Mete
Nezihi ALTINAY'ı Yakınları, Yoldaşları
Anlatıyor:
Mete Nezihi Altınay'ın
Anısına; «O Davasına, Halkına ve
Yoldaşlarına Karşı Sorumluydu...»
1976-77 yıllarıydı. O günleri yaşamayanlar
bilmeyebilir. Tüm okullar faşistlerin işgali altındaydı. Sivil faşistler, polis
ve idare tarafından korunuyordu. Bu nedenle okula topluca gidiliyor, ders
bitiminde ise topluca çıkılıyordu. Çatışmanın olmadığı gün hemen hemen yok gibiydi. Kafalar kırılıyor, faşistler okul dışına
atılıyordu. Polis ve idarenin faşistlere verdiği açık desteğe rağmen kavga,
inatla ve her gün büyük bir coşkuyla devam ediyordu.
Gün, faşistlerle olan kavgayla bitmiyordu. Kavgadan
sonra devreye polis giriyor, gözaltına alarak ya karakolda, ya da şubede dayaktan
geçiriliyorlardı. Adeta karakola abone olmuşlardı. Faşistleri dövüp okuldan
attıktan sonra şubede görülen işkence pek kimsenin umurunda değildi.
Belli toplanma yerleri vardı. Site, Kadırga, Niğde,
Elazığ, Denizli öğrenci yurtları devrimcilerin üsleri haline gelmişti.
Sabahları içtimaya, yürüyüşe çıkar gibi düzenli
kortejlerle yola çıkarlardı. Okula giden yol güzergâhı savunma komiteleri
tarafından tutulurdu. Bu komiteler DEV-GENÇ'lilerden oluşuyordu
ve silahlıydı. Yol boyunca halkın meraklı bakışları altında, heyecanlı ama
coşkulu olarak okula giderlerdi.
İlk seans okul girişinde başlardı. Polis üst araması
yaptıktan sonra eğer faşistler onlardan önce gelmişse kavga daha kapıda
başlardı. İlk gelen eğer onlar ise belli stratejik noktaları tutar, faşistleri
dövüp okuldan atarlardı. Bir bakıma önce gelen stratejik noktaları tutarak
üstün duruma geçerdi.
Faşistlerin kitlesi yoktu. Polis desteğinde militan
guruptu. Polis tarafından korunuyor ve destekleniyorlardı. Devrimciler daha
kapıda didik didik aranırken, faşistler içeriye
silahla girebiliyor, bıçak, tornavida gibi kesici aletleri rahatlıkla içeri
sokabiliyorlardı. Giriş kapısı dışında okulun içinde de bir polis karakolu
vardı. Devrimciler adeta faşistleri dövdükleri zaman değil, saldırıya
uğradıklarında da gözaltına alınıyorlardı.
İlk başlarda çok az bir kitleleri vardı,
devrimcilerin. Ama daha sonra çoğaldılar. Faşist işgaller tek tek kırıldı. Devrimciler okulları anti-faşist mücadelenin
birer kalesi haline getirmeyi başardılar. l2 Eylül geldiğinde hemen hemen tüm okullarda DEV-GENÇ'in hakimiyeti sağlanmıştı. Okulda DEV-GENÇ'in
yanı sıra oportünist ve revizyonist gruplar da vardı.
Bunlar aynı zamanda birbirlerine karşı da kanlı bıçaklıydılar. Biri diğerine
"Maocu Bozkurt" derken diğeri de "Sosyal faşist" diyordu.
Bu duruma hem sivil faşistler, hem de polis çok seviniyordu. Olumsuzluk sadece
bu yanıyla değil, bu durum kitle tarafından da hoş karşılanmıyordu. Ve onlar
sırf bu durumdan dolayı taraftar edinmeye zorlanıyor ve bu yöndeki sorunlara
daha fazla zaman ayırmak zorunda kalıyorlardı. Hem faşistlere, hem polis-idare
işbirliğine karşı mücadele etmek, hem de bu grupların ortak bir paydada
buluştuğu birlik sağlanmak zorundaydılar. Bu onların görev ve sorumluluğuydu.
İşte Mete'yi böyle bir ortamda, böyle bir günde
tanımıştı. Okul amfisinde oportünistlerle "sosyal emperyalizm" ile
ilgili bir tartışmalar vardı.... Tartışmaya ilgi artmıştı.
Yeni yeni öğrenciler tartışmayı merakla, ilgiyle
izliyordu. Tartışmanın sonunda uzun saçlı, sakallı bir grup geldi. "Biz grup
olarak karar verdik, DEV-GENÇ'e katılıyoruz."
dediler. Önce ne grubu diye sorduğunda "arkadaş grubumuz var, müzik
çalıyoruz" dediler. Önceleri görünüşleri onları şaşırtmıştı. Aralarında
böyle uzun saçlı, sakallı kimse yoktu. İlk başta onlara biraz yabancı geldiler.
Bu nedenle şaşkınlıkları dışa yansımış, onlar da bunu farketmişti.
Sonra aralarında hoş bir sohbet başladı.
Önce "niçin DEV-GENÇ?" diye sordular. "Okuldaki gelişmeleri takip ediyoruz.
Gruplardan belli arkadaşlarla konuşmamız oldu. Ama biz DEV-GENÇ'lileri
kendimize daha yakın bulduk. Her şeyden önce birlikten yanalar. Sonra pratiğini
beğeniyoruz. Aramızda da tartıştık, eğilim DEV-GENÇ'ten
yana oldu." diye cevap verdiler. Gruptan çoğunlukla konuşan Mete idi.
Mete Nezihi Altınay. Bir hafta sonra o eski saçlar
sakallar gitmiş, giyim ve kuşamlarıyla onlara benzemiş, faşistlere karşı onlar
da yerlerini almışlardı. Onlara güç katmakla kalmamış, coşkuyu, neşeyi de
beraberlerinde getirmişlerdi.
Cesaretiyle, bilgisiyle, coşkusuyla Mete çok
geçmeden grubun içinden sıyrıldı. Sürekli okuyan, okuduğunu sorgulayan, bu
yönde sık sık sorular soran bir kişiydi Mete. O
sıralar Sweezy ve Gramci'nin
emperyalizm üzerine bir kitabını okuyordu. Çok soru soruyor, hızlı konuşuyor,
hızlı düşünüyor hızlı yürüyordu. Sık sık soru sorduğu
için bıktırmıştı onu. Sordukları anlamsız olduğundan değil, aksine mantıklı,
insanı yeniden okumaya, araştırıp incelemeye sevk eden sorulardı. Ve bu
sorulara gerekli ve yeterli yanıt veremediğinden sıkılıyordu. Yanıt vermek için
kitapları karıştırması ve okuması gerekiyordu. Ki o günkü koşuşturma içinde bu
durum pek işine gelmiyordu.
Daha sonra farklı alanlarda çalışmaya başladılar.
Artık birbirlerini sık göremez olmuşlardı. Görüştüklerinde de Mete'nin o eski
Mete olmadığını görüyordu. Sorumluydu, ilkeliydi, örgütsel sırları
paylaşmıyordu. Ama hala hızlı konuşmaya, hızlı yürümeye, hızlı düşünmeye devam
ediyordu. Örgütsel kademede de hızla tırmanmıştı. Mete'nin bu durumunu kıskanmış
ama bir o kadar da gururlanmıştı.
Onun Mete'den örnek aldığı çok yönleri vardı. Mete
çok zeki, hızlı düşünüp hızlı karar alırdı, mütevaziydi,
bilinçli olmasına rağmen hiçbir zaman bilgiçlik taslamazdı.
Atılım
sürecinden Bir yoldaşı anlatıyor:
«Atılımı Mete'de görüyordum en somut
haliyle»
Atılımla daha netleşmişti görevlerimiz. Kaldığımız
yere bir arkadaşın arada bir uğrayacağı söylendi. Bu arkadaş Mete'ydi. Aralık
ayındayız. Sanki çok önceden görüşüyormuşuz gibi doğal. Yaklaşık 1,5-2 saat
kalmıştı, bu süre içinde sürekli konuşmuştu, İspanya İç Savaşı, Sovyet Devrimi...
Konu nereden açılıyor, nasıl gelişiyordu takip etmekte zorlanıyordum. Nasıl bu
kadar çok şeyi biliyor diye düşündüm. Bu arada evde bize gerekli olan eksikler
neler olduğunu, evin giderlerini nasıl karşılayacağımızı da öğretiyordu.
Yeraltını tanımıyorduk. Yeraltındaki insan ne komplocu kafaya sahip olmalı,
çevreyle bütün bağlarını kesmeli, ne de çat-kapı eve gelme rahatlığını
vermeliydi çevresine. Gerektiğinde her şeyi denemeliyiz diyordu, en umutsuz
durumlarda bile deneyebileceğimiz bütün şeyleri gözden geçirmeli ve
denemeliyiz. Sonucu olumlu olduğunda bir yoldaşımızın hayatını kurtarırız
belki, belki önemli bir olanak yaratırız. Ama denemezsek hiçbir şey elde
edemeyiz. Hayal kurun diyordu, bugün bir ev açtık, yarın onlarca açacağız,
hayallerimiz olmazsa açamayız ama. Ve zor değil bunlar. İşte bu ilk gördüğümde
anlattığın şeyler daha hatırlayamadığım birçok şey var elbette. Daha sonraki zamanlarda da hep böyle canlı, aceleci.
12 Temmuz'dan kısa bir süre önce bir yoldaş
gözaltına alınmıştı. Mete'yi ilk kez böyle görüyordum, gözaltında olduğu kabul
edilmiyordu, kaybedilme durumu vardı. Mete telefon numaraları düşünüyor, eski
tanıdıkları düşünüyor yerinde duramıyordu. "Oğlumu kaybetmiş gibiyim"
demişti. Sürekli birlikte çalışmanın yarattığı bağlılıkla yoldaşının kaybedilme
durumunu kabullenemiyordu. Sonra polis gözaltını kabul etti.
Atılımı Mete'de görüyordum en somut haliyle. O kadar
neşeli ve öyle canlıydı ki, "yetişemiyoruz" diyordu, "Şu İstanbul'da
otomobil yeterli gelmiyor artık bize, bizim hızımıza helikopter lazım"
diyordu. Bu kez onun üzerine geliştiriyordu düşüncelerini, havada trafiğin ne
kadar karmaşık olacağını anlatırdı.
12 Temmuz katliamı. Ben tam kayıplarımızın ne ifade
ettiğini bilmiyordum. Bir süre kaldığımız yerden ayrıldık, bu süre içinde
Mete'yi göremedik. Daha sonra yeniden ilişkiler toparlanmaya başlandı, bana
randevu yeri söylenmişti. Mete gelecekti. Bu katliamın üzerine onun tanıdığı
kişilerden dolayı çok daha farklı etkilenebileceğini düşünüyorum ve bu duyguları
paylaşmak kolay değil, ne yapacağını bilememenin sıkıntısı içindeyim. Randevu
sokağı epey uzundu, girdim ve yürümeye başladım, karşıdan gülerek geliyordu. Bu
olasılık hiç yoktu kafamda. O anda savaşma cesareti ve kararlılığıydı o gülüşü.
"Ne
olacaktı ya, savaşıyoruz." İşte böyle yalın.
Bir gün eve çok erken geldi. Halinden bir terslik
olduğu anlaşılıyor du. Telefon kulübesinde çantasını
unutmuştu. Fark ettiğinde kulübeye geri dönüyor ama yok. İçinde var olanlardan
yola çıkarak polisin bize ulaşabilme olasılığını düşünüyoruz. Bir yer var orası
daha kolay tespit edilebilir, gidip orayı boşaltmalıyız. Oldukça riskli. En
sonunda gidelim diyor yola çıkıyoruz. Yolda sürekli kendine kızıyor. Kontrol
edeceğimiz yerin çevresini kontrol ediyoruz, bir şey yok. Aslında yaptığımız
olacak iş değil ama ne yapalım diyor, şimdi bir şey olsa kimseye hesap
veremeyiz... Böyle kendi kendisiyle hesaplaşıyor sürekli, sonuçta
alacaklarımızı alıp gidiyoruz. Bir riski daha ortadan kaldırıyoruz.
Mete yoldaş, kavgayla geçen yaşamını örnek alıyoruz
kendimize...
***
Bir yoldaşı anlatıyor:
Bir tek şeye kilitlenmişti, Parti ve
savaş.
Mete yoldaşı anlatmak, hem kolay hem de zor.
Kavgamızın şehri İstanbul'u Mete ile tanıdım. İçinde evim, okulum ve
devrimcilerin olduğunu bildiğim bir şehir ama bundan ötesi yoktu. Benim için
Mete'yi tanıyana kadar. Ne her sokağını kanımızla özgürleştirdiğimiz bir şehir
olarak bilirdim İstanbul'u, ne de Parti’miz açısından önemini. Dedim ya, sadece
devrimcilerin de bulunduğu bir şehir olarak biliyordum.
Mete, benim Devrimci Sol’u gerçek anlamda tanımamda,
Devrimci Sol’cu olmamda ilk öğretmenimdi. Partimiz ile ilgili birçok şeyi ilk
olarak ondan öğrendim. Stratejimiz ne, çalışma tarzımız, mücadele tarzımız
nasıl, nasıl insan örgütlenir, eylem nasıl yapılır, neden sokaklar bizim için
önemlidir... Tüm bunları öğretmenim Mete yoldaştan öğrendim.
Evet, Mete yoldaşla çalıştığım süreç içerisinde onun
bir dakikayı bile boşa geçirdiğine tanık olmadım. Mutlaka bizi bilgilendirmeye,
öğrenmemize yönelik bir şeyler anlatırdı.
Mütevazıydi. Mütevaziliğini
"Hareketten daha çok öğreneceğimiz şey var" diyerek belirtirdi. Bana
göre, hiçbir zaman bu seviyeye gelişinin üzerine kendine misyon
biçmedi.
Onunla birgün Metris
Tarihi kitabını okuyorduk. Metris Direnişini o kadar canlı anlatıyordu ki, ben
de dayanamayıp ona "olayları birebir yaşayanlardan biriymişsin gibi
anlatıyorsun" dedim. Sadece güldü, okumaya devam ediyorduk. "Bir kış
günü tutsakların elleri kelepçeli ve üzerlerinde şort bulunur durumda
havalandırmaya çıkartıldıklarını" anlatan bölüme geldiğinde Mete, birden
katıla katıla gülmeye başladı. O kadar uzun süre
güldü ki, gözünden yaşlar geldi.
Sonra neden güldüğünü anlattı. Metris'te yine
operasyon yedikleri bir günde çıplak olarak havalandırmaya atılmışlar. Ardından
havalandırmaya askerler gelmiş. Askerin biri bizimkilere baktığı bir anda
gözlerini kocaman açıp bağırarak içeriye doğru koşup komutana seslenmiş "Komutanım,
komutanım. Bunlar örgüt donu giymiş."
Demokratik alanda Mete ile uzun süre çalıştım. Mete birgün illegale geçeceğimi söyleyince hem seviniyor, hem de
onunla bir daha görüşemeyeceğim için üzülüyordum. Bunu ona söyledim. Bana "bir devrimci ayrılıklara alıştıkça
güçlenir, çünkü bizlerin ayrılığı sadece fiziki ayrılıklar. Aslolan
öğrendiklerimizi gideceğimiz yerlere taşımak ve daha da geliştirmektir. İşte
bunu başarabildiğimizde ayrılmış olmuyoruz. Sürekli beraber oluyor ve aynı
pratik, aynı düşünce için yüreğimiz atmış oluyor" dedi ve bana
başarılar diledi.
Yeni alanımda çalışmak için ilk randevuma gidiyordum.
Orada Mete’yi gördüm. Güzel bir tesadüf diye düşündüm. Konuşmamak için kendimi
çok zor tutuyordum. Sadece hafif bir tebessümle yetinip yürümeye devam
ediyordum ki Mete bana yetişti
"Nereye gidiyorsun öyle, selamsız sabahsız" diyerek konuşmaya
başladı. Ben de "Hiç" diye yanıt verdim. O benimle yürümeye devam
edince gitmem gerektiğini söyledim. "Sen buraya biriyle görüşmeye gelmedin
mi? Görüşmeden nasıl gidersin" deyince, büyük bir şaşkınlık geçirdikten
sonra anladım.
Evet, Mete yoldaş legalde, illegalde, mahallede,
birçok alanda hareketin yükünü omuzluyordu. Özverisi, fedakârlığı, çalışkanlığı
ile birçok görevi parti ve devrim için yerine getiriyordu. Çok yaratıcıydı,
dikkatliydi. Bir tek şeye kilitlenmişti, Parti ve savaş.
Onunla bir sokak buluşmasına gidiyorduk. Üzerimiz de
oldukça yüklüydü. O yine her zamanki gibi rahattı. Bir yandan bir şeyler
anlatıyor, bir yandan da o ünlü elinden hiç eksik olmayan el çantasını
karıştırıyordu.
Bir sokağa girdik. Mete, sokağa girer girmez
"Buradan hemen çıkalım" dedi. Ben anlam veremedim tabi. Sokaktan
çıkınca sordum, oradan neden çıktık diye. "Bu sokak
bugün çok kalabalık, park eden araba sayısı, esnafın önünde duran insan sayısı
vb. olağanın üstünde. Oysa normalde bu sokak sakindir" dedi. Mete
yoldaş, sokağa ilk girişte fotoğraflayarak kontrol etmişti sokağa. Çok iyi
tanıyor ve biliyordu sokakları. Sanki eviydi İstanbul sokakları. Bu dikkati ve
işine kilitlenmesi ile birçok tehlikeyi atlatıyordu.
Mete'yi anlatmakla bitirebileceğimi sanmıyorum.
Onunla ilgili o kadar çok şey var ki...
Mete yoldaşı küçük evi olan çantası ile açlığını
bastıran biber salçası ve bir parça ekmeği ile hatırlamak, devrimci
yaşantısını, emektarlığını, bir görev adamının nasıl olması gerekliliğini
anlatmakla eş değer oldu benim açımdan.
Rahat uyu Mete yoldaş. Rahat uyuyun yoldaşlar.
Anılarınız, savaşımıza yol gösteriyor. Ve bu anılara layık olmaya çalışıyoruz.
Bugün sizlerden güç alarak yürüyoruz. Partili kişiliği kazanmaya çalışıyoruz.
***
Bir öğrencisi anlatıyor: “HAKKIN
HELAL OLSUN”
METE
NEZİHİ ALTINAY ÖĞRETMENİM
Çoğumuz öğretmenlerimizi hele ilk öğretmenimizi
adıyla soyadıyla hatırlarız. Yaşamımızda, belleğimizde çok özel bir yeri
vardır. Hatta zorlasak biraz flu da olsa görüntüsü
bile gelir gözümüzün önüne. İlkokulda ödev verilir, "şu konuyu üç kere oku, iki kere anlat, yapmazsanız kuşlar bana
söyler..." Gerçekten inanırdım, kuşlar gidip söylüyor öğretmene diye...
Çünkü ne zaman öğretmenin söylediği kadar okuyup anlatmadıysam bunu öğretmen
yakalamıştı. Giderek ödevler de çoğalmaya başlamıştı. Zaten yetiştiremiyordum
da. Üstelik abim de işin üçkâğıdını öğretmeye başlamıştı
bana. Önce kuşların konuşamadığına ikna etmeye çalışmıştı beni, ama yok ikna olmamıştım,
İngilizce diye bir dil var öğretiliyor kuşdili neden olmasın, öğretmen kesin
kuşdilini biliyordur. Ama abim, en azından balkondan camdan
bakarak çevrede kuş olmadığında ders çalışmamaya ikna etmeyi başarmıştı beni.
Ona bir oyun arkadaşı gerekiyordu ve en yakınında da bendim. Giderek öğrendiğim
üçkâğıtlar artmaya başladı. Kopya çekmeyi öğrendim, okulu kırmayı, yalan
söylemeyi öğrendim. Çok anlamadığım bir ders olduğunda ezberlemeyi öğrendim,
ezberlemek üç beş puana ihtiyacım olduğunda sorunumu çözüyordu. Benim başarımın
başkalarının başarısızlığına bağlı olduğunu öğrendim, çünkü tüm sınav sistemleri
buna göre kurulmuştu. Rekabeti, kıskançlığı öğrendim... Sigara içtiğimi anneme
babama kabul ettirmeyi öğrendim, bunun kişilik sorunu olduğunu öğrendim, aklıma
yatmayan şeylere "kafa tutmayı" öğrendim, yani "kişiliğimi
ispatlamayı" öğrendim... Ve böylece geçti. Hayata hazırdım artık... Bu da
böyle öğretilmişti.
Atılım sürecini öyle ya da böyle saflarımızda
yaşayıp da Mete Nezihi Altınay ile tanışmayan, Mete
ile çalışmayan az insan vardır herhalde. Çünkü o her yerdedir. Büyük, küçük
birçok işte emeği vardır Mete'nin. Ben de onunla tanıştım. Ara sıra kesintiler
olsa da uzun sayılabilecek bir süre öğrencisi oldum. Çok emeği geçti bana.
Hakkım helal etmesini hak etmek istediğim ilk öğretenim o benim. Örgütlü
mücadeleye ilk adım atmamızla hızlı, pratik, anlayan yanlarımızla öne çıktık.
Süreç de çok hızlı gelişiyordu. Koşarcasına yaşanıyordu. Biz de koşarak
yaşayanlardandık süreci. Birçok şeyi yaşam içinde öğreniyorduk. Her gün her
dakika öğrenmek zorunda olduğumuz günlerdi.
Önce BİLMEDİĞİNİ KABUL ETMEZSEN hiç bir şeyi
öğrenmenin mümkün olmadığını ÖĞRENDİM. Zor oldu tabii bu. Önce beni anlamadıklarını
düşündüm. Anlatamadığımı düşündüm. Gururum kırıldı, canım sıkıldı,
dışlandığımı, sevilmediğimi düşündüm. Hızlı, pratik, anlayan biz öyle bir
havaya girmiştik ki en zeki, en çalışkan, en iyi bilen olduğumuza da inanıştık
iyiden iyiye. BİZ FARKLIYDIK
Bir eğitim çalışması
programı verildi elimize, önce uzunca bir süre erteledik. Hep çok işimiz vardı,
eğitim çalışmasına bu işler arasında hiç vakit bulamıyorduk. Sonra Mete’yi
dinler gibi yaptık Tamam dedik, hepsi hepsi beş on tane
kitaptı. Hemen okuduk bitirdik. Yoklama sorularını da cevapladık. Üstelik bunca
geciktirmeye rağmen DSG içinde ilk biz bitirdik programı. Ama üzerinde hiç düşünmeden,
hiç tartışmadan bu bir işti ve yapıldı bitti. Bir bildiri verdi birgün bize Mete. "Okuyun ve tartışın kendi aranızda,
sonra konuşacağız" dedi. Bildiriyi okumak için bir türlü bir araya
gelemedik. Sonra hepimiz tek tek okuduk bildiriyi ve
bir kenara attık. Bir kaç kez sordu Mete, biz okuduk deyip geçiştirdik. Bildiri
hareketin bir bağış kampanyası başlattığını anlatıyordu. Süre de vardı bu
kampanya için. Tabii sayılı gün, zaman çabuk geçti, süre doldu ve biz hiç bir
şey yapmamıştık. Hemen alel acele bir toplantı yaptık
aramızda kimimiz kolumuzdaki bileziği, kimimiz yüzüklerimizi çıkardık bir
pakete koyup verdik. Bunlara bize geri iade etti hareket ve Mete bize tekrar
anlattı kampanyanın amacını, nedenini... "yüz eve gideceksiniz yüzü de
vermeyebilir, ama yüz ev Devrimci Sol ismiyle tanışır..." En
çarpıcı cümle buydu ve sonunda şöyle söyledi Mete, bunların hepsi kampanya için
çıkardığımız bildiride yazıyordu. Evet, biz en zekiler, en çalışkanlar, her
şeyin EN'İ, BİZ bunu anlamamıştık, görmemiştik. UTANDIK. Yine çok işimiz vardı.
İlk randevularına bir türlü yetişemiyorduk Mete'nin. İstisnasız hep alternatif
randevuya kalıyorduk. Oysa teorik olarak şunu çok iyi biliyorduk, randevunun
alternatifi tek başına bile bir risktir. Uykuda kaldığımızda bile kendimizi
avutacak, "durumu açıklayabilecek" birçok haklı mazeret
sıralayıveriyorduk. Zaten kaç gecedir uykusuzduk da, zaten şu işi de
halletmemiz gerekiyordu. Zaten bunların hiç birisi kişisel işlerimiz değildi
ki. Bu uzunca bir süre böyle devam etti. Ta ki bir randevudan
kovulana kadar. Evet, kovmuştu bizi Mete "şimdi gidin o çok önemli
işlerinizi yapın. Hiçbir insanımızla konuşmayacaksın, görüşmeyeceksiniz, o çok
önemli işlerinizi siz olmadan da yaparız, yirmi senedir yapıyoruz bunları."
HERKESİN ÇOK DEĞERLİ AMA HİÇ KİMSENİN VAZGEÇİLMEZ
OLMADIĞINI ÖĞRENDİK. Anladık, randevunun, rapor vermenin, örgütlü mücadelede EN
ÖNEMLİ ŞEY OLDUĞUNU ANLADIK.
Bundan sonra da birçok kez ilk randevuya
yetişemedik, ama bizi kovamadı bu alternatif randevularda, programlı olmayı
anlattı. Trafiğin sıkışabileceğini buna göre çıkmak gerektiğini, gecikmelerin
hesaplanması gerektiğini anlattı. Bıkmadan usanmadan anlatmaya öğretmeye devam
etti. Her şeyi, herkesi eleştiriyorduk, hiçbir şeyi beğenmiyorduk. "Bu iş
de böyle mi yapılır, şu eylem nasıl bu hale geldi, üç yaşında bir çocuk bile
böyle yapmaz, falanca alan mı zaten onlar yanlış anlar, filan birim mi mutlaka
geç kalırdı. Hem de "bu eleştirileri" en ucuzundan en basitinden
yapıla geldiği gibi ilk aklımıza gelen hali ile... Bu tür sorumsuzlukların
ayyuka çıktığı dönemde eleştiri ve özeleştiri kampanyası başlamıştı. DSG içinde
biz de yapacaktık bunu. En son sıra bizimdi. Sıra bize gelene kadar tüm alan ve
birimler için SÖYLENMEDİK BİRŞEY BIRAKMADIK.
Kendimize yönelik özeleştiride ise "düşünemedik, aklımıza gelmedi, yanlış
anlaşıldı, programlayamadık" gibi en masum ifadeler ile geçiştirdik.
Diğer alan ve birimler ise bize öyle şeyler söylediler ki, bunları kabul etmek
mümkün değildi. Saygısız, ukala, ben bilirimci, üstenci,
kaprisli, ertelemeci... her şeyi söylediler. Tabii ilk
tartışmada hiçbirini kabul etmedik.
Birincisi; bize bunlar nasıl söylenirdi. İkincisi;
bunları kabul etmek demek kendimizi inkâr etmek demektir. Bunları kabul
edemezdik. Çok öfkeliydik. Hatta bazı alanların bize gıcıkları
vardı. En son sözü bir alan adına katılan hapishaneden yeni çıkmış bir arkadaş
aldı. Evet, o bizi mutlaka anlardı. O söze başladı. "Saygısızlık,
ukalalık, vs. hepsi anlaşılabilir düzelir şeylerdir..." Diye konuşmaya
başladı. Uzun uzun bunları anlattı. Evet, yanılmamıştık
o bizi anlamıştı işte ve sonucu bağladı o arkadaş SORUN ÖRGÜT BİLİNCİNDE... Bu
biraz gelişirse bunların hepsi düzelir. Devam etmek üzere bitirdik toplantıyı.
En son konuşan arkadaş biraz yüreğimize su serpmişti. Ama diğerlerinin
söyledikleri aklımıza geldikçe öfkeleniyorduk yine. Hiçbir DSG toplantısında
konuşulanları aktarmadığımız kadar büyük bir hızla bu toplantının sonuçlarını
tartıştık birimde. Sonuçla hemen hemfikir, oluvermiştik BUNLAR ELEŞTİRİ DEĞİL,
HAKARET. BUNLARI KABUL ETMİYORUZ.
Gelecek toplantıda bunları söyleyecektik. Ertesi gün
randevumuz vardı Mete ile ikimizde gittik bu randevuya, oysa ikimizin birden
gitmesi gerekmiyordu. Yücel Şimşek bekliyordu randevu yerinde (ismini şehit
olduktan sonra öğrendik) bazı işlerimiz için Yücel ile de görüşüyorduk. Mete
gecikeceğini haber vermek ve mutlaka beklememizi iletmek için göndermişti bu
kez Yücel'i. Biz hemen Yücel ile tartışmaya başladık. "Sence, biz saygısız
mıyız?" diye sorduk. "Bana düşer mi bunlar" diye başladı Yücel
söze. Zorladık Yücel'i konuşması için "ancak gözlemlerimi anlatabilirim
size, örneğin ben hep Metin abi diyorum, siz Metin
diye hitap ediyorsunuz. Karşısında ayak ayaküstüne atıyorsunuz abinin, ben ayrılırken bir şey diyor musun abi, ben gidiyorum diyorum, siz hadi eyvallah dediğinizi
bile duydum, karşısında sürekli sigara içiyorsunuz, hatta çoğu kez dumanını
yüzüne doğru üflüyorsunuz abinin" deyip birkaç
örnek daha verdi. Biz ise inatla kendimizi savunmaya devam ediyorduk. Asla o
savunma zırhımızı deldirmeyecektik, yeminli idik sanki buna. "Bu
anlattıklarının saygı ile ne ilgisi var. Üstelik çok şekli şeyler bunlar. Biraz
fazla şekilci değil misin?” O sessiz sakin,” bana düşer mi? bunları söylemek”
diyerek, örgütsel mekanizmayı bize hatırlatmaya çalışan Yücel'i bile
sinirlendirmeyi başarmıştık. "Tamam, benim bildiğim saygı bu, ya sizinki
ne, nasıl bir şey, üstelik iyice şekilsiz olmaktan daha iyi değil mi şekil"
deyiverdi. O sırada Mete geldi. Yücel bizimle vedalaşmadan çıktı. Biz hemen
başladık Mete'ye toplantıyı anlatmaya. Sakin sakin
dinledi. Aynı sakinlikle anlatmaya başladı. Gerçekten ikna olmuştuk tamam o
şekilcilikti diyelim peki bizim saygı anlayışımız neydi. Yoktu. Gerçekten
yoktu. Reddettiğimiz gerçeğin yerine koyacak bir şeyimiz yoktu. Oysa bize
öğretilmemiş miydi saygı. Elbette öğretilmişti. Otobüste yaşlılara yer vermek,
sakatlara yardım etmek, büyüklerimize siz diye hitap etmek. Ama bunlar
yetmemişti işte. Asıl şekli olan buydu. Saygının çok daha derin ve büyük bir
anlamı vardı devrimci yaşamda. Şimdi düşünüyorum da Mete de bize toplantıda
söylenenlerin aynısını söylemişti içerik olarak. Tek farkla. GURURUMUZU
KIRMAMIŞTI.
Daha farklı bir üslupta anlatmıştı bize. Örgüt
bilinci, örgüt kültürü, küçük burjuvazinin pratikte kaba ve pervasız olduğu,
düşüncede "idealist" olduğunu vs. hem de tek kelimesine itiraz edemez
halde dinledik onu. Gururumuz kırıldığında ilk yaptığımız şey hemen savunma
zırhımızı kuşanmak olmuştu, bu nedenle anlamadık anlamak istemedik bir türlü
toplantıda söylenenleri. Erhan ve Mehmet için şöyle diyor parti, "partiyi
yanıltmadan sözlerine sadık kalarak yaşadılar, şehit oldular". Bir insanın
örgütünden duymak istediği en önemli şey daha değerli hiç bir şey yoktur
sanırım. Sana, ilk öğretmenime ve tüm şehitlerimize, tüm öğretmenlerime söz
veriyorum Mete. Öğrenmeye devam ediyorum, edeceğim. Alfabelik çocuk gibi
öğrenecek ve bildiğim her şeyi öğreteceğim. Devrimci mücadelede işin
üçkâğıdının olmadığını, benim başarımın asla tek basma hiç bir şey ifade
etmediğini, rekabetin değil, kolektivizmin esas olduğunu, savunma
mekanizmalarının, "kişilik ispatının" aslında bir zavallılık örneği
olduğunu, hayatı ezberlemenin mümkün olmadığını, öğrenmenin asla tek biçimi olmadığını
öğreniyorum, öğrenmeye devam edeceğim. Belki bazen gururum kırılarak, belki
bazen utanarak ama anlayarak, severek, isteyerek, düşsem bile tekrar ayağa
kalkarak, devrimi isteyerek, iktidarı isteyerek öğrenmeye devam edeceğim. Hem
de üç-beş puan için değil, o gün geldiğinde, kanımın son damlasında son
nefesimde senin ve tüm öğretmenlerimin HAKKIMIZ HELAL OLSUN demenizi duymak
için, örgütümü yanıltmamak için öğreneceğim. Hem de kuşların gelip sana bunu
anlatacağına inanmayışımın çoktan geçmiş olmasına rağmen...
BİR ÖĞRENCİSİ...
***
Bir yoldaşı anlatıyor:
METE NEZİHİ ALTINAY (Komutan Ahmet)
Kuruluşundan beri
hareketin saflarında yer almıştır. 12 Eylül öncesinin anti-faşist mücadelesinde
militan bir savaşçıdır. Cunta yıllarının hapishane direnişlerinde tecrübe
kazanmıştır. Hapishaneden çıktıktan sonra savaşa koşmuş ve yine en önde yer almıştır.
1986-1991 yılları arasında en ağır yükü omuzlayanlardan biridir. Hareketimizin
1986 ve 1991 yılları arasındaki tarihi anlatılırken Mete yoldaş anlatılmadan
geçilemez. Profesyonel bir devrimcide olması gereken özellikleri kendisinde toplamıştır.
İllegal yaşamın kuralları konusunda uzmanlık derecesinde bir yetkinliği vardır.
Denilebilir ki, O’nun en önemli özelliklerinden birisidir bu. 1986-1991 yılları
arasında illegal faaliyet yürütmesine rağmen birçok derneğe girip çıkması,
demokratik alandan birçok insanla ilişki yürütebilmesi, O’nun bu yetkinliğinin
bir sonucudur. O’nun bu özelliğini, o zamanlar bir kurumumuzda çalışan bir
yoldaşımız şöyle anlatıyor,
“Sabah
temizliği yaparken içeri girdi. Üstü-başı düzgün, kravatlı, çantası ve
kitapları vardı. Bir arkadaşı sordu. Sert bir üslupla ‘nerede?’ dedi. ‘Allah allah kardeşim nerede bu adam. Bize kitap satacaktı. Nerede?’
dedi. Ben de kızarak ‘tamam’ dedim. Çıktı gitti. Tabii o zaman Mete Nezihi’yi tanımıyordum. Arkadaşa kızdım. ‘müşterilerini
buraya taşıma’ diye.”
Sokak konusunda da
kendisini yetiştirmiştir.
“Beraber
bir yere gidiyorduk. Bu sırada bana, ‘üçüncü taksiye bindiğimiz yerde ne gördün
onu söyle’ deyi sordu. Vallahi dedim pek bir şey görmedim. Ondan sonra üçüncü
taksiye bindiğimiz yerdeki sokağı bir bütün olarak anlattı.”
Bir yoldaşı O’nun bu
özelliğine ilişkin ‘fotoğraflama yeteneği vardı’ diyor. Fakat O’nun bu özelliği
yalnızca fotoğraflama yeteneğiyle de açıklanamaz. Bu O’nun yaptığı işe
yoğunlaşmasının, illegaliteye verdiği önemin bir
sonucudur. Çünkü devrimci yaşamda, düşman ayrıntılarda gizlidir. Disiplini,
örneğin saatini şaşırmaması, hergün birçok defa
riskli işlere girmesine rağmen soğukkanlılığıyla yaşamında hep bu özeni
yansıtır.
Mete Nezihi yoldaşı
tanıyanların anlatımlarında O’nun teorik olarak veya konuşarak insanları
eğitmesinin yanında esas olarak da tüm yaşamıyla, pratiğiyle örnek olduğu ve
eğitici olduğu vurgulanır. “O güne kadar bildiğimi sandığım, bu böyledir diye
düşündüğüm birçok şeyin yanlış olduğunu O bana öğretmişti, hem de bizzat buluştuğumuz
zamanları bir eğitim aracına dönüştürerek öğretmişti.”
***
O, halkının öğrencisi,
öğretmeni, komutanı ve öncülerindendi.
O, özgür vatanı yaratma
mücadelesinin emektarı, yılmaz, dur durak bilmeyen savaşçısıydı. Yılgınlığın,
yorgunluğun, kaçkınlığın düşmanıydı.
O, hiçbir zaman görevden
kaçmadı. En zor dönemlerde bile, tereddütsüz kendine, halkına ve hareketine
güvenerek kavgaya koştu. O’nun için zafer geleceği görmekti “geleceği
görmeyenin zaferi olmaz” derdi.
1992’de yine tutsaktı.
Tutsaklığı sırasında harekette darbe ihaneti yaşandı. Darbeci kontralar, hareretin her değerinde, birikiminde emeği olan Mete
yoldaşı yanlarına çekerek, emellerine bir adım daha yaklaşacaklarını sanıyorlardı.
Ama hareketinin halkının geleceği dışında bir kaygı taşımayan yoldaşımız,
çıktığı ilk duruşmada düşmanın yüzüne “Yaşasın Önderimiz Dursun Karataş”
sloganını atarak, düşmanın oyununu bozmuş ve ihanetçi kontra çetesinin yüzünde
bir şamar gibi patlamıştı.
Onların kavrayamadığı bir
nokta vardı. Mete yoldaş, onlar gibi bencil değildi. kendine
ilişkin hiçbir kaygısı yoktu. Darbeyi duyar duymaz kontra çetesine tavır almıştı.
Çünkü biliyordu ki, darbe aşağılık beyinlerin ürünüydü. Bırakalım onların
yanlarında yer almayı, onlara yumuşak tavır almayı, acımayı bile ihanet
görüyordu.
Tutsaklığına bir özgürlük
eylemiyle son vermesinin ardından pratikte hiç bilmediği, kitaplardan ve
teoride bildiği, öğrendiği yeni bir alandaydı. Sivas-Karadeniz Kır birliğinde
savaşçıydı. Öğrenci ve öğretmenliğini, komutan ve önderlik özelliklerini bu
alandaki kavgaya da taşıdı.
Alanda kendisini nelerin
beklediğini çok iyi biliyordu. Alana yabancı olmasına rağmen, kısa sürede
yorgunluğa düşmeden, coşkulu, cüretli bir güvenle uyum sağladı. Gerilla
birliğinde bulunan komutanından savaşçısına kadar hemen herkeste Mete yoldaşın
emeği vardı. Birliktekiler de Mete yoldaşı çok iyi tanıyorlardı. Bir savaşçı
olarak birliğe katılması birlik savaşçılarında geçici bir şaşkınlık yaratsa da,
bu giderek bir eğitime dönüştü. Herkes mücadelenin acımasızlığının bir başka
cephesini kavramış oldu. Bunda en büyük pay sahibi Mete’ydi. Çünkü Mete yoldaş,
birlik savaşçılarının bütün özelliklerini bilmesine rağmen, onların emrinde bir
savaşçı olarak bulunmaktan en küçük bir rahatsızlık duymak şöyle dursun, onur
duyuyordu.
O’nun ne popülist duyguları vardı, ne de karizmasına sığınarak
kendini dayatması. O, tek bir şeye kilitlenmişti; özgür vatan savaşından
zaferle çıkmak. Hiçbir zaman bilgiçlik taslamadı, her düzeydeki savaşçı
yoldaşlarına hem öğretmen, hem öğrenci oldu. Yoldaşlarının gelişmesi onun için
en büyük mutluluk kaynağıydı. O’nun kendisine ilişkin kaygısı yoktu. Devrimci
hareketin gelişimi O’nun her şeyiydi.
Bir süre sonra birlik
içinde komutan yardımcılığı görevi verileceği söylendiğinde, büyük bir mütevazilikle bunun sakıncalı olabileceğini vurgulamaktan
geri kalmadı. İlk sözü şuydu; “Ben sorumluluk ve görevden kaçmıyorum. Bu
benim için bir değer, onurdur. Benim vurguladığım, hareketin içinde bulunduğu
nazik durumdan dolayı yanlış anlamalara yol açabilir. Komutanlığın, harekete
danışarak böyle bir görevi vermesi daha uygun düşer diyorum. Yıllarca hareketin
saflarında sıradan bir savaşçı olarak savaşmayı bir onur, bir değer olarak
görüyorum. Çünkü bu hareketi anam, babam, herşeyim olarak
görüyorum. Sorumlu olup olmamam benim için pek bir şey ifade etmiyor. Ben tüm
yaratıcılığımı ve bildiklerimi bir sorumlu gibi, bir savaşçı olarak da sunabilirim.
Ben hareketi kendim, kendimi de hareket olarak görüyorum” diyordu.
O dağa fiziki olarak çok
yabancıydı. Ayakları su toplayıp patlamasına rağmen hiçbir zaman yakınmadı.
Dinlenmeye alınması söylendiğinde şöyle söylemişti; “Olmaz burada bir sürü genç
savaşçı var, ben böyle basit yaralarla dinlenmeyi kabul edersem, yarın genç bir
savaşçı bir baş ağrısıyla yatağa düşer. Önemli değil, bu acılar beni
engellemez, ben yürürüm”. Bu sözlerde bencil duygulardan uzak, bir savaşçıya,
bir öncüye, bir dava adamına yakışır örnek militan bir savaşçı tavrı vardı.
Sanki kısa süre önce
gelen biri değil de yıllarca dağlarda dolaşan bir çoban, köylerde yaşayan bir
çiftçiydi. Teorik olarak kitaplardan öğrenmesine rağmen, bütün bitkileri
biliyordu. Hangi ürünün nasıl yetiştiğini köylülere anlatarak onlara yol
gösterici oluyordu. Bütün bu özelliklerinden dolayı kısa sürede köylülerin
sevdiği, aradığı bir insan durumuna gelmişti. O artık köylülerin “Komutan Ahmet”iydi.