Neslihan
USLU'yu (Hayat'ı) Yakınları, Yoldaşları
Anlatıyor:
Bir yoldaşından Hayat’a Sesleniş
Merhaba,
Sesim sana ulaşmayacak belki,
Ama yine de yürek dolusu MERHABA...
Öyle zaman oluyor ki Hayat, insanın düşünce
sistematiği duruyor sanki, en çok tanıdığını anlatamıyor,
ya da en çok bildiklerini söyleyemiyorsun... Seni anlatmak istiyorum ama herkes
seni öyle tanıyor ki, bir Hayat dediklerinde sanki ağızlarından bin Hayat
dökülüyor... Seni seviyorlar... Ve öyle zaman geliyor ki, kayıpların arkasından
aynı senin gibi boğazına düğümlenen çığlığı fırlatıp atmak istiyorsun... Ve
öyle anlatıyorlar ki, önünde saygıyla eğilmek dışında, diyecek söz kalmıyor.
Seni her anlatanın ağzından dökülen ilk sözcük
"Bizim Hayat" oluyor... Öyle içten söyleniyor ki, tıpkı senin gibi
sarıyor bu sözcükler bizleri... "Bizim"....
Bu "bizim"de bir
sahiplenme var. İnsanlara verdiğin değerin, yoldaşlarını sahiplenmenin karşılığı
var. Vefa da bu değil mi zaten... Harcanan emeği, verilen değeri unutmamak, ona
layık olmak, bırakılan yerden devam etmek... Senden öğrendik vefayı,
bağlılığı... Sana emek verenleri unutmadığını, onların sözlerini her fırsatta
yinelediğini biliyoruz. Yetmediğinde, işin içinden çıkamadığında şehitlerimize
sarıldığını, onların sözlerini rehber yaptığını, onlardan güç aldığını biliyoruz.
Çoğu kez tanık olmuşuzdur. "Faruk bana şöyle derdi... Ekrem bunu hep böyle
yapardı... Ali Rıza şöyle yapma demişti..." Çoğumuzun tanıdığı şehitler
vardır. Sık sık da onları anarız... Kimi zaman nostaljiye kaçar sohbetler... Ama senin her anlatımında çıkarılmış
bir ders vardı... Şehitlere saygının, onları anmanın ne demek olduğunu
öğreniyorduk senden...
Bir hata yaptığında yaşadığın sıkıntı "fırça
yeme", "bana ne söylerler" sıkıntısı değildi, böyle kaygıların
olmamıştı hiç. Sen aslolarak, şehitlerine, sana layık
olup olmamayla yapardın hesaplaşmanı... "Fırça yeme" kaygısıyla
sakladığın, gizlediğin ya da eksik gedik anlattığın bir şey olmadı. Senin en
çok bu yanını severdi Partimiz... Kimi zaman "pot"ta kırsan, her şeyi
anlatır, eksik gedik hiçbir şey bırakmazdın. Nerede ne yapacağını, nerede nasıl
davranacağını bilirdi parti... İşte bu açıklıkta olabilmektir Hayat olmak.
Hayat gibi hesapsız...
Günlerce salça ekmek yedik. Arada bir yumurta
eklenirse ne ala... Bir süre sonra salça ekmeğe Dev-Genç'lilerin yemeği demeye
başladın. Bir de makarna ve hazır çorba. Dergimizin vazgeçilmez yemekleriydi...
Bilet bulamaz yürürdük, üst baş alamaz sağdan soldan yetinmeye çalışırdık.
Çok insanımız böyle yaşamıştır. Hala da yaşıyor.
Biliyoruz ki kavgada bedel ödemek bir yanıyla da yokluklara göğüs germektir. Ve
yokluklarla yaşama deyince ilk aklımıza gelenlerimizden biri de sendin.
Yoldaşlarımızın anlatımında bu yanınla özel bir yer aldın.
Denilecektir ki herkes benzer şartlarda yaşıyor...
Yaşamak zorunda, yaşayacaktır da. Ama yoklukları engel kabul etmediğinde,
yokluklardan yakınmadığında bu anlatılmaya değerdir. Tıpkı
senin gibi. "Paramız yok", "kalacak yerimiz yok" yakınışlarını
bilirsin Hayat. Yapılmayanların, tembelliklerin, kendini dayatmanın, kimi zaman
korkaklıkların, konformizm arayışlarının bir cümlede
özetlenişidir aslında. Kimi zaman da çok daha farklı çıkar karşımıza. Buna
halkımız “başına kakma” der. Zorluklar yaşanmıştır gerçekten, ama kendine
yönelen eleştirilerde hemen bunu kalkan yapar. "Bana bunu nasıl söylersiniz,
ben şunlara şunlara katlandım" diye uzayıp gider
yakınmalar. Böyle olunca da hiçbir değeri kalmıyor gösterilen fedakarlığın. Artık o fedakarlık olmaktan
çıkıyor, neredeyse kullanılan malzemelere dönüşüyor. Ve artık çektiğimiz "cefanın"
"sefasını" sürmek istiyoruz... Öyle değil mi Hayat? İşte senin fedakarlığını bu yüzden anlatıyor, bu yüzden örnek alıyoruz.
Çünkü seninki karşılıksız, seninki hesapsız...
Sen hiç oflamadın. İddia ediyorum hiç kimse senin
ağzından oflama belirtisi sayılabilecek bir kelime duymamıştır. Seninle
geçirdiğimiz günler geliyor aklıma. Senin bir simidi iştahla yediğini ve işine
devam ettiğini öte yandan önüne gelen yemeği beğenmeyip "bugünde mi aynı
şeyi yiyeceğiz" deyip somurtanları...
Hatırlıyor musun Uğur'a darbeci kontra tarafından
işkence yapılmıştı. İlk tedavisini yapıp bir eve yerleştirdik. Başında da iki
kişi vardı ona baksınlar diye. Akşam gittiğimizde o iki kişi yoktu. "İşleri"
olduğu için gitmişlerdi. Uğur'un o gün akşama kadar bir şey yemediğini, bu
yüzden de ağrı kesici dahi alamadığını öğrenince isyan etmiştin. Bu durumu
kabullenemeyişini hatırlıyorum. Yoldaşlarını seviyor musun diye sorulduğunda
"bu nasıl soru, tabiiki seviyoruz" deriz.
Oysa sevginin altını doldurmak gerekiyor. Ya da sevmek sorusunun cevabını
bulmak gerekiyor. Kendimize baktığımızda en ufak şeyde sesimizi yükseltip,
azarlayabiliyoruz yoldaşlarımızı. Çok kolay didişiyoruz. Nasıl kızabiliyoruz
birbirimize. Tahammülsüzleşebiliyoruz. Değil ölümü paylaşmak, bir elbiseyi paylaşmakta
bencilliklerimiz ortaya çıkıyor. Bu somutlukta kendimize dönüp baktığımızda
"seviyoruz"un altını ne kadar doldurduğumuz
ortaya çıkıyor aslında.
Yoldaşlarımı seviyorum diyebilmek için Hayat olmak
gerekiyor. Hayat gibi düşünmek, Hayat gibi yoldaşa sarılmak gerekiyor. "Senin
başın ağrıdığında sen de rahat etmiyorsun ben de, en iyisi ben sana masaj
yapayım rahatlarsın" diyen bir Hayat bu. Yoldaşı rahatsız olduğunda
rahatsız olan, sıkıntısında sıkıntısını, sevincinde sevincini paylaşan... Kendinden önce onları seven, kendinden önce onları düşünen.
Yani Hayat, bencilliklerimiz öyle öne çıkıyor ki,
kendimizden vazgeçemiyoruz bir türlü. Ve böyle olunca da yani bencillikte ayak
direyince de "savaşma kararlılığı", "bağlılık" bizi saran
ve büyüten olmuyor. Çünkü önlerine bencillik zırhı koyuyoruz. İşte sende bu
zırhın parçalandığını görüyoruz. Halka bağlılığın, emektarlığın, başarma
kararlılığın, düşman karşısındaki inadın, ataklığın vefa ve bağlılığın, yoldaş
ve halk sevgisinin bencillik zırhını parçalamaktan geçtiğini, özcesi devrimcileşmenin
buradan geçtiğini öğreniyoruz senden. Öğretiyorsun. Her zamanki gibi işine devam
ediyorsun yani. Aynı mütevazilikle, aynı bağlılıkla...
(Yukarıdaki anlatım Halk İçin Kurtuluş dergisinin 23 Mayıs 1998
tarihli 82. sayısında yayınlanmıştır.)
***
Çeşitli yoldaşlarının anlatımlarından
Neslihan'ın (Hayat’ın) farklı yönleri:
DEV-GENÇ'li arkadaşlarıyla
ev tuttu. Cerrahpaşa'daki bu ev düzeni, tertibi, temizliği ile görenleri
şaşırtırdı. Çünkü gençlik hep dağınıklığı ile hafızalardaydı. Hayatların evinin
yakınlarında yine bir DEV-GENÇ'li evi daha vardı.
Burada erkekler kalıyordu. Hayat onların açlığını, susuzluğunu, çamaşır-üst-baş
sorununu da düşünürdü. Evi konumundan dolayı erkek arkadaşların oraya gelmesi
pek uygun değildi, laf oluyordu. Hayat buna dikkat ederken, işi olduğu için
gelen arkadaşları da doyurmayı, bir çay içirerek ısıtmayı düşünürdü. Biz
hepimiz erkek arkadaşlara kızardık. Çünkü hazırcılığa alışmışlardı. Hayat da
bunu farkettiğinden onları eleştirir, özellikle
dağınık olmalarına kızardı.
...
İYÖ-DER'de görev bölüşümü
yapıldığında aile komisyonu için ilk akla gelen Hayat'tı. Ve aile komisyonunda
görev aldı. Çünkü yumuşak başlı, alçakgönüllü, mütevazı, ev işlerinde
yetenekli, becerileri olan, ailelerle sonbette iyi
bir dialog yakalayan özellikleri vardı.
İYÖ-DER'in bütün
komisyonlarında çalıştı aslında. Kültür, hukuk, aile, mali komisyonlarda vardı.
Hukuk ve aile komisyonunun sorumluluğunu üstlendi. Rıfat İlgaz'la
görüşen, O'nu İYÖ-DER asli üyeleri arasına katanlardan biri de Hayat'tı. Hayat,
aydın ve sanatçılarla ilişkilerinde becerikliydi. Çünkü aydın özellikleri
vardı. (Klasik müzik sever, Kuğu Gölü balesine bayılırdı.) Devrimci Gençlik
Dergisi'nde izlediği bir baleyi göstermeye çalışırken, Faruk Bayrakçı, bunu
izlemiş ve Hayat'a ondan sonra takılmaya başlamıştı. Hayat gerçekten bale çok
sevmesine rağmen bu takılmalardan sonra baleden hiç bahsetmemeye başladı.
...
Yine İYÖ-DER'in kurulduğu
zaman, İYÖ-DER'in tanıtımı için neredeyse gezmediği
sendika, oda vb. kurum kalmamıştı. Ailelerle ilişkiler açısından, onlara
yönelik mektup, şenlik vb. çalışmalar yürüttü. Dergi deneyimi olduğu içinde
İYÖ-DER'in çıkardığı broşür, ilan, afiş, pul vb.'de emeği vardır. '90-'92 arası İYÖ-DER çalışmalarında
emektarlığıyla öne çıktı. Bir eylemde molotofçu, bir
diğerinde pankart taşıyan, dergide yemek yapan, okulda afiş asan, İYÖ-DER'de sürekli daktilo başında, matbaa peşinde koşturan,
ama durmadan koşturan birisiydi. Hayat'ın uykuya pek vakti olmadığı ve çoğu
zaman geceleri gündüzlerine karıştığı, koşturmaktan bitap düştüğü için,
oturduğu sandalyelerdeki "kestirme"lerle
idare ederdi.
...
İYÖ-DER'in kurucu
üyelerinin yasal statüleri, İYÖ-DER kurumlaşmasına korunmaya çalışılıyordu. Kurucular
bu yüzden gözaltı riski olan eylemlere sokulmuyordu. Bu geçici bir dönem
olmasına rağmen, Hayat bundan hiç memnun değildi. Hele hele
birçok insanı eylem için topladıktan sonra oradan ayrılmak hepimizin zoruna
giderdi. Bir keresinde Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde kitleyi topladık, eylem
başladı. Polis çevreyi sarınca alınan talimat gereği ve diğer kurucuların
oradan çekilmesi gerekiyordu. Ardından polis kitleye saldırdı ve arkalarından
silah sıkarak kovaladı. Hayat beklediği yerden silah seslerini duyuyordu.
Öfkeden yerinde duramıyordu. Hayat, O utandığı zaman olduğu gibi bu kez de
öfkesinden kıpkırmızı kesilmişti.
...
Birçok zorluk yaşadı. Denilebilir ki hiçbir zaman
cebinde bir bilet ve simit parasından fazlası olmadı. Çoğu zaman o bile
olmazdı. Ve bunu girdiği ilişkilerde, kurumlarda gidermeye çalışırdı. Yemek
için para harcamazdı Hayat. Bu ihtiyacını da aynı şekilde halletmeye çalışırdı.
Geç saatlerde evine gittiğinde aç karınla uyuyup kaldığı çok olmuştur.
Gündüzleri okulda olmadığı halde yemek ihtiyacını daha ucuz olduğu için okul
yemekhanesinde gidermeye çalışırdı. Cebinde gerek dergiye, gerekse de İYÖ-DER'e ait para her zaman olurdu. Ama O örgüt parasının
değerini bilir, ona dokunmazdı. Ailesiyle beraber kalmadığı için ihtiyaçlarını
ailesinden de karşılayamazdı. Evsiz kaldığı da oldu Hayat'ın. Ama bunları
yakınma malzemesi yapmadı. Gittiği kurumlarda işini gördükten sonra "bir
bilet verecek olan var mı" sorusunu ondan duyan çok insan vardır.
...
Okumayı, özellikle de şiir okumayı çok severdi.
Birçok şiiri ezbere bilirdi. Mütevazıydı. Eleştirilerde
homurdanma, tepkiselleşme nedir bilmezdi Hayat. Dinliyor, kulaklarına kadar
kızarıyor, eleştirilen yanlarını gidermeye çalışıyordu. Bunu başaramadığı da
olurdu. Bu kez, O'nun yüz halinden, mimiklerinden anlaşılırdı sıkıntılı olduğu.
Ama genelde neşeli, hoş sohpet ve şakacıydı. Ve
insanların hafızasına böyle yerleşmişti. Hesapsızdı. Doğal davranır, aklına geleni
söylerdi. O'nun doğallığı, hesapsızlığı, açıklığından, güveninden, samimiyetinden
kaynaklanıyordu. Hayat, bu özellikleriyle, tanıyan herkesin sevdiği, bağlandığı
bir devrimciydi. Emektar yoldaşımızın kendini sevdiren en önemli
özelliklerinden biri de yoldaşlarına duyduğu sevgisiydi. Yoldaşlarına olan
düşkünlüğünü her fırsatta gösterirdi. Gece çalıştığı insanların, rahat çalışması
için herşeyi yapar, uyuyanların üstünü örter,
sırtlarındaki giysinin kalınlığını, inceliğini kontrol ederdi.
(Yukarıdaki anlatımlar
Halk için Kurtuluş dergisinin 2 Mayıs 1998 tarihli
79.
Sayısından alınmıştır.)
***
Hayat'ımızı Yok Edemezler
Hayat'ı 1994 yılında tanıdım... Devrimci Gençlik
Dergisi'nde çalışıyordu o zamanlar. Canlı, coşkulu, sempatik, mütevazi ve tam
bir Dev-Genç'li .... Bu öne çıkan yanlarıydı
Hayat'ın... Gelen herkesle ilgilenmesi çok hoşumuza gidiyor, organik bir
ilişkimizin olmamasına rağmen Anadolu'dan gelen bizler ısrarla onu görmeyi
istiyorduk. Zamanla O'nunla daha da çok şey
paylaşmaya başladık. Biz geldiğimizde bize zaman ayırmaya çalışıyor, bölgemizin
sorunlarını dinliyor, çözümler üretmeye çalışıyordu... Bu yanını özellikle
örnek alıyordum. O gelen hiç kimseyi boş çevirmedi... Mutlaka ilgilendi,
yardımcı oldu.
Bir gün onunla OKM'ye
gidiyorduk. Yollar kapalı olduğundan mecburen Beşiktaş'tan Ortaköy'e yürüyecektik.
Ortaköy'e geldiğimizde, "Gel sana iskeleyi göstereyim. Hem de bir şeyler
atıştırırız" dedi. İskeleye doğru yöneldiğimizde Greenpeace gemisini
gördük. Hayat havalara uçmuştu. Çocuklar gibi seviniyordu. "Gel bunlarla
röportaj yapalım. Dergiye bir yenilik olur hem" dedi. Arada duvarlar
olmasına, demir parmaklıklar olmasına rağmen o bunları aştı. Greenpeace'lilerle
görüşmeyi başardı. Dil sorununu da kolaylıkla halletti. Ben şaşkın şaşkın izliyordum. Şaşkınlığımı farkedince
"yanlış anlama, dergi için" dedi. Ona bazen “çevreci” dediğimizden
dolayı bana bu cevabı vermişti. Ben de gülerek "Evet, dergi için" dedim,
gülüştük...
Ben TÖDEF toplantısına geldiğimde mutlaka onu
görürdüm. Aksilikler olsa da olmasa da onu bekler, O'nu görmeden İstanbul'dan
ayrılmazdım.
Daha sonra kısa bir süre de olsa onunla birlikte
çalışma şansını yakaladım. Gerçekten kısa ama benim unutamayacağım günlerdi.
Seçimlerle ilgili bir kampanyanın tam ortasında Hayat Bursa'ya geldi. Artık
örnek aldığım O DEV-GENÇ'li Hayat benim sorumlum
olmuştu. O güne kadar oturtulmayan, hayata geçirilmeyen kampanya O'nun
gelmesiyle istenilen düzeye ulaştı. Pratiğimize o yön veriyordu. Artık O hep
yanımdaydı. Daha çok birlikte olmaya başlamıştık. Sorunlar O'nun gelmesiyle
çözülmeye başladı. O dönemde gittiği aile ilişkilerindeki tavırları o bölgeden
ayrıldıktan sonra da konuşulmuştur. Yaşamı omuzlaması, eli eve boş dönmemesi,
temiz ve tertipli olması ailelerin üzerinde olumlu bir etki bıraktı.
Bölgede yoğun denetimden dolayı her eve
gidemeyişimiz kalacak yer sıkıntısı doğursa da O bunu hiç bir zaman problem
etmezdi. Ailelerin korkusunu giderip evlerde kalmaya başladı. Onlara emek
harcamıştı, sabırla kalacak ev ihtiyacı olduğunu anlatmıştı. Yüzümüze kapanan
kapılar Hayat'la yeniden açılmaya başladı. Onlarla ilgileniyordu. Evlerinde
sanki onlardan biri gibi davranıyordu.
Örnek bir yöneticiydi... Bir pilin bile nasıl
yapılacağını saatlerce anlatmıştır. Arkadaş anlamamıştır, O yeniden
anlatmıştır. Yeniden, yeniden... Ama sonunda öğretmiştir.
Biz tutuklanırken o kıl payı operasyondan kurtuldu.
İyi olduğunu öğrenince sanki yüreğimize su serpilmişti. Çünkü şubede tanıyan
herkese Hayat'ı sormuşlar ve ölüm tehditleri savurmuşlardı. O yüzden O'nu hep
merak ediyordum.
Bir gün ona verdiğim pantolonumu bana geri gönderdi.
Getiren arkadaşa niye getirdiği için kızdım. O ise şu cevabı vermiş daha sonra,
"onlar dört duvar arasında. Biz dışarıdayız. En çok onların ihtiyacı olur."
Kısaca Hayat; çocuk gibi saf yanları olan, mütevazı,
coşkulu, atak, eğitici, örnek bir yöneticiydi.
O, kimsenin yok etmeyi başaramayacağı Hayat'ımızdır.
(Yukarıdaki yazı, Halk İçin Kurtuluş dergisinin 16 Mayıs 1998
tarihli 81. sayısında yayınlanmıştır.)
***
HAYATI YOK EDEMEZLER...
Merhaba Hayat,
Dediler ki Hayat kayıp...
Canlılık, neşe, sevinç kaybedilebilir mi?
Dediler ki bulunamamış, haber yokmuş daha...
Oysa nasıl merakla bakardı gözlerin. Bir kaşifin gözleri gibi heyecanla, keşfedilmemiş bir sırrı
keşfetmenin hazzıyla. O ifade hep olurdu bakışlarında. Biraz
muzip, biraz hınzır, biraz da utangaçça. Gizli saklı olanları gören mahcup bir
çocuk edasıyla.
İnce uzundu burnun. Değişik bir daha verirdi yüz
hatlarına.
- “Sen Laz mısın Hayat?”
- “Hayır ama bütün insanlar
akrabadır...”, “Gürcüler de Lazlar da birbirine benzer bazı açılardan...”
Hanım hanımcıktın. Ne garip DEV-GENÇ'li
genç kızların çoğu delikanlı görünümlüdür oysa. Ama sen tüm hınzırlıklarına
rağmen hanım hanımcık görünürdün hep. Becerikli, pratik, işbitirici
anneler gibi. Takılırdık bu yanına... DEV-GENÇ'lilere
eşyalar gelmişti. Kotlar, tişörtler. 3-4 tane de etek çıkmıştı içinden.
- “Bunlar da kimin?”,
- “Hayat'ındır, o sever etekleri...” dedi biri.
Yanakların ve burnunun üzeri kızardı her zaman ki
gibi. “Kime ne zararı var etek giymenin, ben böyle daha rahat ediyorum, hem biz
böyle yetiştirildik...” Espriler bir süre daha devam etti. Kızmadın ama değil
mi? Takılmaların sana duyulan sevginin ürünü olduğunu biliyordun.
İlk günler şaşırdım sana, söylediklerinin
doğruluğunda öyle inat ederdinki. Karşı
ranzadan biri.
“Öyle değil Hayat, bak burada farklı yazıyor.”
- “Hayır, kesinlikle öyle, bana anlatan arkadaş
demişti ki...”
Tartışmanız sürdü bir süre daha. “Ne önemi var
arkadaşlar” dedi biri...
- “Ne demek, bana anlatan arkadaş orada yazandan
daha iyi biliyordur mutlaka...” Seni kızdıran düşüncenin yanlış olması değildi,
sana öğreten arkadaşa haksızlık edildiğini düşünmendi. İnatçılığını o zaman farkettik. Bazen öyle inatlaşırdın ki ikna olmazdın. “Hayır o öyle öğretilmedi...”
DEV-GENÇ'liler koğuşun hep
en gürültücüleri olurdu. Sense Armutlu'nun kadınlarıyla
havalandırmanın güneşli bölümlerinde oturup konuşmayı tercih ederdin.
- “Hayrola başına toplamışsın yine Armutlulu'ları”,
- “Çok üzülüyorlar. Kimi çocuğuna ağlıyor, kimi
eşine. Birilerinin onlarla ilgilenmesi gerek...”
Sen anlıyordun onları. Yabancı değildin hiçbirine.
Nasıl düşüneceklerini biliyordun, anlıyordun ve dağıtmaya çalışıyordun
sıkıntılarını...
koğuş karanlık, öksürüyor biri
tıkanırcasına. Bir bardak su uzanıyor dudaklarına doğru, “Pencereyi açayım mı?”
Senin şefkatli gölgen. Doğaldı bunlar senin
için. Her evde kızlar böyle büyürdü, sen böyle düşünürdün en azından.
- “Başın mı ağrıyor, ovayım mı?”,
- “Yok işin vardır senin,
git kitabını oku...”,
- “Hayır ama sen böyle
görünürken canım sıkılıyor benim, biraz ovayım geçer rahatlarsı, ben de rahatlarım...”
Ne kadar da doğaldı yanındakilerin acısını
hissetmen. Sonra alçak bir sesle anlatmaya başlardın. Dergiyi, dışarıyı,
arkadaşları, aileni... Sohbetlerin vazgeçilmez insanı. Nasıl farkettirmeden girerdin insanın dünyasına.
- “Öyle gecenin bir vaktinde elinde torbalarla
nereye gidiyorsun Hayat...”
- “Çamaşırlarımı bastıracağım...”
Saklardın, yaptıklarının duyulmasını istemezdin.
Elindekiler ya hasta bir yoldaşımızın sepetinden gizlice aldığın çamaşırlar
olurdu, ya da işi çok olan birinin biriktirmiş olduğu kirli çamaşırları. Yıkar,
kurutur, sessizce yerine koyardın. Farkedilirse
kulaklarına kadar kızarırdın.
- “O hasta derdin” ya da “Onun işi var”...
- “Bak sen bu tür şeylerle harcıyorsun zamanını...”
- “Arkadaşlar için yapılanlar zaman kaydı
değildir...”
Ama sıkılırdın, bilirdik, yakalandığın için de, farkettirdiğin için de... Anaçtın, eksiklikleri görür
kapatırdın. Olgundun, sataşmalara, takılmalara gülümseyerek karşılık verir,
kendinden uzak görürdün didişmeleri...
Sen hemen göze çarpan insanlardan biri değildin.
Yavaş yavaş giderdin gönüllere. Emekçiydin, mütevazıydın. Zamanla farkedilirdi
becerikliliğin. Sonra kafaların bir yerinde sabitlenirdi görüntün.
İyimserliktin, neşeydin.
Şimdi bu satırları yazarken neyi kaybetmeye
çalıştıklarını düşündüm.
Sevgiyi, şefkati, sevinci,
iyimserliği. İnsanın
güzelliğini, hayatın zenginliğini kaybetmek mümkün değil ki.
Hayatı yok edemez karanlık. Hayat'ın canlılığıyla başedemez zulüm. Zulüm her yanı kana bulasa da söndüremez
gözlerindeki diriliği. Sendeki bizim olan hangi değeri silip atabilir cellatlar. Senin gülüşün, saflığın söylemiştir son sözü
mutlaka. Seni yaşatacağız Hayat. Her gün içimizde büyüyecek özlem ve her gün
daha çok büyüyecek Hayat'ın değerleri...
(Yukarıdaki anlatım, Halk
İçin Kurtuluş dergisinin 9 Mayıs 1998 tarihli 80. sayısında yayınlanmıştır.)