Mehmet ÇOLAK'ı Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

 

Bir yoldaşı anlatıyor:

Onun felsefesi kitabın içinde değil, yaşamın içindedir.

 

MEHMET ÇOLAK (gerilladaki adıyla HAYRİ) Küçük yaştan itibaren çalışmaya başlamıştı. Kazandığı parayla, kendisiyle birlikte yaşlı annesini de geçindiriyordu. Annesini çok sever sayar, onun kalbini kırmamaya çalışırdı. Annesi de O'na çok bağlıydı. Yoksulluğundan hiç utanmamıştı Mehmet. Bir kez olsun boynunu eğip dolaşmamıştı. Hep ekmeğini kazanmak için döktüğü alınterinin gururunu duyar, kendisini aşağılamaya kalkan zengin züppelere ağızlarının payını vermekten çekinmezdi. Seyyar satıcılık yaptığı günlerdir. Bir el arabasıyla hurma satıyordur. Bir marketin önünden geçerken alış veriş etmek için durur ve el arabasının kaymaması için tekerinin altına bir hurma koyar. Kendisi markete girer. Ancak tekerin altına koyduğu hurma arabanın ağırlığına dayanamayıp ezilir ve el arabası yokuş aşağı kaymaya başlar. Epeyce kaydıktan sonra mercedes marka bir arabaya çarparak durur. Otomobilin dikiz aynası kırılmıştır. Otomobilin sahibi bağırıp çağırarak ortalığı ayağa kaldırır. Gürültüyü duyan Mehmet marketten çıkıp olay yerine koşar. Otomobilin sahibi öfkeden deliye dönmüştür. Mehmet'e bağırıp üzerine yürür. Mehmet de aynı şekilde ona bağırır: "Ne bağırıyorsun be adam? Seninkisi de araba benimkisi de... Bir kaza oldu işte, senin araban gibi benimki de hasar gördü. Senin kadar ben de üzüldüm" der. Mehmet

Saflarımızda yer almaya başlayan Mehmet bir yandan demokratik alandaki etkinliklerimizin örgütlenmesinde görev alıp çalışırken, bir yandan da Malatya hapishanesindeki tutsak yoldaşlarımızı ziyaret eder ve birçok hapishanede hiç tanımadığı yoldaşlarımızla mektuplaşır. Bu ziyaretler ve mektuplaşmalar Mehmet için hem bir eğitim sürecidir, hem de coşku kaynağı... Mücadeleye girdikten sonra da ekmek kavgasını sürdürür. Kendisi de çocukluğundan beri bir işçi, bir emekçi olduğu için işçileri, emekçileri yürekten sever ve onları da mücadelemize kazandırmak ister. İnşaat ve sanayi işçileriyle ilgilenir. Bir grup inşaat işçisi işten atıldığında, onların haklarına sahip çıkmak için yaptıkları eylemlere katılır. Bununla da yetinmez, onları kurumlarımıza getirir ve arkadaşlarımızla tanıştırır. Örgütlülüğümüzün, getirdigi bazı işçilerle kalıcı ilişkiler kurmasını sağlar. Her türlü olanağı coşkuyla harekete sunar. Bekçilik yaptığı günlerde yaşadığı küçücük bekçi kulübesi evsiz kalan arkadaşlarımızın uğrak yeridir. Pek fazla para kazanamıyordur ama, her zaman kazandığının büyük bölümünü harekete verir. Hareketi için her türlü zorluğa katlanacak kadar özverilidir.

Mehmet, coşkusu hiç eksilmeyen, hayat dolu bir insandır. Yoldaşlarının neşe ve espri kaynağıdır. Aynı anda birkaç şeyi birden düşünüp, aynı anda birkaç işi birden yapabilecek bir yeteneğe ve pratik zekaya sahiptir. O, kendine özgü esprileri, güldüren ve düşündüren davranışları, pratik zekası ve hazır cevaplılığıyla bir Nasreddin Hoca'dır. İnsanları iyi gözlemler, çabuk çözümler ve kendine has üslubuyla tanımlar...

Mehmet felsefeye ve şiire ilgi duyardı. Bol bol felsefe kitapları okur ve kütüphaneler dolusu kitap devirenlerle bile hiçbir kaygı duymadan felsefe tartışmaları yapar. Ama onun felsefesi kitabın içinde değil, yaşamın içindedir. Şiirleri ise yüreğindekileri ifade eder. Hareketimizin Önder kadrolarına hayrandır. Şiirlerinde önderimizin ve önder kadrolarımızın adı geçer. Kendisi de iyi bir yönetici, iyi bir komutan olmayı hedeflemektedir.

'92 yılının yaz aylarında Şerafettin Şirin Kır SDB'sine bağlı olarak çalışmaya başlar. Bütün yeteneklerini, görevlerini en iyi şekilde yerine getirmek için kullanır. Gerilla yoldaşlarımızın gözbebeği olur. Kendisinin de hayalinde, bir kır gerillası olarak Malatya dağlarında silah çatmak vardır. '92 yılının sonbaharında Şerafettin Şirin Kır SDB'sinin komutan ve komutan yardımcısı tutsak düşer. O günlerde hareketimizi; Önderimizi alçakça bir darbeyle tutsak eden darbeci hainler yönetmektedir. Kadrolar durumdan habersizdir. Bir süre sonra birliğin diğer üyeleri darbe ihanetinden haberdar olurlar ve başta Maksut Polat olmak üzere bütün birlik üyeleri darbeci hainlere tavır alırlar. Şerafettin Şirin Kır SDB'si ve ilişkileri deşifrasyon ve düşman operasyonuyla karşı karşıyadır. Bu nedenle kır SDB'sinin başka bir bölgeye kaydırılmasına karar verilir. Kır SDB'sinin Maksut Polat dışındaki üyeleri ve daha önceden belirlenen bazı gerilla adayları '93 yılının ilk aylarında silahlarıyla birlikte Dersim Kır Birliği'ne katılırlar. Bu savaşçılardan biri de Mehmet'dir. Mehmet yaşlı annesini ve çocukluğundan beri sevdiği sözlüsünü geride bırakarak silahlı savaşa katılmıştır. Kendisine Hayri kod adı verilir. Sonsuz coşkusunu, hareketliliğini ve yeteneklerini gerillaya taşır. Ancak gerillaya katıldıktan birkaç hafta sonra girdiği ilk çatışmada Çalaxane direnişinde, üyesi olduğu müfrezenin bütün diğer savaşçılarıyla birlikte gerillaya doyamadan şehit düşer. Direnişleri kahramancadır. Hayri de (Mehmet Çolak), Behiye ve diğer üç yoldaşıyla birlikte çatışıp çekilirken girdikleri açık bir derenin içinde vurularak şehit düşer.

 

***

 

Mehmet Çolak yoldaşımız hakkında bir ÖYKÜ/ANI

 

"BEN GİDİYORUM, DAĞLARA GİDİYORUM"

 

Kültür-Sanat merkezi tıklım tıklım. Yakında Malatya'da Grup Ekin'nin konseri varmış. Liselerden, mahallelerden, ilçelerden gençler gelmiş, her biri bir işle uğraşıyorlar. Konser biletleri ellişer, yüzer ellerde dolaşıyor. Paralar sayılıyor. Yan odadan davul-zurna sesi geliyor. Ve gümbür gümbür ayak sesleri. Gençler konserde Malatya yöresine ait halk oyunlarını oynayacaklarmış; bir karmaşa, bir gürültü... Sanırsın kıyamet günü. Bir ara bir "kabahat" işleyip ayağa kalkıyorum. Kalkmamla birlikte de 15-16 yaşlarında bir genç kız karşıma dikiliyor. Kaşlarını çatmış:

- Bir köşede otur, bize engel olma; diyor.. Bu fırtınanın üstüne laf mı söylenir?.. Geçip sehpanın yanına oturuyorum. Aslında yan odaya geçip halk oyunlarını seyretmek istiyorum ama bir daha ayağa kalkıp bir zılgıt daha yemektense, yerime oturup arkadaşın gelmesini bekliyorum. Gözüm gayri ihtiyari olarak sehpanın üzerindeki deftere takılıyor. Usulca uzanıp defteri alıyor ve sayfalarını karıştırmaya başlıyorum. Bir şiir dikkatimi çekiyor:

Gece gene üzerime çöktü

Karanlık ve ay ışığı

Demli çayım yanımda

Ortadoğu çok uzaklarda

Oooof... oooff...

Neredesin Tayfun yoldaş"

Farkında olmadan gülümsüyorum. Anlaşılan şair bizden biri. Uzun süre tekrar tekrar aynı dizeleri okuyup duruyorum.

-Hayrola, neyle uğraşıyorsun Öyle?

Başımı kaldırıyorum. Çok şükür, beklediğim arkadaş gelmiş. Tekrar deftere dönüp şiirleri okumaya devam ediyorum.

- Haydaaa... Sen iyice dalmışsın. 'Merhaba' dedim duymadın. Bari kafanı kaldırıp ne okuduğunu söyle.

- Ne bileyim, bir şiir defteri işte! Baksana Tayfun abi ile ilgili şiirler var. Allahaşkına kim bu Tayfun ÖZKÖK hayranı?

- Ha, tamam, o bizim Mehmet.

- Hangi Mehmet?

Arkadaş uzun uzun güldükten sonra cevap veriyor:

- Neyse, çıkalım yolda anlatırım.

.....

Sağımızda Kapalıçarşı; üstünde kocaman bir İnönü heykeli... '80 öncesi onlarca faşist bu heykelin başına ip geçirip çekerek devirmeye çalışmışlar ama devrilmemiş. Solumuzda kırık minareli Yeni Camii... Karşımızda Kuyumcular Çarşısı... yürüyoruz. Hafta sonu ya, bir kalabalık ki sorma gitsin. Adım başı birine çarpıyoruz. Arkadaş, Tayfun abi hayranı şairimizi anlatmaya devam ediyor:

- Yaaa... Böyle işte. Şeytan mı şeytan biriydi. Onun düşüncelerine yetişemezdik. Hop oturur, hop kalkar, yerinde duramazdı. Bizim gibi demokratik alanda çalışıyordu. Birgün sorumlu arkadaş birkaçımızı topladı ve 'içinizden birinizi kırsal alana göndereceğiz. Gerilla olmasa da, bizimle ilişkisini kesip gerillayla çalışacak' dedi. Merakla kim olduğunu sorduk. Sorumlu arkadaş; 'hepinizle ayrı ayrı görüşecegim. Kim olduğunu o zaman anlarsınız' dedi. Sonra odaya geçti. Hepimiz heyecandan meraktan bekliyorduk. Benim kalbim küt küt çarpıyordu. Sorumlu arkadaş ilkin Mikail'i(1) çağırdı. Mikail bir süre sonra dışarıya çıktı bir köşeye geçip oturmaya başladı. Anladık, o değildi. Sonra Mehmet girdi odaya. Çok geçmeden koşarcasına odadan çıktı ve bir mendil alıp tek başınma halay çekmeye başladı. Anlaşılmıştı, o gidecekti. O, bizim karşımıza geçmiş halay çekerken, biz Mikail'le birlikte somurtarak oturduk. Arkadaş anlattıkça kafamda haşarı bir çocuk olarak şekilleniyor Mehmet. Sözünü esirgemeden söyleyen cin fikirli bir çocuk... Daha neler neler anlatıyor arkadaş. Her şeyden bir parça anlayan, her konuda bir parça fikir sahibi olan, bilmediği işlerin içine girmekten korkmayan biriymiş Mehmet. Hani medeni cesarete sahip derler ya, öyle işte...

Birkaç ay daha önce gelseymişim görebilecekmişim Mehmet'i. Arkadaş, "neyse nasıl olsa birgün karşılaşırsınız" diyor ve Mehmet sohbetini, kapatıyoruz. Bahar Beydağı'ndan doğuyor Malatya'ya. Şehrin güneyindeki çıplak tepeler baharla birlikte yeşilleniyor. Toprak rengi ile karışık bir yeşil; çiçek ve ot kokularına karışıyor. Dağlardan eriyen kar sularıyla coşan kanal, Kernek'te çağlayarak şehre dalıyor. Hali vakti yerinde olanların oturduğu Kanalboyu Caddesi'nde sakin sakin aktıktan sonra, tekrar çağlayarak yoksul mahallelere uzanıyor. Bahar kokusu Yamaç, Kernek, Beydağı ve Cemal Gürsl mahallelerinden eserek şehrin toz yüklü havasından isyan eden ciğerlerimizi rahatlatıyor. Yüreklerimize sonsuz dağları ve masmavi gökyüzünü doldurmuşuz. Şehrin sokakları dar geliyor. Çok bunalırsak kendimizi ilçelere, köylere atıyor, özlemimizi gideriyoruz. Bu, başka bir duygu...

Büyük kentlerde derinliğine yaşamadığımız bir duygu. Anadolu'da dağ çekiyor adamı. Karşı koyamıyorsun, engelleyemiyorsun. Bilincin, duygularına yön vermekte zorlanıyor. Her an, her dakika dağ çekiyor canın... Köylerden geldik. Burada oturuyoruz. İçerisi her zamanki gibi tıklım tıklım. Çat kapı bir genç giriyor içeriye. Kimdir necidir bilinmez. İçerdekilerden kimse tanımıyor onu. Zayıf, kara-kuru bir çocuk. Orta boylu sayılır. Pantolonunun paçası ayakkabısından bir karış yukarda. Pantolonundan daha uzun olan ceketi çift yırtmaçlı. İlginç ama; pantolonu temiz, ceketi çamurlu... Fırtına gibi içeri girip yanıma geliyor. Ayağa kalkmamla kucaklayıp yanaklarımdan öpüyor. Ağzımı açmama fırsat kalmadan omuzuma vurup "Kaç haftadır bekliyorum, bir ziyaretime gelmedin. Sonunda beni ayağına getirttin. Oturda biraz sohbet edelim" diyor. Şaşkınlığım geçmeden yanımda oturan arkadaşı kaldırıyor ve yerine kendisi oturuyor. Yok yok, daha önceden uzaktan bile görmedim bu genci. "Kardeşim, sen de kimsin, bu ne samimiyet" diyeceğim ama, kararsızım, sesimi çıkarmıyorum. O ise kırk yıllık ahbapmışız gibi konuşmaya devam ediyor. Bir sussa ben de konuşacağım ama susmak bilmiyor. Bir ara cebinden bir kağıt mendil çıkartıp burnunu siliyor. Tam ağzımı açıp; "kusura bakma arkadaş, ama seni tanıyamadım" diyecekken bir mendil de bana uzatıyor:

-Üstünüze afiyet, ben soğuk almışım. Al sen de sil burnunu.

-Benim burnum akmıyor ki...

-Mendil verdiğime göre akıyor demektir. Al sil. Al...

Zorla burnumu sildirecek. Sinirlerim bozuluyor, ama gürültü koparmasından korktuğumdan yine sesimi çıkarmıyorum. Çaresiz burnumu silmek için mendili açıyorum. O da ne?!.. Mendilin içi yazı dolu. Hemen geri katlıyorum mendili. "Sen otur, ben bir lavaboya gidip geleyim" diyerek tuvalete gidiyorum. Notu hızlı hızlı okuyorum. Not gerilladan... Hemen cevabını yazıp geri dönüyorum. Aynı şekilde notu kamufleli olarak gence veriyorum. Seviniyor, gülüyor ve gitmek için ayağa kalkıyor.

- Bir çay içseydin...

- Beni bir çayla mı kandıracaksın hayırsız. Yemek deseydin belki kalırdım. Neyse artık sen uğrarsın bana, ben sana çay ısmarlarım.

"Eyvallah" deyip dışarı çıkıyor. Birkaç saniye sonra arkadaş giriyor içeri. Yüzü gülüyor arkadaşın. Yanıma oturup kulağıma fısıldıyor:

- İşte o...

- Hangi o?

- Ya, kapıda karşılaştığım o işte!

- Tamam da kim?

- Anlattım ya sana, Mehmet; bizim Mehmet.

Mehmet ile tanışıklığımız böyle başlıyor. Yani tam da ününe yarışır şekilde. Fırtına gibi geldi, işini yapıp gitti. Getirdiği notta bir daha geleceği yazıyordu. Birkaç gün sonra bir evde görüşecektik. Günü gelince arkadaşla geleceği eve gidip onu beklemeye başlıyoruz. Tam saatinde geliyor. Gene hareketli, gene neşeli... Önce getirdiği notu veriyor, sonra kucaklaşıyoruz. Siyah ve düz saçları yağmurdan ıslanmış, alnına dökülmüş. Saçını kurutması için bir havlu getiriyoruz. İstemiyor, "alışkınım, birşey olmaz" diyor. Bir bardak sıcak çay ikram ediyoruz. "Yüz milyar verseydiniz, bu çayın yerine geçmezdi" diyor. Gözlerim çoraplarına takılıyor. Giyile giyile incelip tül gibi olan çorapları sırıl sıklam olmuş. Hiç dikkatinden kaçar mı Mehmet'in? Hemen farkediyor çoraplarına baktığımı:

-Yeni bir çorap alacaktım. Ama param çıkışmadı. Arkadaş gidip yeni bir çorap getiriyor. Çoraplarını değiştiriyor. Bir miktar para uzatıyoruz kendisine:

- Al Mehmet, yeterli mi?

- Hayır almam.

- Parasız dolaşman tehlikeli, al hadi.

- Hayır almam. Ben para bulurum. Siz paranızı faaliyetlerinizde kullanın.

- Yapma Mehmet...

- Alamam dedim ya. Zaten arkadaşlara sormadan almam.

- Biz söyleriz, al hadi.

- Olmaz!..

Üstelememizin bir anlamı yok, inat mı inat. Almıyor parayı. Biz getirdiği notu okurken, o masadaki kitabı karıştırmaya başlıyor. Kitabı bırakmadan teyp kasetlerine el uzatıyor. Arada da bize laf yetiştiriyor. Onun hareketlerine yetişmek zor. Mehmet her dakika fırtına gibi esiyor. Notu okuduktan sonra cevabını yazıp veriyoruz. Sonra oturup sıcak bir sohbete dalıyoruz. Bağlardan, gerilladan, tutsaklardan, SDB'lilerden ve daha bir ton şeyden bahsediyor. Hareketleri gibi düşüncelerine de yetişmek zor Mehmet'in. Ağız dolusu anlatıyor da anlatıyor. Saat epey ilerliyor . Bir ara saatine bakıyor ve "artık gitmem gerekiyor" diyor. Gitmesi gerekiyorsa gidecek, 'kal' demiyoruz. Ceketini giydikten sonra biraz özel konuşalım diyor. Arkadaş yan odaya geçiyor. Ciddi bir ifade oturuyor yüzüne Mehmet'in.

- Ben giyorum, dağlara gidiyorum, Dersim'e gidiyorum. Artık görüşemeyiz.

- Yolun açık olsun Mehmet.

- Yolumuz açık... Birgün binlerle döneceğiz, zaferle döneceğiz.

- Biliyorum Mehmet. Kırdaki arkadaşlara selamımızı söyle.

- Başım gözüm üstüne. Şeeyy... Aslında ben sana bir meseleden bahsedecektim. Bir bayan arkadaş var. Ben gittikten sonra gelir, seni görür. Onunla ilgilenin, dergi filan verin okusun. Konuşun, geliştirin. Başka ne diyeyim, ilgilenin yani.

- Kim bu bayan arkadaş Mehmet?

- Şeyy... Adı Xxxxxx

Yüz ifadesinden anlıyorun durumu. Üstelemiyorum. Sadece "arkadaşların bilgisi var mı" diye soruyorum. "Var" diyor utanarak. Sonra arkadaşı çağrıyoruz odadan. Kucaklaşıyoruz, ayrılıyor. Fırtına gibi çıkıyor Mehmet, dağlara gidiyor...

Kaç gün geçti bilmiyorum. Mehmet düşüyor aklıma. "Bu hızla giderse kimse onu durduramaz" diyor içimdeki ses. Bahar dağlara çekiyor gençleri. Mikail, Aydemir(2) ve birkaç arkadaş daha gittiler Dersim'e. Elazığ'dan da hergün yeni katılmalar oluyormuş. Diyarbakır'dan da gidecekler var deniyor. Baharla uyanan doğa gibi, gerillamız da kıpırtılar hissettiriyor kendini. Hergün güzel haberler geliyor Dersim'den. Umut dolu, gelecek dolu. Güzel haberler yüreğimizi ısıtıyor. Kafamda dağlar kadar umut, yürüyorum Malatya sokaklarında.

Büronun kapısına ulaşıp içeri girdiğimde, içeride oturmakta olan bir genç kız kalkıp elini uzatıyor.

- Sen olmalısın, Adım Xxxxxx.

- Sen Xxxxxx isen aradığın da benim. Tokalaşıp karşılıklı hal hatır soruyoruz. 18-19 yaşlarında, ciddi görünümlü ağır oturaklı bir genç kız. Saçları uzun, yüzünde saflığın, temizliğin yapmacıksız ifadesi var. Konuşmak için boş bir odaya geçiyoruz. Anlattıklarından bizi, hareketimizi pek tanımadığı ortaya çıkıyor. Onu daha fazla tanımak ve bilinç düzeylini ölçmek için sorular soruyorum.

- Hareketimizi ne kadar tanıyorsun Xxxxxx?

-Ne demek ne kadar tanıyorsun? Sen beni cahil bir kız mı zannettin? Ben Mehmet'i kara kaşı kara gözü için sevmedim. Bizimkisi politik bir ilişki!...

Anlattıklarından, ne bizi, ne de başka bir örgütü hiç tanımadığı, şimdiye kadar hiçbir siyasi faaliyet içinde yeralmadığı, hiçbir yayını okumadığı ortaya çıkıyor. Ne var ki gittikçe hem yüz ifadesi, hem de ses tonu yumuşamaya başlıyor. Çatık kaşlarının altında kıvılcımlar saçan gözleri hüzünlü bir ifade alıyor. Susuyor bir süre. Bakışları uzaklara, çok uzaklara dalıyor. Artık karşımda ne denli politik, ne denli devrimci olduğunu ispatlamaya çalışan öfkeli bir insan değil, sevdalısı için kaygılanan, ona ulaşmaya çalışan bir genç kız var. Gözlerindeki engelleyemediği hüzünle soruyor:

- Onu bir daha görebilecek miyim?

- Bilmiyorum Xxxxxx, o bir gerilla.

- Ondan nasıl haber alabilirim? Başına bir şey gelirse nasıl öğrenebilirim?

- Sürekli bizi gör, bu yeterli. Hem seninle daha çok konuşacaklarımız var.

- Tamam sürekli geleceğim. Mehmet'in mücadelesi benim de mücadelemdir. Mehmet'ten ayrı görmeyin beni. Verdiğim kitapları, dergileri çantasına koyuyor. "En kısa sürede hepsini okuyacağım. Her şeyi öğreneceğim" diyor. Birlikte diğer arkadaşların yanına geçiyoruz. Neşeli sohbetler içinde hüznü dağılıyor. Bir süre sonra "geç oldu, gitmeliyim" deyip çıkıyor.

Çemişgezek Vaskovan karakolunun gerillalarımız tarafından basıldığı haberini hapishanede öğreniyoruz. Bir alkıştır kopuyor içerde. Komüncü arkadaş yaldızlı filtreli sigaralar dağıtıyor. Eylem şerefine tatlılar yiyoruz... Eh, ne de olsa '90 sonrası Dersim'deki ilk büyük eylemimiz. Birkaç haftadır tutsağız. Olağan polis operasyonlarından biri özgürlükten koparıp Malatya hapishanesine koydu bizi. Ama moralimize, coşkumuza değme gitsin. Biliyoruz, nasılsa çıkacağız. Bir de güzel haberler gelmiyor mu dağlardan?.. Çok değil. Birkaç gün sonra yine Dersim'den gelen bir haber acıyla sarsıyor hepimizi. Çalaxane'de çatışma ve 12 şehit... Canımızdan 12 parça. Umudumuzu dağlara taşıyan can yoldaşlarımız. '90 sonrası Dersim'deki ilk şehitlerimiz. Kürecik dağlarından ses veren Şerafettin'leri selamlar gibi ulaştı haberleri. Ardından isimleri geldi. Çoğu yeni katılmışlardı gerillaya. İçlerinden biri de Mehmet'ti. Fırtına gibi gitmiş ve fırtına gibi ulaşmıştı özgürlüğe, ölümsüzlüğe... Birkaç hafta içinde dergide resimleri yayımlandı. Mehmet'in resminin yanında bir anlatım ve bir de kendi şiiri yayınlanmıştı. Buğulu gözlerine bakıldığında dağların sonsuzluğu görülebiliyordu. Resmi, bütün şehitlerimiz gibi yüreğinin güzelliğini ve büyüklüğünü yansıtıyordu. Çok az insanımız tanırdı O'nu. Oysa şimdi binlerce insan tanıyordu.

.....

Sonraki yıllar Çalaxane Direnişi'nin yıldönümlerinde ve çeşitli dönemlerde Mehmet'in adı geçti yayınlarımızda. Ancak O'nu anlatan hiçbir yazı yayımlanmadı. Yıllar sonra hapishanede, Dersim'de gerilla olarak bulunmuş bir yoldaşla sohbet ederken Mehmet'i sordum. O da çok az tanıyordu. Ama sorunca gülümseyip anlatmaya başladı. Mehmet Dersim'e gittikten sonra içinde konumlandırıldığı müfrezeyle birlikte Pertek'e faaliyete gitmiş. Uğradıkları bir köyde gençleri başına toplamış. Bir konuşmuş, bir anlatmış ki, sorma gitsin. Az daha gençlerden bir ordu kuracakmış ki komutan gelip müdahale etmiş. Eeee... yetişmek zordur Mehmet'e. Komutan da O'nun hızına yetişmekte zorlanmıştır herhalde.

Şimdi yıllar sonra birkez daha düşünüyorum Mehmet'i. Hayali dağ kadar büyük bilincimde. Dürüst, namuslu, cesur ve atılgan bir Anadolu insanıydı Mehmet. Namludan fırlayan bir mermiyi, beklenmedik bir zamanda esip ortalığı toza dumana katan bir rüzgarı anımsatırdı. Öylesine hızlı... Ve emekçi... Ve yaratıcıydı. Hesapsız ve çıkarsızdı yaşamı. Ve şimdi bedeni vatan topraklarıyla birlik oldu. Vatan gibi düşünüyor, özgür vatan gibi özlüyorum Mehmet'i. Yeni bir bahara dönüyor mevsim. Yeni Mehmetler yürüyor dağlara. Serpilen tohumlar yeni filizler veriyor. Her yeni filizde daha da büyüyor kavga. Ve kavga Mehmetlerin yanına çağırıyor bizi; DAĞLARA!!!

 

(1) Mikail Güven (6 Aralık 1994’te Çaytaşında şehit düştü)

(2)Aydemir Şahin (Eylül 1994’te Ulukale’de şehit düştü)

 

BURADAYIZ

YİNE TETİK BAŞINDA

KAVGADIR BU

DAĞLARA KAZIYORUZ

İNATLA

GÖRSÜNLER

SEN DÜŞTÜN

BEN DÜŞTÜM

BİNLERCE CAN DÜŞTÜ

AMA UMUT DÜŞMEDİ

DÜŞMEYECEK!