Mehmet
YILDIRIM'ı Yakınları, Yoldaşları
Anlatıyor:
Balkıca
Direnişi üzerine yapılan
DHKC
açıklamasından:
İHTİLALİN
ÖNCÜLERİ EGE DAĞLARINDA... 1970'lerden
itibaren ülkemizin şehirlerinde, dağlarında ihtilalin öncüleri Parti-Cepheli’ler
hiç eksik olmadı. Faşizmin hiç beklemediği anda yüzlerce eylem gerçekleştirdiler.
Faşizm kendisini burada devrimciler yaşayamaz diye ikna ederken onlar; halkın
olduğu her yerde, vatan dediğimiz bütün topraklarda Parti-Cepheli’lerin yaşayabileceğini,
Anadolu ihtilaline öncülük yapabileceklerini bütün dünyaya gösterdiler.
Yendiler, yenildiler; öldüler, öldürdüler. Yokettik, bitirdik dedikleri anda
yeniden biz varız dediler. Devrim tarihini lafazanlıkla değil eylemleriyle,
özverileriyle, kanlarıyla yazdılar.
ÜLKEMİZİN
DAĞLARI, ŞEHİRLERİ BİZİMDİR, ŞİMDİ EGE DAĞLARINDAYIZ... Ege dağları sessiz ve
sakindi. Faşizm için hiç kimsenin silahlanarak yaşayamayacağı bir yerdi. Sözde
her şey onların kontrolü altındaydı. Parti-Cepheli’ler sessiz ve mütevazi adımlarla
yeniden Ege dağlarına çıktılar.
Şehirlerde başlayan
savaş, büyük şehirlere yayılmış, Anadolu'nun bir çok kentinde mücadele yeniden
gelişirken Türkiye Kürdistanı’nda, İç Anadolu'da, Karadeniz'de, Toroslar'da ve
Ege'de de gelişiyordu. İsyanlar diyarı Ege, BÖRKLÜCE'lerin ayaklanmalarından sonra Parti-Cepheli’lerin
öncülüğüne tanıklık ediyordu. Denilebilir ki, Ege'nin ihtilalci tarihinin Börklüce’lerden
sonraki takipçisi Parti-Cepheli’lerdir. Faruk, Olcay, Kahraman, Hamiyet ve Ali
Rıza Kurt'un şehir gerillasında yarattığı destansı direnişlerden sonra, şimdi
Ege dağlarında sürdürülüyor savaş.
EGE DAĞLARINDA
PARTİ- CEPHE'NİN SİLAHLARI SUSMAYACAK...
Ege dağlarında
Parti-Cephe'nin varlığı Susurluk Devleti için tam bir şoktu. On gün boyunca
büyük bir panik yaşadılar. Küçük bir gerilla birliği devletin en büyük korkusu
haline gelmişti. Denizli'nin çevre illerinden binlerce asker, özel timci,
tanklar, panzerler ve tüm ağır silahlar eşliğinde Gölgeli dağları kuşatıldı.
Onların asıl korktukları küçük bir gerilla birliğinin varlığı değil, devrim
iddiasının güçlü olduğu ve koşullar ne olursa olsun bu iddiadan vazgeçmeyecek
olan Parti-Cephe’dir. Ülkenin her tarafında, şehirlerinde, dağlarında; milliyet
ve din farkı gözetmeksizin bütün halklarımızı birleştirmeye çalışan ve
savaştıran devrimci bir örgütün varlığı devlet için en tehlikeli güçtür. İmha
ve baskı ile bitiremediği Parti-Cephe şimdi de Ege dağlarındaydı. Düşman;
ordusu, polisi, medyası, tankı, topu ve yalan haberleriyle Ege dağlarına
yığınak yaptı. Oligarşiyle halkın savaşı şimdi burada sürecekti.
İKİ
PARTİ-CEPHELİ VE HALKIMIZA ARMAĞAN EDİLEN BİR DİRENİŞ DESTANI... Ege'nin tarihi isyanlarla
doludur. Ege'nin tarihi yiğitlik tarihidir. Bu tarihte halka ihanet yoktur.
Kahramanca ölümler ve direnişler vardır. Ama düşmana boyun eğmek, diz çökmek
yoktur. 29 Kasım akşamı Gölgeli dağları eteklerinde
Balkıca Köyünde kuşatılan Erhan Yılmaz
ve Mehmet Yıldırım adlı savaşçılarımız
bu tarihe sadık kaldılar. Düşman güçleri binlerce asker, polis ve en ağır
silahlarıyla kuşattılar. Savaşçı yaşama bağlıdır. Yaşama bağlılığı; halkına,
ülkesine ve örgütüne bağlılıktır. Devrim yapmak için, halkı için yaşayacak,
savaşacaktır. Ama savaşmadan teslim olmanın yaşamak olmadığını, devrime ve
halkına ihanet olduğunu bilir. Artık o an, binlerce düşmana karşı halkın
haklılığını, ihtilalin sesini en yüksek sesle, gerektiğinde kendisini de feda
ederek gösterme anıdır. Hiç tereddüt etmediler. Düşman binlerce askerle kuşatmıştı.
O an Balkıca'daki köy evi Parti
Cephe idi. Parti Cephe ve ihtilal Erhan'la Mehmet'in kişiliğinde simgeleşmişti.
Bütün halkın gözleri onların üzerindeydi. Ege dağlarında ihtilalin tohumları
atılıyordu. Tohumlar yeşermeli ve büyümeliydi. Ege dağlarında gerillanın
olabileceğini, Parti Cephe'nin yenilmezliğini göstermeliydiler. Binlerce
askeri, tankı, topuyla kendini güçlü sanan Susurluk generalleri: "teslim
olun" diyorlardı. Gerilla cevabını silahlarıyla verdi. Balkıca'daki küçük
köy evi, binlerce mermi, roket ve havan topu altında, Ege dağlarında iki
Parti-Cepheli’nin kahramanca direnişine tanıklık ediyordu. Türkmeni, Rumu,
Yahudisi, Kürdü, Çerkezi, Gürcüsü, alevisi, sünnisi, hıristiyanı ile bir kardeşlik
ormanı olan Ege, böylesi bir direniş görmemişti. İki Parti Cepheli binlerce
mermi ve top atışları altında bir düşman ordusuna meydan okuyordu. "Biz Parti-Cepheli’yiz, biz DHKP-C'liyiz,
teslim olmayız, teslim alamazsınız, Parti-Cepheli’ler ölmez" diye haykırıyorlardı.
Tam
20 saat,
düşman, bir köy evindeki iki Parti-Cepheli’yi susturamadı.
Tam
20 saat.
Uykusuz, aç ve soğukta geçen 20 saat. Parti-Cepheli iki savaşçı sloganlarıyla,
marşlarıyla, devrimci konuşmalarıyla ve silahlarıyla hiç susmadılar.
Düşman şaşkındı, halk
şaşkındı. Ege halkı Parti-Cepheli’leri, Ege dağlarında düşman kuşatmasında
kahramanca direnişiyle tanıyordu. Bundan böyle Ege'de bu direniş konuşulacaktı.
Düşman zavallıydı. Ahlaksız ve çaresizdi. Binlerce asker ve ağır silahla iki
Parti-Cepheli savaşçıya diz çöktüremiyordu. Binlerce askere rağmen Balkıca'daki
iki Parti-Cepheli’nin mevzilendiği köy evine yanaşamıyordu bile. Üstelik kayıp
veriyorlardı. Parti-Cepheli iki savaşçı mermi ve top yağmuru altında düşmana
bir kayıp ve iki yaralı verdirdi. Binlerce askerle yaptığı kuşatmaya güvenen
düşman bir kez daha gerillanın yaratıcılığı karşısında bozguna uğramıştı.
Binlerce asker ve sadece iki Parti-Cepheli vardı. İki Parti-Cepheli halka,
partilerine ve vatanlarına bağlılıklarından aldıkları güçle yenilmez ve
güçlüydü. Düşman ise binlerce asker ve ağır silahlarına rağmen sömürüyü, zulmü,
ahlaksızlığı temsil ettiğinden; güçsüz ve yenilmeye mahkumdu.
Binlerce savaşçımızı daha
katledebilirler ama tarihsel ve siyasal olarak haksız olanlar, halka düşman
olanlar er geç yenilecektir. Yendik dedikleri noktada bile yenileceklerdir.
Balkıca'daki küçük köy evini bütün dünyanın gözleri önünde havan toplarıyla,
roketlerle yaktılar, yerlebir ettiler. Balkıca'da Gölgeli dağlarını aydınlatan
ateş, köy evinin ateşi değil, Ege dağlarına yayılacak olan isyan ateşidir. İki
Parti-Cepheli’nin yaktığı o ateşi hiç bir güç söndüremeyecektir. Düşman ancak
iki Parti-Cepheli’nin yanmış cesetlerini teslim alabildi.
Kim yenmiş, kin
yenilmişti?
Binlerce asker ve
tonlarca ağır silah ile iki savaşçıyı teslim alamamışlardır.
Tam
20 saat. Parti-Cephe
savaşçılarını kuşatanlar, her dakika, her saat bütün dünyanın tanıklığında
yenilmişlerdir. Korkak, bencil ve inançsızdılar.
İki Parti-Cepheli
zaferlerine, geleneklerine yeni bir halka ekledi.
Tam
20 saat. Bir
orduya karşı direnmiş, davalarına bağlılıklarını göstermiş ve Ege dağlarına hiç
silinmeyecek biçimde kanlarıyla bir tarih yazmışlardır. Parti-Cephe’yi, halkı,
adaleti, bağımsız demokratik ve sosyalist bir Türkiye'yi haykırdılar.
Yenmişlerdi. Düşman ancak yanmış cesetlerini teslim alabildi. Artık Ege dağlarında
Parti-Cephe’liler vardı.
Şeyh Bedreddin'in
yüzyıllar öncesinde söylediklerini şimdi Ege dağlarında Erhan ve Mehmet
söylüyor: "İnsanlar, tanık olunuz
ki bugün olmazsa yarın, mutlaka sömürünün tüm çarkları kırılacak, nice
direnirse dirensin, sömürgen yeryüzünden kalkacaktır..."
***
Bir yoldaşından Mehmet'e:
“O GÜLÜŞÜNÜN
YİNE YÜZÜNDE OLDUĞUNU BİLİYORUM”
Merhaba
Mehmet,
Yüreği
devrim inancıyla yüklü, kalbi devrim aşkıyla atan sevgili yoldaşım. Görüşmeyeli
uzun yıllar olmuştu. Ta ki, televizyonda seni görünceye dek. Hapishanede ayrıldığımız
günden sonra ilk kez televizyonda gördüm seni. Elinde kleşin yoldaşlarında
birlikte Karadeniz dağlarında gerillaydın. Dağların şahanı, halkın adaletiydin.
Yine yüzünden hiç eksilmeyen gülüşünle karşımızdaydın.
Seni
bizim tanıdığımız gibi düşman da tanıyordu. 1995 yılının Ekim ayında seni
burjuva basında lanse edip, komplolar kurarak yıldırmaya çalışması bundandı.
Ama
yanılmıştı düşman. Düşmanın bu saldırısı da, kinini, öfkeni büyütmüştü. Bu kin
ve öfke ve her gün büyüyen inancın seni Karadeniz dağlarına taşımıştı. Hapishanede
omuz omuza, direnişlerle beraber olduğun Ali Haydar yoldaşınla bu kez de
Karadeniz dağlarında beraber, omuz omuza gerilla birliğindeydin. Karadeniz dağlarındaki
o görüntülerde seni gördüğümde hiç şaşırmamıştım. Kısa bir zamana sığan
beraberliğimizde, Yoksul Halkın Gücü bürosunda
üzüm ekmek yerken; kimi zaman bir simitle karnımızı doyururken yaptığımız
sohbetlerde ipuçları vardı bunun... Seni az da olsa tanıyabilmiştim. Ama daha
çok yaşadığımız gözaltı süreci seni bana daha iyi tanıtmıştı. Sultançiftliği’nde
şehit düşen yoldaşlarımız İbiş Demir ve Güler Ceylan’ın anmasını yapmak için Bağcılar’da
mezarlığa gittiğimizde gözaltına alınmıştık. Anmayı yapamadan alınmak hepimizi
üzmüştü. Ondan dolayı da kinliydik düşmana. Bağcılar Yeniyüzyıl Karakolu’nda
yaşadığımız gözaltında senin düşmanın yaptırımlarına karşı gülerek karşı
gelmen, azgın bir köpek gibi saldırdıklarında yine o gülüşünle karşılayıp,
işkencecilere karşılık vermen seni daha iyi tanıtmıştı bana. Düşman da seni çok
iyi tanımıştı ki, şef olan işkenceci korkudan sesi titreyerek “Dursun’un
gerillası lan bunlar” deyip işkencecileri üzerimize saldırtıyordu.
O
zamandan bugüne tam dört yıl geçti. Bu dört yıl, dostuna can, düşmanına yaban,
başeğmez bir şahan, bir boran oldun ülkenin dağlarında. Halkın öfkesi sizinle
dile geldi. Korkusu sizinle büyüdü düşmanın. Dersim, Karadeniz, Toroslar ve
Ege. Ege dağlarında dalgalandırdınız şehitlerimizin bizlere bıraktığı
Parti-Cephemizin, umudun bayrağını. ...
O
dağlar ki, bir kez daha sulandı kanlarımızla.
Düşmana
bir bir sıkarken kurşunları, o gülüşünün yine yüzünde olduğunu
hissedebiliyorum.
Balkıca
Direnişi’nin yiğit savaşçıları; miras bıraktığınız bayrak zafere kadar elden
ele taşınarak oligarşinin burçlarına dikilecek ve o zaman zafer halayımızda beraber
olacağız. Yarattığımız, bizlere miras bıraktığınız direniş geleneği zafere
kadar gücümüz, yol göstericimiz olacak.
Sizlere
söz; ZAFER BİZİM OLACAK!
***
Karadeniz Kır Birliği'ndeki
Yoldaşlarından Mehmet Yıldırım (Murat) Yoldaşa
Sevdamızı paylaştığımız
Karadeniz dağlarından,
Andımızı ve sevdamızı Ege
dağlarına taşıyan MURAT'ımıza;
(Mehmet Yıldırım’ın
Karadeniz Kır Birliği’ndeki kod adı Murat’tır, Kır birliğinden yoldaşları
anlatımlarında bu ismi kullanmışlardır.)
MERHABA
YOLDAŞ!
Herkes bilir
"Murat" dilektir. Sevdiğine kavuşmaktır. Sadece istekle arzulamakla
değil, çabayla, emekle ve kararlılıkla ancak kavuşulur. Sen de bunu bilince çıkarmıştın.
Adına layık olman için herşey senin elindeydi. Devrimciydin, senin
devrimciliğin düzendeki kimi sözde devrimci söylemlerin ötesinde gerçek bir
devrimcilikti. Çünkü sen Parti-Cepheliydin. Parti-Cephemizin ahlak ve kültürünü
devrimciliğe başladığın o ilk dönemde ve kısa hapishane yaşamında öğrenmiş,
yaşamış ve daha da yaşama sevdalısıydın.
Şanslıydın. Çünkü o büyük
ailemiz, Parti-Cephemiz içerisinde yüzlerce yoldaşımız ülkemiz kırlarında,
silah elde yoldaşlarıyla omuz omuza düşmana karşı savaşmayı arzularken;
Partimiz bu şansı sana daha 1995 Eylül’ünde vermişti. Partimiz öncülüğünde
Cephe saflarında savaşmak onurdur. Bu onura layık görülmüş ve ilk olarak
Karadeniz dağlarında görevlendirilmiştin.
Görevinin bilincindeydin.
Artık Parti-Cephe gerillasıydın. Teorik yanıyla gerillacılığı merak etmiş,
araştırmış, okumuş ve biliyordun...Gerillacılıkla ilgili teorik bilgi
birikiminin altını pratiğinle doldurman gerektiğini kısa vadede kavradın ve ilk
3-4 ay içerisinde önemli mesafe katettin. Daha çok öğrenirken, öğretmeyi de
ihmal etmedin. "BUGÜNÜN SAVAŞCISI
YARININ KOMUTANI OLMALI" bakış açısını, "YOLDAŞLAR BİZİ AŞIN!" talimatını esas alarak bilince çıkarıp,
pratiğine yansıttın.
Birliğimize katıldığın o
ilk günlerdeki "acemi gerillacılığın" döneminde dahi ağırbaşlılığın
ve saygılı kişiliğin tüm yoldaşlara örnek olmuştu. Yoldaşların olarak sana
inandık, güvendik.
BİZİ
YANILTMADIN!
Farkına bile varmadan ilk
4 ay geride kalmış, kar kış bastırmıştı. DUMANLI'daydık...Bilirsin DUMANLI'nın
karlı, boranlı fırtınasını... Bir tarafta Ordu'nun KELTEPELER'ine çöreklenen
kara bulutların ardından bıraktığı sisi, bir tarafta da yıldızların mercan gibi
dizili olduğu bulutsuz ve ayaz Sivas gecelerini. Bu muhteşem manzara altında
yürürken, aklına yine de memleketin KARS gelirdi.
Her defasında
düşüncelerini dile getirir; gerillayı Kars’a taşırdın. Bugün olmazsa yarın! "BİR
GÜN AMA MUTLAKA VARACAĞIZ" sözümüzle son bulurdu bu sohbetler.
Aldığın her görevden haz
duyuyor ve daha da coşuyordun. Görevin büyüğü- küçüğü, yeri ve zamanı yoktu senin
için... Çünkü her zaman ve her şartta kendini göreve hazır olarak görüyordun.
Parti-Cephe iradesiyle bütünleşmiştin. Acemilik anılarda kalmıştı...
Profesyonel bir gerillaydın artık; nöbet, yol, yük, açlık, düşman operasyonu...
Senin için de gerillacılığın doğal parçalarıydı bunlar. Kuşkusuz bunlar ancak
bilince çıkartıldığı zaman normal karşılanır. Tabiiki gerillacılığın doğasında
zor vardır ama zorun da karşımızda bir anlam ifade etmediğini gördün, yaşadın.
Sanırız ŞAHİNKAYA'yı ve
YEL PINARI'nı unutmamışsındır. 1995 Aralık ayının ayaza kesen bir gecesi...
Birliğin zorunlu yer değiştirmesi gerektiği için ŞAHİNKAYASI'na çıktığınız
görevde tüm ekibin donmadan kıl payı kurtulması, senin açından da bir sınav
olmuştu. Çünkü ilk donma belirtisi senin ayaklarında başlamış ve o güne kadar
da ilk kez bu kadar zorlanmıştın. Herşeye rağmen yoldaşların yardımı ve
iradenle kendini zorlamış ve görevi sonuçlandırdıktan sonra dönmüştünüz.
Hala hatırlıyoruz;
fırtınanın içinden çıkıp gelen sizi karşılayışımızı... Olanaksızlıklar
ortamında ayağını donmadan nasıl kurtardığımızı.
FEDAKARLIĞINI,
ÖZVERİNİ, KARARLILIĞINI... UNUTMADIK!
Unutmadık; 7 yoldaşımızı
şehit verdiğimiz ASARCIK kış operasyonundan henüz birkaç gün önce tamamen
donmadan kurtardığımız, fakat engelleyemediğimiz kısmi donma nedeniyle
ayakkabılara sığmayan ayaklarının üzerinde bastonla nasıl yürüdüğünü...
Unutmadık; Bu ortamda dahi "Silahını yoldaşlar taşısınlar" önerimize
gülerek "Canım hala çıkmadı” deyişini...
Samimiyetin ve
kararlılığın, gösterdiğin iradenle gözümüzde daha bir büyüdü. Operasyon sonrası
donmuş ve kömür rengini almış ayaklarına rağmen "Birliğin yürüyüşünü
engellemeyeyim" diye gösterdiğin çaban bizi utandırıyordu.
Unutmadık operasyon
sonrası son çare olarak ayak parmaklarını kestiğimiz paslı demir testeresini...
Hala bir parçası çantalarımızda sağlık malzemelerimiz arasında baş köşede yer
alıyor. İhtiyaçtan değil, anına saklıyoruz. İnan her gelen yeni yoldaşımız kışa
başlarken senin, TOPAL'ın ayaklarının öyküsünü dinler... Şimdi buna destansı direnişin
ve kahramanlığın da eklenecek!...
Sen tüm zorluklara rağmen
kararlılığından ödün vermedin. Attığın her adımın bilincindeydin. İç düşman
seninle girdiği irade savaşında sana taa baştan yenik düştü. Zafer hepimizin
oldu.
Nihayet kışı da atlattık.
Yaz dönemindeki hareketliliğimizde her konaklama yerinde daha iyi bir fındık
sopası bulup, sopanı değiştirmeni hala gülümseyerek anıyoruz.
SEVİNÇ
VE ACILARI BERABER PAYLAŞTIK...
Birlikte üzüldük,
birlikte coştuk. Az değil ayakların donalı yedi ayı geride bırakmıştık. Ama
hala yaraların kapanmamıştı. '96 Temmuz'unda ikinci cerrahi operasyonu(!) yine
aynı testereyle yaptık. Bu kez sıcak yaz güneşinin altındaydık, ilkine göre
daha kolay oldu...
Her defasında pansumanlar
esnasında acıyla "Komutan, ağrıyor,
ağrıyor” deyişin karşısında tüm yoldaşların çaresiz bakışlarını da unutmak
mümkün değil.
Donma sonrası verdiğin
irade savaşında dile kolay tam 9 ay geride kalmıştı. Kestiğimiz ayak
parmaklarındaki yaraların; yürümenin etkisiyle bir türlü iyileşmiyordu. Salt bu
nedenle tedavi olman için seni şehre gönderme önerimizi sana ilk kez açtığımızda,
susup dinlemene ve hiç ses çıkarmamana rağmen sohbetimiz bittikten sonra...
Komutan yoldaşın yanına gidip "Ben gitmek istemiyorum. Beni göndermeyin,
herşeye katlanırım..." ısrarını, hatta bunun için gözlerinden
yaşlar süzülmesini, davaya bağlılığın ve kıra olan tutkun olarak hala kendimize
örnek alıyoruz.
Yeniliklere açıktın.
Partinin seni tedavi için şehre alması kesinleşince yaptığımız sohbette "9 aydır birlikteki tüm yoldaşları kendimle
meşgul ettim. Tüm bunların sorumluluğu bana aittir..." diye yaptığın
özeleştirideki samimiyet, açık ve dürüst kişiliğinin saygınlığını hepimizin
gözünde kat kat arttırıyordu...
VERDİĞİN
SÖZÜN ERİ OLDUN. BİZİ UTANDIRMADIN YOLDAŞ!
Seni şehre götürmek üzere
gelen kuryemiz Hasan AYDOĞAN (Güven)
yoldaşımızı da bu yıl kaybetti düşman, biliyorsun... O da sevdasını
Karadeniz'den Ege'ye taşımıştı!
Devrim yürüyüşümüzde sıra
bize de gelecek. Yolumuzun gönüllü yolcusuyuz. Bu yolda seninle de yol kat etmiş
olmamız bizim için bir onur kaynağıdır.
KIRA
SEVDALIYDIN!
Seni şehre uğurlarken
yaptığımız törendeki veda konuşman hala kulaklarımızda çınlıyor:
"GİDİYORUM
AMA GÖNLÜM BURADA, BENİ BEKLEYİN. İYİLEŞİR, İYİLEŞMEZ PARTİDEN İLK TALEBİM
BİRLİĞİMİZE GERİ DÖNMEK OLACAK. ASARCIK ŞEHİTLERİNİN HESABINI KIRDA SORACAĞIM.
EMEKLERİNİZİ UNUTMAYACAĞIM... LAYIK OLMAYA ÇALIŞACAĞIM..."
Aradan bir hayli zaman
geçti. Ayağının iyileştiği haberini yoldaşlardan aldık ama başka ayrıntı yok.
İyileştiğine göre şimdiye kadar aramızda olmalıydın diye düşünüyoruz...
Seni tanıyor ve güveniyoruz.
Bizi utandırmayacağını, değerlerimize ve verdiğin sözlere sadık kalacağını yanımızdaki
zorlu süreçte ispatladın. Yeni haberler bekliyoruz. Tekrar kıra çıkmak
istediğini öğreniyoruz. Seviniyoruz, senin adına. Ama akabinde bizim yanımıza,
birliğimize gelmeyeceğinin haberi ulaşıyor bizlere. Herşeye rağmen iyi olduğun
ve göreve hazır olduğun hakkında edindiğimiz bilgi bizim için sevindirici ve
yeterli.
SÖZÜNÜ
TUTTUN YOLDAŞ!
Parti-Cephemizin zafer
sloganlarını ve kavga türkülerini EGE dağlarında yankılattın. Ülkemizin dağları
da tıpkı halklarımız gibi kardeştir, bilirsin. Sen de halkların kardeşlik ve
kurtuluş türkülerini Kars'tan Karadeniz'e, oradan da Ege'ye taşıdın.
Karadenizden Toroslara,
Kürdistandan Egeye kadar ülkemizin dağlarında yankılanan Cephemizin gür sesi ve
gerilla türkülerimiz, bu kez de sen ve Erhan yoldaşın sesiyle gürleşti. SESİMİZE SES, GÜCÜMÜZE GÜÇ KATTINIZ.
BU
GÜÇ PARTİMİZİN, CEPHEMİZİN GÜCÜDÜR.
DHKC
KARADENİZ KIR BİRLİĞİ’NDEN YOLDAŞLARI
***
Bir yoldaşı
anlatıyor:
GÜLE GÜLE “KÜRDO”
Çok
istediğin dağlara kavuştuğunu duymuştuk. İnan seni tanıyan hiç kimse şaşırmadı
buna. Çünkü sen bir gün gerillaya gideceğini söylemeyi ihmal etmedin. “Ha bugün
ya yarın” derdin hep. Bir kara sevda olmuştu dağlar senin için.
Şehit
düştüğünü öğrendiğimde, seninle tanıştığım günü düşündüm, biz Nurtepe’de
örgütlenmemizi yenileyip geliştirmeye çalışıyorduk. Ne zaman acemilik çeksek,
yanımızda hep seni bulurduk. O mütevazılığınla bizden çok koştururdun.
Bazen cebinde yol paran bile olmazdı.
Ama aldırmazdın parasızlığa. Hafta sonu geldiğinde elinde dergiler bizleri
arardın. Bazen dayanamaz başlardın bizle birlikte dergi dağıtmaya. Bırakıp
gidemezdin. İlla da görecektin sağ salim bitirdiğimizi.
Hani
Bağcılar’da üç karanfilimizi şehit verdiğimizde, bizim gösteri yaptığımızı
duymuş merak edip koşup gelmiştin. Bizler polis operasyonuyla uğraşırken sen bizlere
şehitlerimizin çatışmasını tekrar tekrar anlatıyordun. Yaşıyordun o anı. Bir an
senin de orada olduğunu düşünmüştük.
Kısa
bir süre görüşemedik. Sultançiftliği’nde İbiş Demir ve Güler Ceylan
yoldaşlarımızın şehit düştüğünü duyup cenazelerine koşmuştuk. En zor koşullarda
bile şehitlerimizi sahiplenmemiz gerektiğini anlatırdın. Şehitlerimiz düşmanın
ellerinde gömülmemeliydi. Değmemeliydi elleri şehitlerimize. İşte sen de bu
bilinçle bu öfkeyle şehitlerimizi uğurlamaya gelmiş, tutsak düşmüştün.
Tutsaklığında
ziyaretine geldiğimde ben sana mahalleleri anlatıyordum. Sen ise yine eskisi
gibiydin. Gerilla da gerilla diyordun. Hatta bir gün yeğeninle gelmiştik
ziyaretine. Bana yeğenini soruyordun. Ben de yavaş yavaş büyüyor demiştim de
nasıl sevinmiştin. “Erken büyüyor çocuklarımız” deyip başlamıştın yine
gerillayı anlatmaya.
Tutsaklık
sonrası aramıza geldiğinde ne kadar sevinmiştik. Beraber çalışacaktık. Bir de
yeni sorumlumuzun sen olduğunu öğrendiğimizde sevincimiz bir kat daha arttı.
Diyorduk ki, “tozunu attırırız bunların”. Ama sen hala gerilla diyordun. “Kusura
bakmayın ama ben buralarda yapamam dağlara gitmem lazım” diyordun. 20 gün bile
olmamıştı ki gittin. Aslında çok değil 20 günde bile değişmişti tempomuz. Senin
coşkun bizleri de değiştirmişti. Ama gerilla tutkusu öyle büyüktü ki, bir türlü
aklından çıkmıyordu.
Ya
şehit aileleri, hepsini tanımak isterdin. Onları çok severdin. Gittiğin tüm
analar da seni çok severdi. Onlara hep “şehitlerimizin hesabını soracağız,
içiniz rahat olsun” derdin. Hepsi bilirdi şehitlerimizin hesabının sorulacağını
ama bir de senden dinlemek onları mutlu ederdi; “Bu karaoğlanda bir iş var”
derlerdi.
Bir
gün Yeşilpınar’da bir karakolun bombalandığını duyduk. Eve geliyorduk ki, senle
karşılaştık. Polis operasyon yapıyordu ve senin eve gitmemen gerekiyordu.
Beraber bizim eve gittik. Nasıl mutluydun. Söylemiyordun ama biz nedenini anlıyorduk.
Diyorduk ki, Mehmet çok sevdiği silahıyla buluştu. Bir tek dağları kaldı. Sabaha
kadar bize gerillayı anlattın. O kadar güzel anlatıyordun ki, aynı özlemi
duymamak mümkün değildi.
Seni
tanıyan herkes yokluğunda “Kürdo nerede?”
diye soruyordu. Belki de kimse Mehmet diye bilmezdi seni. Sen de severdin Kürdo
olmayı. Bir şey söyleyemezdik ama seni tanıyıp da nerede olacağını bilmeyen de
yok gibiydi. Sorular bir bakıma Kürdo gerillada dedirtmek için sorulurdu.
Sendeki kararlılık ve mütevazılık akla başka bir şey getirmezdi. Ne kadar
gösterişsiz gitmiştin.
Artık
Kürdo’yu bir daha göremem diye düşünüyordum. Bir halk ilişkimize uğradığımda
aniden karşıma çıkmıştın. Yanında bir arkadaş daha vardı. Nasıl sevinmiştim.
Seni bir daha göremeyeceğim diye düşündüğümüzü söylediğimde “buralardayız işte
görüyon” demiştin. Gözlerindeki ışık buralarda olmadığını söylüyordu. Ben ne
yaptığını sorduğumda “bana yalan söyletme” deyip kıpkırmızı olmuştun. Asıl ben
mahçup olmuştum bu soruyu sormakla. Ama sen hemen anlayıp o mütevazılığınla rahatlatmıştın
beni. Giderken sanki bir daha görüşmeyecekmişiz gibi ayrılmıştık.
Sanki
kara gözlerin tutmuş Karadeniz’in ormanlık dağlarını, buluşmuş ellerin o hep
anlattığın kleşle. Duyduğumuzda nasıl sevinmiştik.
Karadeniz’den,
Ege’ye taşımışsın umudun bayrağını. Bedreddin yiğitlerinden Çakırcalılara bir
gün bile yere düşmeyen bayrak sizlerle daha da kızıllaştı. Şimdi Ege Dağları
daha özgür. Şimdi halklarımız daha umutlu. Yarattığınız direniş daha şimdiden
tüm Ege’de konuşulur oldu. Düşmanın uykularını kaçırıyor.
Rahat
uyuyun yoldaşlar.
Artık
Ege gerillasız olmaz.
Artık
tüm Türkiye gerillasız olmaz.
Şimdi
dağları sevdalı binlerce yürek yetiyor.
***
Yoldaşı
Anlatıyor: “BU
BEDELİ ÖDEMEK LAZIM”
Mehmet,
Kars'tan İstanbul’a gelmiş ve inşaatlarda çalışıyordu. Bir şehit ailemizin
evini yapıyorlardı. Biz bu ailemizi ziyaret ettiğimizde sohbetlerimize kulak
kabartıyor bizi anlamaya çalışıyordu. O'nu ikna etmek için hiçbir zaman çok
söze gerek olmadı. Çoğu zaman hiç cevap vermez, derin derin düşünürdü. Daha
sonra bu halinin nedenini ona sorduğumda “Bazı
sözleriniz bana ters geliyordu. Ama biraz düşündüğümde haklı olduğunuza karar
veriyordum. Onun için de hemen cevap verme yerine iyice düşünüyordum”
demişti.
Kısa
süre sonra Mehmet artık saflarımızdaydı. Hayatında eline hiç kitap almamış
olmasına rağmen dergiyi ve bulduğu kitapları hiç sıkılmadan okuyordu. Hatta
dergiyi çoğu zaman iki defa okurdu. Aktif mücadeleye '93 yılının sonlarında katıldı.
Ve o günden tutsak düştüğü güne kadar yapılması gereken hiçbir işe “hayır, yapamam, olmaz” demedi.
Önderimiz
tutsak düşmüştü. Birlikte önderimiz için yapılacak bir korsan gösterinin
pankartını hazırlayacaktık. “Bu pankart
güzel olmalı. Harflerini yarım metre büyüklüğünde yapsak olmaz mı?” diye
sordu. Koca koca harflerle “Yaşasın Önderimiz Dursun Karataş” sloganını
yazıyordu. Sabah pankartın altına yazacağımız imza için yapıştırma harfler
alınıp eyleme gidilecekti. Harfleri almaya gönderdiğimiz arkadaş bir türlü
gelmiyordu. Mehmet evin içinde dönüp duruyor, sinirleniyordu. “Bu pankart bizim namusumuz. Bu pankart
eyleme yetişecek” diyordu. Gelecek arkadaşı beklemekten vazgeçip kendisine
parayı uzattığımızda gözleri parladı. Hızla evden çıktı ve harfleri alıp geldi.
Yapıştırma işini hızla bitirip diğer arkadaşları da alarak eyleme yetişti.
O
hep sakin, ağır başlıydı. En öne çıkan yanları ise emekçi, özentileri olmayan yanlarıydı. Günlerce aç kalsa, parası
olmasa halinden yakınmaz, elinde olan parayı hep savaşın ihtiyaçlarına
saklardı.
Bağcılar
Direnişinden çok etkilenmişti. “Üç Karanfil Türkü Söyler” parçasını dilinden
hiç düşürmezdi. Ezgisini ıslıkla çalardı. Özellikle de Sabo ve çatışarak şehit
düşen kadın yoldaşlarımıza büyük bir hayranlık duyardı. “Ben devrimci olmadan önce kadınların böylesine kahramanlıklar
yaratabileceğine inanmazdım. Düzen kadınları hep aşağılamış. Ben de kadınları
güçsüz, korkak sanırdım. Onun için bizim yoldaşlarımıza çok saygı duyuyorum”
derdi.
1994
yılının sonlarında tutsak düştü. 5-6 ay sonra dışarı çıktığında artık daha bilinçliydi.
“Kıra gideyim de ömür boyu savaşçı
kalmaya razıyım” diyordu. “Yaa ben
köylü adamım, ben kıra gitmeyeceğim de kim gidecek. Savaş bedel istiyor. Bu
bedeli ödemek lazım. Ben çok bilgili değilim, ama bana ne kadar çok bedel
ödersek devrim o kadar çabuk olacak gibi geliyor” diyordu.
Çevresindeki
herkes tarafından sevilirdi. Ağırbaşlılığı, sakinliği ve içtenliği kendisini
sevdirmeye yetiyordu. Ailesi memleketteydi. Akrabalarının yanında kalıyordu.
Halası Mehmet'i o kadar çok seviyordu ki, müteahhide verdikleri inşaatın bir
çatı katı Memedimin olacak diyordu. Ondan bahsederken hep “Memedim” derdi.
Mehmet ne derse doğruydu halasına göre. Sanki kendi çocuğuydu.
Mehmet
girdiği her ortamda aynı sevgiyi saygıyı kazanmayı başarırdı. İnsanlarımıza “bizim insanlarımız”, işlere “bizim işlerimiz” diye sarılırdı.
“Parti diyor” denildiğinde akan sular
dururdu. Parti diyorsa mutlaka yapılmalı. Bir halk ilişkimiz “Parti kendini köprüden at dese atar mısın?”
diye sormuştu. “Gözümü kırparsam
şerefsizim” diye cevap vermişti.
İşte
Mehmet Partiye böylesine bağlıydı. “Başka
çaresi yok ki devrim olacak. Başka çaremiz yok ki biz yapacağız” derdi.
Bugün
şehitlerimizin yarattığı geleneklere bir yenisini eklediniz. Tam da sana göre
bir direnişti bu Mehmet. Tam da hayal ettiğin gibi. Hayallerini hep elinde bir bayrakla
şehit düşmek süslerdi. Kampanyada bir bayrak saklamıştın kendine. “Pek şatafatlı
değil ama olsun bize yakışır” demiştin. Şimdi ise kanınla biraz daha kızıllaştırdın
bayrağımızı.
Ege
dağları Mehmet; Ege dağları ne yiğitliklere tanık olmuş. Ama böylesi bir
yiğitliğe de ilk defa tanık oluyordur. Ve yarın yenileri eklenecek bu
destanlara.
Sırada
yeni Erhanlar ve Mehmetler bekliyor. Onlar da bir gün diz kıracaklar, tetiğe
basacaklar, kanınızla suladığınız verimli topraklarda.
Hep
bizimle olacaksın inan. Sözün sözümüzdür. Ege dağları bir gün özgür olacak.