Kazım Gülbağ'ı Yakınları, Yoldaşları

Anlatıyor:

 

 

Cephe, Kazım Gülbağ’ı Anlatıyor:

 

Yakın tarihimizin en büyük direnişi, hapishane duvarlarını,

ülke sınırlarını aşarak, beyinleri ve yürekleri sarsarak,

ölürken zulüm düzenine vurarak, yanarken zalimi yakarak sürüyor

Direniş, 47. Şehidini Yurtdışında verdi:

 

KAZIM GÜLBAĞ BİR FEDA SAVAŞÇISI OLARAK

ALEVLERİNDE ZULMÜ VE ZULMÜN

İDEOLOJİSİNİ YAKARAK ŞEHİT DÜŞTÜ

 

“Başkalarını yenen güçlüdür. Kendini yenen ise

kahraman ve yenilmezdir.”

                                                                                   (Lenin)

 

Yaşamak mücadeledir;

mücadelesiz bir yaşam, yaşamamakla eşdeğerdir;

Türkiye’nin ve dünyanın yakın tarihinin bu en büyük direnişi, her alanda, dünyanın her yerinde yankılanıyor. Tüm demagojilere, kopkoyu sansürlere rağmen, kulaklara, yüreklere ulaşıyor, sarsıyor, sorgulatıyor... Bu sarsıntı, hayatın çeşitli alanlarında mücadelenin içinde yeralanlarda, yüreklerine bir kez devrimcilik tohumu düşmüş olanlarda da değişik biçimlerde yaşanıyor. Kazım Gülbağ, bu sarsıntıyı en derinden hissedenlerden biri oldu.

Çünkü, bu büyük direniş yaşanırken, onun partisiyle, cephesiyle örgütsel ilişkisi kopuktu. Yaklaşık bir yıl önce zaafa düşmüş, suç işlemiş, ihraç edilmişti.

Ama davaya bağlılık, halka bağlılık, devrime bağlılık, Parti-Cephe tarihine bağlılık, şehitlere, yoldaşlarına bağlılık onun içinde yeretmişti. O bunlarsız yaşayamayacağını gördü. İhraç edilmesine rağmen Parti-Cephe ruhuyla yaşadı.

Düzenle bütünleşmedi. Kimilerinin hayranı olduğu, kimilerinin kapağı atmak için can attığı Avrupa’da olmasına rağmen, Avrupa’nın düzenini, yaşamını reddetti. Tersine o bu düzenden, düzen yaşamından her geçen gün daha fazla koptu. “Kahpeliğin diz boyu olduğu bir yaşam bu ve bu bana ters geliyor. Uzlaşamıyorum. ... İmkanlarım var ama bu düzenin etrafa yayılmış tek bir nimetinde gözüm olmadı, bir tek şeyi mutlu etmedi beni ayrı kaldığım süre içinde. Öyle iğrenç ki bu düzen...” diyordu Partimize yazdığı son mektupta.

Şubat ayı ortalarında Partimize yazarak, yeniden Parti-Cephe ailesi içinde olmak istediğini belirtiyordu.

Ayrı da olsa, o büyük mücadelenin, o yaşam biçiminin uzağında, Parti-Cephe tarihiyle, şehitleriyle içiçe geçmiş o duygu ve düşünce dünyasının uzağında olamadı. Olmak da istemedi.

Parti-Cepheli mücadelenin dışında kalmak, o ilişkilerin dışında kalmak onun için “sudan çıkmış balık” olmak gibiydi. Nefessiz, havasız, besinsiz yaşamak gibiydi. Öyle yaşayamazdı, öyle bir yaşama dayanamazdı.

“Ve ben artık kendimde en köklü değişikliklere gitmek için giderek kendimi bu aileye daha yakın hissediyorum. Damarlarıma güç doluyor. ... İsteyen insan yenilmiyor. Devrimci iradeyle donanan insan asla yenilmiyor. İçindeki hayat tohumu zaferini ilan ediyor. Yaşamın anlamını ve yüklenmesi gereken misyonu daha iyi kavrıyorum...”

Bedenini tutuşturan, ona böyle bir feda eylemini yapacak güç ve iradeyi veren, işte o içindeki hayat tohumu’ydu. Hayat buydu. Yaşamak buydu işte. Yaşamak direnmekti. Yaşamak mücadele etmekti. Mücadelesiz bir yaşam, yaşamamakla eşdeğerdi.

 

Parti-Cepheli için ölüm, Parti-Cephe’den ayrı düşmektir!

Parti-Cephelilik, bir ideolojidir, bir devrim stratejisidir, zulme karşı her koşulda direniş, her koşulda halkın yanında saf tutmaktır; ve Parti-Cephelilik tüm bunların toplamından daha fazla bir şey olan bir yaşam tarzıdır. Bir kültürdür. Bu kültür, Türkiye devrimci hareketinin, dünya devrimcilerin yarattığı tüm güzellikleri, tüm yiğitlikleri, tüm iyilikleri, ve halkın değerlerini içinde taşır.

Parti-Cepheli olmak, bir bakıma daha kolaydır, ama Parti-Cepheli olduktan sonra Parti-Cephesiz kalmak daha zordur. Çünkü bu, mücadele ettiğin düzene, yani bireyciliğin, yozluğun, sömürü ve çıkarcılığın, bireyciliğin içine dönüştür. Kendini bir bataklığa atmaktır. Parti-Cephe, devrim için mücadele etmiş hiçbir insanın bu bataklığa geri dönmesini istemez. Bu nedenle, hatalar, zaaflar ortaya çıktığında da Parti-Cephe tarihinde ceza ve pratik içinde eğitim birlikte ele alınmıştır. Sorunlar, zaaflar, eksiklikler, hatalar, ihraç’a varmayan bir ceza ve eğitim içinde aşılmaya çalışılır. Devrimin safları, devrim için mücadele etmek, bir şeyler yapmak isteyenlere kapalı değildir. İsteyen o kapıyı, şu veya bu nedenle kapatılmış bile olsa, iradesiyle, ısrarıyla, pratiğiyle açar. 

Kendini yenen insan bu kapıyı açandır.

Bir Parti-Cepheli için ölüm, Parti-Cephe’den ayrı düşmektir. O böyle bir ölüme karşı savaştı. Bedenini tutuşturma, partimizin bilgisi dışında kendi kararıydı. O, hapishanelerdeki yüzlerce yoldaşı gibi, ölümsüzlüğü, Parti-Cephe bayrağı altında, Parti-Cephe’nin kızıl bantıyla bu büyük direnişin içinde yer almakta gördü. 

Kazım Gülbağ, Parti-Cephe üyesi olma onurunu bu ayağa kalkışıyla, bu feda eylemiyle, kazanmıştır. Kahraman ve yenilmezdir. Onu hiçbir zulmün ve hiçbir burjuva ideolojisinin yenemeyeceği noktadadır. Parti-Cepheliler böyledir. Düşerler ve çok daha güçlü ayağa kalkarlar.

 

Biz halkımız için ölürüz. Biz yoldaşlarımız için ölürüz. Biz onurumuz için ölürüz. Parti-Cepheliler böyledirler.

Yoldaşları içeride ölürken, ihraç nedeniyle ayrı düştüğü eşi ölüm yatağındayken, Parti-Cephe ruhu ve inancı taşıyan hiç kimse oturamaz, “ne yapabilirim ki” diyemezdi.

Diyordu ki; “Emek verdiğim insanlar ve bana emek verenler ölüme koşarak gidiyor. İnsanlarımız diri diri yakılıyor. Buna karşı çıkmayan insan değildir, devletin ve vahşetin yanındadır... Bu düzenle uyuşmam mümkün değil. Bu düzende en sıradan. en namuslu gözüken yaşam bile namuslu değil. Ve hiçbir şey masum değil. Susmanın bile suç olduğu günlerde yaşıyoruz.”

İşte bu günlerde susmadı. Susamazdı. Çünkü Parti-Cepheliydi. Namuslu bir yaşamın, içten bir devrimciliğin gereğini yaptı. Yoldaşları için, halkı için kendini feda etti. Bu büyük direniş, daha şimdiden öyle çok, öyle olağanüstü kahramanlıklar ortaya çıkardı ki, kimileri anlayamıyor. Anlamanın yakınından bile geçemiyor. Bu büyük direnişi, Gültekin Koç’tan Fidan Kalşen’e, Gülsüman Dönmez’den Canan Kulaksız’a ve Kazım Gülbağ’a uzanan bu olağanüstü fedakarlıkları, bu eşsiz kahramanlıkları “Tarikat”, “Müminlik” edebiyatıyla açıklamaya çalışanlar, Amerika’nın kültüründen, bencilliğinden başka bir şey bilmeyenlerdir. Bu kaba, ilkel, her türlü bilimsellikten uzak, içi bomboş düşüncelerin savunucuları, elbette bu eylemleri ve Kazım’ı anlayamazlar. Halk, dava, örgüt, onlar için hiçbir anlamı olmayan kelimelerden ibarettir. Bunların hepsi Amerikan bireyciliğini alıp çağdaşlık adına halka satıyor. Bizim direnişimiz bu hayat tarzına, bu anlayışa karşıdır.

Biz halkımız için ölürüz. Biz yoldaşlarımız için ölürüz. Biz onurumuz için ölürüz. Parti-Cepheliler böyledirler. Onlar gerektiğinde hiçbir emir, talimat beklemeden görev üstlenir, hatta Kazım gibi, hareketin örgütsel olarak dışında bile olsa, bir savaşçının sorumluluğunu duyar.

Devrimciler, kavgadan uzak kalanlar, Kazım’ın bedenini tutuşturan alevler herkese, ama herkesten önce size sesleniyor. Kazım’ın sesini duymak direnişi büyütmektir.

Ölürken öldürüyoruz. Yanarken yakıyoruz.

Kazım’ın bedenini tutuşturan alevler, yoldaşımızı değil, bu düzenin öğrettiği, empoze ettiği bencilliği, bireyciliği, bananeciliği yakıyordu.

Ölen biz değiliz bu direnişte. Yanan biz değiliz.

Bedenini meşale yapan yoldaşlarımız, ölüm oruçlarında düşen yoldaşlarımız, bir bomba olup, bir ateş topu olup, bu aşağılık düzenin, bu Amerikancı düzenin beyninde patlıyorlar.

 

(Yukarıdaki anlatım, DHKC Basın Bürosu’nun 24 Nisan 2001 tarihli 176 No’lu Açıklamasından alınmıştır.)

 

***

 

Bir yoldaşı anlatıyor:

 

Öğrenci gençliğin 80 sonrası İstanbul çapındaki ilk merkezi örgütlenmesi olan İYÖ-DER’in başkanlığını yaptı. Aynı zamanda Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğrencisiydi. Anadolu yakasındaki üniversiteler faşist saldırıların ve polis baskısının en yoğun olduğu yerlerdi. Kazımlar o ortamda öğrenci gençliği örgütlemeye çalışıyorlardı. 90’lı yılların ortasında gençlik örgütlenmesi içinde görev ve sorumluluklar almaya başladı. Kazım İYÖ-DER, ardından da TÖDEF içinde görev aldı. Disiplinli, pratik ve hızlı çalışması ile herkesin takdir ettiği, neşeli bir arkadaştı. İdeallerine bağlıydı. Kazım 12 Temmuz sonrası süreçte "bu hareket bu toprağa öyle güçlü tohumlar attı ki hiçbir güç onu yok edemez. O yeniden ve yeniden filizlenir" demişti. Kazım'ı yıllar oldu görmeyeli. Nerede olduğunu ve ne yaptığını bilmiyordum ama ne zaman aklıma gelse onun mücadelenin içinde olduğunu düşünürdüm."

 

Geri