hafızaları, yılları
çalınmış "yaşayan" ölü haline getirilmişlerdir. Koca çınarımız
yılların birikimiyle ortada olup biteni sezinliyor, her an kendisine de
müdahale edilebileceğini tahmin ediyor. O koşulda da hazırlığını yaparak,
direnişini orada, hastanede, zulmün en güçlü olduğunu düşündüğü yerde
noktalamak istiyordu. Bunun için ziyaretçilerine, refakatçilerine sürekli
kolonya aldırtır. Fakat kolonyaları kullanmayıp, elbiselerinin arasına
koydurtur. Fırsatını bulduğunda hemen orada kendini yakacaktır, ama kelepçeli
tutulduğu için, buna fırsat bulamaz bir türlü. Bundan dolayı ablasına kendisini
yakmasını söyler. Ablası bu durumu daha sonra şöyle ifade eder:
"Bunu
yapamazdım. O'na söyledim. Sana müdahale ettirmeye hakkım yok, direnişine,
iradene saygı duyuyorum. Ama ben bir ablayım. Daha da ötesi senin annem
gibiyim. Ben büyüttüm seni... Benden seni yakmamı isteme. Yapamam!..."
Osman’ın ölüm orucu
ilerledikçe, Mengeleler, leş kargaları, O'nun başının
üstünde dolanmaya başlar. Önce "ikna" turları düzenlenir. Doktorlar!
Hemşireler! müdür, savcı hepsi papağan gibi "bırak"
derler. Ablasını "ikna" etmeye çalışırlar. "Ne biçim ablasın, ölmesine izin mi vereceksin, bir imza onu
hayata döndürecek" diye iki gün boyunca baskı yaparlar. Aldıkları
cevap her defasında aynı olur. Ve alçaklar kendi çözümlerine yönelirler. Eller
ayaklar kelepçeli bir vaziyette zorla müdahale ederler Osman'a.
"Hastane
önünde de bir hareketlilik hakimdi. Kimi aileler
"yaşayan ölü" çocuklarının çalınmış hafızaları olmaksızın, oradan
alıp çocuklarını gidiyorlardı. Hastane önünde basına da bu gelişme
duyuruluyordu: Tahliyelerin hiçbir şey çözmeyeceğini, zorla müdahalenin durması
gerektiğini, tutsakların taleplerini kabul etmeden bu direnişin içerde, dışarda devam edeceğine dair açıklamalar yapılıyordu.
...
Ve koca çınarımız da kapıda göründü. Ama kelimenin tam anlamıyla bir deri-bir
kemik vaziyetteydi... Avurtları çökmüş, kaburga kısmı iyice içe girmiş ve
bacakları tıpkı bir çocuğun bacakları gibi incelmişti. Ama ya gözler!.. Gözler ışıl ışıldı. Düşmanı bir kez daha yenmiş olmanın
gururu, onuru ile doluydu. Sevinçli, mutlu, huzurluydu."
Şimdi yoldaşlarının
kolları arasındaydı. O uğursuz Aralık gecesi ayırmıştı onları birbirinden.
Yoldaş sıcaklığından daha değerli ne olabilirdi o an için?!
Ve yoldaşlar sarıldılar birbirlerine.
Önceden ayarlanmış
ambulansa binip, yönlerini Küçükarmutlu'ya çevirdiler.
Kahramanların mekânıydı Armutlu. Fedailerin
kalesiydi. O da bir fedai olduğu için gideceği yer de orası olacaktı
elbette. İstanbul'un Küçükarmutlu'su... Sarıyer
sırtlarında düşman gözüne batan bir "çıban başı"...
Küçükarmutlu'daki evler, artık ev değil
her biri direniş kalesi... Ve her direniş kalesinde savaşçılar yaşamı
savunuyorlar. Yaşatmak için ölüyorlar...
Boğaz
ayaklarının altında, müthiş bir manzara. Yaşam bir adım ötelerinde. Oysa
hücre-hücre, beden-beden ölümün üzerine yürüyerek savunuluyor yaşam... Her ölüm
karanlığın bekçilerine vuruyor darbeyi... Her ölüm geleceği aydınlatıyor...
Direniş kalelerinden
birinde bir koca çınar...
Irmağın deryaya kavuştuğu
yer Armutlu... Boğaz ayaklarının altında... Çık yürü varırsın Karadeniz'e...
Karadeniz'de balıkçı takaları...
"...
Dümende
ve baş altlarında insanlar vardı ki
bunlar,
uzun
eğri burunlu
Ve
konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki
Sırtı
lacivertli hamsilerin ve mısır ekmeğinin
zaferi
için.
hiç
kimseden hiçbir şey beklemeksizin
bir
şarkı söyler gibi ölebilirdiler..."
Ne de çok severdi bu
şiiri. Bu şiir ki ona memleketini ve insanlarını anlatırdı. Bu yüzden düşmezdi
dilinden. Çok kişi dinlemiştir bu şiiri onun dilinden... Karadenizli,
Artvinliydi. Belki de dedeleri Kurtuluş savaşında bu vatanın, halkın kurtuluşu
için Arhavilli İsmail ile birlikte çarpışmış, ölmüş-öldürmüşlerdi.
Yıllar sonra bu kez O, vatanın -halkın kurtuluşu- ülkemizin özgürlüğü için
çarpışıyordu... Devrimciydi... Halkı ve vatanı uğruna, zafer uğruna kendini
feda edip tereddütsüzce ölebilirdi yine...
Ambulansla Küçükarmutlu'ya doğru yol alırken, yolda ilginç bir telefon
konuşması olur. Cep telefonunu bilir, ama o güne kadar eline almış değildir Osman.
Telefonda konuştuğu kişiye: "Ben Cephe Savaşcısı
Komutan Ahmet İbili Müfrezesi 1. Ölüm Orucu Ekibi
Savaşçısı Osman OSMANAĞAOĞLU" der.
"Doğal
ve rahattı. Telefonu ters tutmuş olduğunu farketmedi
bile. Yaptığı işin haklılığına, doğrululuğuna, meşruluğuna o derece inanmış
olduğu bu sözlerde saklıdır. Hatta Armutlu'ya geldiği
ilk günlerde kırmızı bir şapka aldırıp, ön yüzüne, "1. Ölüm Orucu Ekibi
Ahmet İbili Müfrezesi" diye yazdırmıştı. Feda
şehidimiz Ahmet İbili'ye özel bir bağlılığı vardı.
Direnişinin ilerleyen günlerinde bilincinin gidip geldiği günlerde "Ahmet İbili seni çağırıyor" dendiğinde gülümser,
yanındakinin elini sıkıca kavrardı. Söyleyeceklerini bu şekilde anlatmak ister,
gözleriyle konuşurdu."
Küçükarmutlu'ya vardığında ilk sözü "Beni Sevgi'nin yanına götürün. O'nu
görmek istiyorum" olur. Yola birlikte başladığı yoldaşını, uzun yıllar
sonra görmek sarılıp, kucaklaşmak, tarifi imkânsız duygulardır. Ancak o anı
yaşamak gerek. Ki yaşayan da onların yerinde olmak ister.
Armutlu'daki direniş evlerine bir
yenisi daha ekleniyordu. "Osman OSMANAĞAOĞLU Direniş Evi" idi bu yeni
açılan evin adı.
Armutlu süreci aslında
O'nun o güne kadar nasıl yaşadıysa, orada da, bulunduğu her mekanda
da aynı yaşamı sürdürmesi demekti. Günler hızla ilerlerken, bedeni hücre-hücre
erirken, O, hala yaratıcılığını devreye sokarak bir şeyler üretmenin
peşindeydi. Düşmana "gol atmak" istemesi, "300. gün dağlara
çıkıp hesap sormak" istemesi, aslında savaşçı gibi düşündüğünü-yaşadığını
bize göstermektedir. Ve yine her zamanki o bildik iç disiplinini koruyor oluşu,
O'nu yeni tanıyan birçok insan üzerinde derin etkiler bırakıyordu. Bir kez
gelip de görenler tekrar tekrar ziyaretine geliyordu.
İşte Armutlu sürecinde
öne çıkan da yine yer, zaman, mekan, koşul ayrımı
yapmadan, yapması gerekeni bilerek hareket etmesi, hareketine yeni ilişkiler,
olanaklar yaratmak istemesiydi. Bu onun özelliklerinden biriydi. Armutlu Bilgesu Erenus'un deyimiyle
"insanlık okulu" olduysa, bunda O'nun payı da çok büyüktür. O bir
sınıf öğretmeni değildi. Halkın içinden çıkmış, hayatın öğretmeni olmuştu.
"Biz
bu halkın evlatlarıyız. Bu kahramanlık soyunu Bedrettinler’den,
Pir Sultanlar’dan, Brunolar’dan
alıyoruz. Yani bu kahramanlığı sizlerden öğrendik..."
Bu sözleri 28 Temmuz
'2001'de 6. Ekiplerin yola çıktığı gün Küçükarmutlu
halkına hitaben yaptığı konuşmada söylüyordu.
O da bir kahramandı. Ve
şimdi halkının içinde vatanımızın özgürlüğü, halkımızın kurtuluşu için bedenini
açlığa yatırmış, hücre-hücre eriyordu. O'nun eriyen hücreleri, her konuştuğu
insanla birlikte yeniden canlanıyor gibiydi.
Küçükarmutlu'da kaldığı evde, tıpkı
hapishanedeki gibi, düzenli tertipliydi. Öyle bir yaşamı içselleştirmiş,
bilince vardırmıştı. Artık O'nun yaşam tarzı buydu.
Ve
299 gün...
Sonrası belli. Sonrası
onun düşlerinin gerçekleştiği an... Sonrası panoda yerini aldığı an... Sonrası
beklettiği yoldaşlarına kavuştuğu an... Bu bir "sonra" değil aslında,
bir kavuşma bu yarış... Tüm acılar bu kavuşma anı için çekiliyor. Her kavuşma
yeni bir yaşamın boy vermesi demek. Toprağa, suya kavuşmak... Oradan tohum olup yeniden boy vermek. Gelincikler gibi al al açıp alanları doldurmak... Kavuşmanın sırrı burada
saklı...
Ressam mutluluğun resmini
çizememişti. Ama mutluluğun resmini yapanlar var. Hem de ne çok ressamımız var
mutluluğun resmini yapan.
299.
gün... Son
direnişçi de gelip Osman Osmanağaoğlu’nun yatağına
saygıyla eğilerek, alnındaki kızıl banttan öper usulca... Dudaklar hafifçe
gülümser... Yüzdeki bu gülümseme ile bu eğilmez baş yana düşer... Ey ressam,
mutluluğun resmini mi arıyorsun?! İyi bak görüntüye...
Var mı bundan ala mutluluğun resmi?! Bu ne bir tiyatro
sahnesi, ne bir film karesi... Bu gerçeğin, bu hayatın ta kendisi... Burada hayatın
askerleri, ölümü alnından vuruyor.
Düşmanın çeşitli
manevralar yaptığı, direnişçileri kaçırdığı bir dönemde şehitliğiyle düşmanın
beyninde patladı Osman. O'nun şehitliği
onurun, erdemin, şerefin zaferiydi. Biliyordu; şimdi şehitliğiyle burjuva
ideolojisine, düşüncesine en büyük darbeyi vuracaktı...
Biliyordu; şimdi bu ölüm
bir son değil, ölümsüzlüğün başlangıcıydı...
Ve her ölüm düşmanın
korkusu, kâbusu, sonuydu...
Ölümü yenmenin adı şimdi
Osman olmuştu... Sözünün eri koca çınarımız... Bir irade ve inanç topu... Onur
abidesi... Küçükarmutlu sırtlarından Karadeniz gibi
coşup gürledi... Vurdu, parçaladı düşmana ait ne varsa...
Tarih yaprakları, 14
Ağustos 2001'i gösteriyordu...
Yer: Küçükarmutlu...
Mekan: Osman OSMANAĞAOĞLU Direniş
Evi...
Koca çınarımız hayata son
kez gülümseyerek, mutluluğun resmini bize miras bıraktı.
O mirasa sahip çıkacak,
koruyacak, adalet dağıtan namlularımıza "Bir mermi de benden" diyen
Osman'ımız için süreceğiz. Zaferi kazanacak, Osman'larımıza armağan edeceğiz.
***
HÜSEYİN
ÇUKURLUÖZ’DEN (F TİPİ A 6/17 SİNCAN ANKARA)
OSMAN
OSMANAĞAOĞLU’NA MEKTUP
2 Nisan 2001
Ayları, yılları,
mevsimleri devirerek coşkun nehirler gibi koşanlarımız merhaba;
Merhaba yoldaş;
Faksını 27 Mart’ta aldım.
Coşkumuzu fırtınalarla uzaklara savurduğumuz o gün, 21 Mart’ta yazmışsın. Evet 21 Mart Newroz, Cengiz’le
harlanıp aydınlattı bizleri. Umutsuzlar, çaresizler korktu, panikledi harlayan
kızıl alevlerden, bizse bir sevinç, bir çığlık olduk bir kez daha.
Nasıl sorusu bitti
yoldaş, yol açıldı, gülen yüzler kahkahaya durdu, ışıldayan gözler daha bir
parladı. Kızıl kanatlı bir atlı geçti buradan,
şaklattı kamçısını çorbacılar sustu, kasiyerler sustu. Panik onların oldu,
onursa yine bizim. Dehak sustu, Kawalar
coştu, alevler etrafında halaylar kuruldu, her yer sevinç doldu.
Alnından öpmeden başladım
sohbete, öpeyim öyle devam edelim... Eline ne zaman geçer bilmiyorum, o zamana
kadar kaç kızıl kanatlı atlı şahlanır bilmiyorum ama, artık
yol açıldı ve maratonumuz yeni bir etaba girdi. Hani o dizelerde var ya “onlara dair her şey bitti... Dün bitmişlerdi,
bugün daha bir bittiler.
Nasılsın demiyorum sana,
iyisin iyisin... Böyle aşılacak dedik, böyle aşılıyor.
Ağrılarımızla, sızılarımızla, ölen hücrelerimiz, pul pul
dökülen derilerimizle koşacağız dedik, öyle koşuluyor. Hem de, haftalar ayları,
aylar yılları, yıllar mevsimleri kovalayarak. Bahar yeniden doğuştur dedik,
cemre toprağa düştü. Doğum sancısında olan toprak kozasını çatlatan tohuma
güneşe merhaba dedi. Orhan Veli ne diyordu:
“Ne
duruyorsun be, at kendini denize;
geride
bekleyenin varmış aldırma;
Görmüyor
musun, her yandan hürriyet;
Yelken
ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git
gidebildiğin yere Hedefine var...
Ahmet ol, Halil ol, Fırat
ol, Hasan ol, Cengiz ol.
HOŞÇAKAL YOLDAŞ, HOŞCAKAL
Hepinizi olanca coşkumla
kucaklıyor ve o güne olan sarsılmaz inancımla öpüyorum. Hepinize selamlar...
Sevgilerimle, Hüseyin