Meryem Altun'u Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

 

Meryem'in son sürecine tanık olan ve ona

refakatçılık yapan bir yoldaşı anlatıyor:

Sessiz ve içten gülümsemesi ile veda etti

 

Hastahanenin merdivenlerini çıkıyorduk. Az sonra orada olacaktık. Heyecanlıydık. Sanki zaman uzadıkça uzuyordu. İşlemler bir türlü bitmek bilmiyordu. Sonunda giriş işlemi bitti. Ve üst kata çıkmaya başladık. O merdivenleri hiç bu kadar hızlı adımlamamıştık herhalde. Bizimkilerin olduğu bölümün kapısındaydık. Kilidin açıldığını duyunca biri koştu hemen. Gelen Semra'ydı. Ne güzel de gülüyordu sıcacık, içten. “Arkadaşlar geldi” diye içeri seslendi. Hepsi birer birer çıktı odadan. Zeliha ayaklarının üzerine basamadığından paytak paytak yürüyordu. Hemen orada kucaklaşmaya başladık. Yüzlerce gündür aç olan incecik bedenleri doyasıya sarıyorduk. Sımsıkı sarmak, alıp yüreğimizin içine sokmak istiyorduk. Ama bir yandan da incitir miyim, ağrıtır mıyım diye düşünmekten kendimizi alamıyorduk.

Yüzyüze hiç karşılaşmamıştık daha önce. Ayrı hapishanelerdeydik. Mektuplarla başlamıştı sohbetlerimiz. Alınlarına kızıl bantlarını taktıktan sonra daha sık mektuplaşıyorduk. “Sen Zeliha'sın, sen Semra...” derken bile emindik. Ve her kucaklaşma sanki yıllardır tanışıyormuşçasına sıcaktı. Huyunu, suyunu, karakterini bilmiyorduk belki ama şu an hiç de önemli değildi. Onlar biz'di. Bizim boranlarımızdı, ötesi yoktu.

“Yoldaş nedir?” diye sorulsa herkes çok çeşitli cevaplar verebilir. Şimdi sorulsa, işte bu içten kucaklaşma, insanın içini ısıtan, yüreğine işleyen gülümsemedir derim. O güzel yüreklerdir yoldaş.

“Çok fazla ayakta kaldınız, içeri girelim mi?”

Bu soruyla birlikte hepsi birden gülmeye başladılar. Oo, daha kapı önünde refakatçılığa başladınız, olmaz öyle, baştan anlaşalım. Hasta olan sizsiniz, biz değil” dediler.

“Önce Meryem’e uğrayalım” dedi Semra. Odaya girdik. Yatağında oturuyordu. “Gelmedim, kusura bakmayın, hoş geldiniz» dedi. Kucaklaştık. Yatağının kenarına ilişip sohbet ettik biraz. Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorduk bile. Tabii o heyecanla Meryem'in yorulduğunu da fark etmedik. Semra imdada yetişti hemen. “Biz oturma odasına geçelim, sen de biraz dinlen olur mu Meryem” dedi. Nasıl mahcup olduğumuzu anlatamam. Bir iki şey söylemek istesek de söyleyemedik. Meryem, “tabi arkadaşlar yorulmuştur, çay da vermediniz” deyiverdi.

Meryem, Kartal Hastahanesi'ne götürülüp geri getirilmişti. Bayrampaşa Hastahanesi'nde zorla müdahale koşulu olmadığından direnişçileri zaman zaman buradan alıp araştırma hastahanelerine götürüyorlardı. Hem “gerekirse” müdahale edeyim, hem de yalnız kalırsa belki kazanırım, diye düşünüyorlardı. Başka hastahaneye götürme bile başlı başına eziyetti. Yolun sarsıntısı, yanında yardım eden birinin olmaması yoruyordu elbette. Sadece ringin sarsıntısı bile ömürlerinden çalıyordu. Açlığın koynunda günleri, haftaları, ayları geride bırakmış direnişçilere bir de bu eziyetleri yapıyorlardı. Meryem de Kartal Hastahanesi'nden döndükten sonra ağırlaşmıştı. Daha çok yorulmaya, yürümekte zorlanmaya başlamıştı. Bu nedenle de zamanının çoğunu yatakta geçiriyor, yine de kendini zorlayıp oturma odasına geliyormuş çaylarını hep beraber yudumlamak için.

Meryem sessizdi. Çok fazla konuşmuyordu. Genel halinin böyle olduğunu biliyorduk. Sohbet ediyorduk sık sık. Direnişçimizdi. Günleri ilerliyordu. Kısa zamanda çok şey paylaşmak istiyorduk. Her sohbet ondan bir parça olacaktı. Her tebessüm yarını aydınlatan bir ışık. Hiç kırmıyordu bizi. Yorgun da olsa belli etmemeye çalışıyor, soruyor, anlatıyordu.

Mart'ın sonlarıydı biz hastahaneye gittiğimizde. 30 Mart akşamı için program hazırladık. Türküler, marşlar, şiirler... Programın her ayrıntısını direnişçiler hazırlamıştı. Var olan olanaklarla en güzel şiirler seçilmiş, türküleri hangi sırayla nasıl söyleyeceklerine kadar birlikte belirlemişlerdi. Zaten her şeyi hep beraber yapıyorlardı. Günün her anını paylaşıyorlardı. “Burada biz bir aradayız. Yoldaşlarımızdan kopardılar ama biz birlikteyiz. Direnişçilerimizin çoğu ya tek başına ya da en fazla iki kişiyi görebiliyorlar. Biz bu avantajımızı sonuna kadar değerlendirmeliyiz. Bir şeye kızacaksak da, sevineceksek de hep beraber yapacağız” diyorlardı. Ve bundan müthiş zevk alıyorlardı. Yaşamın içinda olmak, birbirlerinden güç almak onları mutlu ediyordu.

30 Mart akşamı saat 21.00'de programa başladık. Meryem gelmişti. Oturulan oda ile yatak odası karşılıklıydı. Kapıları açtık ki, Meryem yatağından da olsa programı izlesin, katılabilsin.

Tam karşımda oturuyordu. Gözüm hep ondaydı. Yatağında dönüp duruyordu. Bir ara elini kaldırdı. Çağırdığını düşündüm ve yanına gittim. Görünce gülümsedi, “ne oldu” dedi. “İyi misin, istediğin bir şey var mı?” diye sordum. “Yok iyiyim” dedi. Ne olduğunu anlamamıştım. İçeriye döndüm. Program bitene kadar onu izledim. Sürekli hareketliydi. Yatağında oturuyor, yatıyor, sağa-sola dönüyordu. Normalde böyle değildi. Programdan sonra hep birlikte yanına gittik sohbet için.

- Ne oldu? Neden hepiniz buraya toplandınız?

- Hiç, sohbete geldik.

Hepimiz ona bakıyorduk. Meryem 30 Mart programından önce ağırlaşmaya başlamıştı. Bilinci gidip geliyordu. Semra, ihtiyacı olup olmadığını sorunca “yok bir şey” demiş gülümseyerek. Kendisi de farkındaydı ölümsüzlüğe yaklaştığının. Her zamanki gibi sessiz-sakin gitmek istiyordu. Yüzü öyle huzurluydu ki. Ve ölüm yürüyüşünün bugün hızlanmasından ayrıca mutluydu. Çünkü hep “30 Mart'ta şehit düşmek istiyorum” diyordu.

30 Mart, umudun Anadolu topraklarında yeşerdiği tarihti. Ve o da böyle bir günde tohum olmak istiyordu. Suyun yatağında akması gibi sessiz ama dolu dolu akmak istiyordu. Biliyordu ki ırmak bazen sakin sakin, bazen gürül gürül akar ve denize ulaşır bir gün. Şimdi o büyük denize çok yakındı. Sabırsızca akmak istiyordu. Bir an önce denize ulaşmak, oradaki her bir damla ile kucaklaşmak...

Gözleri iyi görmüyordu Meryem'in. Bu nedenle de kocaman kocaman açıyordu gözlerini. Bir süre sessizlik oldu. Herkes onun son anları olduğunu biliyordu. Çok şey söylemek istiyorduk ama hangi kelimeler anlatabilirdi ki yaşadığımız duyguları... «Seni çok seviyoruz» desek, sevgimizi anlatır mıydı? Yüreklerimizin gururla çarpışını duyabilir miydi sözler? Ya da seni uğurlamanın bir daha görmeyecek, duymayacak olmak anlamına geldiğinin acısını? Hangi kelime baştan aşağı tüm benliği sarsan öfkeyi anlatabilir ki? Sözler hükmünü çoktan yitirmişti. Tüm duygular kol kola girmişti sanki içimizde.

Aradan ne kadar zaman geçmişti? Bir saat ancak olmuştu herhalde. Zaman olabildiğince yavaşlamıştı. Meryem ise bir o kadar hızlı. Yatakta sürekli hareket halindeydi. Yatıyor, oturuyor, dönüyor, ama rahat edemiyordu bir türlü. Derin derin nefes alıp veriyordu. Aldığı her soluk acı veriyordu. İçine çektiği oksijeni dışarı verirken “bu son” dercesine rahatlıyordu.

İşte bir solukluk yaşam. Nefes alıyor, veriyorsun. Ciğerlerini dolduruyorsun oksijenle, kalanı bırakıyorsun. Vücudun refleksleri bu. Her nefes yaşam. Ancak zamanı çok yakın artık; ciğerler dolan tüm nefesin bir seferde vücuttan sökülüp atılmasının.

Acele ediyor Meryem. Son nefes için hızlı hızlı dolduruyor ciğerlerini. Ve daha güçlü boşaltıyor soluğunu. İçinde hiçbir şey kalmasın istiyor.

Bilinci gidip geliyordu. Gözünü açtığında tanımaz gözlerle bakıyordu etrafına. Kimdik biz? Neden buradaydık? Cevap bulmaya çalışıyor, zorluyordu kendini. Ve birimizi dahi hatırladığında kocaman bir gülümseme kaplıyordu yüzünü.

- Meryem nasılsın?

- İyiyim.

- Beni hatırlıyor musun?

Bir an durdu. Daha iyi görmek için gözlerini açmış Semra'ya bakıyordu. Hatırlayamamıştı.

- Hatırlamazsan bozulurum bak, deyince gülmeye başladı.

- Hatırlıyorum, sen Semra'sın.

- Evet canım. Peki biz neredeyiz, niye buradayız biliyor musun?

Etrafına bakıyor, hepimizi tek tek inceliyordu. Cevap vermedi, sadece gülümsedi. Farkındaydı yolculuğunun sona ermek üzere olduğunun. Bu yetiyordu ona. Birazdan kavuşacaktı sevdiklerine. Zamanı gelmişti. Ve o daha fazla bekletmek istemiyordu.

Sürekli konuşuyor, sorular soruyor, bilincini açık tutmaya çalışıyorduk. An an hafızası siliniyordu. 3-5 yıl öncesindeydi şimdi.

- Neredeyiz biz Meryem?

- Ümraniye'deyiz. ... Abla nerede, o niye gelmedi?

- Sen İngilizce biliyor musun?

- Tabi İngiltere'deydim ben. Orada hapishanede de kaldım.

- Ağabeyini hatırlıyor musun Meryem? Ona ne oldu?

- Kahraman Ağabeyim. (Yüzü aydınlanmıştı) O şehit düştü. Ben de onun yanına gidiyorum.

Gece yarısı olmuştu. Artık konuşmuyor, sorularımıza “hı, hı” gibi cevaplar veriyordu. Uyumak istiyordu. Uyumak ve bir daha uyanmamak. Sonsuzluğun ırmağına bırakıvermek kendini. Kızıyordu belki de bize. Onu uyanık tutmak, biraz daha yaşatmak istediğimizden. Ağzına damlayla verdiğimiz bir damla su acı veriyordu ona. İstemiyor ama bizi de kıramıyordu. Son anlarında bile yoldaşlarını düşünüyordu. Yastığını düzeltirken, başını tutarken «sizi de yoruyorum» der gibi bakıyordu. Kendisi yapmaya çalışıyor ama yapamıyordu. Rahatlatmaya çalışıyorduk. Onun bir rahatlaması bizi nasıl mutlu ediyordu.

Sabah yanında tektim. Direnişçilerin dinlenmesi gerekiyordu. Yatakta boylu boyunca yatıyordu Meryem. Onu izliyordum. Gözünü her açtığında gülümsüyordu. “Beni tanıyor musun” diye sordum. Öylece baktı. «Cepheyi biliyor musun?» Kaşlarını çattı. Neyi sorduğumu anlamıştı. Yıllar yoktu artık hafızasında. “Hareketi hatırlıyorsun değil mi? Biz yoldaşız” dedim. Elimi var gücüyle sıktı. İç huzuruyla kapadı gözlerini.

Direnişçileri kaldırdık. Beraber başlamışlardı direnişe. Günleri birlikte devirmişlerdi. Ve bu anları yaşamak, son anlarında yoldaşının yanında olmak istiyorlardı. Hepsi tek tek gelip öptü Meryem'i.

Nasıl olduğunu soruyorlardı. Ancak Meryem konuşmuyordu. Sadece gözünü açıp kapatarak cevap veriyordu. Soluk alışları yavaşlamıştı. Derin bir nefes alıyor, duruyor, veriyordu.

“Nefes al Meryem... Gözünü aç Meryem...” Sözler birbirini tekrar ediyordu. Ve artık Meryem gözlerini de açamıyordu.

“Nefes al Meryem... Beni duyuyor musun Meryem?... Meryem! Meryem!”

Kaşları oynuyordu yalnızca. Bizi cevapsız bırakmak istemiyordu. Nabzı öyle yavaşlamıştı ki, zor duyuluyordu. Kalbini de dinliyorduk. Aralıklı ama güçlü atıyordu. Her vuruş, “gidiyorum” diyordu. Kalbinin her atışıyla bize veda ediyordu.

Derin bir nefes daha aldı. Başını yana çevirdi.

- Meryem nefesini ver, hadi Meryem...

Bıraktı soluğunu.

- Bir soluk daha Meryem, nefes al Meryem...

Semra sürekli konuşuyordu Meryem'le. Onunla birlikte nefes alıp veriyor, onunla birlikte acı duyup rahatlıyordu.

“Nabzı durdu, duyamıyorum. Kalbi?” diyerek yüzüne baktı. Kalbi atıyordu. Bir vuruş, bir vuruş daha... Kalbi de atmıyordu artık.

- Meryem, Meryem.

- Kalbi durdu, duymaz bizi.

Bir anlık sessizlik oldu. Direnişçiler tek tek gelip alnından öptüler, saygı duruşu yaptılar.

Ulaşmıştı hedefine. Yüzünde kocaman bir gülümseme. Huzur ve mutluluğu yüzüne yansıyordu. Gülüyordu. Sessiz ama içten gülümsemesiyle veda etti bize.

 

***

 

İngiltere’de yayınlanan “The Times” gazetesinin 22 Nisan 2002 tarihli sayısında çıkan Meryem Altun ile ilgili yazının çevirisi.

 

LONDRA'LI KADIN TÜRKİYE'DEKİ ÖLÜM ORUÇLARINDA ÖLEN 50. KİŞİ OLDU.

 

25 yaşındaki Meryem Altun en son Londra'daki arkadaşlarını aradığında kendisini aç bırakarak ölmeye hazır olduğunu telefonda fısıldadı. Bir kaç hafta sonra, Nisanın birinde 301 gün süresince katı yiyecekleri reddederek Türk hastahanesinde başucunda iki gardiyanın bulunmasına rağmen Londra'lı toplum merkezi çalışanı öldü. Bayan Altun Türkiye'deki cezaevi koşullarını protesto amacıyla yapılan kitlesel protestoda ölen 50. kişi oldu. 1981 yılında Kuzey İrlanda'nın Maze Cezaevi’nde 10 Cumhuriyetci kendini açlığa bıraktığında, onlar bütün dünyada büyük kamuoyu yarattılar, Fakat Türkiye'deki ölüm orucu neredeyse hiçbir etki yaratmadı. Bayan Altun'un yaşadığı Kuzey Londra da dahil olmak üzere.

“Dışarıda hiç kimse hatta kendi toplumu da dahil olmak üzere onun adınıda bilmiyorlar” diyerek onunla beraber çalışmış olan Gürkan Gür. “50 insan kendini ölüme yatırdı bu genç kadın da dahil olmak üzere ve görülüyorki kimse ilgilenmiyor.”

Bayan Altun Türkiye’de doğdu, 1991 yılında İngiltere’de siyasi oturum alan ailesinin yanına geldi. 1.55 metre uzunluğunda, minyon tipli Enfield Collega'da okuyan ve bütün boş zamanını Stoke Nevington'da bulunan Anadolu Halklar Kültür Merkezi’nde geçiren, en enerjik insan hakları ve sosyal etkinlik savunucularından biriydi. O Devrimci Sol düşüncelere sahip ve Türk rejiminden nefret eden biriydi. Kardeşi Kahraman, 1991 yılında U.S.A devlet bakanı James Baker'in Türkiye'yi Körfez savaşı sonrasında yaptığı ziyareti esanasında İzmir’de bombalı eylem yaparken hayatını kaybetti. O hiçbir zaman politik düşüncelerini gizlemedi. Ve arkadaşı Selver Okur'un söylediğine göre “hiç bir zaman şiddet taraftarıı değildi. o çok duyarlı bir kızdı ve arkadaşları Türkiye'de zor koşullarda yaşarken kendisi Londra'da kolay bir yaşam istemedi.” Bayan Okur’un söylediğine göre Folklor ve şiir yazmaktan hoşlanırdı ama asıl tutkusu politikaydı.

1996 yılında kamu kurumuna ait bir pankart asmaktan 6 ay hapishanede kaldı ve 1998 yazında arkadaşlarıına Türkiye'ye dönmeye karar karar verdiğini söyledi. “Karşılaşacağı riskleri bilmesine rağmen direnişte yer almak istiyordu.” dedi Bay Gür. Bayan Altun Aralık ayında yasadışı Devrimci Halk Kurtuluş Partisi Cephesi’ne üye olmaktan tutuklandı ve İstanbul'da Ümraniye Hapishanesi’ne gönderildi. Sorgulama süresince elektrik şok verildiğini, kafasını suda tutma ve bir ormana götürüp infaz edilmekle tehdit edildiğini iddia etti. Türk hükümeti tutuklu ve hükümlü teröristleri geniş koğuş stili bölümlerde tutmak yerine onları her birine üç tane mahkum sığacak şekilde küçük hücrelerde tutma kararı aldı. Otoriteler ve Türk medyasına göre koğuş sistemi “terörizm okullarına” dönüştürülmüş ve mahkumlar tarafından yönetilmekteydi ve buna artık tahammül edilemezdi.

Tutukluları gardiyanların insafına bırakmak anlamına gelen tecriti protesto ederek Ekim 2000 tarihinde Türkiye genelinde 36 hapishanede toplam 816 tutuklu açlık grevine başladı. Çoğu uzun sürmesini beklemiyordu ama geçtiğimiz Aralık'ta ölüm oruçlarını bitirmek ve sevkleri yapmak için devlet güçleri hapishanelere gönderildiğinde çıkan çatışmada 30 tutuklu ve iki asker öldü. Bayan Altun ölüm oruçlarına girenlerdendi. Mücadelesini sürdürmek için sinir sitemini korumak amacı ile B1 vitamini, çay, şekerli ve tuzlu su alıyordu. Hastanede onu ziyaret eden babası Hüseyin Altun “Biz onun fikrini değiştirmeye çalıştık ama o kararını vermişti” dedi. 55 şaşında ve Londra'da giysi fabrikasında çalışan Bay Altun ve eşi Zeliha, ki kendisine kızları ölüme yaklaşırken Sağmalcılar Devlet Hastahanesi’nde yanında bulunma izni verilmemişti. Kendisi görüş yeteneğini kaybetti. Zaman zaman kendini kaybediyor ve birçok önemli organı çalışmayı bırakmasına rağmen zorla beslenmeyi kabul etmedi ve ölüm orucunu bırakmadı. Davasına başlanmadan önce öldü. Bayan Altun'un İngiliz vatandaşlığı yoktu. Fakat Londra'daki arkadaşları ve meslektaşları kızgın, ancak buna rağmen İngiliz hükümeti ona yardım etmek için hiçbir şey yapmadı. Stoke Nevington'daki Toplum Merkezi’nde Bayan Altun için yazılan ve Yabancılar Ofisine gönderilen gördüğü işkenceyi ve cinsel tacizi anlatan mektuplar gösteriliyor. Bay Gür “İngiltere Türkiye ile olan NATO ittifakı daha çok ilgilendiriyor ve aynı zamanda onlar için Afganistan'daki İngiliz Askerlerinin yerini alacak Türk askerlerinin olması daha önemli. Bu nedenle korkunç insan hakları ihlallerine rağmen Türk hükümetine bir şey söylemiyor ve yapmıyorlar” dedi.

Türkiye'deki açlık grevine devam eden 120 kişi kendilerini açlıkla yok ediyor ama bu durum yurt içi ve yurt dışında az etki yapıyor. Bayan Altun'un ölümünden üç gün sonra Türkiye'nin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, F tipi olarak bilinen ve yüksek güvenlik içeren cezaevlerini hükümetin yürürlükten kaldırmayacağını ısrarla belirtti. Sadece küçük bir kesim protestoya ilgi gösteriyor.

(…)Türklerin kafası şu anda karışık ve ölümle sonuçlanan bu protestodan ürküyorlar. Bayan Altun'un naaşı polis morgundan “Meryem Altun ölümsüzdür” ve “Kahramanlar ölmez” sloganları eşliğinde alındı.