Ömer COŞKUNIRMAK'ı Yakınları,
Yoldaşları
Anlatıyor:
Bir meslektaşı anlatıyor: “Mütevazı bir sıra
neferi”
Mimarlar Odası İstanbul Büyükşehir
Şubesi üyesi idi. 12 Temmuz 1991'e kadar....Üye ve
toplum hizmetinde meslek odası mücadelesinin içinde idi, 12 Temmuz Cuma
akşamına kadar... Bağımsızlık, demokrasi sosyalizm mücadelesi perspektifinde
mesleki demokratik kitle örgütü olarak görmek istediği, Mimarlar Odası'nın
mütevazı bir neferi idi. Olabildiği kadar... Yaşı ömrünün yarısına gelmemişti,
meslek yaşantısının başında idi, yaşama hakkı elinden alınana kadar.
*Bush'u öldürmek, TC devletini yıkmak,
ABD emperyalizmini çökertmek” için “menfur” emelleri vardı bizlere iletildiği
kadar... Ve o günlerde hiç kimse dilediği şekilde kınayamadı bu katliamı
kamuoyu nezdinde bile bildiğimiz kadar.
Asırlık gazeteler bile duvar olmuştu bu
katliam karşısında ve odamız yayın organları da sessizliği yeğlemişti durumun vahameti
savuşturulana kadar... Ömer Coşkunırmak’tı bu üyenin
adı. Mimar, devrimci, nüktedan, iyiliksever. Falçatayı kırtasiyeci vitrininde gördüğü andan itibaren
usta bir maketçi, demir açılımını paftada gördüğünden beri usta bir betonarme
teknisyeni, halk kültürünün yozlaşmaya kaçmadan usta bir aktarıcısı, meşveret
ortamlarının tartışmasız en aranan zatı, dostlarının sevgi ile,
muarızlarının saygı ile andıkları eşine ender rastlanan renkli bir kişilikti
yok edildiği güne kadar...
Mesleğe ve uzmanlaşmaya verdiği önemle, “endüstrileşmiş
yapım teknikleri” üzerine lisansüstü eğitimini bitirdi. Mesleki ömrünün
baharında yenilik ve ilerlemeye açık, dürüst, tutarlı, hoş-görülü, sevecen,
mütevazı ve sıralama ile bitmeyecek bütün iyi sıfatları yanında götürdü.
Ardında bıraktı bizleri... Sıra bize gelene kadar...
Anıt dikmedik arkandan, çan da
çatmıyoruz. Şatafatsız bir merasim ve senin yokluğun yüreklerimizde... Mesleki
demokratik kitle örgütü mücadelesinde biraz daha bilenmiş, belki şu an görece
sessiz, ama aynı inançlara sahip mimarlar olarak mücadelene sahip çıkıyoruz. “Bağımsız Türkiye'yi oluşturana kadar. Haklarıyla,
yaşamıyla, mücadelesi ile örnek olanlara selam olsun.
Selam olsun sana coşkun seller gibi
akan, kurak çaylar gibi durulan can dostumuz Ömer...
(Bu anlatım, Haziran
Yayınevi tarafından yayınlanan «Bize Ölüm Yok» adlı kitapta yayınlanmıştır.)
***
Onun katkısıyla devrimcileşen bir
yoldaşı anlatıyor:
«Çok
yönlülüğü, öğreticiliği, onun kişiliğiydi.»
Ömer’i devrimciliğe başlamadan önceki yaşamımdan
tanıyorum
İstanbul doğumluydu, annesi babası hatta dedeleri de
İstanbul’da doğup büyümüşlerdi. Çok eskiden İstanbul’a gelip yerleşmişler.
Nereli olduğu sorulduğunda bunları gururla anlatırdı, kimliğine yabancılaşmamıştı.
Onunla bir mühendislik bürosunda tanıştım. Ayrı
çalışırdı, oranın bir elemanı değildi, kendine ait bir odası vardı, ama bu
durum hiç belli olmazdı, çünkü bir şeyi hatalı yapsak ya da yapamayacağımızı
anlasak hemen ondan yardım isterdik, o da hemen gelir hiç “işim var bakamam”
demezdi. Zaman zaman bir hafta boyunca gece gündüz
aralıksız çalışırdı, ancak bizi geri çevirmeyeceğini bilirdik ve de yanılmazdık.
Bizi ve yaşadığımız sorunları hemen anlardı, bazen çekinir ona soramazdık,
ancak o hemen konuyu açardı. Yaşamı, sohbetleri, ince esprileri oradaki tüm
arkadaşların yaşamının bir parçası olurdu. Biraz gecikse merak ederdik. Dost
canlısı sohbetlerde mutlaka o vardı.
Çok yönlülüğü, öğreticiliği, onun kişiliğiydi. Nazım’ın
şiirlerini çok severdi, bazılarını çalıştığı masanın üzerine asmıştı. Onca
işinin arasında vakit bulup mutlaka kitap okurdu, biz genelde okuyamadığımız
için onun bu davranışlarına özenirdik. Bunu fark ettiğinde kitapları okumamız
için bize vermişti ve onu heyecanla okuyup ona anlatırdık. Neredeyse
ezberlediniz diyerek gülerdi, hoşuna giderdi. Her gün mutlaka değişik gazeteler
alıp okurdu, tabii biz politik olmadığımız için neden bu kadar gazete alıp
okuduğunu anlayamazdık. Biz, magazin sayfalarını hiç kaçırmıyorduk, birgün gazetedeki bir haberi sordu, tabii biz bilmiyoruz,
oldukça bozulduk ve daha dikkatli olmaya başladık. Küçücük bir tavır da olsa
bizi yönlendirmeyi becerebilmişti.
İnsanlara çok değer veriyordu, bunun yaşlı genç
çocuk olması farketmezdi. Daha sonra annesiyle de
tanıştım, annesinin anlatımları da aynı doğrultudaydı. Benden bir bardak su
bile istemezdi, her işini kendisi görürdü. Geç geldiği zamanlar kalkar kendi
yemeğini hazırlar bulaşıklarını yıkardı kendi odasını kendisi temizlerdi, evde
onun ayrı bir yeri vardı. Evin en küçüğü olmasına rağmen herkesin sorunları ile
ilgilenirdi, diye anlatıyordu onu
Bir abisi adli bir olaydan dolayı hapishaneye girmişti
ve yaklaşık on yıldır yatıyordu. Ömer bütün kitapçıları dolaşır, yararlı
olabilecek kitapları seçer alır, diğer tüm ihtiyaçlarını karşılardı. Fırsat
bulduğunda ziyaretlerini aksatmaz, kendisi gidemediği zamanlar ise annesini
arabaya bindirir mutlaka gönderirdi.
Şehit düştükten sonra ablası ile tanışmıştım, “Ömer’i
çok seviyorduk, ne zaman başımız sıkışsa dara düşsek yardımımıza koşardı, bazen
onunla sabahlara kadar dertleşirdik, eşimle bile paylaşamadığım şeyleri onunla
rahat rahat paylaşırdım... o
bizim her şeyimizdi, kaybımız ve acımız çok büyük” diyordu. Onu anlayabiliyordum,
çünkü ben de öyle düşünüyordum, çünkü o bizim her şeyimizdi.
Yeğenleriyle tanıştım, beni kendi odalarına
götürdüler, “yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine bu
hasret bizim” büyük yazılarla duvara asılmıştı. Bunları Ömer yazmış, hemen
yanına büyük bir fotoğrafını asmışlar. Onun eşyalarını kullanıyorlar ve
kullanmadıkları zamanlarda bile kaldırmıyorlar, onun havası doluyor diyorlar.
Bir köşede hediye olarak aldığı çiçek ve balıklar var.
Ömer’in bir sırt çantası vardı ve onu hiç yanından
ayırmazdı, her zaman da dolu oluyordu. Bir gün bu çantada ne var böyle diye
sordum. Açıp gösterdi; kitapları, sık sık kullandığı
havlusu vardı, şaşırmıştım insan bunları niye taşır diye. Anladı ve ikna etmek
için beklenmedik olaylar olabilir ve gerekebilir dedi. Bana pek çok da örnek
vermişti. Aradan bir kaç gün geçti, dışarı çıkmıştı çantası içerideydi,
arkadaşlar merak ettiğinden ben de açıp göstermeye başladım. Birden içeriye
girdi, başkalarının eşyalarının karıştırılmayacağını kimse sana öğretmedi mi
deyince kıpkırmızı olmuştum. Adeta gözlerinden ateş fışkırıyordu, bilmediğimiz
hiç bir şeyi karıştırmamak gerektiğini öğrendik. Ancak kötü bir anı ile.
Çalışırken çok düzenli ve titiz birisiydi, temiz
çalışır, yaptığı iş ne olursa olsun özenirdi. Yaptığı çizimlerin hepsine gıpta
ile bakardık, zaman zaman maket yapardı, küçücük
kartonlarla saatlerce uğraşır ve istenen sonucu elde ederdi. İşinin ehli, ustasıydı.
Sıkılmadan günlerce çalıştığını ve işinden zevk aldığını görüyorduk. Bazen üst
üste eve gidemezdi, hazır bir şeyler yemektense alış veriş yapar, bize yemek
yapardı.
Dostluğu arkadaşlığı çok güçlü idi. Herkes bilirdi,
çıkara dayanan bir ilişkiyi gördüğünde tahammülsüz olacağını ve bitireceğini. O
nedenle çok dikkat ederdik bir yanlış yapsak tekrar dostluğunu kazanabilmek
için ne yapacağımızı şaşırırdık.
Her yerde bürosu vardı adeta, yani istediği her
yerde rahatlıkla çalışırdı, insanlara o derece güven veriyordu ki insanlar
bürolarının anahtarını ona verirlerdi, o da rahatlıkla çıkıp girerdi, her yer
onun eviydi sanki.
Gezmeyi yürümeyi severdi, her fırsatta değişik
yerlere giderdi, merak ederdi, araştırırdı. Bir gün gezerken ben tarihi bir evi
çok sevdiğimi söyledim, çok uğraşılmıştı değişik bir mimarisi vardı. O ise
bunun çok gereksiz olduğunu, bunlar için o kadar para harcanırken pek çok
yapının harcından tuğlasından çalındığını bunun haksızlık olduğunu söyledi.
Bana kalsa dedi, herhalde devrimden sonra demek isterdi, toplu konutlar
yapılmalı, geri kalan alanlar ağaçlandırılmalı, hem insanların ihtiyaçları
karşılanabilir, hem de şu beton yığınından kurtulabiliriz. Dedim ya her şeye
dair görüşü mutlaka vardı.
Ama bende en çok iz bırakan
yanları, düşmana duyduğu öfke idi. Korkusuzluğu cesurluğu idi.