Mete Nezihi ALTINAY'ı Yakınları, Yoldaşları

Anlatıyor:

 

 

Mete Nezihi Altınay'ın Anısına; «O Davasına, Halkına ve Yoldaşlarına Karşı Sorumluydu...»

 

1976-77 yıllarıydı. O günleri yaşamayanlar bilmeyebilir. Tüm okullar faşistlerin işgali altındaydı. Sivil faşistler, polis ve idare tarafından korunuyordu. Bu nedenle okula topluca gidiliyor, ders bitiminde ise topluca çıkılıyordu. Çatışmanın olmadığı gün hemen hemen yok gibiydi. Kafalar kırılıyor, faşistler okul dışına atılıyordu. Polis ve idarenin faşistlere verdiği açık desteğe rağmen kavga, inatla ve her gün büyük bir coşkuyla devam ediyordu.

Gün, faşistlerle olan kavgayla bitmiyordu. Kavgadan sonra devreye polis giriyor, gözaltına alarak ya karakolda, ya da şubede dayaktan geçiriliyorlardı. Adeta karakola abone olmuşlardı. Faşistleri dövüp okuldan attıktan sonra şubede görülen işkence pek kimsenin umurunda değildi. 

Belli toplanma yerleri vardı. Site, Kadırga, Niğde, Elazığ, Denizli öğrenci yurtları devrimcilerin üsleri haline gelmişti. Sabahları içtimaya, yürüyüşe çıkar gibi düzenli kortejlerle yola çıkarlardı. Okula giden yol güzergâhı savunma komiteleri tarafından tutulurdu. Bu komiteler DEV-GENÇ'lilerden oluşuyordu ve silahlıydı. Yol boyunca halkın meraklı bakışları altında, heyecanlı ama coşkulu olarak okula giderlerdi.

İlk seans okul girişinde başlardı. Polis üst araması yaptıktan sonra eğer faşistler onlardan önce gelmişse kavga daha kapıda başlardı. İlk gelen eğer onlar ise belli stratejik noktaları tutar, faşistleri dövüp okuldan atarlardı. Bir bakıma önce gelen stratejik noktaları tutarak üstün duruma geçerdi.

Faşistlerin kitlesi yoktu. Polis desteğinde militan guruptu. Polis tarafından korunuyor ve destekleniyorlardı. Devrimciler daha kapıda didik didik aranırken, faşistler içeriye silahla girebiliyor, bıçak, tornavida gibi kesici aletleri rahatlıkla içeri sokabiliyorlardı. Giriş kapısı dışında okulun içinde de bir polis karakolu vardı. Devrimciler adeta faşistleri dövdükleri zaman değil, saldırıya uğradıklarında da gözaltına alınıyorlardı.

İlk başlarda çok az bir kitleleri vardı, devrimcilerin. Ama daha sonra çoğaldılar. Faşist işgaller tek tek kırıldı. Devrimciler okulları anti-faşist mücadelenin birer kalesi haline getirmeyi başardılar. l2 Eylül geldiğinde hemen hemen tüm okullarda DEV-GENÇ'in hakimiyeti sağlanmıştı. Okulda DEV-GENÇ'in yanı sıra oportünist ve revizyonist gruplar da vardı. Bunlar aynı zamanda birbirlerine karşı da kanlı bıçaklıydılar. Biri diğerine "Maocu Bozkurt" derken diğeri de "Sosyal faşist" diyordu. Bu duruma hem sivil faşistler, hem de polis çok seviniyordu. Olumsuzluk sadece bu yanıyla değil, bu durum kitle tarafından da hoş karşılanmıyordu. Ve onlar sırf bu durumdan dolayı taraftar edinmeye zorlanıyor ve bu yöndeki sorunlara daha fazla zaman ayırmak zorunda kalıyorlardı. Hem faşistlere, hem polis-idare işbirliğine karşı mücadele etmek, hem de bu grupların ortak bir paydada buluştuğu birlik sağlanmak zorundaydılar. Bu onların görev ve sorumluluğuydu.

İşte Mete'yi böyle bir ortamda, böyle bir günde tanımıştı. Okul amfisinde oportünistlerle "sosyal emperyalizm" ile ilgili bir tartışmalar vardı.... Tartışmaya ilgi artmıştı. Yeni yeni öğrenciler tartışmayı merakla, ilgiyle izliyordu. Tartışmanın sonunda uzun saçlı, sakallı bir grup geldi. "Biz grup olarak karar verdik, DEV-GENÇ'e katılıyoruz." dediler. Önce ne grubu diye sorduğunda "arkadaş grubumuz var, müzik çalıyoruz" dediler. Önceleri görünüşleri onları şaşırtmıştı. Aralarında böyle uzun saçlı, sakallı kimse yoktu. İlk başta onlara biraz yabancı geldiler. Bu nedenle şaşkınlıkları dışa yansımış, onlar da bunu farketmişti. Sonra aralarında hoş bir sohbet başladı.

Önce "niçin DEV-GENÇ?" diye sordular. "Okuldaki gelişmeleri takip ediyoruz. Gruplardan belli arkadaşlarla konuşmamız oldu. Ama biz DEV-GENÇ'lileri kendimize daha yakın bulduk. Her şeyden önce birlikten yanalar. Sonra pratiğini beğeniyoruz. Aramızda da tartıştık, eğilim DEV-GENÇ'ten yana oldu." diye cevap verdiler. Gruptan çoğunlukla konuşan Mete idi. Mete Nezihi Altınay. Bir hafta sonra o eski saçlar sakallar gitmiş, giyim ve kuşamlarıyla onlara benzemiş, faşistlere karşı onlar da yerlerini almışlardı. Onlara güç katmakla kalmamış, coşkuyu, neşeyi de beraberlerinde getirmişlerdi.

Cesaretiyle, bilgisiyle, coşkusuyla Mete çok geçmeden grubun içinden sıyrıldı. Sürekli okuyan, okuduğunu sorgulayan, bu yönde sık sık sorular soran bir kişiydi Mete. O sıralar Sweezy ve Gramci'nin emperyalizm üzerine bir kitabını okuyordu. Çok soru soruyor, hızlı konuşuyor, hızlı düşünüyor hızlı yürüyordu. Sık sık soru sorduğu için bıktırmıştı onu. Sordukları anlamsız olduğundan değil, aksine mantıklı, insanı yeniden okumaya, araştırıp incelemeye sevk eden sorulardı. Ve bu sorulara gerekli ve yeterli yanıt veremediğinden sıkılıyordu. Yanıt vermek için kitapları karıştırması ve okuması gerekiyordu. Ki o günkü koşuşturma içinde bu durum pek işine gelmiyordu.

Daha sonra farklı alanlarda çalışmaya başladılar. Artık birbirlerini sık göremez olmuşlardı. Görüştüklerinde de Mete'nin o eski Mete olmadığını görüyordu. Sorumluydu, ilkeliydi, örgütsel sırları paylaşmıyordu. Ama hala hızlı konuşmaya, hızlı yürümeye, hızlı düşünmeye devam ediyordu. Örgütsel kademede de hızla tırmanmıştı. Mete'nin bu durumunu kıskanmış ama bir o kadar da gururlanmıştı.

Onun Mete'den örnek aldığı çok yönleri vardı. Mete çok zeki, hızlı düşünüp hızlı karar alırdı, mütevaziydi, bilinçli olmasına rağmen hiçbir zaman bilgiçlik taslamazdı.

 

***

 

Atılım sürecinden Bir yoldaşı anlatıyor:

«Atılımı Mete'de görüyordum en somut haliyle»

 

Atılımla daha netleşmişti görevlerimiz. Kaldığımız yere bir arkadaşın arada bir uğrayacağı söylendi. Bu arkadaş Mete'ydi. Aralık ayındayız. Sanki çok önceden görüşüyormuşuz gibi doğal. Yaklaşık 1,5-2 saat kalmıştı, bu süre içinde sürekli konuşmuştu, İspanya İç Savaşı, Sovyet Devrimi... Konu nereden açılıyor, nasıl gelişiyordu takip etmekte zorlanıyordum. Nasıl bu kadar çok şeyi biliyor diye düşündüm. Bu arada evde bize gerekli olan eksikler neler olduğunu, evin giderlerini nasıl karşılayacağımızı da öğretiyordu. Yeraltını tanımıyorduk. Yeraltındaki insan ne komplocu kafaya sahip olmalı, çevreyle bütün bağlarını kesmeli, ne de çat-kapı eve gelme rahatlığını vermeliydi çevresine. Gerektiğinde her şeyi denemeliyiz diyordu, en umutsuz durumlarda bile deneyebileceğimiz bütün şeyleri gözden geçirmeli ve denemeliyiz. Sonucu olumlu olduğunda bir yoldaşımızın hayatını kurtarırız belki, belki önemli bir olanak yaratırız. Ama denemezsek hiçbir şey elde edemeyiz. Hayal kurun diyordu, bugün bir ev açtık, yarın onlarca açacağız, hayallerimiz olmazsa açamayız ama. Ve zor değil bunlar. İşte bu ilk gördüğümde anlattığın şeyler daha hatırlayamadığım birçok şey var elbette. Daha sonraki zamanlarda da hep böyle canlı, aceleci.

12 Temmuz'dan kısa bir süre önce bir yoldaş gözaltına alınmıştı. Mete'yi ilk kez böyle görüyordum, gözaltında olduğu kabul edilmiyordu, kaybedilme durumu vardı. Mete telefon numaraları düşünüyor, eski tanıdıkları düşünüyor yerinde duramıyordu. "Oğlumu kaybetmiş gibiyim" demişti. Sürekli birlikte çalışmanın yarattığı bağlılıkla yoldaşının kaybedilme durumunu kabullenemiyordu. Sonra polis gözaltını kabul etti.

Atılımı Mete'de görüyordum en somut haliyle. O kadar neşeli ve öyle canlıydı ki, "yetişemiyoruz" diyordu, "Şu İstanbul'da otomobil yeterli gelmiyor artık bize, bizim hızımıza helikopter lazım" diyordu. Bu kez onun üzerine geliştiriyordu düşüncelerini, havada trafiğin ne kadar karmaşık olacağını anlatırdı.

12 Temmuz katliamı. Ben tam kayıplarımızın ne ifade ettiğini bilmiyordum. Bir süre kaldığımız yerden ayrıldık, bu süre içinde Mete'yi göremedik. Daha sonra yeniden ilişkiler toparlanmaya başlandı, bana randevu yeri söylenmişti. Mete gelecekti. Bu katliamın üzerine onun tanıdığı kişilerden dolayı çok daha farklı etkilenebileceğini düşünüyorum ve bu duyguları paylaşmak kolay değil, ne yapacağını bilememenin sıkıntısı içindeyim. Randevu sokağı epey uzundu, girdim ve yürümeye başladım, karşıdan gülerek geliyordu. Bu olasılık hiç yoktu kafamda. O anda savaşma cesareti ve kararlılığıydı o gülüşü. "Ne olacaktı ya, savaşıyoruz." İşte böyle yalın.

Bir gün eve çok erken geldi. Halinden bir terslik olduğu anlaşılıyor du. Telefon kulübesinde çantasını unutmuştu. Fark ettiğinde kulübeye geri dönüyor ama yok. İçinde var olanlardan yola çıkarak polisin bize ulaşabilme olasılığını düşünüyoruz. Bir yer var orası daha kolay tespit edilebilir, gidip orayı boşaltmalıyız. Oldukça riskli. En sonunda gidelim diyor yola çıkıyoruz. Yolda sürekli kendine kızıyor. Kontrol edeceğimiz yerin çevresini kontrol ediyoruz, bir şey yok. Aslında yaptığımız olacak iş değil ama ne yapalım diyor, şimdi bir şey olsa kimseye hesap veremeyiz... Böyle kendi kendisiyle hesaplaşıyor sürekli, sonuçta alacaklarımızı alıp gidiyoruz. Bir riski daha ortadan kaldırıyoruz.

Mete yoldaş, kavgayla geçen yaşamını örnek alıyoruz kendimize...

 

***

 

Bir yoldaşı anlatıyor:

Bir tek şeye kilitlenmişti, Parti ve savaş.

 

Mete yoldaşı anlatmak, hem kolay hem de zor. Kavgamızın şehri İstanbul'u Mete ile tanıdım. İçinde evim, okulum ve devrimcilerin olduğunu bildiğim bir şehir ama bundan ötesi yoktu. Benim için Mete'yi tanıyana kadar. Ne her sokağını kanımızla özgürleştirdiğimiz bir şehir olarak bilirdim İstanbul'u, ne de Parti’miz açısından önemini. Dedim ya, sadece devrimcilerin de bulunduğu bir şehir olarak biliyordum.

Mete, benim Devrimci Sol’u gerçek anlamda tanımamda, Devrimci Sol’cu olmamda ilk öğretmenimdi. Partimiz ile ilgili birçok şeyi ilk olarak ondan öğrendim. Stratejimiz ne, çalışma tarzımız, mücadele tarzımız nasıl, nasıl insan örgütlenir, eylem nasıl yapılır, neden sokaklar bizim için önemlidir... Tüm bunları öğretmenim Mete yoldaştan öğrendim.

Evet, Mete yoldaşla çalıştığım süreç içerisinde onun bir dakikayı bile boşa geçirdiğine tanık olmadım. Mutlaka bizi bilgilendirmeye, öğrenmemize yönelik bir şeyler anlatırdı.

Mütevazıydi. Mütevaziliğini "Hareketten daha çok öğreneceğimiz şey var" diyerek belirtirdi. Bana göre, hiçbir zaman bu seviyeye gelişinin üzerine kendine misyon biçmedi.

Onunla birgün Metris Tarihi kitabını okuyorduk. Metris Direnişini o kadar canlı anlatıyordu ki, ben de dayanamayıp ona "olayları birebir yaşayanlardan biriymişsin gibi anlatıyorsun" dedim. Sadece güldü, okumaya devam ediyorduk. "Bir kış günü tutsakların elleri kelepçeli ve üzerlerinde şort bulunur durumda havalandırmaya çıkartıldıklarını" anlatan bölüme geldiğinde Mete, birden katıla katıla gülmeye başladı. O kadar uzun süre güldü ki, gözünden yaşlar geldi.

Sonra neden güldüğünü anlattı. Metris'te yine operasyon yedikleri bir günde çıplak olarak havalandırmaya atılmışlar. Ardından havalandırmaya askerler gelmiş. Askerin biri bizimkilere baktığı bir anda gözlerini kocaman açıp bağırarak içeriye doğru koşup komutana seslenmiş "Komutanım, komutanım. Bunlar örgüt donu giymiş."

Demokratik alanda Mete ile uzun süre çalıştım. Mete birgün illegale geçeceğimi söyleyince hem seviniyor, hem de onunla bir daha görüşemeyeceğim için üzülüyordum. Bunu ona söyledim. Bana "bir devrimci ayrılıklara alıştıkça güçlenir, çünkü bizlerin ayrılığı sadece fiziki ayrılıklar. Aslolan öğrendiklerimizi gideceğimiz yerlere taşımak ve daha da geliştirmektir. İşte bunu başarabildiğimizde ayrılmış olmuyoruz. Sürekli beraber oluyor ve aynı pratik, aynı düşünce için yüreğimiz atmış oluyor" dedi ve bana başarılar diledi.

Yeni alanımda çalışmak için ilk randevuma gidiyordum. Orada Mete’yi gördüm. Güzel bir tesadüf diye düşündüm. Konuşmamak için kendimi çok zor tutuyordum. Sadece hafif bir tebessümle yetinip yürümeye devam ediyordum ki Mete bana yetişti "Nereye gidiyorsun öyle, selamsız sabahsız" diyerek konuşmaya başladı. Ben de "Hiç" diye yanıt verdim. O benimle yürümeye devam edince gitmem gerektiğini söyledim. "Sen buraya biriyle görüşmeye gelmedin mi? Görüşmeden nasıl gidersin" deyince, büyük bir şaşkınlık geçirdikten sonra anladım.

Evet, Mete yoldaş legalde, illegalde, mahallede, birçok alanda hareketin yükünü omuzluyordu. Özverisi, fedakârlığı, çalışkanlığı ile birçok görevi parti ve devrim için yerine getiriyordu. Çok yaratıcıydı, dikkatliydi. Bir tek şeye kilitlenmişti, Parti ve savaş.

Onunla bir sokak buluşmasına gidiyorduk. Üzerimiz de oldukça yüklüydü. O yine her zamanki gibi rahattı. Bir yandan bir şeyler anlatıyor, bir yandan da o ünlü elinden hiç eksik olmayan el çantasını karıştırıyordu.

Bir sokağa girdik. Mete, sokağa girer girmez "Buradan hemen çıkalım" dedi. Ben anlam veremedim tabi. Sokaktan çıkınca sordum, oradan neden çıktık diye. "Bu sokak bugün çok kalabalık, park eden araba sayısı, esnafın önünde duran insan sayısı vb. olağanın üstünde. Oysa normalde bu sokak sakindir" dedi. Mete yoldaş, sokağa ilk girişte fotoğraflayarak kontrol etmişti sokağa. Çok iyi tanıyor ve biliyordu sokakları. Sanki eviydi İstanbul sokakları. Bu dikkati ve işine kilitlenmesi ile birçok tehlikeyi atlatıyordu.

Mete'yi anlatmakla bitirebileceğimi sanmıyorum. Onunla ilgili o kadar çok şey var ki...

Mete yoldaşı küçük evi olan çantası ile açlığını bastıran biber salçası ve bir parça ekmeği ile hatırlamak, devrimci yaşantısını, emektarlığını, bir görev adamının nasıl olması gerekliliğini anlatmakla eş değer oldu benim açımdan.

Rahat uyu Mete yoldaş. Rahat uyuyun yoldaşlar. Anılarınız, savaşımıza yol gösteriyor. Ve bu anılara layık olmaya çalışıyoruz. Bugün sizlerden güç alarak yürüyoruz. Partili kişiliği kazanmaya çalışıyoruz.

 

***

 

Bir öğrencisi anlatıyor: “HAKKIN HELAL OLSUN”

METE NEZİHİ ALTINAY ÖĞRETMENİM

 

Çoğumuz öğretmenlerimizi hele ilk öğretmenimizi adıyla soyadıyla hatırlarız. Yaşamımızda, belleğimizde çok özel bir yeri vardır. Hatta zorlasak biraz flu da olsa görüntüsü bile gelir gözümüzün önüne. İlkokulda ödev verilir, "şu konuyu üç kere oku, iki kere anlat, yapmazsanız kuşlar bana söyler..." Gerçekten inanırdım, kuşlar gidip söylüyor öğretmene diye... Çünkü ne zaman öğretmenin söylediği kadar okuyup anlatmadıysam bunu öğretmen yakalamıştı. Giderek ödevler de çoğalmaya başlamıştı. Zaten yetiştiremiyordum da. Üstelik abim de işin üçkâğıdını öğretmeye başlamıştı bana. Önce kuşların konuşamadığına ikna etmeye çalışmıştı beni, ama yok ikna olmamıştım, İngilizce diye bir dil var öğretiliyor kuşdili neden olmasın, öğretmen kesin kuşdilini biliyordur. Ama abim, en azından balkondan camdan bakarak çevrede kuş olmadığında ders çalışmamaya ikna etmeyi başarmıştı beni. Ona bir oyun arkadaşı gerekiyordu ve en yakınında da bendim. Giderek öğrendiğim üçkâğıtlar artmaya başladı. Kopya çekmeyi öğrendim, okulu kırmayı, yalan söylemeyi öğrendim. Çok anlamadığım bir ders olduğunda ezberlemeyi öğrendim, ezberlemek üç beş puana ihtiyacım olduğunda sorunumu çözüyordu. Benim başarımın başkalarının başarısızlığına bağlı olduğunu öğrendim, çünkü tüm sınav sistemleri buna göre kurulmuştu. Rekabeti, kıskançlığı öğrendim... Sigara içtiğimi anneme babama kabul ettirmeyi öğrendim, bunun kişilik sorunu olduğunu öğrendim, aklıma yatmayan şeylere "kafa tutmayı" öğrendim, yani "kişiliğimi ispatlamayı" öğrendim... Ve böylece geçti. Hayata hazırdım artık... Bu da böyle öğretilmişti.

Atılım sürecini öyle ya da böyle saflarımızda yaşayıp da Mete Nezihi Altınay ile tanışmayan, Mete ile çalışmayan az insan vardır herhalde. Çünkü o her yerdedir. Büyük, küçük birçok işte emeği vardır Mete'nin. Ben de onunla tanıştım. Ara sıra kesintiler olsa da uzun sayılabilecek bir süre öğrencisi oldum. Çok emeği geçti bana. Hakkım helal etmesini hak etmek istediğim ilk öğretenim o benim. Örgütlü mücadeleye ilk adım atmamızla hızlı, pratik, anlayan yanlarımızla öne çıktık. Süreç de çok hızlı gelişiyordu. Koşarcasına yaşanıyordu. Biz de koşarak yaşayanlardandık süreci. Birçok şeyi yaşam içinde öğreniyorduk. Her gün her dakika öğrenmek zorunda olduğumuz günlerdi.

Önce BİLMEDİĞİNİ KABUL ETMEZSEN hiç bir şeyi öğrenmenin mümkün olmadığını ÖĞRENDİM. Zor oldu tabii bu. Önce beni anlamadıklarını düşündüm. Anlatamadığımı düşündüm. Gururum kırıldı, canım sıkıldı, dışlandığımı, sevilmediğimi düşündüm. Hızlı, pratik, anlayan biz öyle bir havaya girmiştik ki en zeki, en çalışkan, en iyi bilen olduğumuza da inanıştık iyiden iyiye. BİZ FARKLIYDIK Bir eğitim çalışması programı verildi elimize, önce uzunca bir süre erteledik. Hep çok işimiz vardı, eğitim çalışmasına bu işler arasında hiç vakit bulamıyorduk. Sonra Mete’yi dinler gibi yaptık Tamam dedik, hepsi hepsi beş on tane kitaptı. Hemen okuduk bitirdik. Yoklama sorularını da cevapladık. Üstelik bunca geciktirmeye rağmen DSG içinde ilk biz bitirdik programı. Ama üzerinde hiç düşünmeden, hiç tartışmadan bu bir işti ve yapıldı bitti. Bir bildiri verdi birgün bize Mete. "Okuyun ve tartışın kendi aranızda, sonra konuşacağız" dedi. Bildiriyi okumak için bir türlü bir araya gelemedik. Sonra hepimiz tek tek okuduk bildiriyi ve bir kenara attık. Bir kaç kez sordu Mete, biz okuduk deyip geçiştirdik. Bildiri hareketin bir bağış kampanyası başlattığını anlatıyordu. Süre de vardı bu kampanya için. Tabii sayılı gün, zaman çabuk geçti, süre doldu ve biz hiç bir şey yapmamıştık. Hemen alel acele bir toplantı yaptık aramızda kimimiz kolumuzdaki bileziği, kimimiz yüzüklerimizi çıkardık bir pakete koyup verdik. Bunlara bize geri iade etti hareket ve Mete bize tekrar anlattı kampanyanın amacını, nedenini... "yüz eve gideceksiniz yüzü de vermeyebilir, ama yüz ev Devrimci Sol ismiyle tanışır..." En çarpıcı cümle buydu ve sonunda şöyle söyledi Mete, bunların hepsi kampanya için çıkardığımız bildiride yazıyordu. Evet, biz en zekiler, en çalışkanlar, her şeyin EN'İ, BİZ bunu anlamamıştık, görmemiştik. UTANDIK. Yine çok işimiz vardı. İlk randevularına bir türlü yetişemiyorduk Mete'nin. İstisnasız hep alternatif randevuya kalıyorduk. Oysa teorik olarak şunu çok iyi biliyorduk, randevunun alternatifi tek başına bile bir risktir. Uykuda kaldığımızda bile kendimizi avutacak, "durumu açıklayabilecek" birçok haklı mazeret sıralayıveriyorduk. Zaten kaç gecedir uykusuzduk da, zaten şu işi de halletmemiz gerekiyordu. Zaten bunların hiç birisi kişisel işlerimiz değildi ki. Bu uzunca bir süre böyle devam etti. Ta ki bir randevudan kovulana kadar. Evet, kovmuştu bizi Mete "şimdi gidin o çok önemli işlerinizi yapın. Hiçbir insanımızla konuşmayacaksın, görüşmeyeceksiniz, o çok önemli işlerinizi siz olmadan da yaparız, yirmi senedir yapıyoruz bunları."

HERKESİN ÇOK DEĞERLİ AMA HİÇ KİMSENİN VAZGEÇİLMEZ OLMADIĞINI ÖĞRENDİK. Anladık, randevunun, rapor vermenin, örgütlü mücadelede EN ÖNEMLİ ŞEY OLDUĞUNU ANLADIK.

Bundan sonra da birçok kez ilk randevuya yetişemedik, ama bizi kovamadı bu alternatif randevularda, programlı olmayı anlattı. Trafiğin sıkışabileceğini buna göre çıkmak gerektiğini, gecikmelerin hesaplanması gerektiğini anlattı. Bıkmadan usanmadan anlatmaya öğretmeye devam etti. Her şeyi, herkesi eleştiriyorduk, hiçbir şeyi beğenmiyorduk. "Bu iş de böyle mi yapılır, şu eylem nasıl bu hale geldi, üç yaşında bir çocuk bile böyle yapmaz, falanca alan mı zaten onlar yanlış anlar, filan birim mi mutlaka geç kalırdı. Hem de "bu eleştirileri" en ucuzundan en basitinden yapıla geldiği gibi ilk aklımıza gelen hali ile... Bu tür sorumsuzlukların ayyuka çıktığı dönemde eleştiri ve özeleştiri kampanyası başlamıştı. DSG içinde biz de yapacaktık bunu. En son sıra bizimdi. Sıra bize gelene kadar tüm alan ve birimler için SÖYLENMEDİK BİRŞEY BIRAKMADIK.

Kendimize yönelik özeleştiride ise "düşünemedik, aklımıza gelmedi, yanlış anlaşıldı, programlayamadık" gibi en masum ifadeler ile geçiştirdik. Diğer alan ve birimler ise bize öyle şeyler söylediler ki, bunları kabul etmek mümkün değildi. Saygısız, ukala, ben bilirimci, üstenci, kaprisli, ertelemeci... her şeyi söylediler. Tabii ilk tartışmada hiçbirini kabul etmedik.

Birincisi; bize bunlar nasıl söylenirdi. İkincisi; bunları kabul etmek demek kendimizi inkâr etmek demektir. Bunları kabul edemezdik. Çok öfkeliydik. Hatta bazı alanların bize gıcıkları vardı. En son sözü bir alan adına katılan hapishaneden yeni çıkmış bir arkadaş aldı. Evet, o bizi mutlaka anlardı. O söze başladı. "Saygısızlık, ukalalık, vs. hepsi anlaşılabilir düzelir şeylerdir..." Diye konuşmaya başladı. Uzun uzun bunları anlattı. Evet, yanılmamıştık o bizi anlamıştı işte ve sonucu bağladı o arkadaş SORUN ÖRGÜT BİLİNCİNDE... Bu biraz gelişirse bunların hepsi düzelir. Devam etmek üzere bitirdik toplantıyı. En son konuşan arkadaş biraz yüreğimize su serpmişti. Ama diğerlerinin söyledikleri aklımıza geldikçe öfkeleniyorduk yine. Hiçbir DSG toplantısında konuşulanları aktarmadığımız kadar büyük bir hızla bu toplantının sonuçlarını tartıştık birimde. Sonuçla hemen hemfikir, oluvermiştik BUNLAR ELEŞTİRİ DEĞİL, HAKARET. BUNLARI KABUL ETMİYORUZ.

Gelecek toplantıda bunları söyleyecektik. Ertesi gün randevumuz vardı Mete ile ikimizde gittik bu randevuya, oysa ikimizin birden gitmesi gerekmiyordu. Yücel Şimşek bekliyordu randevu yerinde (ismini şehit olduktan sonra öğrendik) bazı işlerimiz için Yücel ile de görüşüyorduk. Mete gecikeceğini haber vermek ve mutlaka beklememizi iletmek için göndermişti bu kez Yücel'i. Biz hemen Yücel ile tartışmaya başladık. "Sence, biz saygısız mıyız?" diye sorduk. "Bana düşer mi bunlar" diye başladı Yücel söze. Zorladık Yücel'i konuşması için "ancak gözlemlerimi anlatabilirim size, örneğin ben hep Metin abi diyorum, siz Metin diye hitap ediyorsunuz. Karşısında ayak ayaküstüne atıyorsunuz abinin, ben ayrılırken bir şey diyor musun abi, ben gidiyorum diyorum, siz hadi eyvallah dediğinizi bile duydum, karşısında sürekli sigara içiyorsunuz, hatta çoğu kez dumanını yüzüne doğru üflüyorsunuz abinin" deyip birkaç örnek daha verdi. Biz ise inatla kendimizi savunmaya devam ediyorduk. Asla o savunma zırhımızı deldirmeyecektik, yeminli idik sanki buna. "Bu anlattıklarının saygı ile ne ilgisi var. Üstelik çok şekli şeyler bunlar. Biraz fazla şekilci değil misin?” O sessiz sakin,” bana düşer mi? bunları söylemek” diyerek, örgütsel mekanizmayı bize hatırlatmaya çalışan Yücel'i bile sinirlendirmeyi başarmıştık. "Tamam, benim bildiğim saygı bu, ya sizinki ne, nasıl bir şey, üstelik iyice şekilsiz olmaktan daha iyi değil mi şekil" deyiverdi. O sırada Mete geldi. Yücel bizimle vedalaşmadan çıktı. Biz hemen başladık Mete'ye toplantıyı anlatmaya. Sakin sakin dinledi. Aynı sakinlikle anlatmaya başladı. Gerçekten ikna olmuştuk tamam o şekilcilikti diyelim peki bizim saygı anlayışımız neydi. Yoktu. Gerçekten yoktu. Reddettiğimiz gerçeğin yerine koyacak bir şeyimiz yoktu. Oysa bize öğretilmemiş miydi saygı. Elbette öğretilmişti. Otobüste yaşlılara yer vermek, sakatlara yardım etmek, büyüklerimize siz diye hitap etmek. Ama bunlar yetmemişti işte. Asıl şekli olan buydu. Saygının çok daha derin ve büyük bir anlamı vardı devrimci yaşamda. Şimdi düşünüyorum da Mete de bize toplantıda söylenenlerin aynısını söylemişti içerik olarak. Tek farkla. GURURUMUZU KIRMAMIŞTI.

Daha farklı bir üslupta anlatmıştı bize. Örgüt bilinci, örgüt kültürü, küçük burjuvazinin pratikte kaba ve pervasız olduğu, düşüncede "idealist" olduğunu vs. hem de tek kelimesine itiraz edemez halde dinledik onu. Gururumuz kırıldığında ilk yaptığımız şey hemen savunma zırhımızı kuşanmak olmuştu, bu nedenle anlamadık anlamak istemedik bir türlü toplantıda söylenenleri. Erhan ve Mehmet için şöyle diyor parti, "partiyi yanıltmadan sözlerine sadık kalarak yaşadılar, şehit oldular". Bir insanın örgütünden duymak istediği en önemli şey daha değerli hiç bir şey yoktur sanırım. Sana, ilk öğretmenime ve tüm şehitlerimize, tüm öğretmenlerime söz veriyorum Mete. Öğrenmeye devam ediyorum, edeceğim. Alfabelik çocuk gibi öğrenecek ve bildiğim her şeyi öğreteceğim. Devrimci mücadelede işin üçkâğıdının olmadığını, benim başarımın asla tek basma hiç bir şey ifade etmediğini, rekabetin değil, kolektivizmin esas olduğunu, savunma mekanizmalarının, "kişilik ispatının" aslında bir zavallılık örneği olduğunu, hayatı ezberlemenin mümkün olmadığını, öğrenmenin asla tek biçimi olmadığını öğreniyorum, öğrenmeye devam edeceğim. Belki bazen gururum kırılarak, belki bazen utanarak ama anlayarak, severek, isteyerek, düşsem bile tekrar ayağa kalkarak, devrimi isteyerek, iktidarı isteyerek öğrenmeye devam edeceğim. Hem de üç-beş puan için değil, o gün geldiğinde, kanımın son damlasında son nefesimde senin ve tüm öğretmenlerimin HAKKIMIZ HELAL OLSUN demenizi duymak için, örgütümü yanıltmamak için öğreneceğim. Hem de kuşların gelip sana bunu anlatacağına inanmayışımın çoktan geçmiş olmasına rağmen...

 

BİR ÖĞRENCİSİ...

 

(Yukarıdaki yazı Bağımsızlık, Demokrasi Yolunda Kurtuluş dergisinin 30 Ocak 1999 tarihli 15. Sayısında yayınlanmıştır.)

 

***

 

Bir yoldaşı anlatıyor:

METE NEZİHİ ALTINAY (Komutan Ahmet)

 

Kuruluşundan beri hareketin saflarında yer almıştır. 12 Eylül öncesinin anti-faşist mücadelesinde militan bir savaşçıdır. Cunta yıllarının hapishane direnişlerinde tecrübe kazanmıştır. Hapishaneden çıktıktan sonra savaşa koşmuş ve yine en önde yer almıştır. 1986-1991 yılları arasında en ağır yükü omuzlayanlardan biridir. Hareketimizin 1986 ve 1991 yılları arasındaki tarihi anlatılırken Mete yoldaş anlatılmadan geçilemez. Profesyonel bir devrimcide olması gereken özellikleri kendisinde toplamıştır. İllegal yaşamın kuralları konusunda uzmanlık derecesinde bir yetkinliği vardır. Denilebilir ki, O’nun en önemli özelliklerinden birisidir bu. 1986-1991 yılları arasında illegal faaliyet yürütmesine rağmen birçok derneğe girip çıkması, demokratik alandan birçok insanla ilişki yürütebilmesi, O’nun bu yetkinliğinin bir sonucudur. O’nun bu özelliğini, o zamanlar bir kurumumuzda çalışan bir yoldaşımız şöyle anlatıyor,

“Sabah temizliği yaparken içeri girdi. Üstü-başı düzgün, kravatlı, çantası ve kitapları vardı. Bir arkadaşı sordu. Sert bir üslupla ‘nerede?’ dedi. ‘Allah allah kardeşim nerede bu adam. Bize kitap satacaktı. Nerede?’ dedi. Ben de kızarak ‘tamam’ dedim. Çıktı gitti. Tabii o zaman Mete Nezihi’yi tanımıyordum. Arkadaşa kızdım. ‘müşterilerini buraya taşıma’ diye.”

Sokak konusunda da kendisini yetiştirmiştir.

“Beraber bir yere gidiyorduk. Bu sırada bana, ‘üçüncü taksiye bindiğimiz yerde ne gördün onu söyle’ deyi sordu. Vallahi dedim pek bir şey görmedim. Ondan sonra üçüncü taksiye bindiğimiz yerdeki sokağı bir bütün olarak anlattı.”

Bir yoldaşı O’nun bu özelliğine ilişkin ‘fotoğraflama yeteneği vardı’ diyor. Fakat O’nun bu özelliği yalnızca fotoğraflama yeteneğiyle de açıklanamaz. Bu O’nun yaptığı işe yoğunlaşmasının, illegaliteye verdiği önemin bir sonucudur. Çünkü devrimci yaşamda, düşman ayrıntılarda gizlidir. Disiplini, örneğin saatini şaşırmaması, hergün birçok defa riskli işlere girmesine rağmen soğukkanlılığıyla yaşamında hep bu özeni yansıtır.

Mete Nezihi yoldaşı tanıyanların anlatımlarında O’nun teorik olarak veya konuşarak insanları eğitmesinin yanında esas olarak da tüm yaşamıyla, pratiğiyle örnek olduğu ve eğitici olduğu vurgulanır. “O güne kadar bildiğimi sandığım, bu böyledir diye düşündüğüm birçok şeyin yanlış olduğunu O bana öğretmişti, hem de bizzat buluştuğumuz zamanları bir eğitim aracına dönüştürerek öğretmişti.”

***

O, halkının öğrencisi, öğretmeni, komutanı ve öncülerindendi.

O, özgür vatanı yaratma mücadelesinin emektarı, yılmaz, dur durak bilmeyen savaşçısıydı. Yılgınlığın, yorgunluğun, kaçkınlığın düşmanıydı.

O, hiçbir zaman görevden kaçmadı. En zor dönemlerde bile, tereddütsüz kendine, halkına ve hareketine güvenerek kavgaya koştu. O’nun için zafer geleceği görmekti “geleceği görmeyenin zaferi olmaz” derdi.

1992’de yine tutsaktı. Tutsaklığı sırasında harekette darbe ihaneti yaşandı. Darbeci kontralar, hareretin her değerinde, birikiminde emeği olan Mete yoldaşı yanlarına çekerek, emellerine bir adım daha yaklaşacaklarını sanıyorlardı. Ama hareketinin halkının geleceği dışında bir kaygı taşımayan yoldaşımız, çıktığı ilk duruşmada düşmanın yüzüne “Yaşasın Önderimiz Dursun Karataş” sloganını atarak, düşmanın oyununu bozmuş ve ihanetçi kontra çetesinin yüzünde bir şamar gibi patlamıştı.

Onların kavrayamadığı bir nokta vardı. Mete yoldaş, onlar gibi bencil değildi. kendine ilişkin hiçbir kaygısı yoktu. Darbeyi duyar duymaz kontra çetesine tavır almıştı. Çünkü biliyordu ki, darbe aşağılık beyinlerin ürünüydü. Bırakalım onların yanlarında yer almayı, onlara yumuşak tavır almayı, acımayı bile ihanet görüyordu.

Tutsaklığına bir özgürlük eylemiyle son vermesinin ardından pratikte hiç bilmediği, kitaplardan ve teoride bildiği, öğrendiği yeni bir alandaydı. Sivas-Karadeniz Kır birliğinde savaşçıydı. Öğrenci ve öğretmenliğini, komutan ve önderlik özelliklerini bu alandaki kavgaya da taşıdı.

Alanda kendisini nelerin beklediğini çok iyi biliyordu. Alana yabancı olmasına rağmen, kısa sürede yorgunluğa düşmeden, coşkulu, cüretli bir güvenle uyum sağladı. Gerilla birliğinde bulunan komutanından savaşçısına kadar hemen herkeste Mete yoldaşın emeği vardı. Birliktekiler de Mete yoldaşı çok iyi tanıyorlardı. Bir savaşçı olarak birliğe katılması birlik savaşçılarında geçici bir şaşkınlık yaratsa da, bu giderek bir eğitime dönüştü. Herkes mücadelenin acımasızlığının bir başka cephesini kavramış oldu. Bunda en büyük pay sahibi Mete’ydi. Çünkü Mete yoldaş, birlik savaşçılarının bütün özelliklerini bilmesine rağmen, onların emrinde bir savaşçı olarak bulunmaktan en küçük bir rahatsızlık duymak şöyle dursun, onur duyuyordu.

O’nun ne popülist duyguları vardı, ne de karizmasına sığınarak kendini dayatması. O, tek bir şeye kilitlenmişti; özgür vatan savaşından zaferle çıkmak. Hiçbir zaman bilgiçlik taslamadı, her düzeydeki savaşçı yoldaşlarına hem öğretmen, hem öğrenci oldu. Yoldaşlarının gelişmesi onun için en büyük mutluluk kaynağıydı. O’nun kendisine ilişkin kaygısı yoktu. Devrimci hareketin gelişimi O’nun her şeyiydi.

Bir süre sonra birlik içinde komutan yardımcılığı görevi verileceği söylendiğinde, büyük bir mütevazilikle bunun sakıncalı olabileceğini vurgulamaktan geri kalmadı. İlk sözü şuydu; “Ben sorumluluk ve görevden kaçmıyorum. Bu benim için bir değer, onurdur. Benim vurguladığım, hareketin içinde bulunduğu nazik durumdan dolayı yanlış anlamalara yol açabilir. Komutanlığın, harekete danışarak böyle bir görevi vermesi daha uygun düşer diyorum. Yıllarca hareketin saflarında sıradan bir savaşçı olarak savaşmayı bir onur, bir değer olarak görüyorum. Çünkü bu hareketi anam, babam, herşeyim olarak görüyorum. Sorumlu olup olmamam benim için pek bir şey ifade etmiyor. Ben tüm yaratıcılığımı ve bildiklerimi bir sorumlu gibi, bir savaşçı olarak da sunabilirim. Ben hareketi kendim, kendimi de hareket olarak görüyorum” diyordu.

O dağa fiziki olarak çok yabancıydı. Ayakları su toplayıp patlamasına rağmen hiçbir zaman yakınmadı. Dinlenmeye alınması söylendiğinde şöyle söylemişti; “Olmaz burada bir sürü genç savaşçı var, ben böyle basit yaralarla dinlenmeyi kabul edersem, yarın genç bir savaşçı bir baş ağrısıyla yatağa düşer. Önemli değil, bu acılar beni engellemez, ben yürürüm”. Bu sözlerde bencil duygulardan uzak, bir savaşçıya, bir öncüye, bir dava adamına yakışır örnek militan bir savaşçı tavrı vardı.

Sanki kısa süre önce gelen biri değil de yıllarca dağlarda dolaşan bir çoban, köylerde yaşayan bir çiftçiydi. Teorik olarak kitaplardan öğrenmesine rağmen, bütün bitkileri biliyordu. Hangi ürünün nasıl yetiştiğini köylülere anlatarak onlara yol gösterici oluyordu. Bütün bu özelliklerinden dolayı kısa sürede köylülerin sevdiği, aradığı bir insan durumuna gelmişti. O artık köylülerin “Komutan Ahmet”iydi.

 

(Yukarıdaki yazı Bağımsızlık, Demokrasi Yolunda Kurtuluş dergisinin 30 Ocak 1999 tarihli 15. Sayısında, Yoldaşlar Bizi Aşın köşesinde yayınlanmıştır.)