Murat Özdemir'i Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

Tutsaklığı birlikte yaşadığı, bir yoldaşı

anlatıyor:

ÇERKEZ KAMASI: MURAT ÖZDEMİR

 

Halkın değişik kesimlerinden gelip, kızıl bayraklarımız altında toplanan şehitlerimizin hepsi halk hareketi olmanın güzelliğini yaşattılar bize. Şehitlerimiz, Anadolu'nun, Anadolu halklarının zenginliğini taşıdılar saflarımıza. Onlarla büyür, zenginleşir, kök salarız toprağın derinliklerine. Onlarla yenilmezliğimizi pekiştirir, gücümüzün sınırsızlığını görürüz.

Türk'ü, Kürt'ü, Laz'ı, Çerkez'i, Arap'ı... 73 milletin kardeşliğini onlarda yaşatır, binlerce yıllık medeniyetler beşiği Anadolu'nun zenginliğiyle gururlanırız. İşte bu zenginliklerde yeşeren bir tohum da Çerkez Kaması, Murat Özdemir'dir. Vatan sevgisinin, halk sevgisinin, sözü ve özü bir olmanın, ağız dolusu yoldaş diyebilmenin, yürek dolusu kavga diyebilmenin örneğidir Murat. Onun kişiliğinde Çerkez halkının savaşçı hareketlerini, Parti-Cepheli bir devrimcilikte nasıl örnek bir kişiliğe dönüştüğünü görebiliriz. Çerkez'di O...

1961 yılında Düzce'nin Mucurlu adlı bir Çerkez köyünde doğar. Dışa kapalı, Çerkez ve dinsel geleneklerin yoğun yaşatıldığı bu köyde, hayvancılık ve tarımla uğraşan ailesi bir yandan kendisine iyi bir eğitim vermeye çalışırken, bir yandan da geleneklerine göre yetiştirmeye çalışır. Anavatanlarından binlerce kilometre ötede, Düzce'nin bu yoksul köyünde yaşatılan gelenekler Murat'ın üzerinde de derin etkiler bırakır. Bir yanda Çerkez halkının Kafkaslar'daki dillere destan savaşçılığının oluşturduğu gururlu, onuruna düşkün kişilik, zulme boyun eğmezliği, diğer yandan halkın zengin-fakir gözetmeksizin dayanışması, Ata'ya-büyüklere saygı, kadına verilen değer, bireylerin söz hakkı, kişiliğinde güçlü şekilde yer edinir.

Ama Murat tabiri caizse "cin" gibidir. Yaşı büyüdükçe özellikle dinsel gelenekleri sorgulamaya başlar. Köyün, yaşadığı çevrenin kapalı sınırlarını aşarak ülke ve dünya gerçeklerine ulaşmaya, ilgilenmeye başlar. Çünkü kendisine öğretilenlerle, halkın yaşadıkları arasında tam bir tezat olduğunu fark etmekte zorlanmaz. 1977-78'li yıllardır. Lisede okumaktadır. Ülkenin yoğun ortamı devrimci mücadelenin henüz yeterince iradi bir örgütlülüğe ulaşmadığı bu yörede de etkisini hissettirmeye başlar. Murat ve arkadaşları da bu etkinin altındadırlar.

Küba'yı, Che'yi tartışmakta, Denizler’i anmakta, güncel gelişmeleri anlamaya çalışmaktadırlar. Örgütsüz bir grupturlar. Birşeyler yapabilme arayışıyla dağlara başlayan sevdası sonunda bir grup arkadaşıyla Malatya dağlarına gerilla olarak çıkmaya karar verir. Ancak ideolojik-politik yetmezlikleri, hazırlıksızlıklarıyla bir süre sonra yeniden Düzce'ye dönerler. Serüven başlamış, bir sevdaya tutulmuştur bir kez Murat. Hayatın çelişkisi çözülmüş, yürünecek yol belli olmuştur. Artık ne geriye dönmek, ne de vazgeçmek mümkündür, bu yoldan. Fakat bu yıllar 12 Eylül'lü yıllardır. Artık devrimci hareketlerin yaşadığı dağınıklık, Murat'ın arayışındaki yetersizliklerle bütünleşince boşluk doğar.

İstanbul'a gelip Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Gazetecilik bölümünde öğrenimine devam eder. İlk dönem, yaşanan dönemin sıkıntılarıyla geçse de, okulun son dönemine doğru geniş bir arkadaş çevresi edinir. Bu çevreler sosyalist düşünceleri taşısa da asıl olarak örgütsüzlüğün, günü birlik, bohem yaşamın hakim olduğu çevrelerdir. Bu yıllar Murat'ın Ölüm Orucu sürecinde ifade ettiği biçimiyle "her türlü çevreyi tanıdığı, içinde yer aldığı" yıllardır. Okulun son dönemi olan bu yıllar, Murat'ın Biz'i de yakından tanımaya başladığı, ilişkilerinin geliştiği yıllardır. Okulu bitirir. Güneş Gazetesi'nde çalışmaya başlar. Artık devrimci hareketle de ilişkisi gelişmiş, burjuva basının içinde bir devrimci olarak çalışma yürütmektedir.

Bir yoldaşımız onunla ilk karşılaşmasını şöyle anlatmıştı: "Murat abi ile ilk karşılaşmam '90'lı yılların başında oldu. O dönemde yapılan eylemlerden sonra Güneş Gazetesi'nde bir sayfa tam olarak Devrimci Sol sayfası gibi çıkıyordu. O sayfanın her karesinde Murat abinin emeği olduğunu daha sonra öğrendim. Zaman zaman karşılaşsak da doğru düzgün sohbetimiz olmadı. Ta ki '91 14 Temmuz günü Özgür Der'de 12-14 Temmuz şehitlerimizin isimlerini öğrenmek ve cenazelerine sahip çıkmak için toplandığımız güne kadar. O gün saatlerce süren çatışmanın ardından işkenceciler ellerinde baltalar, itfaiye kancaları vb. ile barikatı parça parça kapıdan çıkararak daldılar içeriye... O an biz de odanın köşesinde kol kola girip kenetlenerek yaşlılarımızı ve sakat olanlarımızı ortaya aldığımızda Murat abi ortada öylece kaldı... Daha sonraki konuşmamızda 'Ben ne bileyim, dedim herhalde daha önceden bildiğim gibi yumruk yumruğa gireceğiz birbirimize' diyordu..."

İşte Murat buydu. Bir yandan eylemlerde polise aldığı tavırlarla, yaşadığı gözaltılarla, diğer yandan gazeteden yaptığı haberlerle dikkat çeker. Polis: "Bu sarı var ya, bu sarı, her işin arkasında bu var" demektedir. Bir süre sonra burjuva basında çalışmanın hiçbir koşulu kalmaz. Artık Mücadele Gazetesi'nin bir çalışanı, muhabiridir... Irmak yatağını bulmuş, taşlar yerli yerine oturmuştur artık.

Bir süre sonra Ankara şehitlerimizin cenaze töreninde tutuklanarak Bayrampaşa Hapishanesi’ne konur. Kısa tutsaklığı; halk ve örgüt gerçekliğimizi, ideolojimizi daha iyi tanımasına, savaşımızın sorunlarına daha fazla vakıf olmasına yol açtı. Yarınlara olan inancı, kendine olan güveni daha da pekişti, öfkesini, coşkusunu büyüterek yeniden kavga alanlarına koştu. Ama artık sarı Murat'tı bizim için. Salına salına yürüyüşüyle, gülen mavi gözleriyle, sarı kırlaşmış saçlarıyla ve her daim elinde yanan cigarasıyla, iş peşinde koşması gönülleri fethetmişti. Böyle başladı tutsaklıkta dostluğumuz...

Aylar geçti. Biliyorduk iyi, ama artık haber alamaz olmuştuk Murat'tan. Çok geçmeden, '93 sonları İzmir-Ege Bölge operasyonunda, İzmir demokratik alan sorumlusu olarak gözaltına alınıp tutuklandığını öğrendik. Artık Murat Yoldaş, Buca'ya gelen genç yoldaşların herşeyiyle ilgilenen, gülünce gözlerinde güller açan ve insanı sıcak sohbetiyle hemen sarıveren bir yoldaşımızdır.

Sarı, sarkık bıyıklarının altında sigaradan sararmış dişlerini göstererek içten gülümseyişiyle, siz de onun gülüşüne güler ve ona yakınlık duyarsınız. Ki bu yüzden Buca ve Bursa Hapishane sürecinde yaşı genç yoldaşlarımızın onu hiç boş bırakmamasının temel nedenlerinden biri budur. Onların dünyasına girmek sohbet edip gülmek, doğallığında oluverir Murat için. Sıkıntılarını açabildikleri, özel sırlarını yaşam için de paylaşabilecekleri yegâne kişilerden biridir. O da sabırla dinleyen, sorunlarına kafa yoran, sohbet edip rahatlatan, örgütsel boyuttaki sorunları doğrudan örgütle paylaşmaya yönlendirendir.

Oldukça birikimlidir, Murat Yoldaş. Seminerlerdeki tartışmalarda bu hemen fark edilirdi. Ama hiçbir zaman entellektüel bir arayış içinde olmadı. Çok okur, araştırır ve özellikle Buca hapishanesinde günlerce uğraşarak hazırladığı araştırma yazılarıyla, bilgisini yoldaşlarıyla paylaşır. Çok sakin, kendisine güvenli, tane-tane güvenli ve akıcı konuşur.

Olaylara ve olgulara yaklaşımındaki diyalektik yöntemle düşüncesini açıklar, inandığı doğruları sonuna kadar savunurdu. Bu yanıyla Murat'ın öğrenmeye olan açlığı özellikle üzerinde durulması, dersler çıkarılması gereken bir konudur. Örneğin Buca Hapishanesi’nde ihtiyar dediği Bülent Pak'la uzun, geceler boyu süren ve çoğu kez sabahı bulan tartışmalar, yine Bursa hapishanesine geldiğinde Çerkezler'e ve tarihlerine ilişkin kaynaklarını toplayarak, Buca hapishanesinde yarım kalan çalışmasını ikinci günü hemen devam ettirmesi ilk akla gelen örneklerdir.

Günlük yaşamda kızdığı görülmezdi Murat'ın. Gerçek anlamda kızdığını ise üç şeyde görebilirsiniz. Biri sorun yaşayan arkadaşlarımızdan emek harcandığı halde, bazılarının arsızlık noktasında bunu kullanması, vefasızlık göstermesi, diğeri ise Partimize ve önderimize yönelik medyada karalama kampanyasıyla karşılaştığında olurdu. Tabii bir de mahkeme-hastane gidiş-gelişlerinde yoldaşlarımız saldırıya uğradığında çok sinirlenir. Kabına sığmayan öfkesi ile en önde olurdu. Duygularında böyle sade, dolu dolu yaşardı herşeyi Murat.

O'na yön veren, hep geleceğe yürümesini sağlayan nedir diye sorulacak olursa, elbette ki cevabı derin bir vatan ve halk sevgisi olur. Ki bunu öylesine açık yaşamaktadır ki bundan etkilenmemek mümkün değildir. Bursa hapishanesinde "Vatan" üzerine bir tartışmada yoldaşlarımızdan biri "Anadolu'daki azınlıkların vatanı da Anadolu mudur yoksa o azınlıkların ulus olarak yaşadıkları yer mi?" diye sorup oturmasıyla, yoldaşlarının gözü söz isteyen Murat'a döndü. Murat "Anadolu nasıl benim vatanım olamaz" diye hafif sitemle başladı sözlerine. "200-300 yıldır bu topraklarda yaşıyoruz.

Bütün Anadolu halklarıyla birlikte bu topraklar üzerindeki acıları da, sevinçleri de paylaştık... Anadolu'nun emperyalist işgal altında olmasına aynı tepkiyi duyuyoruz. Elbette burası tartışılmaz biçimde bizim de vatanımız" demişti. Böyle sade ve böyle açıktı duyguları... Ki aynı şekilde aile görüşlerinde, günlük yaşamda halk olma değerlerini daha fazla yaşatan insanlarımıza duyduğu özel ilgi, geleneklerini öğrenme çabası, hep öne çıkan özellikleriydi.

Bununla birlikte Murat'ın savaşçı-devrimci gururu ve onuruna düşkünlüğü devrimciliğini tanımlayan en temel özellikleridir. Ki elbette her devrimciyi ayakta tutan değerlerin başında bu olgular gelir. Ama Murat, Çerkez halkının geleneklerinde öne çıkan savaşçılığıyla bütünleştirdiği devrimciliği ve bunun onda yarattığı gururlu eda, birçok yoldaşımızın ortak gözlemi oldu. Ölüme yönelik duygularını anlatırken; "Ben bir Çerkez kamasıyım. Kırılmayacağım, bükülmeyeceğim, esnemeyeceğim. Ve dimdik, doğru ellerde, düşmanın bağrına saplanacağım..." sözlerindeki kararlılık, bu savaşçı yanının en yalın haliydi. Bu yüzden kini, sınırsız cüreti ve bir talimatla her an her şeyi yapabileceğine kimse kuşku duymadı.

Böyle yılları devirdi, Buca Hapishanesi'nde. Devletin Buca Hapishanesi’ni boşaltma politikaları sonucu 8 yoldaşıyla birlikte 24 Kasım 1999 tarihinde Bursa hapishanesine geldi. Zorlu, yıpratıcı günlerin ardından artık yılların eskitemediği Özgür Tutsak Murat Özdemir kesintisiz devrimciliğini buraya taşımıştı. Aynı zamanda bu günler hapishanelerde yeni bir sürece girildiği, yeni bir direnişin tartışmalarının alttan alta yürütülmeye başlandığı günlerdir.

Sürece ilişkin tartışmalar başladığında, Murat her tartışmada bir adım daha öne çıktı. Ve tabir-i caizse yoldaşlar arasında o günlerin sürekli sorulan "Kimler Ölüm Orucu 1.Ekibe seçilir?" sorusuna ilk gösterilen adayların başlarında gelendi. Çünkü coşkusu ve moraliyle, inancı ve kararlılığı ile, direnişe kilitlenmesiyle tartışmasız bir şekilde örnekti. Yalın ve çok duruydu. Abartısız, kendinden emin duygularıyla, bütün insanlarımızın üzerinde tartışmasız bir güven ve saygı oluşturmuş durumdaydı.

Direniş günlerine böyle vardık Murat'la. Murat Ölüm Orucu savaşçılarının daha kimler olduğunun açıklanmadığı günlerde en başa kendini koymakta, hiç tartışmasını dahi yapmamaktaydı. Artık Ölüm orucu savaşçılığı tutkulu bir beklenti haline gelmişti... Deyim yerindeyse söke-söke hak ettiği bandına erişti...

Görev kendine verildiğinde anlatılmaz bir mutluluk içindeydi. Artık ne tutmak, ne engellemek mümkündür. Kabına sığmaz haldedir. 20 Kasım 2000 günü sabahleyin alın bandını taktığında kısa ve yalındır yine... O yalınlık ve rahatlık, her zamanki gibi kendine olan güveninin göstergesiydi. Sözlerine; "... değerlerimize bağlı kalacağım" deyip başladı ve konuşmasını "başladı işi bitirdi işi" şiirleriyle bitirdi.

Murat artık herşeyiyle direnişin zaferine kilitlenmişti. Öyle ki gazetelerde, TV'lerde direnişe karşı bir haber, yazıyla karşılaştığında hemen cevap vermek dahi doğal bir refleks haline gelmişti. Yaşanan duygular, anlatılması zor tarifsiz duygulardır.

19 Aralık 2000 sabahı, katliam saldırısı başlayınca, barikat başında nöbetçi olanlar ile alt katta yeni barikat kurmaya çalışan arkadaşlar da gelince, iki kişi hariç bütün kitlemiz bir odada toplanmıştık. Murat sıra ile sıkıca kucaklaşmaya başladı. Bazılarımızın gözleri dolu-dolu dudakları titriyordu. Ama Murat'ın coşkusu herşeyi bastırmış durumda. Sonunda sıra bana da geldi. Sıkıca kucakladım. Öyle saniyeler geçiyor. Göz göze geliyoruz. Gülen, güldükçe küçülen gözlerinin içinde dalıp, kayboluversem dersin.

Öyle güzel, sigaradan sararmış, sarkık Çerkez bıyıklarını taşıyan bu yüz, gurur dolu bakışlarıyla son kez karşımda. Uzanıp alnından öpüyorum. Ardından bir daha sarılıyoruz, birbirimize sıkıca. "Hoşçakal" diyor gülerek. "Güle güle" diyorum. Diğer arkadaşlarla görüşmeye devam ediyor. Bu an her şeyin iç içe yaşandığı bir andı. Coşku, sevinç, hüzün, gurur, acı... Bir yanı deprem dalgaları gibi sarsılır, bir yanı çağlayan gibi coşkuyla kabarır. Gözyaşı dökmemek için kendini zorla tutan da, bir adım öne çıkıp sırada ben varım diyen de bir aradadır. İnsana ait duyguların hepsi iç içe yaşanır burada. Tek bir şey yoktur; O da tereddüttür.

Çünkü haklı bir kavga uğruna bedel ödendiğini ve geleceğin ancak böyle kazanılacağını biliyor buradaki tutsaklar. Murat'ı da böyle sarsılmaz kılan buna olan sonsuz inancı değil mi zaten? Birlikte olduğumuz son anları yaşıyoruz. Murat'la son yoldaşlar da görüşünce yarı utangaç, mahçup bir halde kendi etrafında hafifçe dönüyor ortamızda. Gözleri son kez bizleri süzüyor, birkaç saniye.

Sonra o utangaç gülümsemesiyle "Halkımıza selamlarımı söyleyin. Sizlerin selamını bizden önce gidenlere iletip, sizin yerinize sarılacağım" kelimeleri dökülüyor dudaklarından. O anda dışarıdan gelen son yoldaşımızla kapı ağzında kucaklaşıp koridora çıkar. Gururlu yürüyüşüyle, koridordakiler onun gözükmesiyle, o ilerledikçe iki yana doğru ayrılıyorlar. Murat ilerlerken suskunluk kaplıyor her yanı. Çünkü bütün hapishane kitlesi, diğer hapishanelerden gelen feda eylemi haberlerinden, direnişçilerin üç gün önce Adalet Bakanlığı'na ilettikleri: "Operasyon yaparsanız, kendimizi yakarız" tavrını içeren dilekçelerden haberdar.

Ve doğallığında Murat'ı gören kitle feda eylemi yapmak için koridora çıktığını anlıyor. O yürüyüşündeki sabırsızlığı ve öfkesi ile alt kata inen merdivenlerin ortasında. Bir yoldaşımız alt kata inen merdivenlerin ortasındaki pencereden, düşmanın H Blok gardiyan odasında kalkanlarıyla oluşturdukları barikata doğru seslenerek;

"- Rütbeli birisi gelsin! Bakın, yoldaşımız birazdan size bir şey anlatacak!" derken, yoldaşımız daha cümlesini tamamlamadan kalkanlardan oluşan barikatın önüne doğru çıkan kasklı biri; Ben rütbeliyim bana anlatsın, der. Yoldaşımız tekrar; operasyondan sorumlu düzeyde biri gelsin. Nasıl öldüğümüzü görün. Bizi ölümle korkutabileceğinizi düşünüyorsanız bakın o zaman, diyor.

Ve bunların yaşandığı anda merdiven başında bulunan Murat, bir yandan rütbeli birisini çağıran yoldaşı izlemekte, diğer taraftan yanında bulunan yoldaşa; "Bizimkilere selamlarımı söylersiniz. Kapıları hep açık olsun bize ve beni utandırmasınlar." dileğini iletti. Ve ardından o yoldaş bir eliyle tokalaşırken, diğer elini Murat'ın omzuna koyup vedalaştılar. Murat bu son anlarının hazırlığını bitirdiğinde saat 10.30'u gösteriyordu.

Ardından elinde yanıcı madde ile geride bıraktığı yoldaşlarına hiç dönmeden, hiç bakmadan operasyon timlerinin olduğu yere dönüp saniyelerle bakındı. Ardından elindeki yanıcı maddeyi başından başlayarak hızlı-hızlı üstüne dökerken bir yandan operasyon timlerine seslenmeye başladı;

"- Alçaklar, namussuzlar, bizi operasyonlarla korkutup teslim alabileceğinizi düşünüyorsunuz. Siz Amerikan uşaklarısınız bakın nasıl ölüyoruz. Görün gözlerinizle şerefsizler!" diye haykırdı. Ve son kelimesinin ardından bedenini tutuşturdu... Ateşler içindeki bu bedenden iki kol, havaya, göğe doğru kalktı. Ateşlerin kavurmaya başladığı iki el, iki yumruk zafere durdular. "Yaşasın Feda Eylemimiz", "Yaşasın Ölüm Orucu Direnişimiz" sloganları yangınlar içindeki bu yürekten haykırılmaya başlandı.

Sloganlar... sloganlar... sloganlar... Artık her yanı en diri, en inançlı, en kararlı hali ile kapladı. Sanki deprem olmuşçasına, sanki fırtına kopmuşçasına dakikalar geçti.

Murat'ın iki eli sanki güneşe uzanmışçasına, sanki güneşten ateşi çalıp da yeryüzüne indirmişçesine havada öyle aslı kalmışken, alazların sardığı bu beden ilk kez sendeledi. Kolları indi. Beden hafif büküldü. Sonra alevlerin sardığı bu beden yeniden dikildi. Kolları yeniden güneşe uzandı. Ve gövdesinde yangınlar taşıyan bu yürek, saniyeler önce yarım bırakmak zorunda kaldığı "Yaşasın Feda Eylemimiz" sloganına başladı yeniden. Aynı anda bizler de saniye-saniye kahramanlaştığı bu anı izlerken gırtlaklarımız yırtılırcasına, göğsümüz patlarcasına attığımız sloganlarımızla eşlik ettik bu savaşın son yolculuğunda kendisine.

Bu kez çok sürmedi yangınlar içindeki bedenin ayakta kalması. Sloganlar ve zafer işaretiyle son kez haykırırken kavgasını, bir kavga adamının, feda savaşçısının; ölümü iki yakasından yere çalıp, usul-usul sendeleyerek, çömelerek, üstüne kapaklanışına tanıklık ettik. Ölüm bu gövdenin altında çaresizce çırpınıp teslim almaya yol alırken, artık Murat'ın ayakta kalamayan alevler içindeki bedeni; sloganları daha gür haykırmak istercesine, ayaklarını ve kollarını sallayarak, dudaklarını kıpırdatıyordu sadece...

Ölüm teslim alınmış, son nokta konuyordu. Artık yavaş yavaş hareket eden kollar, hareket etmez; kıpırdayan dudaklar, kıpırdamaz oldular. Yangınlar içindeki bu yürek saat 10.45'te "Bize Ölüm Yok" marşı ve "Murat Yoldaş Ölümsüzdür" sloganlarıyla selamlandı. Sol eli yumruk, sağ eli zafer işareti şeklinde, bacaklarını karnına çekmiş, ölüme dair söylenecek herşeyi söyleyerek görevini yapmış olmanın huzuruyla uzanmıştı güneşin sofrasına feda savaşçısı... Dışarda, karşı pencerede ise yüzleri açık haldeki operasyon timleri şok halde, birbirlerini ezercesine, çaresizce Murat'ı görmeye çalışıyorlar.

Doktor olan bir dost ile bir yoldaşımız Murat'ı kontrol edip, şehit düştüğüne emin olduktan sonra ıslak battaniye ile usul usul yanmaya devam eden bedenini söndürdü. Sonra koridorun son odasındaki bir masanın üzerine kaldırıldı ıslak battaniyeye sarılı yoldaşımızın bedeni.

Gidiyorum yoldaşımın başucuna. Boylu boyunca sırt üstü uzanmıştı. Çenesi yukarı kalkık, başı dimdikti. Altın sarısına bürünmüştü, yüzünde saçları gibi ışık saçıyordu, gülümsüyordu... Ve üzerini kıpkırmızı, büyükçe bir bezle kapatıp, en üstüne Ölüm Orucuna başlarken kendilerine verilen bayrağımız örtüldü. İkişerli saygı nöbeti tutuyoruz şehidimizin başında...

Yeniden gidiyorum başucuna. Çerkez kaması al bayraklara sarılmış. Öyle huzurlu, öyle sessiz... Başucunda Murat'ın en zor dönemlerdeki, kararlılığını, cüretini düşünüyorum. Önderimizin tutsaklığında da, Ulucanlar katliamında da ilk feda eylemi öneren, eylemin neferi olmaya ilk aday olan Murat olmuştu. Böyle kaç kez sürmüştü namluya yüreğini. KAÇ KEZ?. Ve sonunda başardı bunu. Geride örnek ve onurlu bir yaşam bırakarak...

 

***

 

Odak dergisi Okuru bir tutsağın,19 Aralık Direnişi ve Murat Özdemir'e ilişkin anlatımından;

 

"F Tipi Baskı ve Tecrit Devrimci İradeyi Teslim Alamaz...

 

19 Aralık 2000 günü sabaha karşı saat beş buçuk sularında arkadaşlar gelerek bizleri yataklarımızdan kaldırdılar.

Gardiyanların çekildiğini ve operasyon olabileceğini söylediler. Hemen giyinmeye başladık. Henüz daha elbiselerimizi giymeden bomba sesleri gelmeye başladı. Üstümüzdekilerle yukarıyı tutmak için çıktık. Arkadaşlar ilk barikat malzemelerini koyarak barikatı sağlamlaştırmaya çalışıyorlardı. Özel askeri timler, içeriye gaz bombası atıyorlar ama kapıya çok fazla yüklenmiyorlardı.

Aşağıya indim üzerimi giyindim ve kimi yazılarımı yaktım; daha doğrusu yakmaları için arkadaşlara verdim. Onlar da kendilerinin bazı yazılarını, yayınlarını yakmaya çalışıyorlardı. O an içeriye girmek için çok fazla yüklenmemelerinin sebebini daha sonra anlayacaktık. Bizleri bir yerde toplamaya çalışıyorlardı. Öyle etkisizleştirmeye çalışacaklardı.

O günlerde operasyona hazırlıksız yakalanmamak için yukarıda kapı nöbetçilerinin dışında bir de operasyon için ilk müdahaleyi yapacak bir ekip oluşturmuştuk. Gündüz kapı   nöbetinden kesilen bu arkadaşlar gece nöbet tutuyorlardı. Dört beş kişiden oluşan bir gruptu bu.

Zaman zaman karşımızdaki I Blokta kalan arkadaşlar o tarafa geçip geçmeyeceğimizi soruyorlardı. J Bloktaki DHKP-C dava tutuklusu arkadaşlar geçmişlerdi. Bizim barikata yüklenmeye başlamışlardı. Bizler de I Bloka bakan havalandırmanın pencere demirlerini kırarak I Blokun havalandırmasına geçtik. İçeriye girdik ve havalandırma kapısına barikat kurduk.

I Bloğunun alt katındaydık. İçerisi oldukça kalabalıktı. I Blok, J Blok, H Blok bir araya toplanmıştı. Peş peşe bomba sesleri geliyordu. Ölüm orucundaki arkadaşlar bir yere toplanmışlardı. Onların oldukları yer bombaların etkisine karşı biraz daha korumalıydı. Ölüm Orucu direnişi altmışıncı günlerdeydi.

Direnişçiler, alınlarında kızıl bantlar, yüzleri sararmış, oldukça zayıflamış görünüyorlardı.

Dışarıda askerler sık sık megafonla teslim olmamız için bağırıp, moralimizi bozmaya çalışıyorlardı. İçerisi gaz kokuyordu...

Bizler artık fikir yürütmüyorduk. Artık ok yayından fırlamış, devlet saldırmıştı. Bundan sonra ne olur çok fazla üzerine düşünülemezdi. Bizlere bir görev düşüyordu. O da kendi kimliğimizi, onurumuzu korumaktı. Bu saatten sonra çok fazla söylenecek bir şey yoktu. En azından fiili saldırı sırasında... Belki birçoğumuzu öldürecekler, ağır işkencelerden geçireceklerdi.

Tüplerin takılı olduğu dış cepheden; askerlerin olduğu yerden pencere camları kırılarak içeriye bombalar atılmaya başlandı. Alt kata yüklenmeye başlamışlardı. Alt katı boşaltarak üst kata çıktık. Alt katın kapısının arkasına barikat kurduk. En son demir kapıyı yaslayıp barikatı sağlamlaştırmak için biz orada kaldık.

Ana maltanın sağındaki blokta kalanlar ile bizim blokta kalanlar bir araya gelmişti ama karşımızdaki bloklarda ne olup bittiğinden haberimiz yoktu. O taraflardan da sesler geliyordu. Arkadaşlar televizyonu açmışlar haberleri izlemeye daha doğrusu dinlemeye çalışıyorlardı. İdare anten yayınını kesmişti. Olan bitenden haberdar olmamamız için ellerinden geleni yapıyorlardı. Arkadaşlar jelatin kağıtlarından anten yapmaya çalışıyorlardı. Görüntü pek yoktu ama ses geliyordu.(...)

Zaman zaman saldırı yavaşlıyor, bomba sesleri azalıyor, zaman zaman yoğun bomba sesleri altında saldırı artıyor hava dayanılmaz hale geliyordu.

Alt katta barikatın başındaydım. Merdivenlerin olduğu yerdi.

Biraz sonra DHKP-C dava tutuklusu arkadaşlar arasında hareketlilik oldu. Sorumlu ve temsilci arkadaşlar Ölüm Orucu direnişcisi Murat arkadaşla konuşuyor, kucaklaşıyor, vedalaşıyorlardı. Murat arkadaş dışarıya mesaj, selam ve özel iletmek istediği şeyleri iletiyordu. Herşey biraz tören havasındaydı. Ama ben hala anlamamıştım. Biraz sonra temsilci  arkadaş camdan dışarıya askerlerin olduğu tarafa seslenerek en yüksek rütbeli bir askerle görüşmek istediğini söyledi.

Askerler önemli bir şey söyleyeceğini düşünerek "tamam çağıracağız" dediler. Birkaç sefer daha bağırıldıktan sonra karşıdan, "Evet, sizi dinliyoruz. Söyleyin" biçiminde yanıt geldi. Temsilci arkadaş "Dinleyin Ölüm Orucu savaşçımızın size bir mesajı var" dedikten sonra Ölüm Orucu direnişçisi Murat arkadaş konuşmaya başladı: "Dinleyin, şerefsizler!" diye başladı ve devrimci kararlılığını ifade eden bir konuşma yaptı, konuşması yalındı ve sert ifadelerle doluydu. "Kendimizi yakacağız ama asla teslim olmayacağız" gibi bir cümleyle konuşmasını bitirdikten sonra üzerine bir şeyler dökmeye başladı. Tiner, benzin gibi sıvı birşeydi. Başından aşağı aktardı. Ardından tutuşturdu. Murat arkadaşın merdiven başına geldikten sonra gördüğüm bütün davranışları sakin acelesizdi. Kararlı ve sakin. Arkadaşlarıyla vedalaşması bir yolculuğa çıkar gibiydi.

Murat arkadaş vücudunu saran alevlerle birlikte bir ateş topuna dönüştü ve öylece ellerini havaya kaldırmış slogan atıyordu. İnançlı ve sakin bir ifade vardı yüzünde. Benim o ana kadar arkadaşların böyle bir eylemleri olacağından haberim yoktu. Murat arkadaş cayır cayır yanıyor ama düşmüyordu. Zaman geçmesine rağmen ayakta ve kolları biraz kırılmış biçimde yukardaydı ve elleriyle zafer işareti yapıyordu. Ve sonra düştü, düştüğü yerde de yanmaya devam etti. Ancak alevler daha da azalmıştı. Belden yukarısında kararsızca gezinirken, bacaklarında inatla yanmaya devam ediyordu.

(...)

Sloganlarımız sürüyordu...

Murat arkadaşı birkaç aydır tanıyordum. Seyrek görüyordum. Çevresinde mütevazı, alçak gönüllü, devrim emekçisi bir arkadaş olarak tanınırdı. Çok fazla göze batmayan, devrime bağlı, inançlı bir arkadaştı.

Toplumun aydın, sanatçı ve sendikacıları F Tipine karşı çıkıyorlardı. Koşulların büyük ölçüde devrimcilerden yana  olduğu bir zamandı. Bu gelişmeler olurken Adalet Bakanı açıklama yapmış, F Tiplerinin bir yıl süreyle erteleneceğini, cezaevlerinin mimari yapılarında hatalar olduğunu, hataların Mimar ve Mühendisler Odası, Türk Tabipler Birliği gibi kurumların gözlemciliğinde düzeltileceğini, bunlar düzeltilmeden F tiplerine geçilmeyeceğini söylemişti.

(...)

Murat arkadaşın feda eylemini sessizce izleyen askerler hemen kısa bir süre sonra bombalarla saldırıya geçtiler. Öğleden sonra saldırı giderek şiddetlendi. Üstümüzdeki tavan aralıklarla delinerek tepemizden bombalar boşaltılmaya başlandı. Şiddetli ve boğucu gaz tabakası ortalığı sardı. Gaz insanları boğuyor, kalbini çatlatacakmış gibi yapıyordu.

(...)

Bomba sağanakları kesilmiyordu. Gene şiddetli bir bomba sağanağının ardından askerler içeri girmeyi başardı. İçerde birkaç grup halinde toplanmıştık. Askerlerin içeri girdiğini anlayınca kol kola girdik. Bizim bulunduğumuz yer en kalabalık olanıydı. Askerler tereddütle ağır ağır ilerliyordu. Ortalık gaz tabakasından kapkaranlıktı. Onların ellerinde fenerler vardı. Gaz ve sinir bombalarına karşı korunaklı giysiler, maskelerle tam teçhizatlı gelmişlerdi.

Ağır ağır bizim kapıya yanaştılar. Şöyle kısa bir süre feneri üstümüzde gezdirdiler. Ve ellerindeki megafondan; "Tek sıra halinde çıkın, kendi isteğinizle tek sıra halinde çıkarsanız, size söz veriyoruz bir şey yapmayacağız. Kimsenin kılına dokunmayacağız" dediler. Bizler birbirimizin koluna girmeye devam ettik. Bir süre daha ısrar ettiler. Sonra hortumlarla bize su sıkmaya başladılar. Bizleri oldukça ıslattılar. Sonra da coplarla acımasızca üzerimize saldırdılar. Askerler bize çağrı yaptığı anda köşede ve ölüm orucundaki arkadaşların bulunduğu bölümü gören bir arkadaş TKP(ML) davasından Ali İhsan'ın da kendisini yaktığını iletti. Ali İhsan'ın yanışını askerler seyretmişti.

Ali İhsan arkadaşı yakından tanırdım. Ölüm Orucu direnişinden önce gür sesiyle türküler, marşlar söylerdi. Uzun boylu 30 yaşlarındaydı. Sevimli, cana yakın bir yüzü vardı. Zaman zaman sohbet ederdik. Tertemiz, içten, inançlı bir arkadaştı. Öldüğünü tam olarak F Tipinde öğrendik.

Saldırının arkasından bizleri tek tek kopararak aldılar.

Hala ölüm oruçları sürüyor.

Devrimcilik bir inanç, bir yaşam biçimidir. Öyle kolayca alınacak, değiştirilecek bir şey değildir. Hangi koşullar altında yaşarsa yaşasın insan bir kez yürekten inanırsa, devrimci kimliğe ulaşırsa onu kimse ondan kolayca söküp alamaz. Önemli olan onu gerçekten kazanabilmek, ona gerçekten inanabilmek. Bir kez devrimci sosyalist kimlik kazanıldıktan sonra yıllar boyu tek kişilik hücrelerde de tutulsa, bütün dünyadan koparılıp tecrit de edilse insanın inançları, düşünceleri değiştirilemez. Ne baskı ne terör ne de tecrit kişiyi değiştiremez. (...)

F tipleri için de durum budur, baskıya teröre karşı çıkmak, insanca yaşam hakları istemek ve bunun için mücadele etmek devrimcilerin görevleridir. Zafer her zaman devrimci tutsakların, her koşulda inançlarını diri tutanların, başlarını dik tutanların olacaktır."

 

(Yukarıdaki yazı, Odak Dergisi’nin Şubat 2002 tarihli sayısında yayınlanmıştır.)