Mustafa SELÇUK'u Yakınları, Yoldaşları

Anlatıyor:

 

 

Bir yoldaşı anlatıyor: “ZOR YILLARIN BOYUN

EĞDİREMEDİĞİ KOSKOCA DEVRİMCİ BİR YAŞAM”

 

Partimizin kuruluşunun birinci yıldönümü ve şehitlerimizi andığımız günlerdi. Şehitlerimizin yarattığı geleneklerle büyümüş, onlara verdiğimiz Parti sözünü yerine getirmiştik. Verdiğimiz sözlerden birini daha yerine getirmiş olmanın coşkusuyla anıyorduk onları.

Kampanyamızın sürdüğü bu günlerde, Ankara, yeni bir katliama daha tanıklık edecekti. 12 Nisan 1995 gecesi Batıkent Kardelen mahallesinde bir katliam yaşandı.

Önemli bir süreçti. Birçok yoldaşımızı şehit, birçoklarını da tutsak verdiğimiz bir süreçti. Darbeci kontra çetesinin, faşizmin ve oportünizmin üçlü kuşatmasını şehitlerimizden aldığımız güçle, hareketimize duyduğumuz güvenle yarmıştık. Zorlu bir süreçti. İşte böylesi zorlu süreçlerin insanıydı Mustafa Selçuk.

Sivil faşist saldırıların alabildiğine arttığı 1978'li yıllarda mücadele saflarında, halkın yanında yerini almıştı Mustafa Selçuk. İstanbul'un yoksul gecekondu mahallelerinde faşizme karşı mücadelenin içinde, önündeydi. Faşizm katliamlarla teslim alamadığı halkı cuntayla teslim almak istiyordu. Birçok önder kadronun tutsak düştüğü bu yıllarda Mustafa Selçuk da uzun sürecek olan ilk tutsaklığını yaşadı.

12 Eylül faşizmi dışarıda halklara saldırırken, hapishanelerde de devrimcilere saldırarak onları teslim almak ve sindirmek istiyordu.

Mustafa Selçuk tüm tutsaklığı boyunca direniş hattının en önünde yer alanlardandı. "Tereddüt ile ihanet arasındaki çizginin sanıldığı kadar kalın" olmadığını bilen Mustafa Selçuk'un hapishaneye gelişini bir yoldaşı şöyle anlatır; "Uzun işkencelerden geçmiş bir deri bir kemik kalmış vücudu, falakadan tabanları patlamış ayakları ve yoldaşlarının yardımıyla yürürken gayet sakin, mütevazi görünümüyle cunta sonrası Alemdağ hapishanesine gelen ilk tutsak yoldaşlarımızdan en genç olanıydı Mustafa Selçuk." 1987 yılına kadar süren tutsaklığında her direnişte, saldırıda yoldaşlarıyla birlikte en önde olmuştur. Özgürlüğüne kavuştuğunda her şeyiyle mücadeleye hazır, kendine güvenli, tereddütsüz ve savaşma coşkusuyla hep sıcak savaşın içinde yer almak isteyen, yeni bir Mustafa Selçuk vardır. Yeni oluşturulan bir birliğe savaşçı olarak görevlendirilir. Ancak onun bu özgürlüğü kısa süreli olur. Bir hainin ihanetiyle birlikte yeniden tutsak düşer. Savaşa ve özgürlüğe olan tutkusu hiç sönmeyen Mustafa Selçuk hapishane koşullarında üzerine düşen her türlü görevi büyük bir özveriyle yerine getirir. Özgürlük eylemlerinin yılmaz bir savaşçısıdır.

Hareketimiz tarihinde iç düşmanın şaha kalkarak gerçekleştirdiği darbe kendisine söylendiğinde verdiği cevap "Dayı haklıdır" olur. Bu onun önderliğine ve hareketine duyduğu güvenin en özlü ifadesidir. Bu güveni birçok defa da ortaya koyan Mustafa "... Ben eksiklerimi biliyorum. Asla korkmuyorum. Eksiklerimi aşmada hareketime ve yoldaşlarıma güveniyorum... Hareketimi ve yoldaşlarımı utandırmayacağım..." diyordu.

Kendine, hareketine ve yoldaşlarına güvenini tüm yaşamı boyunca uygulamıştır. İkinci kez özgürlüğüne kavuştuğu 1994 yılı da bu güvenin bir parçası olmuştur. Yine zorlu bir süreçtir. Hep zorlu koşulların insanı olmayı başaran Mustafa Selçuk bu kez de aynı kararlılıkla atılmıştır sıcak mücadeleye. Darbeciliği alt ettiğimiz, Partili sürece adım attığımız ve Önderliğimizin tutsak düştüğü bir süreçtir. Ama o 12 Eylül'ün karanlık yıllarından, ihanet çetelerine karşı aldığı tavırlarla, devrimciliğin zorlukları aşmak olduğu bilinciyle hareket etmiş, kendini sakınmadan yılların kendisine sağladığı birikimi, deney tecrübesiyle ve tüm enerjisiyle koştu kavgaya...

Kendisini her zaman bir mücadele adamı, profesyonel bir devrimci olarak gören ve bunun gereği olarak da her türlü kaygıdan uzak, kendini sakınmadan görevler alan Mustafa Selçuk şehit düşerken zor yılların, işkencelerin, kuşatmaların nasıl yarıldığını bir kez daha göstermiştir.

 

***

 

Bir yoldaşı anlatıyor:

 

Mustafa Selçuk; cezaevine ilk girişi 12 Eylül dönemindedir. 86'larda çıkar. Tereddütsüz buluşur hareketiyle. Tekrar tutsak düşer. Çıktığında yine aynı... Çıktıktan sonra menisküs ameliyatı olmuştur.

Hergün "iyileştim, yürüyebiliyorum" diye rapor verir harekete. Durumunu olduğundan daha iyi gösterir hatta.

Kendisine ehliyet alması söylenir. Ama onun gözü yoktur böyle şeylerde, "niye ehliyet alacağım, ne yapacağım ki?" der...

... Aranan tereddütsüzlüktür.

Selçuk Küçükçiftçi'de, Mustafa'da, ve diğer yoldaşlarımızda olduğu gibi.

Aradığımız her şey bu tereddütsüzlükte vardır.

Savaşımızın da, savaşçımızın da, halkımızın da ihtiyacı olanı bunda buluruz.

Tereddütsüzlük halkasını yakaladığımız, yüreğimize yerleştirdiğimiz ölçüde, yaşamımızın bütününde değişir her şey.

Parti-Cephemizin tarihinin tüm görkemi de bir yerde bu kelimede gizli değil midir? O düşmanla karşılaştığı her noktada da, günlük politikalarında da bir tereddütsüzlüğü tarz haline getirmiştir. En olumsuz durumlardan devrim yürüyüşümüze hız katacak olumluluklar çıkartmak bu tereddütsüzlüğün armağanı olmuştur bize.

 

(Yukarıdaki anlatım, Halk İçin Kurtuluş dergisinin 5 Nisan 1997 tarihli 24. sayısında yer alan Yoldaşlar Bizi Aşın köşesinde yayınlanmıştır.)

 

***

 

Bir yoldaşı anlatıyor: “Gözümde canlandırdığım

devrimciler bunlar”

 

Günlerden 12 Nisan 1995. Akşam haberlerini dinliyorum. Batıkent'de bir çatışma olduğu söyleniyor. "Çatışmadan, teslim olmadıklarından" söz ediliyor. Bu sözler bana hiç de yabancı gelmiyor. "Çatışma, teslim olmama" geleneğini, Kızıldere'de Mahirlerden, "Bayrağımız ülkenin her tarafında dalgalanacak" diyen Sabo'lardan, Eda'lardan, "Hiçbir Devrimci Solcu Teslim olmaz" diyen Recai'lerden, "Asıl Siz Halkın Adaletine Teslim Olun" diyen Özlemler'den, 12'lerden öğrenmiştik. Yine bizimkiler diye düşündüm. Çok geç olmuştu. Kimseye ulaşamıyordum. Kendi kendime acaba...'lar olabilir mi?" İki bayan bir erkek" olduğu söyleniyor. Ertesi gün erkenden gazetelere bakıyorum. Ancak aldığım gazetelerde isimler yok. Fakat öğreniyorum...

Evet bizimkilerdi... Bu sefer hazırlıksız yakalanmışlardı üç yiğit yoldaş. Irz düşmanı katiller vahşice katletmişlerdi. Ölümlerimizden bile korkan it sürüleri yoldaşlarımızın cansız bedenlerine yine onlarca kurşun sıkmışlardı.

Özgür vatan için savaşan halk kurtuluş savaşçıları, Parti-Cephemizi ve emekçi halklarımızı bu kez de Ankara'dan, Batıkent'ten selamlıyorlardı. "Biz ölümü gülerek kucaklıyoruz" diyerekten.

Şehitlerin gerçek isimlerini öğreniyorum. Mustafa Selçuk, Şirin ve Seyhan yoldaşlarıyla ölüme meydan okuyorlardı. Evet, şehitlerimizden birinin isminin Mustafa Selçuk olduğu söyleniyordu. Buna inanmak istemiyorum. Henüz ne kadar olmuştu ki daha özgürlüğüne kavuşalı. Bu kadar çabuk mu aramızdan ayrılacaktın Mustafa abi, diye düşünüyorum. Ancak O'nun "hayır yoldaşlar, Kurtuluşa kadar sizlerle cephelerde savaşacağım. Zafer türkülerini hep beraber söyleyeceğiz" dediğini duyar gibi oluyorum.

O'nu ilk tutsaklık koşullarında tanımıştım. Hem onu hem de Devrimci Sol'u. İlk defa tutuklanıyordum. Oysa onlar yıllarca cezaevinde tutsaktılar, ama Özgür Tutsak. Üç yoldaştılar. Umut dolu, sevgi dolu. Kararlı ve inançlı üç Devrimci Solcu. Çok mutluydum. Çünkü Devrimci Solcularla tanışıyordum. Bunlardan biri de Mustafa Selçuk'tu.

Tutuklandığımda şehitler kampanyası vardı. Koğuş bayraklarımız, pankartlarımız, şehitlerimizle adeta bir bayram yeri gibi süslenmişti. Hele bir de buradaki yoldaşlar; O sıcaklığı, o yakınlığı, sevecenliği, güveni ve kararlılığı gördüğümde, "evet, işte gözümde canlandırdığım devrimciler bunlar" diye düşündüm.

"Dostum tam zamanında geldin. Seni biraz çalıştıralım" diyen Mustafa abiydi. Pankart ve şehitlerimizin resimlerini yapıyorduk. "Bak dostum, şurasını şöyle yaparsak daha güzel olur... bunu sen daha güzel yapıyorsun... Buna sen devam et" diyerek hem öğretiyor hem de bana güven veriyordu. Bu arada sormadan edemedim; "Mustafa ağbi, siz burada üç kişiyle mi anma yapacaksınız? diye. Gülerek, o her zamanki güven dolu bakışlarıyla cevapladı: "Hayır dostum! Çok kalabalık olacağız. Çünkü bütün yoldaşlarımız, bütün şehitlerimiz bizimle birlikte olacak!" demişti.

Gerçekten o gün herkes oradaydı. Mahir Yoldaş oradan tüm öğreticiliğiyle ve yol göstericiliği ile engebeli, dolambaçlı sarp yolları aşan yoldaşlarını izliyordu. Yine Dursun Karataş önderlik bilinciyle, nihai hedefe ulaşabilmenin düşüncesiyle yoldaşlarına komuta ediyordu. Ustalar da oradaydı.

Sabo, Sinan, İbrahim, Niyazi, Şerafettin... ve tüm yoldaşlar devrime olan inanç ve özlemlerini tüm bilge ve kararlılıklarını bizlerle paylaşıyorlardı. Mustafa yoldaş haklıydı. Herkes bizimle birlikteydi.

Tutsaklığım kısa sürmüştü. Tahliye oldum. Mustafa Abi "bizi unutma, seni her zaman iyi görmek istiyoruz" diyordu. Daha sonraları iki kez daha tutuklanmıştım, yine birlikteydik. Mustafa yoldaşın doyumsuz paylaşımını yine tadıyordum.

Bu süre içinde Mustafa abiyi daha iyi tanıma fırsatım olmuştu. Uzun işkencelerden geçmiş, yıllarca cezaevlerinde kalmıştı. Cunta yıllarında onca acıya, vahşete ve insanlık dışı uygulamalara karşı devrimci onurunu koruyan ve faşizmin zindanlarını direniş mevzisi haline getiren örnek ve önder yoldaşlarımızdandı. Önderimizle birlikte, aynı direniş mevzilerini paylaşmanın heyecanını ve sorumluluğunu hala taşıyordu. Onlardan söz ederken, yoldaşlarına bağlılığı ve sonsuz güveni gözlerinden okunuyordu.

Ondan Dayı'yı, İbrahim Erdoğan'ı ve tanıdığı tüm yoldaşları ve şehitlerimizi anlatmasını isterdim. Hiç sıkılmadan, bıkmadan herkesin örnek tavır ve davranışlarını tüm ayrıntılarıyla anlatırdı. Anlattıklarından O'nun tüm önder yoldaşlarımızla ne kadar benzerlikleri olduğunu, Devrimci Sol'un onda ne kadar somutlandığını görüyordum...

Yoldaşlarına ve bütün insanlara karşı saygı ve sevgi dolu, mütevazi, disiplinli, sürekli araştıran ve öğrenen, tartışan, kollektivizmi ve paylaşımı seven çalışkan bir devrimciydi. Normal zamanda oldukça sakin ama bir o kadar da heyecanlıydı. Çünkü düşmana duyduğu kin bu sakinliğini bozuyor ve bir an önce bu kinini sıcak pratikte düşmana karşı kusmak istiyordu.

Neşeli ve güleç yüzlüydü. Sürekli gözlerinin içinde gülen bir umut vardı. Çok çalışkandı. Büyük küçük demeden her işe koşturuyordu. Yıllarca cezaevinde kalmış ve özgürlüğüne kısa bir yol kalmasına rağmen sürekli okuyor ve yazıyordu. Çalışmalarda, tartışmalarda sürekli canlı, dinamik ve netti. Söylemek istediğini dönüp-dolaştırmadan, herkesin anlayacağı sade bir dille anlatır ve eklerdi "zaten bu konuda hareketimizin bakış açısı da budur" der ve yine önderimizden ya da şehitlerimizden bir örnek verirdi.

Teknik konularda da çok yetenekli ve pratikti. Tamir edilecek bir malzeme mi var ya da hazırlanacak bir yazı, bir pankart hemen ben yaparım der ve bir süre sonra hazır ederdi. Günlük yaşamın örgütlenmesinde de hiç boş durduğunu görmedim. Mutlaka bir işle uğraşır, birilerine yardım eder veya birileriyle o kararlılığını ve sakinliğini bozmadan "bak dostum" diyerek bir şeyler tartışırdı. Yine çok güzel yemek ve tatlılar yapardı. Yani iyi bir aşçıydı. Bir bakmışız nöbetçi arkadaşa yardımcı oluyor. Yine ziyaret günlerinde de gelen ziyaretçilere mutlaka bir tatlı veya başka bir şeyler yaparak onlara da ikram ederdik.

Evet, Mustafa Yoldaş'ın her konuda bilgi ve yeteneği var demiştim. Ama her konuda ahkam kesen biri değildi. Gayet mütevazi, sıcak, gönülden ve güvenle öğrenen ve öğretendi. Bugün hala cezaevinde onun saatlerce çalışıp büyük bir özveriyle yaptığı resimler, pankartlar ya da koğuşa ayrı bir canlılık kazandıran çiçekler duruyor.

Çanakkale cezaevinde uzun süre O'nun kadar değerli üç yoldaşıyla beraber kaldılar. Ne bir avukatın, ne bir ziyaretçinin gelmediği çok zaman geçirdiler. Ziyarete gittiğimizde bize hemen dışarıdaki haberleri, gelişmeleri en ince ayrıntısına kadar sorar ve merakla dinlerdi. Bir istekleri olup olmadığını sorduğumuzda "Siz öğrencisiniz, kendinizi idare edin yeter. Sizin mücadele etmeniz her şeye değer" derdi.

Darbeci kontra çetesinin ihanetini öğrendiğimizde yine ziyarete gitmiştik. "Bak dostum ben önderimizi tanıyorum. Dayı ne diyorsa haklıdır. O alçakları da biliyorum, bu bir ihanettir." diyerek bizim kafamızı açıyor ve hareketi sahiplenmesini, o güveni onda görüyorduk.

Yılların birikimi, deney ve tecrübesiyle birlikte sıcak savaşa uğurlamıştık onu. Yıllardan sonra yeniden tahliye olmuştu. Özgürlüğünün, o sıcak mücadeleye yeniden katılacak olmanın heyecanını birlikte yaşıyorduk. Bizler çok heyecanlıydık. Ancak o yine her zamanki sakinliğini koruyordu. O'nu eve götürmek ve onunla sohbet etmek istiyorduk. Fakat karşılamaya gelen babası bir an önce dönmekte ısrar ediyordu. Ama o, "Buradaki arkadaşları ziyaret ettikten sonra gideriz" diyerek babasını ikna etmişti. Çok düşünceliydi. Cezaevinde rahatsızlığı döneminde, tedavisi için hastanede kaldığı sürede geliştirdiği bir ilişkisinin hediyesini de daha önceden hazırlamış "O'na uğramamız gerekiyor daha sonra eve gideriz" diyordu.

Eve geldiğimizde birçok arkadaş merak ve heyecanla bekliyordu. Hep beraber dostluk soframızı kurmuş bir taraftan da geçen her anı değerlendirmek için sorular soruyor, konuşmasını dinliyorduk. Ne var ki dostça bir sohbetten sonra yine ayrılık vakti gelmişti. Sanki ikinci bir tahliye töreni daha yapıyorduk. Türkü ve marşlarımızdan sonra belki bir daha duyamayacağımız o sıcaklık ve güvenle son sözlerini söylüyordu;

"Biz ölüme hazırız dostlar,

Savaştan geldim, savaşa gidiyorum

Bu savaşı kazanacağız!.. " diyerek yeniden ayrılmanın hüznü ama savaşa gitmenin sevinciyle kucaklaştık.

"Hoşçakalın dostlar..."

O'nu uğurlamamızdan sonra ondan tekrar haber almıştım. Cezaevindeyken ayaklarından rahatsızdı, ama hiç şikayet ettiğini duymamıştım. Ameliyat olmuş. Tekrar görüşmeyi ne kadar çok isterdim.

Evet, yine ondan haber almıştım. Ancak bu sefer halkımızın bilincinde, yüreğinde yaşayacağının ve özgür vatan için şehit düşenlerin kervanına katıldığının haberini.

O, bir dost, bir kardeş ve yoldaştı. O'nu tanımaktan ve öğrenmekten onur duyuyorum. Sen rahat uyu Mustafa Yoldaş...

BU SAVAŞI KAZANACAĞIZ!