Murat Özdemir'i Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:
Tutsaklığı birlikte yaşadığı, bir yoldaşı
anlatıyor:
ÇERKEZ KAMASI: MURAT ÖZDEMİR
Halkın
değişik kesimlerinden gelip, kızıl bayraklarımız altında toplanan
şehitlerimizin hepsi halk hareketi olmanın güzelliğini yaşattılar bize.
Şehitlerimiz, Anadolu'nun, Anadolu halklarının zenginliğini taşıdılar
saflarımıza. Onlarla büyür, zenginleşir, kök salarız toprağın derinliklerine.
Onlarla yenilmezliğimizi pekiştirir, gücümüzün sınırsızlığını görürüz.
Türk'ü,
Kürt'ü, Laz'ı, Çerkez'i, Arap'ı... 73 milletin kardeşliğini onlarda yaşatır,
binlerce yıllık medeniyetler beşiği Anadolu'nun zenginliğiyle gururlanırız.
İşte bu zenginliklerde yeşeren bir tohum da Çerkez Kaması, Murat Özdemir'dir.
Vatan sevgisinin, halk sevgisinin, sözü ve özü bir olmanın, ağız dolusu yoldaş
diyebilmenin, yürek dolusu kavga diyebilmenin örneğidir Murat. Onun kişiliğinde
Çerkez halkının savaşçı hareketlerini, Parti-Cepheli bir devrimcilikte nasıl
örnek bir kişiliğe dönüştüğünü görebiliriz. Çerkez'di O...
1961 yılında
Düzce'nin Mucurlu adlı bir Çerkez köyünde doğar. Dışa kapalı, Çerkez ve dinsel geleneklerin
yoğun yaşatıldığı bu köyde, hayvancılık ve tarımla uğraşan ailesi bir yandan
kendisine iyi bir eğitim vermeye çalışırken, bir yandan da geleneklerine göre
yetiştirmeye çalışır. Anavatanlarından binlerce kilometre ötede, Düzce'nin bu
yoksul köyünde yaşatılan gelenekler Murat'ın üzerinde de derin etkiler bırakır.
Bir yanda Çerkez halkının Kafkaslar'daki dillere
destan savaşçılığının oluşturduğu gururlu, onuruna düşkün kişilik, zulme boyun
eğmezliği, diğer yandan halkın zengin-fakir gözetmeksizin dayanışması,
Ata'ya-büyüklere saygı, kadına verilen değer, bireylerin söz hakkı, kişiliğinde
güçlü şekilde yer edinir.
Ama Murat
tabiri caizse "cin" gibidir. Yaşı büyüdükçe özellikle dinsel
gelenekleri sorgulamaya başlar. Köyün, yaşadığı çevrenin kapalı sınırlarını
aşarak ülke ve dünya gerçeklerine ulaşmaya, ilgilenmeye başlar. Çünkü kendisine
öğretilenlerle, halkın yaşadıkları arasında tam bir tezat olduğunu fark etmekte
zorlanmaz. 1977-78'li yıllardır. Lisede okumaktadır. Ülkenin yoğun ortamı
devrimci mücadelenin henüz yeterince iradi bir örgütlülüğe ulaşmadığı bu yörede
de etkisini hissettirmeye başlar. Murat ve arkadaşları da bu etkinin altındadırlar.
Küba'yı, Che'yi tartışmakta, Denizler’i
anmakta, güncel gelişmeleri anlamaya çalışmaktadırlar. Örgütsüz bir grupturlar.
Birşeyler yapabilme arayışıyla dağlara başlayan
sevdası sonunda bir grup arkadaşıyla Malatya dağlarına gerilla olarak çıkmaya
karar verir. Ancak ideolojik-politik yetmezlikleri, hazırlıksızlıklarıyla bir
süre sonra yeniden Düzce'ye dönerler. Serüven başlamış, bir sevdaya tutulmuştur
bir kez Murat. Hayatın çelişkisi çözülmüş, yürünecek yol belli olmuştur. Artık
ne geriye dönmek, ne de vazgeçmek mümkündür, bu yoldan. Fakat bu yıllar 12
Eylül'lü yıllardır. Artık devrimci hareketlerin yaşadığı dağınıklık, Murat'ın
arayışındaki yetersizliklerle bütünleşince boşluk doğar.
İstanbul'a
gelip Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Gazetecilik bölümünde
öğrenimine devam eder. İlk dönem, yaşanan dönemin sıkıntılarıyla geçse de,
okulun son dönemine doğru geniş bir arkadaş çevresi edinir. Bu çevreler
sosyalist düşünceleri taşısa da asıl olarak örgütsüzlüğün, günü birlik, bohem
yaşamın hakim olduğu çevrelerdir. Bu yıllar Murat'ın
Ölüm Orucu sürecinde ifade ettiği biçimiyle "her türlü çevreyi tanıdığı,
içinde yer aldığı" yıllardır. Okulun son dönemi olan bu yıllar, Murat'ın
Biz'i de yakından tanımaya başladığı, ilişkilerinin geliştiği yıllardır. Okulu
bitirir. Güneş Gazetesi'nde çalışmaya başlar. Artık devrimci hareketle de
ilişkisi gelişmiş, burjuva basının içinde bir devrimci olarak çalışma
yürütmektedir.
Bir
yoldaşımız onunla ilk karşılaşmasını şöyle anlatmıştı: "Murat abi ile ilk karşılaşmam '90'lı
yılların başında oldu. O dönemde yapılan eylemlerden sonra Güneş Gazetesi'nde
bir sayfa tam olarak Devrimci Sol sayfası gibi çıkıyordu. O sayfanın her
karesinde Murat abinin emeği olduğunu daha sonra öğrendim.
Zaman zaman karşılaşsak da doğru düzgün sohbetimiz
olmadı. Ta ki '91 14 Temmuz günü Özgür Der'de 12-14
Temmuz şehitlerimizin isimlerini öğrenmek ve cenazelerine sahip çıkmak için
toplandığımız güne kadar. O gün saatlerce süren çatışmanın ardından
işkenceciler ellerinde baltalar, itfaiye kancaları vb. ile barikatı parça parça kapıdan çıkararak daldılar içeriye... O an biz de
odanın köşesinde kol kola girip kenetlenerek yaşlılarımızı ve sakat
olanlarımızı ortaya aldığımızda Murat abi ortada
öylece kaldı... Daha sonraki konuşmamızda 'Ben ne bileyim, dedim herhalde daha
önceden bildiğim gibi yumruk yumruğa gireceğiz birbirimize' diyordu..."
İşte Murat
buydu. Bir yandan eylemlerde polise aldığı tavırlarla, yaşadığı gözaltılarla, diğer yandan gazeteden yaptığı haberlerle
dikkat çeker. Polis: "Bu sarı var
ya, bu sarı, her işin arkasında bu var" demektedir. Bir süre sonra
burjuva basında çalışmanın hiçbir koşulu kalmaz. Artık Mücadele Gazetesi'nin
bir çalışanı, muhabiridir... Irmak yatağını bulmuş, taşlar yerli yerine
oturmuştur artık.
Bir süre
sonra Ankara şehitlerimizin cenaze töreninde tutuklanarak Bayrampaşa
Hapishanesi’ne konur. Kısa tutsaklığı; halk ve örgüt gerçekliğimizi, ideolojimizi
daha iyi tanımasına, savaşımızın sorunlarına daha fazla vakıf olmasına yol
açtı. Yarınlara olan inancı, kendine olan güveni daha da pekişti, öfkesini,
coşkusunu büyüterek yeniden kavga alanlarına koştu. Ama artık sarı Murat'tı
bizim için. Salına salına yürüyüşüyle, gülen mavi
gözleriyle, sarı kırlaşmış saçlarıyla ve her daim elinde yanan cigarasıyla, iş peşinde koşması gönülleri fethetmişti.
Böyle başladı tutsaklıkta dostluğumuz...
Aylar geçti.
Biliyorduk iyi, ama artık haber alamaz olmuştuk Murat'tan. Çok geçmeden, '93
sonları İzmir-Ege Bölge operasyonunda, İzmir demokratik alan sorumlusu olarak
gözaltına alınıp tutuklandığını öğrendik. Artık Murat Yoldaş, Buca'ya gelen genç yoldaşların herşeyiyle
ilgilenen, gülünce gözlerinde güller açan ve insanı sıcak sohbetiyle hemen
sarıveren bir yoldaşımızdır.
Sarı, sarkık
bıyıklarının altında sigaradan sararmış dişlerini göstererek içten
gülümseyişiyle, siz de onun gülüşüne güler ve ona yakınlık
duyarsınız. Ki bu yüzden Buca ve Bursa Hapishane sürecinde yaşı genç
yoldaşlarımızın onu hiç boş bırakmamasının temel nedenlerinden biri budur.
Onların dünyasına girmek sohbet edip gülmek, doğallığında oluverir Murat için.
Sıkıntılarını açabildikleri, özel sırlarını yaşam için de paylaşabilecekleri
yegâne kişilerden biridir. O da sabırla dinleyen, sorunlarına kafa yoran,
sohbet edip rahatlatan, örgütsel boyuttaki sorunları doğrudan örgütle
paylaşmaya yönlendirendir.
Oldukça
birikimlidir, Murat Yoldaş. Seminerlerdeki tartışmalarda bu hemen fark
edilirdi. Ama hiçbir zaman entellektüel bir arayış
içinde olmadı. Çok okur, araştırır ve özellikle Buca hapishanesinde günlerce
uğraşarak hazırladığı araştırma yazılarıyla, bilgisini yoldaşlarıyla paylaşır.
Çok sakin, kendisine güvenli, tane-tane güvenli ve akıcı konuşur.
Olaylara ve
olgulara yaklaşımındaki diyalektik yöntemle düşüncesini açıklar, inandığı
doğruları sonuna kadar savunurdu. Bu yanıyla Murat'ın öğrenmeye olan açlığı
özellikle üzerinde durulması, dersler çıkarılması gereken bir konudur. Örneğin
Buca Hapishanesi’nde ihtiyar dediği Bülent Pak'la uzun, geceler boyu süren ve
çoğu kez sabahı bulan tartışmalar, yine Bursa hapishanesine geldiğinde Çerkezler'e ve tarihlerine ilişkin kaynaklarını toplayarak,
Buca hapishanesinde yarım kalan çalışmasını ikinci günü hemen devam ettirmesi
ilk akla gelen örneklerdir.
Günlük
yaşamda kızdığı görülmezdi Murat'ın. Gerçek anlamda kızdığını ise üç şeyde
görebilirsiniz. Biri sorun yaşayan arkadaşlarımızdan emek harcandığı halde,
bazılarının arsızlık noktasında bunu kullanması, vefasızlık göstermesi, diğeri
ise Partimize ve önderimize yönelik medyada karalama kampanyasıyla
karşılaştığında olurdu. Tabii bir de mahkeme-hastane gidiş-gelişlerinde
yoldaşlarımız saldırıya uğradığında çok sinirlenir. Kabına sığmayan öfkesi ile
en önde olurdu. Duygularında böyle sade, dolu dolu
yaşardı herşeyi Murat.
O'na yön
veren, hep geleceğe yürümesini sağlayan nedir diye sorulacak olursa, elbette ki
cevabı derin bir vatan ve halk sevgisi olur. Ki bunu öylesine açık yaşamaktadır
ki bundan etkilenmemek mümkün değildir. Bursa hapishanesinde "Vatan"
üzerine bir tartışmada yoldaşlarımızdan biri "Anadolu'daki azınlıkların vatanı da Anadolu mudur yoksa o
azınlıkların ulus olarak yaşadıkları yer mi?" diye sorup oturmasıyla,
yoldaşlarının gözü söz isteyen Murat'a döndü. Murat "Anadolu nasıl benim vatanım
olamaz" diye hafif sitemle başladı sözlerine. "200-300 yıldır
bu topraklarda yaşıyoruz.
Bütün
Anadolu halklarıyla birlikte bu topraklar üzerindeki acıları da, sevinçleri de
paylaştık... Anadolu'nun emperyalist işgal altında olmasına aynı tepkiyi
duyuyoruz. Elbette burası tartışılmaz biçimde bizim de vatanımız" demişti.
Böyle sade ve böyle açıktı duyguları... Ki aynı şekilde aile görüşlerinde,
günlük yaşamda halk olma değerlerini daha fazla yaşatan insanlarımıza duyduğu
özel ilgi, geleneklerini öğrenme çabası, hep öne çıkan özellikleriydi.
Bununla
birlikte Murat'ın savaşçı-devrimci gururu ve onuruna düşkünlüğü devrimciliğini
tanımlayan en temel özellikleridir. Ki elbette her devrimciyi ayakta tutan
değerlerin başında bu olgular gelir. Ama Murat, Çerkez halkının geleneklerinde
öne çıkan savaşçılığıyla bütünleştirdiği devrimciliği ve bunun onda yarattığı
gururlu eda, birçok yoldaşımızın ortak gözlemi oldu. Ölüme yönelik duygularını
anlatırken; "Ben bir Çerkez
kamasıyım. Kırılmayacağım, bükülmeyeceğim, esnemeyeceğim. Ve dimdik, doğru
ellerde, düşmanın bağrına saplanacağım..." sözlerindeki kararlılık, bu
savaşçı yanının en yalın haliydi. Bu yüzden kini, sınırsız cüreti ve bir
talimatla her an her şeyi yapabileceğine kimse kuşku duymadı.
Böyle
yılları devirdi, Buca Hapishanesi'nde. Devletin Buca Hapishanesi’ni boşaltma
politikaları sonucu 8 yoldaşıyla birlikte 24 Kasım 1999 tarihinde Bursa
hapishanesine geldi. Zorlu, yıpratıcı günlerin ardından artık yılların
eskitemediği Özgür Tutsak Murat Özdemir kesintisiz devrimciliğini buraya taşımıştı.
Aynı zamanda bu günler hapishanelerde yeni bir sürece girildiği, yeni bir
direnişin tartışmalarının alttan alta yürütülmeye başlandığı günlerdir.
Sürece
ilişkin tartışmalar başladığında, Murat her tartışmada bir adım daha öne çıktı.
Ve tabir-i caizse yoldaşlar arasında o günlerin sürekli sorulan "Kimler Ölüm Orucu 1.Ekibe seçilir?" sorusuna ilk
gösterilen adayların başlarında gelendi. Çünkü coşkusu ve moraliyle, inancı ve
kararlılığı ile, direnişe kilitlenmesiyle tartışmasız
bir şekilde örnekti. Yalın ve çok duruydu. Abartısız, kendinden emin duygularıyla,
bütün insanlarımızın üzerinde tartışmasız bir güven ve saygı oluşturmuş durumdaydı.
Direniş
günlerine böyle vardık Murat'la. Murat Ölüm Orucu savaşçılarının daha kimler
olduğunun açıklanmadığı günlerde en başa kendini koymakta, hiç tartışmasını dahi
yapmamaktaydı. Artık Ölüm orucu savaşçılığı tutkulu bir beklenti haline gelmişti...
Deyim yerindeyse söke-söke hak ettiği bandına erişti...
Görev
kendine verildiğinde anlatılmaz bir mutluluk içindeydi. Artık ne tutmak, ne
engellemek mümkündür. Kabına sığmaz haldedir. 20 Kasım 2000 günü sabahleyin
alın bandını taktığında kısa ve yalındır yine... O yalınlık ve rahatlık, her
zamanki gibi kendine olan güveninin göstergesiydi. Sözlerine; "... değerlerimize bağlı kalacağım" deyip başladı ve
konuşmasını "başladı işi bitirdi işi" şiirleriyle bitirdi.
Murat artık herşeyiyle direnişin zaferine kilitlenmişti. Öyle ki
gazetelerde, TV'lerde direnişe karşı bir haber, yazıyla karşılaştığında hemen
cevap vermek dahi doğal bir refleks haline gelmişti. Yaşanan duygular, anlatılması
zor tarifsiz duygulardır.
19 Aralık
2000 sabahı, katliam saldırısı başlayınca, barikat başında nöbetçi olanlar ile
alt katta yeni barikat kurmaya çalışan arkadaşlar da gelince, iki kişi hariç
bütün kitlemiz bir odada toplanmıştık. Murat sıra ile sıkıca kucaklaşmaya
başladı. Bazılarımızın gözleri dolu-dolu dudakları titriyordu. Ama Murat'ın
coşkusu herşeyi bastırmış durumda. Sonunda sıra bana
da geldi. Sıkıca kucakladım. Öyle saniyeler geçiyor. Göz göze geliyoruz. Gülen,
güldükçe küçülen gözlerinin içinde dalıp, kayboluversem dersin.
Öyle güzel,
sigaradan sararmış, sarkık Çerkez bıyıklarını taşıyan bu yüz, gurur dolu
bakışlarıyla son kez karşımda. Uzanıp alnından öpüyorum. Ardından bir daha
sarılıyoruz, birbirimize sıkıca. "Hoşçakal"
diyor gülerek. "Güle güle" diyorum. Diğer arkadaşlarla görüşmeye
devam ediyor. Bu an her şeyin iç içe yaşandığı bir andı. Coşku, sevinç, hüzün,
gurur, acı... Bir yanı deprem dalgaları gibi sarsılır, bir yanı çağlayan gibi coşkuyla
kabarır. Gözyaşı dökmemek için kendini zorla tutan da, bir adım öne çıkıp
sırada ben varım diyen de bir aradadır. İnsana ait duyguların hepsi iç içe
yaşanır burada. Tek bir şey yoktur;
O da tereddüttür.
Çünkü haklı
bir kavga uğruna bedel ödendiğini ve geleceğin ancak böyle kazanılacağını
biliyor buradaki tutsaklar. Murat'ı da böyle sarsılmaz kılan buna olan sonsuz
inancı değil mi zaten? Birlikte olduğumuz son anları yaşıyoruz. Murat'la son
yoldaşlar da görüşünce yarı utangaç, mahçup bir halde
kendi etrafında hafifçe dönüyor ortamızda. Gözleri son kez bizleri süzüyor,
birkaç saniye.
Sonra o
utangaç gülümsemesiyle "Halkımıza selamlarımı
söyleyin. Sizlerin selamını bizden önce gidenlere iletip, sizin yerinize
sarılacağım" kelimeleri dökülüyor dudaklarından. O anda dışarıdan gelen
son yoldaşımızla kapı ağzında kucaklaşıp koridora çıkar. Gururlu yürüyüşüyle,
koridordakiler onun gözükmesiyle, o ilerledikçe iki yana doğru ayrılıyorlar.
Murat ilerlerken suskunluk kaplıyor her yanı. Çünkü bütün hapishane kitlesi,
diğer hapishanelerden gelen feda eylemi haberlerinden, direnişçilerin üç gün
önce Adalet Bakanlığı'na ilettikleri: "Operasyon yaparsanız, kendimizi
yakarız" tavrını içeren dilekçelerden haberdar.
Ve
doğallığında Murat'ı gören kitle feda eylemi yapmak için koridora çıktığını
anlıyor. O yürüyüşündeki sabırsızlığı ve öfkesi ile alt kata inen merdivenlerin
ortasında. Bir yoldaşımız alt kata inen merdivenlerin ortasındaki pencereden,
düşmanın H Blok gardiyan odasında kalkanlarıyla oluşturdukları barikata doğru
seslenerek;
"- Rütbeli birisi gelsin! Bakın, yoldaşımız birazdan
size bir şey anlatacak!" derken, yoldaşımız daha cümlesini tamamlamadan kalkanlardan
oluşan barikatın önüne doğru çıkan kasklı biri; Ben rütbeliyim bana anlatsın,
der. Yoldaşımız tekrar; operasyondan sorumlu düzeyde biri gelsin. Nasıl
öldüğümüzü görün. Bizi ölümle korkutabileceğinizi düşünüyorsanız bakın o zaman,
diyor.
Ve bunların
yaşandığı anda merdiven başında bulunan Murat, bir yandan rütbeli birisini
çağıran yoldaşı izlemekte, diğer taraftan yanında bulunan yoldaşa; "Bizimkilere
selamlarımı söylersiniz. Kapıları hep açık olsun bize ve beni utandırmasınlar."
dileğini iletti. Ve ardından o yoldaş bir eliyle tokalaşırken, diğer elini Murat'ın
omzuna koyup vedalaştılar. Murat bu son anlarının hazırlığını bitirdiğinde saat
10.30'u gösteriyordu.
Ardından
elinde yanıcı madde ile geride bıraktığı yoldaşlarına hiç dönmeden, hiç
bakmadan operasyon timlerinin olduğu yere dönüp saniyelerle bakındı. Ardından
elindeki yanıcı maddeyi başından başlayarak hızlı-hızlı üstüne dökerken bir
yandan operasyon timlerine seslenmeye başladı;
"-
Alçaklar, namussuzlar, bizi operasyonlarla korkutup teslim alabileceğinizi düşünüyorsunuz.
Siz Amerikan uşaklarısınız bakın nasıl ölüyoruz. Görün gözlerinizle şerefsizler!" diye
haykırdı. Ve son kelimesinin ardından bedenini tutuşturdu... Ateşler içindeki
bu bedenden iki kol, havaya, göğe doğru kalktı. Ateşlerin kavurmaya başladığı
iki el, iki yumruk zafere durdular. "Yaşasın Feda Eylemimiz", "Yaşasın
Ölüm Orucu Direnişimiz" sloganları yangınlar içindeki bu yürekten
haykırılmaya başlandı.
Sloganlar...
sloganlar... sloganlar...
Artık her yanı en diri, en inançlı, en kararlı hali ile kapladı. Sanki deprem olmuşçasına,
sanki fırtına kopmuşçasına dakikalar geçti.
Murat'ın iki
eli sanki güneşe uzanmışçasına, sanki güneşten ateşi çalıp da yeryüzüne
indirmişçesine havada öyle aslı kalmışken, alazların sardığı bu beden ilk kez
sendeledi. Kolları indi. Beden hafif büküldü. Sonra alevlerin sardığı bu beden
yeniden dikildi. Kolları yeniden güneşe uzandı. Ve gövdesinde yangınlar taşıyan
bu yürek, saniyeler önce yarım bırakmak zorunda kaldığı "Yaşasın Feda Eylemimiz"
sloganına başladı yeniden. Aynı anda bizler de saniye-saniye kahramanlaştığı bu
anı izlerken gırtlaklarımız yırtılırcasına, göğsümüz patlarcasına attığımız
sloganlarımızla eşlik ettik bu savaşın son yolculuğunda kendisine.
Bu kez çok
sürmedi yangınlar içindeki bedenin ayakta kalması. Sloganlar ve zafer
işaretiyle son kez haykırırken kavgasını, bir kavga adamının, feda savaşçısının;
ölümü iki yakasından yere çalıp, usul-usul sendeleyerek, çömelerek, üstüne
kapaklanışına tanıklık ettik. Ölüm bu gövdenin altında çaresizce çırpınıp
teslim almaya yol alırken, artık Murat'ın ayakta kalamayan alevler içindeki
bedeni; sloganları daha gür haykırmak istercesine, ayaklarını ve kollarını
sallayarak, dudaklarını kıpırdatıyordu sadece...
Ölüm teslim
alınmış, son nokta konuyordu. Artık yavaş yavaş
hareket eden kollar, hareket etmez; kıpırdayan dudaklar, kıpırdamaz oldular.
Yangınlar içindeki bu yürek saat
10.45'te "Bize Ölüm Yok" marşı ve "Murat Yoldaş Ölümsüzdür"
sloganlarıyla selamlandı. Sol eli yumruk, sağ eli zafer işareti şeklinde,
bacaklarını karnına çekmiş, ölüme dair söylenecek herşeyi
söyleyerek görevini yapmış olmanın huzuruyla uzanmıştı güneşin sofrasına feda
savaşçısı... Dışarda, karşı pencerede ise yüzleri
açık haldeki operasyon timleri şok halde, birbirlerini ezercesine, çaresizce
Murat'ı görmeye çalışıyorlar.
Doktor olan
bir dost ile bir yoldaşımız Murat'ı kontrol edip, şehit düştüğüne emin olduktan
sonra ıslak battaniye ile usul usul yanmaya devam
eden bedenini söndürdü. Sonra koridorun son odasındaki bir masanın üzerine
kaldırıldı ıslak battaniyeye sarılı yoldaşımızın bedeni.
Gidiyorum
yoldaşımın başucuna. Boylu boyunca sırt üstü uzanmıştı. Çenesi yukarı kalkık,
başı dimdikti. Altın sarısına bürünmüştü, yüzünde saçları gibi ışık saçıyordu,
gülümsüyordu... Ve üzerini kıpkırmızı, büyükçe bir bezle kapatıp, en üstüne
Ölüm Orucuna başlarken kendilerine verilen bayrağımız örtüldü. İkişerli saygı
nöbeti tutuyoruz şehidimizin başında...
Yeniden
gidiyorum başucuna. Çerkez kaması al bayraklara sarılmış. Öyle huzurlu, öyle
sessiz... Başucunda Murat'ın en zor dönemlerdeki, kararlılığını, cüretini
düşünüyorum. Önderimizin tutsaklığında da, Ulucanlar katliamında da ilk feda
eylemi öneren, eylemin neferi olmaya ilk aday olan Murat olmuştu. Böyle kaç kez
sürmüştü namluya yüreğini. KAÇ KEZ?. Ve sonunda
başardı bunu. Geride örnek ve onurlu bir yaşam bırakarak...
***
Odak dergisi Okuru bir tutsağın,19 Aralık Direnişi ve Murat Özdemir'e
ilişkin anlatımından;
"F Tipi Baskı ve Tecrit Devrimci İradeyi Teslim
Alamaz...
19 Aralık
2000 günü sabaha karşı saat beş buçuk sularında arkadaşlar gelerek bizleri
yataklarımızdan kaldırdılar.
Gardiyanların
çekildiğini ve operasyon olabileceğini söylediler. Hemen giyinmeye başladık.
Henüz daha elbiselerimizi giymeden bomba sesleri gelmeye başladı.
Üstümüzdekilerle yukarıyı tutmak için çıktık. Arkadaşlar ilk barikat
malzemelerini koyarak barikatı sağlamlaştırmaya çalışıyorlardı. Özel askeri timler,
içeriye gaz bombası atıyorlar ama kapıya çok fazla yüklenmiyorlardı.
Aşağıya
indim üzerimi giyindim ve kimi yazılarımı yaktım; daha doğrusu yakmaları için
arkadaşlara verdim. Onlar da kendilerinin bazı yazılarını, yayınlarını yakmaya
çalışıyorlardı. O an içeriye girmek için çok fazla yüklenmemelerinin sebebini
daha sonra anlayacaktık. Bizleri bir yerde toplamaya çalışıyorlardı. Öyle etkisizleştirmeye
çalışacaklardı.
O günlerde
operasyona hazırlıksız yakalanmamak için yukarıda kapı nöbetçilerinin dışında
bir de operasyon için ilk müdahaleyi yapacak bir ekip oluşturmuştuk. Gündüz kapı nöbetinden kesilen
bu arkadaşlar gece nöbet tutuyorlardı. Dört beş kişiden oluşan bir gruptu bu.
Zaman zaman karşımızdaki I Blokta kalan arkadaşlar o tarafa geçip
geçmeyeceğimizi soruyorlardı. J Bloktaki DHKP-C dava tutuklusu arkadaşlar geçmişlerdi.
Bizim barikata yüklenmeye başlamışlardı. Bizler de I Bloka
bakan havalandırmanın pencere demirlerini kırarak I Blokun
havalandırmasına geçtik. İçeriye girdik ve havalandırma kapısına barikat
kurduk.
I Bloğunun
alt katındaydık. İçerisi oldukça kalabalıktı. I Blok, J Blok, H Blok bir araya
toplanmıştı. Peş peşe bomba sesleri geliyordu. Ölüm orucundaki arkadaşlar bir
yere toplanmışlardı. Onların oldukları yer bombaların etkisine karşı biraz daha
korumalıydı. Ölüm Orucu direnişi altmışıncı günlerdeydi.
Direnişçiler,
alınlarında kızıl bantlar, yüzleri sararmış, oldukça zayıflamış görünüyorlardı.
Dışarıda
askerler sık sık megafonla teslim olmamız için
bağırıp, moralimizi bozmaya çalışıyorlardı. İçerisi gaz kokuyordu...
Bizler artık
fikir yürütmüyorduk. Artık ok yayından fırlamış, devlet saldırmıştı. Bundan
sonra ne olur çok fazla üzerine düşünülemezdi. Bizlere bir görev düşüyordu. O
da kendi kimliğimizi, onurumuzu korumaktı. Bu saatten sonra çok fazla
söylenecek bir şey yoktu. En azından fiili saldırı sırasında... Belki
birçoğumuzu öldürecekler, ağır işkencelerden geçireceklerdi.
Tüplerin
takılı olduğu dış cepheden; askerlerin olduğu yerden pencere camları kırılarak
içeriye bombalar atılmaya başlandı. Alt kata yüklenmeye başlamışlardı. Alt katı
boşaltarak üst kata çıktık. Alt katın kapısının arkasına barikat kurduk. En son
demir kapıyı yaslayıp barikatı sağlamlaştırmak için biz orada kaldık.
Ana maltanın sağındaki blokta kalanlar ile bizim blokta
kalanlar bir araya gelmişti ama karşımızdaki bloklarda ne olup bittiğinden
haberimiz yoktu. O taraflardan da sesler geliyordu. Arkadaşlar televizyonu
açmışlar haberleri izlemeye daha doğrusu dinlemeye çalışıyorlardı. İdare anten
yayınını kesmişti. Olan bitenden haberdar olmamamız için ellerinden geleni
yapıyorlardı. Arkadaşlar jelatin kağıtlarından anten
yapmaya çalışıyorlardı. Görüntü pek yoktu ama ses geliyordu.(...)
Zaman zaman saldırı yavaşlıyor, bomba sesleri azalıyor, zaman zaman yoğun bomba sesleri altında saldırı artıyor hava
dayanılmaz hale geliyordu.
Alt katta
barikatın başındaydım. Merdivenlerin olduğu yerdi.
Biraz sonra
DHKP-C dava tutuklusu arkadaşlar arasında hareketlilik oldu. Sorumlu ve temsilci
arkadaşlar Ölüm Orucu direnişcisi Murat arkadaşla konuşuyor,
kucaklaşıyor, vedalaşıyorlardı. Murat arkadaş dışarıya mesaj, selam ve özel
iletmek istediği şeyleri iletiyordu. Herşey biraz
tören havasındaydı. Ama ben hala anlamamıştım. Biraz sonra temsilci arkadaş camdan dışarıya askerlerin
olduğu tarafa seslenerek en yüksek rütbeli bir askerle görüşmek istediğini
söyledi.
Askerler
önemli bir şey söyleyeceğini düşünerek "tamam çağıracağız" dediler.
Birkaç sefer daha bağırıldıktan sonra karşıdan, "Evet, sizi dinliyoruz. Söyleyin"
biçiminde yanıt geldi. Temsilci arkadaş "Dinleyin Ölüm Orucu savaşçımızın size
bir mesajı var" dedikten sonra Ölüm Orucu direnişçisi Murat arkadaş konuşmaya
başladı: "Dinleyin, şerefsizler!" diye başladı ve devrimci kararlılığını
ifade eden bir konuşma yaptı, konuşması yalındı ve sert ifadelerle doluydu. "Kendimizi yakacağız ama asla teslim
olmayacağız" gibi bir cümleyle konuşmasını bitirdikten sonra üzerine
bir şeyler dökmeye başladı. Tiner, benzin gibi sıvı birşeydi.
Başından aşağı aktardı. Ardından tutuşturdu. Murat arkadaşın merdiven başına
geldikten sonra gördüğüm bütün davranışları sakin acelesizdi. Kararlı ve sakin. Arkadaşlarıyla vedalaşması bir yolculuğa çıkar
gibiydi.
Murat
arkadaş vücudunu saran alevlerle birlikte bir ateş topuna dönüştü ve öylece
ellerini havaya kaldırmış slogan atıyordu. İnançlı ve sakin bir ifade vardı
yüzünde. Benim o ana kadar arkadaşların böyle bir eylemleri olacağından haberim
yoktu. Murat arkadaş cayır cayır yanıyor ama
düşmüyordu. Zaman geçmesine rağmen ayakta ve kolları biraz kırılmış biçimde
yukardaydı ve elleriyle zafer işareti
yapıyordu. Ve sonra düştü, düştüğü yerde de yanmaya devam etti. Ancak
alevler daha da azalmıştı. Belden yukarısında kararsızca gezinirken, bacaklarında
inatla yanmaya devam ediyordu.
(...)
Sloganlarımız
sürüyordu...
Murat
arkadaşı birkaç aydır tanıyordum. Seyrek görüyordum. Çevresinde mütevazı, alçak
gönüllü, devrim emekçisi bir arkadaş olarak tanınırdı. Çok fazla göze batmayan,
devrime bağlı, inançlı bir arkadaştı.
Toplumun
aydın, sanatçı ve sendikacıları F Tipine karşı çıkıyorlardı. Koşulların büyük
ölçüde devrimcilerden yana
olduğu bir zamandı. Bu gelişmeler olurken Adalet Bakanı açıklama yapmış,
F Tiplerinin bir yıl süreyle erteleneceğini, cezaevlerinin mimari yapılarında
hatalar olduğunu, hataların Mimar ve Mühendisler Odası, Türk Tabipler Birliği
gibi kurumların gözlemciliğinde düzeltileceğini, bunlar düzeltilmeden F
tiplerine geçilmeyeceğini söylemişti.
(...)
Murat
arkadaşın feda eylemini sessizce izleyen askerler hemen kısa bir süre sonra
bombalarla saldırıya geçtiler. Öğleden sonra saldırı giderek şiddetlendi.
Üstümüzdeki tavan aralıklarla delinerek tepemizden bombalar boşaltılmaya
başlandı. Şiddetli ve boğucu gaz tabakası ortalığı sardı. Gaz insanları boğuyor,
kalbini çatlatacakmış gibi yapıyordu.
(...)
Bomba
sağanakları kesilmiyordu. Gene şiddetli bir bomba sağanağının ardından askerler
içeri girmeyi başardı. İçerde birkaç grup halinde toplanmıştık. Askerlerin
içeri girdiğini anlayınca kol kola girdik. Bizim bulunduğumuz yer en kalabalık olanıydı.
Askerler tereddütle ağır ağır ilerliyordu. Ortalık
gaz tabakasından kapkaranlıktı. Onların ellerinde fenerler vardı. Gaz ve sinir
bombalarına karşı korunaklı giysiler, maskelerle tam teçhizatlı gelmişlerdi.
Ağır ağır bizim kapıya yanaştılar. Şöyle kısa bir süre feneri
üstümüzde gezdirdiler. Ve ellerindeki megafondan; "Tek sıra halinde çıkın,
kendi isteğinizle tek sıra halinde çıkarsanız, size söz veriyoruz bir şey
yapmayacağız. Kimsenin kılına dokunmayacağız" dediler. Bizler birbirimizin
koluna girmeye devam ettik. Bir süre daha ısrar ettiler. Sonra hortumlarla bize
su sıkmaya başladılar. Bizleri oldukça ıslattılar. Sonra da coplarla acımasızca
üzerimize saldırdılar. Askerler bize çağrı yaptığı anda köşede ve ölüm orucundaki
arkadaşların bulunduğu bölümü gören bir arkadaş TKP(ML) davasından Ali İhsan'ın
da kendisini yaktığını iletti. Ali İhsan'ın yanışını askerler seyretmişti.
Ali İhsan
arkadaşı yakından tanırdım. Ölüm Orucu direnişinden önce gür sesiyle türküler,
marşlar söylerdi. Uzun boylu 30 yaşlarındaydı. Sevimli, cana yakın bir yüzü
vardı. Zaman zaman sohbet ederdik. Tertemiz, içten,
inançlı bir arkadaştı. Öldüğünü tam olarak F Tipinde öğrendik.
Saldırının
arkasından bizleri tek tek kopararak aldılar.
Hala ölüm
oruçları sürüyor.
Devrimcilik
bir inanç, bir yaşam biçimidir. Öyle kolayca alınacak, değiştirilecek bir şey
değildir. Hangi koşullar altında yaşarsa yaşasın insan bir kez yürekten
inanırsa, devrimci kimliğe ulaşırsa onu kimse ondan kolayca söküp alamaz. Önemli
olan onu gerçekten kazanabilmek, ona gerçekten inanabilmek. Bir kez devrimci
sosyalist kimlik kazanıldıktan sonra yıllar boyu tek kişilik hücrelerde de
tutulsa, bütün dünyadan koparılıp tecrit de edilse insanın inançları,
düşünceleri değiştirilemez. Ne baskı ne terör ne de tecrit kişiyi değiştiremez.
(...)
F tipleri
için de durum budur, baskıya teröre karşı çıkmak, insanca yaşam hakları istemek
ve bunun için mücadele etmek devrimcilerin görevleridir. Zafer her zaman
devrimci tutsakların, her koşulda inançlarını diri tutanların, başlarını dik
tutanların olacaktır."
(Yukarıdaki yazı, Odak Dergisi’nin Şubat 2002 tarihli
sayısında yayınlanmıştır.)