Necla ÇAVUMİRZA'yı Yakınları,
Yoldaşları
Anlatıyor:
Gerilla yoldaşları anlatıyor: “SAVAŞÇI OLMANIN
ÖNÜNDE
HİÇBİR ŞEY ENGEL DEĞİLDİR”
Gerillalar bizim eve gelip gittiklerinde, o zamanlar
13-14 yaşlarındaydım. İlk dönem pek kalabalık değillerdi. Bir iki tane de bayan
vardı. Neredeyse hemen her gün bizim eve gelirlerdi. Günler geçtikçe ben de
devrimciliği öğreniyor, gerillaya katılmak istiyordum. Milislik yaptığım
dönemlerde, onlarla iyice kaynaşmıştım. Her hareketlerini gözlemliyor,
yaşamları hakkında fikir ediniyordum. Herkesin değişik özellikleri vardı. Ama
bana ilginç gelen ve hiç unutmadığım kişilik Eda'dır. (Ela Nejla
Çavumirza).
'93'ün Haziran ayıydı. O günlerde gerillaya her gün
yeni birileri katılıyordu. Ben geceleri gerillaların işlerini, gündüzleri de
köy işlerini yapıyordum. O gün ot biçmeye ara vermiş, öğlen paydosunda eve
gelmiştim. İçeri girdiğimde divanın üstünde oturan iki bayanla karşılaştım. Bunların
da gerillaya katılacaklarını anladım. Bardak camı gibi kalın gözlükleri olan
bayan arkadaş sigara içiyordu. "Hoşgeldin" dedim.
Gözlüklü arkadaş ilgisiz bir şekilde elini uzattı. Sohbet etmeye çalıştım. Buna
da yanaşmadı. Ben de sessizce yanlarına oturdum. Bu arada anam sofrayı
hazırlamıştı bile. Arkadaş sofraya oturur oturmaz bir göz gezdirdikten sonra
çatal istedi. Biz ellerimizle yemeye alışık olduğumuzdan sofrada çatal vs.
bulundurmazdık. İçimden "şehir çocuğu" diye geçirdim. Anam çatalı
getirdi. Arkadaş oldukça kibar bir şekilde yemek yiyordu. Aslında pek yedi
sayılmazdı ya. Önündeki pajdoya garip garip bakıyordu.
Gece geç saatlerde gerillalar geldiler. İlk işim
komutanı bir kenara çekip gözlemlerimi anlatmak oldu. "Abi bu çıtkırıldım. Üstelik
ufak-tefek. Pek yapabileceğini zannetmiyorum" dedim. Komutan,
yok canım, o daha yeni gelmiş, alışır, diyerek yargımı değiştirmeye çalıştı.
Bizim oralarda gerillalar köylüler tarafından çok iyi gözlemlenir. Birisini
biraz durgun görseler, çeşitli yorumlar yaparlar. "Dikkat edin kaçar ha. Belki bırakmak istiyordur" gibi.. Sanırım benim yeni katılan bayan arkadaşa karşı gözlemlerim
de, bu alışkanlığımızdan ileri geliyordu. Unutmadan, komutan bu yeni arkadaşın
isminin Eda olduğunu söyledi.
Yaklaşık bir ay sonra ben de gerillaya katıldım.
Zaten bir çoğunu tanıyordum. Ama Eda'yı merak ediyordum.
Merakım bende bıraktığı ilk izlenimlerden ötürüydü. Bir baktım ki tek başına
bir ağacın altına oturmuş kitap okuyor. Arkadaşların çoğu da biraraya gelmiş sohbet ediyorlardı. Güneş tam tepemizdeyken
ortalık sıcaktan kavruluyorken, komutan, "askeri eğitim yapacağız"
dedi.
Onun canı sıkkın ve morali bozuktu. "Herşey bana
değişik ve zor geliyor. Şehirde doğdum, büyüdüm. Rahat bir ortamda yetiştim. Bu
yüzden hiç zorluk çekmedim. Şimdi buralara ayak uydurabilir miyim diye
endişeleniyorum. Buradaki zorlukları kaldırabilir miyim, bunlar beni düşündürüyor
ve moralimi bozuyor" diyordu...
İşte böyle bu ilk günler Eda için zor ve sıkıntılı
günler olarak geçti. Bu arada müfrezelerimiz ayrıldı. Eda, Ovacık'a giden
Mazlum Güder Müfrezesi'ndeydi. Onlarla bir süre görüşmeyecektik.
Eylül ayıyla birlikte tekrar biraraya
geldik. Eda'nın durumunu öğrenmek için sabırsızlanıyordum. Üstelik Mazlum Güder
Müfrezesi, Ovacık'ın Kızık köyünde pusuya düşmüş, kayıp vermeden geri çekilmişti.
Doğrusu Eda'nın tavrı beni meraklandırıyordu. Çünkü faaliyete çıktığında morali
pek iyi değildi. Gece köyde müfrezelerimiz karşılaştı.
Ben çeşmede elimi-yüzümü yıkıyordum, birden biri omuzuma
dokundu. Yüzümü döndüğümde boyunuma sarıldı. Bu Eda
idi. Sokak lambalarının ışığıyla gördüğüm kadar üzerinde lime lime olmuş bir pantolon vardı. Saçlarını da kısacık
kesmişti. Yerinde duramıyor, kıpır kıpırdı. Sürekli Ovacık'ı anlatıyordu.
Birlikte içeri girdik. Yere çöküp bağdaş kurup oturdu. Silahı da kucağındaydı.
Güneşten yanmış, kapkara olmuştu. Bir yandan çocukları seviyor, bir yandan da
evin geliniyle sohbet ediyordu. İlerleyen saatlerde araziye çıktık. Hava,
iyiden iyiye serinlemişti. Özellikle geceleri ve sabahları insan üşüyordu.
Sabah, sporumuz başladı. Bir ay önce miskin miskin spora
katılan Eda, şimdi oldukça canlıydı. Hayret ettim. Eskiden olsaydı, sonuna
kadar koşmazdı. Spor bittiğinde, hepimiz bir tarafta kendimizi yere attık. Eda,
ateş çukurunun başına çömeldi. Odunları itinayla dizerek ateş yaktı. Bu işi
büyük bir zevkle yapıyordu. Zaten bundan sonrada her müfrezede ateşçimiz
olacak, bu işi gönlüyle ve zevkle yapacaktı. Elleri kömür karasından simsiyah
olsa bile o ızgara dizmekten vazgeçmedi. Kahvaltı hazırdı. Sofrada çökelek ve
çay vardı. O kadar sevmeme rağmen ben bile iştahla yemiyordum. Eda'daki bu
değişim, faaliyetlerindeki olumlu gelişim Kızık pususundaki çatışma ortamından
kaynaklanıyordu. Anımsadığım kadarıyla yaşadıklarını şöyle anlatıyordu: "Ovacık
arazisi daha dik ve sarptı. Hozat'da olduğumdan daha çok
zorlanıyordum. Yolda hep düşüyordum. Her düştüğümde yoldaşlarım bana yardım ediyordu.
Yürüme noktasında bana destek oldular. Yürüyemediğim zamanlar dakikalarca beni
beklediler. Hele köylüleri bir görecektin. Pantolunum
düşe kalka yırtılmıştı. Bana hemen, pantolon verdiler. Bizlere evlatlarıymışız
gibi davranıyorlardı. Yaşlı bir ana vardı. Kendi eliyle yaralarımı temizledi.
Sonra ne yaptı biliyor musun? Saçlarımı kendi elleriyle yıkadı. Anlayacağın fedakarlığı, sahiplenmeyi gördüm. Zaten Kızık'ta düştüğümüz
pusuyu hiç söyleme. Senin de orada olmanı isterdim. Köye girdik. Düşman köyde
bir evin içinde karakol kurmuş. Tabii bundan köylülerin haberi yokmuş. Benle
birlikte üç arkadaş köyün içine komün toplamaya gittik. Tam bir eve gireceğimiz
zaman kapının önünde nöbetçi gördük. "Kamo"
çektik. Karşıdan "siz kimsiniz" diye ses geldi. Bu cevabı olsa olsa düşman verirdi. Hemen ateş etmeye başladık. Görecektin,
başımın üstünden kurşunlar vızır vızır geçiyordu. İlk
kez bir çatışmaya giriyordum. Silah sesleri, askerlerin bağırtısı, kurşunların üzerimden
geçişi... garip duygular uyandırdı. Geri çekilme
esnasında benimle birlikte olan arkadaşları kaybettim. Köyün ortasında
yapayalnız kalmıştım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Köyün içi ışıl ışıldı. Kendi
kendime ne kadar çok sokak lambası var diye düşündüm. Halbuki
onlar aydınlatma mermileriymiş. Saatler epeyce ilerledi. Köyden çıkarak
yürümeye başladım. Kendime göre ormana benzettiğim bir koruluğa girdim. Heyacanım biraz yatışmıştı. Yoldaşlarım aklımdan
çıkmıyordu. Onlara ne oldu sorusu kafamı kemirip duruyordu. Belki de şehit
düşmüşlerdir diye düşündüğümde içimi bir hüzün kapladı. Ağlıyordum. Sabaha
kadar uyumadan öylece oturdum. Gündüz çıkıp çevreyi gözetledim. Yoldaşlarımdan
mutlaka haber almam gerekiyordu. Yakında bir köy vardı, oraya gitmeye karar
verdim.
Akşam karanlık çöktüğünde köydeydim. Durumu
anlattım. Çatışmayı duymuş olan köylüler gerillanın kaybının olmadığını
söylediler. Sevinçten ne yapacağımı şaşırdım. İki genç köylü benimle birlikte
birkaç gün arazide kaldılar. Tüfekleriyle geliyorlardı. Beni yalnız bırakmak
istemiyorlardı. Nöbeti bile benimle birlikte tutuyorlardı. Köylülerin de
yardımıyla arkadaşlardan haber aldım. Karşılaşmamız müthişti. Hepsi tek tek bana sarılıyor, coşkudan ne yapacağını bilemiyorlardı.
İçimden, 'yoldaş sevgisi demek buymuş' diye geçirdim. Dersim'i,
savaşı, çatışmanın ortasında yaşadıklarımı anladıkça, neden savaşmak gerektiğini
de daha iyi anladım.
İşte böyle, Eda anlata anlata
bitiremiyordu. Dersim'in yoksul köylülerini tanıdıkça,
kendi eski rahat ve zengin yaşamından eziklik duyuryordu.
Sanki bunların sorumlusu kendisiymiş gibi düşünüyordu.
Uzun bir süre sonra komutanlığımız, görme
rahatsızlığı olduğu için Eda'yı göndereceğini söyledi. Eda, bu duruma
bozuluyordu. Ve kendisine engel olmadığını yaşamda kanıtlamak istiyordu. Nöbeti
pürdikkat tutuyor. Yolda kaybolmamak için çaba harcıyordu. Birgün
başka bir müfrezede bir arkadaş kazayla kendisini yaralamıştı. Eda
birliğimizdeki hemşirelerden biriydi. Sonradan öğrendiğimize göre Diyarbakır'da
çalışmış ve Sağlık-Sen'de görev yapmıştı. Nazım Karaca, Eda'yı alarak gündüz
vakti yaralı arkadaşın bulunduğu müfrezeye gitti. Yolda yürürken kendilerinden
yüz metre ileride olan bir armut ağacını göstererek, Eda bak armutlar
olgunlaşmışlar, görüyor musun, diye sormuş Nazım. O ise, "hani nerede
göremedim." demiş. İkinci kez yine gösterip sormuş. Eda yine görmediğini
söylemiş. "Üçüncüsünde utandım artık, görmediğim halde, tamam tamam gördüm dedim" demiş. Bu olayı bize anlatıp
gülerdi. Göz rahatsızlığının ona engel olabileceğini düşünüp geri gönderilmek
istemiyordu.
Okuduğu kitapların sayısını kendisi bile bilmiyordu.
O, entelektüel bir devrimciydi. Devrimci olmadan önce entelektüel birikim elde
etmişti. O zorlu süreci de emek ve çaba sarfederek
aştı. Bildiği herşeyi bize öğretmeye çalışırdı. Karargahlarda siyasi eğitim sorumlusu olurdu. Beraber
kaldığımız bir buçuk yıl boyunca köyümüzdeki evimizde karşılaşmamda edindiğim
izlenimler tamamen onun örnek yaşamıyla yok oldu. Eda'nın unutmayacağım bir
özelliği ise, okuduğu kitapları canlandırarak tiyatrolaştırmasıydı. Bunu ateş
başındaki her sohbetimizde yapardı. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza adlı romanını
canlandırırdı. Hem Raskalnikov, hem yaşlı kadın, hem
de yaşlı kadının kız kardeşi olurdu. Bir bakardık elinde balta, bir bakardık
başına eşarp takmış yaşlı kadın ya da çamaşır yıkayan kızkardeşi.
Kitabı okumayanlar okumak için sıraya giriyordu. Eda, bütün romanı birkaç
tiplemeyle bize anlatırdı. İşte benim "bu yapamaz" dediğim Eda,
savaşçılığı en iyi şekilde öğrendi. Hatta bir dönem komutan yardımcılığı da
yaptı. Eda, Dersim'in yoksul Kürt köylüleriyle kaynaşmıştı.
Onun iç Anadolu, Kırşehirli olabileceği aklıma bile gelmemişti. 9 Ekim 1994'de
Ovacık Emirgan'da şehit düştüğünde öğrenmiştik. O,
bize, savaşçı olmanın önünde hiçbir engelin olmayacağını öğretti.
(Bu anlatım, Malatya Hapishanesi’ndeki DHKP-C’li
tutsaklar tarafından çıkarılan Başak Dergisi'nin 23. Sayısından alınmıştır.
Anlatımlar, aynı süreçte gerillada yer alan savaşçılara aittir.)
***
Bir Yoldaşı Anlatıyor: "Böyle yapmalıydım. Çünkü
ben
Devrimci Sol’cuyum»
Halka olan sevgisini, daha yaşama atılırken yaptığı
tercihiyle ortaya koymuştu. Hemşirelik mesleğini devrimcilikle de
birleştirdikten sonra, halkına, artık öncü misyonuyla
da gidiyordu. Hareketimizle tanışmasıyla birlikte Diyarbakır sağlık alanındaki
örgütlenmemiz içerisinde aktif çalışmalarda bulundu. Daha mücadeleye atıldığı
ilk günlerde bütün olanaklarını sunmuştu bize. Yılların birikimleri olan
tasarruflarını dahi, ailesinin de fazlaca ihtiyacı olmasına rağmen o, hiç
tereddüt etmeden yeni ailesinin kullanımına sunmuştu.
Sendikal faaliyeti sürecinde doğal olarak Manukyan'ın çocuklarıyla (O da böyle söylerdi) başı belaya
giriyordu. Bundan dolayı da öfkesini yeteri kadar pratiğe dökemiyor ve yaptığı
şeyler onu tatmin etmiyordu. Bu kavgada halkına ve geleceğine onurlu yarınlar
hazırlamak için korkusuzca, umutla, coşkuyla, öfke ve sevgiyle ellerinde
silahları, dillerinde sloganlarıyla çatışarak şehit düşen Sabo'ların, Eda'ların
ve diğer yoldaşlarımızın hesabını alamıyordu. Bunun için de bulunduğu yerini
kavgasında yeterli görmüyordu. Öfkesini pratiğine denk düşürmek istiyordu.
Pek çoğumuza göre kısa olan devrimci yaşamına çok
şeyler sığdırdı. Kendisine ilk bir şeyler öğreten insanların düşman karşısında
yenilgilerini gördüğünde, kızgınlığından ve öfkesinden bir anlam veremiyordu.
Buna rağmen sarsılmadı, peşlerinden sürüklenmedi. Legal alanda çalışma sendromu yaşanırken kısa süre içerisinde en hareketli, en
cesurca koşuşturan ve hareketini savunan biri alarak tanındı.
Sağlık-Sen'in ciddiyetini ve kararlılığını diğer
insanlara kavratmaya çalışan insanlarımızdandı. İç düşmanın ihanetine tanıklık
eden ve bu süreci yaşayanlardandı. İhanet, Amed koşullarında
pek sıcağı sıcağına yaşanmadı, ancak ihaneti sorgularken kendine yönelmesini
biliyordu. İşyerinde ve sendikal mücadelesindeki coşkusu ve kararlılığı
öylesine tereddütsüzdü ki, bu yüzden, istifa
ettiğini, çekip metropollere gideceğini, özel bir işyerinde
çalışacağını söylemesine rağmen,
gittiğini duyan yurtsever ve diğer çevrenin insanları dahi tereddüt etmeden
saygınlık ve hayranlık duymaktaydılar.
Sevdalandığı dağlarına kavuştuktan kısa bir süre
sonra, sevdasına nedenin en iyi ifade edildiği o, ilk sıcak çatışmaya girdi.
Bu, Eda yoldaş için hem iyi bir deneyim ve hem de kazanılan bir zafer olacaktı...
O gece düşman köye uzun süredir pusu atmıştı ve bundan da haberleri yoktu. Köye
giren öncü gruptaydı ve orta yerine kadar girdiler köyün ve pusunun. İlk fark
eden grubun diğer gruba da haber vermeleri gerekiyordu. Yalnızca bir şekilde
haber verebilirlerdi... Öyle de vermişlerdi zaten... İlk kurşunu sıkarak
çatışmayı göze aldılar ve hiç bir kayıp vermeden, Manukyanın
çocuklarına kayıplar verdirerek, çekilmeyi başarmışlardı... Öfkesi artık
pratiğine denk düşüyordu...
Hareketine bağlıydı. Bu bağlılığını, gerillaya yeni
katılan savaşçılarla, onları yetiştirmek için gösterdiği çabasında, yaşama
özverili katılımında, yaşanılan olumsuzlukları gidermede "Biz Devrimci
Solcuyuzla başlayan içten
yaklaşımlarıyla ve pratiğindeki örnek davranışlarıyla aşmaya çalışmasıyla çok güzel
şekilde ortaya koydu.
Gerillacılığıyla bütünleştirdiği hemşirelik
mesleğini en iyi şekilde icra etmeyi başardı. Halka yönelik yapılan sağlık
taramalarında emektarlarımız arasındaydı. En ufak bir rahatsızlığımızda
yoldaşça sevgisiyle ilgilendi ve yaralarımızı büyük bir özen ve dikkatle tedavi
etmeye çalıştı. İlgi ve becerilerini yalnız bizde kullanmakla sınırlamadı
kendini. Diğer hareketlerden hasta ve yaralılara da aynı şekilde yaklaştı.
"Böyle yapmalıydım. Çünkü ben Devrimci Sol’cuyum,
dostluk ve dayanışma anlayışım gereği başka türlü davranamam. Ayrıca bu mesleki
anlayışımın da bir sonucudur" derdi. Evet haklıydı. Bu aynı zamanda bizim
için bir ahlak sorunuydu da. Böylesi dayanışma bütün alanlarda olmalıydı.
Savaşın en sıcak kızgın anında da.
Kısa sürede hızla devrimcileşen yaşamında olduğu
gibi, erken ve bir savaşçı olarak ölümü kucaklayışıyla da anılarımızda
unutulmaz ve ölümsüz bir yer etti.