İlker BABACAN'ı Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

 

Yoldaşları Anlatıyor:

 

GÜLTEPELİLER YİĞİT OLUR HA!

 

Şehri İstanbul'da bir tepeydi Gültepe. Umutların, düşlerin hayallerin çoğunlukla gerçekleşmediği yoksul gecekondu semti. O dev plazaların altında durur. Gültepe denince aklıma hep bir fotoğraf karesi gelir yerleşir. Dev plazalar ve altında gecekondular. "Varoşlardan gelip gırtladığımızı kesecekler" diyen oligarşi. Haklıydılar. Çünkü o gecekonduların üzerine plazalarını, yoksul halkın kanını emerek yaptılar. Kan ve gözyaşıyla büyüyor o plazalar.

Ve o plazaların gölgesinde yer alan Gültepe. Dik yokuşların bitmek, tükenmek bilmediği, her sabah erkenden kalkılıp, inilip çıkılan insanın nefesinin kesildiği yerler. Hele bir de kar yağdıysa, buz tutmuşsa, değil araç, insan için çile çekmektir o yolda yürümek. Ya da yazın o bunaltıcı sıcağında çıkmak dik yokuşları. Bin kere lanet okur insan. Ama yine de çıkar o dik yokuşlar. Çünkü bilirdik çıkmamız gerektiğini. "Taşı toprağı altın" deyip Anadolu'nun bağrından kopup "Ekmek parası" için, daha iyi bir hayat için, çıkıp gelenlerin semtiydi Gültepe.

Büyük kentin insan yutan anaforunda hayat çetin, yaşam zordur.

Ve çocuklar, olmazsa olmazdır onlar. Ama burası Gültepe. Yokluk içinde erken büyüyor çocuklar, burada sokaklardır pek çok çocuğun evi. Onlar şeker yiyip, salıncaklara binecek çocukluğu yaşamadan yitirirler. Bir ellerinde sigara, doldururlar dumanı ciğerlerine, bir ellerinde bally çekerler hayatlarını. Sokaklardaki çetin hayatın çocuklarıdır onlar. Vurur-vurulurlar. Karakolların gedikli müşterisidirler. Ve mahpusluk onların okuludur.

İşte İlker de o sokakların çocuğuydu. İnce dal gibi bedeni, şimşek gibi çakan gözleri, ağırbaşlılığıyla kavga adamıydı. Hiç, bir gencin yüzüne bakıp da "Ne kadar saf, temiz, pırıl pırıl kardeşim, arkadaşım, yoldaşım olsun" demekten kendinizi alamadığınız, bir daha görmekten geri duramadığınız oldu mu? Belki olmuştur, ama eğer olmamışsa ve eğer İlker'i görseydiniz, söyleyecekleriniz, düşünecekleriniz kesinkes bunlar olacaktı.

O dev plaza sahiplerinin bilip isteyerek yarattığı bambaşka bir dünyadır Gültepe sokakları. Yankesicilik, uyuşturucu, kavga, dövüş... Herşeyin olduğu sokaklar. Arkadaş için gözü kapalı belaya dalınır. Her türlü kirin, pisliğin olduğu bu sokaklarda İlker tertemiz kalmıştı. Adaletsizliği görüp yaşamış, her daim zayıf, güçsüzün yanında yer almıştı. İhtiyaç duyan oldu mu durmadan yardıma giderdi İlker.

O daha küçük yaşta üvey babasının öfkesinden kaçıp tanışmıştı sokaklarla. Çocuklar erken olgunlaşırdı sokaklarda. Tek başına ayakta kalmayı sokaklarda öğrenmişti. Gün olmuş aç kalmış, sokakta yatıp kalkmış bally çekmiş, kendini jiletlemişti... İlker büyüdüğü sokaklarda çocukluğunu erken bırakıp, mertliğe-delikanlılığa ermiş, dürüstlüğü, mütevaziliğiyle sokakların sözü dinlenir delikanlısı olmuştu. Küçük, büyük herkesin sevgisini, saygısını kazanmıştı. Delikanlıydı İlker. Mahalle delikanlısı. Öyle yozlaşmışlardan, kendini öyle göstermek isteyip de, gerçeğinde öyle olmayanlardan değil, harbisinden. Mertti, dürüstü, cesurdu. Kavgada ne kadar atılgan, keskinse, mazlum ve haklılar karşısında da o kadar yufka yürekli sevecendi.

Yaşına göre de oldukça olgundur, İlker. Ağırbaşlıydı öyle sululuklara gelmez, vakurdur. Hep dik gezer. Başı öne eğilmez asla. Gerekli olmadıkça konuşmaz, şımarıklıklar yapmaz, oturmasını, kalkmasını bilirdi.

Sessiz, dingin durur İlker. Ama o durgunluk fırtına öncesi sessizlik gibidir. Hiçbir işte tez canlı olmazdı. Ne zaman ne yapması gerektiğini bilirdi o.

Silahlara da çok meraklıdır, silahsız gezmez.

Aslen Balıkesir'li olan İlker 1978 İstanbul doğumludur. Kavgamızın şehri İstanbul'da büyür, hareketimizle tanışması da hayli olaylı olur. O'nun doğduğu yer Gültepe, Devrimci Sol'un da ilk büyük eylemlerinden birini koyarak adeta kuruluşunu duyurduğu yerdir. Bu eylemde faşistlerin merkezi olan Gültepe'ye büyük bir baskın yapılır ve faşist odaklar dağıtılır. Devrimci Sol damgasını vurmuştu bir kez Gültepe'ye.

1995 yılında Parti-Cephelilerin çalışmaları çerçevesinde, Gültepe’de iki Cepheli, faşistlerin yoğun olduğu bir bilardo salonuna girerler. Birisi bir kampanya çerçevesinde konuşma yapar. Şaşırmıştır İlker. Tıka basa dolu bilardo salonunda bizimkilere bir tek o karşı koyar. İçeride bulunan faşistlerse sinmişlerdir. İlker hayli tartışır orada.

Arkadaşlar konuşmalarını bitirip çıkarlar. Ama İlker peşlerini bırakmaz. Bir arabayla yollarını keser. Cepheliler, polis sanar önce, arabadan İlker çıkınca yine tedbirlerini alırlar. Ama o yanlarına gelir. Onların haklı olduklarını söyler. Etkilenmiştir o konuşmadan. Ve sorular sorar. O yıllarda Beşiktaş Çarşı grubuyla ilişki içindedir, onların yanına gidip gelmektedir. İlker döner bıçaklarıyla yapılan maç kavgalarının değişmez adamıdır.

Tanışmadan sonra yaşamı değişmeye başlar. Artık sorulara doğru cevaplar bulmaktadır. Buluşmalar birbirini izler. Kısa zamanda Gültepe'de Devrimci Halk Güçleri içinde yer alır. İlker dergi dağıtır. Örgütler. Faşist odakların dağıtılması eylemlerine katılır. Yine 19 Aralık'ta şehit düşen Aşur'un komutanlığında eylemden eyleme koşturur. Hesap sorandır artık. Ve bir işin içinde İlker varsa eğer, olur mu, olmaz mı, nasıl olur vs. tartışılmazdı. İlker varsa o iş mutlaka olur.

Sanırım 95 yılı Ekim ayıydı. Seçimler için oy vermeyin afişleri asacağız. Gültepe sokaklarında toplandık. En az 30 kişi vardı. Biliyorduk ki, pek çoğu İlker'in örgütlediği insanlardı. Bir sokakta durduk. Afişleri bekliyoruz. Yarım saat geçti, bir saat kadar oldu. Bizim afişler gelmedi ama polis geldi. 4-5 minibüs dolusu. Bir kamyonetin arkasına geçtik. Arkadaşlar sokaklara dağılırken İlker belinden tabancasını çıkarıp üç-dört el ateş açtı. Tabii polisler mıh gibi çakılıp kaldılar. Az önce av köpeği gibi gelenler oldukları yerden kımıldayamadılar.

İlker afişe bile silahla çıkardı. Normalde de silahsız gezmezdi. Çıplak hissederdi kendisini. 96 1 Mayıs'ında İlker de milis yürüyüşüne katılır. Yine 1 Mayıs'ta ilginç bir olay yaşanır. Toplanma yerindeki sorumlu arkadaş burayı tutun bizim “Haklıyız Kazanacağız” pankartı gelecek der diyerek bir yer belirtir. Beklerler zaman geçer o arada 3-4 kişi gelir. Toplanmaya başlarlar. Tabii İlker durmaz. Buranın onların yeri olduğunu pankartlarının geleceğini söyler. Gelenler de kendilerine ait olduğunu iddia ederler. Tartışma sürer. Artık iş kavga boyutuna varır. Ki o arada sorumlu arkadaş gelir. Duruma el koyar. Ve sonradan gelenlere pankartlarını açmalarını söyler, O koca pankartta HAKLIYIZ KAZANACAĞIZ yazmaktadır.

1996 Ölüm orucu sürecinde yapılan her korsanda, molotoflamada, pankart asmada ve daha pek çok eylemde hesap sorar İlker. Ancak ölüm orucunun ardından gözaltına alınır ve tutuklanır.

Artık mapusluk yılları başlamıştır İlker'in. Ancak hapislik İlker'in büyüdüğü, geliştiği yer olacaktır. İlk olarak Sakarya Hapishanesi'ne yollanır.

Ama içi buruktur. O hesap sorandı. Halkına acı çektirenlerden, yoldaşlarını katledenlerden hesap sormak için SPB olmak istiyordu. Bu muradına eremeden tutuklanır içinde hep uhde olarak kalır bu. Ama hapishanede her barikatta yer alandır İlker.

Sakarya'ya getirildiğinde henüz 17 yaşındadır. Koyu sohbetlerde Gültepe'yi anlatırdı. Ordaki eski sokak yaşamından utanıp sıkıldığı olurdu bazen. Ama en çok da "Bir gün faşistlerin okulda liselilere saldırdığını duyduk" diye başladığı anlatımları onu yansıtır. Elinde aleni bir palayla faşist grubun ortasına dalışını, gözünü karartıp, faşistleri geri püskürttüğünü gözlerindeki öfke anlatır. "Aşk olsun çocuk" dersin gözlerindeki öfkeyi görünce.

İlker Sakarya Hapishanesi'nde de çeşitli görevler üstlenir. Bu yeni mevzide şebekecidir, güvenlikçidir, barikat sorumlusudur. Ve en önemlisi de herkesin illallah ettiği spor sorumlusudur. Çünkü sporu başlatan komutu verdi mi durdurabilene aşk olsun. Hergün yeni bir hareket icat eder. Kendisi de zaten karatecidir.

Yine en çok sevdiği şey akşamları havalandırmada büyük bir ateş yakmak ve arkadaşlara marş söyletmektir. Herkesi halay çekmeye zorlardı. Tabii kendisi halay çekmez. Kültür-sanat işlerini hiç sevmezdi. Bu konuda mesela bir sözü vardı. “Sanatla sepetle bir işim olmaz”.

Bazı şeyler "ona göre" değildi. Halk oyunları oynamak, türkü söylemek, tiyatro oynamak. Bunları yapacaksın dendiğinde cevabı hazırdır "İşim olmaz".

İlker eski kültürü atamamıştı hala. Bu tür şeylere pek değer vermez. O'na silah de, kavga de yeter. Sonra öğrenir, kavrar her işin yumrukla, silahla halledilemeyeceğini. Eğitimi kavrar. Sokak yaşamında hep tek başına ayakta kalmayı bilen, tuttuğunu koparandır. Zamanla bu yanları gerçek anlamını bulmaya başlar. Olgun, ağırbaşlı, kendine güvenli bir devrimci... "Sokakta böyle yaşanabilir" derdi. "Ciddi olacaksın, ağırlığını koyacaksın, yoksa tutunamazsın" derdi. Artık başka biriydi o. Yüreğini bir sevdaya açmıştı. Büyük sevdasını daha da engin kılmak gerekir yürekte. Ve o “delikanlılık” kültürünün olumsuz yanlarını atıp, olumlu yanlarını Parti-Cephe kültürüyle bütünleştirdi. Hoşuna gitmeyen birşey olduğunda artık "işim olmaz" demiyordu. Bir zamanlar "zorla" ve zorlanarak yaptığı işleri görev bildi, dört elle sarıldı. Çanakkale'de kendisine komüncülük görevi verildiğinde ilk başta yadırgadıysa da, bu işin de hakkını verdi. Kişiliğindeki olumlu güzel yanlar, devrimcileştikçe büyüdü. İlker hiçbir olumsuzluğa ayak diremedi. Önüne koyduğu hedefler neyi gerektiriyorsa onu yaptı. Kahramanlığı adım adım ördü yaşamında.

Politikleştikçe güldü geçmişte yaptığı şeylere. “İşim olmaz” dediği her işi iş edinmeye başladı. Maltada elinde kitapla görürler İlker'i. Sonra bir bayram günü şaşkın bakışlar arasında "ben şiir okuyacağım" der. Gün olur şaşkın bakışlar arasında eline mendil alıp halayın başını tutar. Bir başka gün koroda yer alır. Hatta "Bu türküyü kim solo söylemek ister" denince "Ben" der.

Yoldaşları takılır ona.

- Ne o İlker sanat işlerine mi merak saldın? O çocuksu gülüşle "Devrimci her işi yapar" derdi takılanlara. Şiir yazar, pasta, börek yapardı.

Gitar çalmaya heveslenmiş, her fırsatta gitarı eline alıp büyük bir ciddiyetle çalmaya çalışıyordu. Ya da bulaşık yıkarken maltaya çağrılıyordu. Elinde, kolunda köpükler olduğu halde volta atarak molotof yapımını anlatıyordu. Barikatçılık, güvenlik gibi işler dururken pek aldırış etmeyeceği komüncülüğe bile "hayır" demez, yüzünü asmazdı. Her işe sarılırdı İlker. Çünkü bir görev adamı olmuştu artık.

17 yaşında girdiği hapishanede büyüyordu İlker. Elinde gitarıyla sandalyede oturuyor bir gün. Yanına giden yoldaşlarına sigarayı bıraktığını söylüyor.

- Niye bıraktın İlker?

- Galiba bana dokunuyor sigara. Sesime baksana boru gibi oldu. Sigara kalınlaştırıyor herhalde.

Yaşlı yoldaşlarından biri sırtına vuruyor İlker'in.

- Ne sigarası delikanlı, büyüdün artık büyüdün diyor.

Utangaçca başını öne eğiyor İlker. Utangaçlığı başka konularda da açığa çıkıyor. Mesela Sakarya'nın o bunaltıcı sıcağında bile kısa kollu birşey giymezdi İlker. Zamanında kız arkadaşı kendini terk edince jilet atmış çünkü kollarına.

- O dönem yaşadıkların senin suçun değil ki... diye anlatır yoldaşları.

Yoldaşlarının verdiği moral ile İlker bunu da aşar. Jilet izlerine aldırmadan kısa kollu kıyafetlerle dolaşmaya başlar.

Yener Türker, İlker'in yaşamında özel bir yer tutar. Yener de tıpkı kendisi gibi sokaklarda büyümüştür. Çete kavgalarında Yener'le karşı karşıya geldikleri de olmuştur.

Yener de sokak yaşamını bitirmek için devrimci olmaya karar verir... Yener kararını verdiğinde İlker çoktan bulmuştu yerini. Yener'in ilk randevusu İlker’leydi. Sokak arkadaşlığı, yol arkadaşlığına dönüşüyordu şimdi.

Güçlü bir bağla bağlanırlar birbirlerine. Bu güç aynı yola başkoymanın "her türlü varım" inancının gücüydü. Herşeyleriyle var olacaklardı bu kavgada...

Sakarya Hapishanesi'ne birlikte geldiler. Aynı davadan yargılanıyorlardı. Hapiste pek çok şeyi birlikte yaşayıp, birlikte paylaştılar. Gültepe'nin iki yiğit delikanlısıydı onlar.

Köroğlu ve Ayvaz gibi iki can parçası olan İlker ve Yener'in yolları bir mahkeme dönüşü ayrılır. Yener tahliye olmuş ve özgürlüğe uğurlanacaktır. Heyecan ve mutluluk bir aradadır. Koğuş kapısının önünde vedalaşacaklardır.

"Eğer birimiz yolundan dönerse, kalan onun beynine sıkacak kurşunu. Ölmek var dönmek asla..." O gün bu sözlerle ayrıldı iki can yoldaşı. Yener maltada ilerlerken özgürlüğe doğru, arkasına dönüp son bir kez bakar. Beni bir daha sağ yakalamayacaklar. Şehitliğe ulaşacağım der. Ve sözünün eri olur. Hep hayal ettiği gibi Karadeniz dağlarında, elinde o hayalini kurduğu silahıyla erişti onuruna. Ancak cesedi bulunamamıştı Yener’in.

İlker, Yener'in şehit olduğunu öğrenince tek bir cümle söyler. "Ben şehit düşünce Yener'in de mezarı olacak."

Bir uğultu ve gümbürtü... İlk akla gelen, saldırı mı oldu? Ama saldırı değil deprem olur. Sarsıntılar sürerken kilitli kapıları kırıp maltaya çıkarlar. Devrimcilerin koğuşunda ciddi bir durum yok. Ama adli koğuşunda hayli yaralanan vardır. Kapıları kilitli olduğundan durumları o an bilinmez. Yalnız çığlıkları gelir. İlker durur mu, hemen mazgalları açıp moral veren oluyor. Sadece konuşmakla da yetinmiyor, eline demir alıp kilitleri birbir kırıyor hemen.

Adliler tanır bilirler İlker'i. Saygı duyar, sever hepsi. Onlar için İlker'in apayrı bir yeri vardır. Dert ortakları abisidir onların. Kendisinden büyük olanlar dahi "abi" der İlker'e.

Gültepe'de sokak yaşamından bilir adlilerin nasıl düşündüğünü, neye ihtiyaçları olduğunu. Hayat tecrübesini devrimci olarak kullanır İlker. Tüm adlilerle tek tek ilgilenir.

Maltada hemen bir seyyar hastane kurulur. Fidan ve Fatma Ersoy hemşire yaraları tedavi ederken İlker sırtında taşıdığı yaralı adlileri onlara teslim eder. Ortalık karışık ana-baba günü adeta. Adliler gelirler.

- İlker abiyi gördünüz mü?

- İlker'e söyler misiniz bizim oraya bir uğrasın.

İlker panik olanları sakinleştirmeye, endişelileri rahatlatmaya çalışırken her ihtiyaçlarında yanıbaşlarında olur.

Aç, susuz, uykusuz geçirirler iki günü. Sarsıntılar arasında koşuşturmaca içerisinde. Ve sevk haberi geliyor sonunda.

Hapishane boşaltılıyor. Önce adliler vedalaşmaya gelecekler. İlker'den ayrılmak hepsine zor geliyor. Boynuna sarılıp ağlayanlar, seni hiç unutmayacağız diyenler, mektuplaşmak isteyenler... Acısıyla, tatlısıyla yaşananları bırakıp Sakarya'dan yeni mevziye doğru yol alırlar.

Çanakkale Hapishanesi’nde endişeyle beklenmektedirler. Kapıdan girdiklerinde o endişe yerini bir sevinç dalgasına bırakmıştı.

En büyük dileği, isteği, özlemi silahlı birliklerde görev alabilmektir. Dışarıda bu istediğini gerçekleştiremez... Ama yine de o düşünceden hiç vazgeçmez. Kavga adamıydı o. Hep en önde olmalıydı. Çarpışmaya en yakın yerde... Sessiz, durgun su gibi İlker, barikatlık, çatışmalık işler oldu mu coşar kabarırdı. Bambaşka bir İlker çıkardı o zaman ortaya. Neşeli, coşkulu espriler yapan bir İlker. Üzerine "Haklıyız Kazanacağız" yazdığı demir sopayla öfkeyle beklerdi barikatın başında..

Ulucanlar saldırısı sonrası toplu tartışmalar yapılmaktadır. Bu sefer idare binasının işgal edilmesinin yetmeyeceği, eylemin daha bir üst düzeye taşınması üzerine sohbetler yapılır.

O herzamanki gibi, Tüm yoldaşlarını geride tutup en önde çarpışmak ister.

Ulucanlar saldırısının ardından F tipleri gündeme gelir. Bir süre sonra saldırıya verilecek cevap belli olmuştu. Direnişin biçimi Ölüm Orucu olacaktı. Feda süreci olur da İlker geride durur mu?

Gönüllüler bu direnişte en önde yer almak istediklerini belirtiyor, herkes "önce ben" diyordu. Lakin gönüllülüğünü belirtmeyen de vardı. Onlar daha çok örgütün herkese tek tek soracağını düşünenlerdi. Bunlardan biri de İlker'di. Bir toplantı sırasında gönüllü olanların yazılı sözlü olarak belirtiğini öğrendi sonunda. Bunu öğrenince çok kızar. Elleriyle, yüreğiyle, kollarıyla konuşur İlker. O sakinliğinden eser kalmaz. Kitle önünde ayakta durup hararetle anlatmaya çalışır meramını. "Bu işin böyle olacağını bilmiyordum. Sorulmasını bekledim... Ben mutlaka olmalıyım."

Toplantı biter bitmez kaleme-kağıda sarılıp yazıyor gönüllülüğünü. Ama kızgınlığı, "nasıl anlamadım" deyip durması günlerce sürüyor. En önde olmama ihtimali çok ağır geliyor ona... İkna etmeye çalışıyor örgütünü.

Hedefleri hep büyüktür İlker'in. Yine ilk ekibi hedeflemişti kendisine. Heyecanla, coşkuyla, geçen günlerde "beni mahkûm etme dost yollarından" türküsü defalarca söyleniyor.

Bir yandan da hazırlıklar yapılıyor. Anma, kutlama, moral programları yapılıyor. Bu gecelerden birinde İlker yazdığı bir şiiri okuyor. Vasiyeti bu. Coşkuyla okuyor vasiyetini.

İlk ekiplerde adını göremeyince yine çok üzülüyor İlker. Günlerce konuşmuyor. Sonunda yine gönüllülüğünü belirtiyor "sizi çok üzdüm değil mi?" diye mahcup oluyor yine.

29 Ekim'de açlık grevine başlanır. İlker'in ilk uzun açlık grevi bu. Heyecanlı, kıpır kıpır... Günler ilerledikçe coşkusu artıyor.

Sevinçle anlatıyor, her işe coşkuyla sarılıyor. Şehitler için pano hazırlıyor. Kendi resminin de o panoda yer alacağının hayalini kuruyor.

Bayrak, flama, pankart ve afiş asılması, sahnelerin perdelerinin hazırlanması, ışıklandırma ve daha birçok teknik ayrıntıların yerleştirilmesinde emeği vardır İlker'in.

2. Ekibin içinde de adını göremeyince İlker bu sefer daha da üzülür. O kadar ki kendisine güvenilmediği düşüncesine kapılır. Oysa defalarca kanıtlamıştır kendisini. Kişiliği, yaşamıyla güven verdiğini biliyor. Ama şimdi içinde fırtınalar kopmasına engel olamıyor. Görevlerini ise hiç aksatmaz. Ama üzgün hali her davranışına yansır.

Bu kadarına katlanamazdı İlker. Katlanmadı, ısrar etti ve direnişin 55. gününde 3. ölüm orucu ekip komutanı olarak o özlemini duyduğu bandına kavuştu. Yine militan, yine kavgada, yine kavgamızın harbi delikanlısı.

Artık gözleri ışık saçıyor her an. Önde olmanın haklı gururu mutluluğu okunuyor yüzünden. Bandı kuşanır kuşanmaz "Yakıştı mı" diyor sadece.

3. Ekibin yola çıkışının kutlanacağı programa hazırlanıyor. Bant töreninin heyecanı sürerken İlker heyecanlı olduğu kadar rahat ve coşkuludur yine...

Sahneye çıkıyor. Herkes "acaba ne yapacak" diye merak içindedir. Darbuka çalanın yanına gidip nasıl bir ezgi istediğini anlatıyor. Ve geçip sahneye, iki yana açıp kollarını, Romen havası oynuyor. Şaşkın bakışlar arasında kollarını yanlara açmış, rüzgârda dalları hışırdayan bir selvi gibi dalgalanıyor tüm bedeni. Darbuka susunca bir alkış tufanı çıkıyor. Yine utangaç geçip yerine oturuyor.

Günler hızla akıp geçiyor. Direniş koğuşları düğün evi gibi. Namluya sürülmüş mermi İlker. Yener'i düşlüyor. Bir an evvel ona kavuşmayı...

19 Aralık gecesi beklenen saldırı geliyor. O gece nöbette İlker. Maltada askerlerle yüz yüze gelince öfkeyle haykırıyor katil sürüsüne. "Ne işiniz var burda?" O'nun sesiyle uyanıyor Çanakkale. Gültepe'de 20-30 faşistin üstüne elinde palayla saldıran İlker, öfkeyle saldırıyor yine. O'nun tek başına bu gelişinden paniğe kapılıp geri çekiliyor katil sürüsü. Tek başına püskürtünce katilleri, barikat kuracak zaman kazanılıyor.

Çanakkale geçilmez deniyor her bir ağızdan. İdil'in uğurlandığı maltada Fidan meşaleye dönüşüyor. Bomba, kurşun, gaz yağarken bir yandan da tazyikli su ve köpük sıkıyorlar. İlker ise en önde. Kendisi de direnişçi olmasına rağmen diğer direnişçilerin güvenliğinden sorumlu olarak başında siyah beresi, siyah deri montuyla direniş koğuşunun girişinde bekliyor. En önde coşkuyla savaşıyor.

İkinci gün gaz bombaları iyice yoğunlaştı. Nefes almak zordu. İlker'in burnunda et olduğu için nefes alması daha zor oluyordu. Ameliyat olmayı kabul etmediğinden sessizce katlanıyordu ama bu sefer onun için çok daha zordu. Gazlardan çok fazla etkileniyor. Ard arda atılan bombaların nefessiz kalınca yere yığılıp, suların içinde uzanıyor bir ara. Bu haldeyken dahi etrafını kolacan ediyor "Nasılsın" diyor, nefes almakta zorlanan yoldaşına... Bilinçleri açık tutmak için konuşup yardım etme çabasında. Benden önce yoldaşım diyendir O.

Üç gün boyunca bandını alnına takamıyor. Direnişçiler bilinçli olarak hedef alındığından kamufle ediliyor bantlar. İlker cebindeki bandını çıkarıp çıkarıp uzun uzun bakıyor sarı yıldıza... Çatışma devam ederken bir ara İlker'i yarı baygın halde ateşin başına getirdiler. Baştan ayağa sırılsıklamdı ama geride durmadı. "Biraz ısın çok ıslanmışsın" diyen yoldaşlarına "Ben iyiyim arkadaşlar ısınsın" diyordu. Sık sık kendinden geçiyor. Çoraplarını değiştirmeye çalışıyorlar, çekiyor ayağını... "Ne yapıyorsunuz, sizin çoraplarınız kuru mu?" diyor İlker. Önce siz diyor. Yarı baygın halde yine önce yoldaşlarım diyor.

Anlık baygınlıklardan sonra yine mevzisine koşuyor. Çatışmanın şiddeti gittikçe artıyor. En şiddetli an yaşanıyor. Yıkılan duvardan, camdan ve tabandan açılan deliklerden kurşun ve gaz bombası yağıyor durmadan. Her an vurulabilirler.

"Delikanlım

İyi bak yıldızlara

Onları belki bir daha görmezsin

Belki bir daha

Yıldızların ışığında

Kollarını ufuklar gibi açıp

Yürüyemezsin..."

Koğuşun tavanı kevgir gibi artık. Gaz bombaları atılıyor peşpeşe. Mermiler yağdırılıyor tepemize... Yaralıların sayısı hızla artıyor. Bir yandan gaz bulutlarının arasında nefes alamaz haldeyken, yaralılar güvenli yerlere taşınıyor. Namlular hızla ölüm kusuyor. Çekilecek yer kalmayınca kol kola girip üzerlerine yürünecek...

İlker'in son anlarını Gülnihal Yılmaz ve Fatma Tokay Köse anlatıyorlar feda destanında.

“Atalarından öğrenmişlerdi. Çanakkale geçilmezdi. Azrail'e buyur dendi, düşmana denmezdi.

İlker bunu en iyi bilenlerdendi.

"Her şeye varım" dediğinde 17'sindeydi.

Gültepe'de delikanlı, devrimci oldu. Yaşı 17 ise de 70'indekine duyulan saygıyı gördü. Büyük düşleriyle boy atamadan dışarıda, hapisteydi İlker. Hapishanede büyüdü desen büyümedi. Yaşı ancak 22'ye değdi. Geri kalan ömrünü toprağa verdi. O'nu bulan ölüm cinsi kalleşti. O anı yoldaşlarından sadece biri görebildi. Fakat anlattı geriye kalanlara bir bir. Çıkışa yöneldik... İlker beni korumaya çalışıyordu, koluyla kafamı sarıp göğsüne doğru bastırdı. Gidecek uygun bir yer arıyordu gözleriyle. İşte o an tepemizdeki delikten kurşun ve bomba indi. Beni sıkı sıkı saran kolu kaydı. Gültepe'nin delikanlısı bir anda köpüklerin arasında kayboldu. Ardından ben de köpüklerin içine daldım ve İlker'i çıkardım. Gözleri kapalıydı, yüzü tertemiz, apaktı. Başının sağ tarafından kan fışkırıyordu. Elimle kanı durdurdum sandım. Ama kanla birlikte gaz da fışkırıyordu. Yine de elimle bastırdım yaraya ve hemen geri çektim. Sarı birşeyler geldi elime. O sarı şey İlker'imizin beyniydi avuçlarımdaki...

Gülnihal Yılmaz- Fatma T. Köse

...

Ölüm İlker'i direnişin içinde, direnişteyken, alnında kızılbandıyla buldu Çanakkale'de. Çanakkale direnişinin 4. şehidi olarak kahramanlaştı. Erken geldi ölüm, çok erken, ama ölümün böylesi yakıştı İlker'e. Direnişin içinde, direnişin en önünde kahramanca.

İlker sözü, namusu bilendi. 19 Aralık'ta gün boyunca, kendi de direnişçi olmasına rağmen en önde çarpıştı. 19 Aralık günlerinin son gecesinde bir yoldaşıyla dolaşırken, "Şehit düşebilirim şimdiden kutlu olsun" der ve birkaç saat sonra kutlu olur şehitliği.

İlker'den bize delikanlı bir yürek, eğilmez bir baş, onurlu, namuslu, tertemiz, bir ad kaldı.

O ad şimdi çocuklarımızın adında, devrim ve zafer yürüyüşümüzde yaşıyor.

 

***

 

Yoldaşları anlatıyor:

 

Çanakkale Direniş Şehitlerinden İLKER BABACAN

 

"Eğilmez başın gibi gökler bulutlu efem

 Dağlar yoldaşın gibi sana ne mutlu efem"

Sevgili İlker, Ege’li değilsin ama sana bu türküyü çok yakıştırdık hepimiz. Çünkü şehit düşerken bile eğilmedi başın. Dimdiktin...

Şimdi o anı yeniden yaşıyorum...

Çanakkale direniş cephesindeyiz. Katliamın ve de o görkemli direnişimizin 3. Günü. Şehitlerimiz bir yanda, yaralılarımız bir yanda... Yemekhaneyle yatakhane arasında gidip geliyoruz. Biz ne taraftaysak katiller o tarafı bomba-kurşun yağmuruna tutuyor. Tavanlar delik deşik, bombaların ardı arkası kesilmiyor. Yok yok üç gündür bir tekimizi dahi teslim alamadılar. Attıkları bombalardan kendileri zehirlenir hale geldiler. Ama her defasında sloganlarımızı duyuyorlar cevap olarak. "Kahramanlar ölmez halk yenilmez", "Yaşasın Ölüm Orucu Direnişimiz".

Biz ölmeye hazırız. Teslim olmak mı asla. Ama katiller iyice azgınlaşmış durumdalar. “Hepinizi öldürecğiz” diye bağırıp duruyorlar çaresizce. Çaresizler... Üç gündür yapmadıkları kalmadı ama nafile, bir tekimizi bile teslim alamadılar.

Artık tavandaki deliklerden uzatıyorlar namlularını, hedef alıp ateş ediyorlar. Yaralılarımızın sayısını bilmiyoruz.

İlker dayanamıyor, o uzun boyuyla kalkıp delikten uzatılan namluya uzanıyor. Bir yandan da hedef aldıkları yoldaşımıza siper ediyor vücudunu. İşte İlker bu. Vücudunu yoldaşına siper eden, gözünü kırpmadan düşmanın elinden silahını almaya çalışan... İşte o sırada ayakta, dimdik karşılıyorsun ölümü. Boylu boyunca uzanıyorsun kanlı köpüklerin içine...

Yine kendinden önce yoldaşlarını düşündün İlker. Yaşamın da hep böyle değil miydi zaten...

96 Ölüm Orucu sonrası tutuklanıp gelmiştiniz Sakarya hapishanesine. Sohbetlerimizde "içeride yoldaşlarımız ölürken biz dışarıda boş mu duracaktık" diyordun.

Tutuklandığında hapishanedeki en genç yoldaşlarımızdandı. Hatırlıyor musun, annen her görüş günü seni "ablalarına" emanet eder, "benim oğlum daha çocuk, ablaları ne olur iyi bakın" derdi.

Oysa o gencecik yaşında bile ağırlığını olgunluğunu hissederdi. Malta nöbetlerinde en yaşlı gardiyanlarda dahi saygınlık uyandırmıştın.

Hapishane yaşamında hep güvenlikte görev alırdın. Askeri yanların gelişkindi. Ama parti ne derse o olurdu senin için. Hatırlıyor musun, emek üretimde herkes maddi gelir için el yapımı birşeyler yapıyordu. Sen de boncuk işlemeyi öğreniyordun. Maltada nöbetçi sendin o gün. Gelen karavanayı bayanlar koğuşunun nöbetçisine verirken eğildiğinde cebinden boncuklar ve tığ yoğurt karavanasının içine düşmüştü. İkimiz de gülmüştük. Ben "ne o İlker sen bayan işleri yapmazdın" diye sana takılmıştım. Sen de o delikanlı üslubunla "abla ne gerekiyorsa, parti ne istiyorsa onu yaparım" demiştin.

 Hani bir de o kartal kanat yürüyüşün vardı maltada. Bütün skeçlerde taklidini yapardık. İzlerken hem güler hem de kızardın biraz. Biz yine de yapardık...

 En çok da Yener’le senin taklidin yapılırdı hatırlıyor musun? Evet canım yoldaşım, seni Yener’siz Yener’i de sensiz düşünemiyorum. Yener’in Kelkit’e kavuşmasıyla anlattıkların geliyor aklıma. İlk kez o zaman anlatmıştın birbirinize verdiğiniz sözü. Parti-Cephe’yle tanıştıktan sonra "kim devrimciliği bırakırsa ya da ihanet ederse diğerimiz onun kafasına sıkacak" demişsiniz birbirinize. Böyle bir ilişkiydi aranızdaki. Tabii biz bunu sen anlatana kadar bilmiyorduk. Yener’in şehitliğinden sonra anlatmıştın. Nasıl da zor gelmişti sana Yener’i anlatmak.

 Bize de zor geliyor seni, sizleri anlatmak. Ama anlatacağız yoldaşım anlatacağız...

 Dedim ya, Parti-yoldaşların hep önce gelirdi senin için. Parti ye bağlılıkta, partiye güvende hepimize örnektin.

Çanakkale’deki genel toplantımızda bir kez daha gösterdin bunu.

Ölüm Orucu gönüllüleri ve bantı kuşanacaklar açıklanıyordu toplantıda. Hepimiz söz alıp yaşadıklarımızı-hissettiklerimizi anlatıyorduk. Sen de söz aldın. Herkesin yönetici yoldaşlarımıza gidip gelmelerini anlatıp bir olağanüstülük sezdiğini ama anlayamadığını anlattın. Yönetici yoldaşımız seni çağırıyor ve "İlker herkes gelip Ölüm Orucu gönüllüsü olduğunu söylüyor, bizi sıkıştırıyor. Ama sen birşey demedin. Sen ne düşünüyorsun?" diye soruyor. Yoldaşımıza verdiğin cevabı hepimizin içinde tekrarlamıştın. "Ben Partime her türlü göreve, her şeye varım demiştim. Bugün de aynı şeyler geçerli. Partim uygun görürse beni de görevlendirir, Partime güveniyorum" demiştin. Bu yüzden gönüllülüğünü yeniden belirtmek aklına gelmemişti. Bu sözlerin hepimizi etkilemişti. İşte sen buydun; Partiye inanan, güvenen... Sonuna kadar sözünün arkasında duran. Senin defterinde sözünden dönmek yoktu. Bu yüzden yönetici yoldaşlarımıza tekrar tekrar gitmemiştin. Parti biliyordu seni, görev verildiğinde yapardın. Yaptın da...

Ölüm orucu ekiplerinde yeraldığın zamanki sevincini düşünüyorum... Kızıl bant ne kadar da yakışmıştı sana. O geceyi hatırlıyor musun? O ağırbaşlı İlker, hep kartal kanat yürüyen İlkerimiz, yıllar sonra 3. ekiplerin bant takma töreni sonrası yaptığımız kutlamada roman havası oynuyordun! Hepimiz pür dikkat seni izliyorduk. Evet sen de bir göçmendin, ve kendi yörene, kültürüne ait bir oyunu oynuyordun

Daha neyini anlatayım yoldaşım. Sen bizim kartal kanat yürüyen, kanatlarıyla hep yoldaşlarını koruyan delikanlı İlkerimizsin. En son görevin de, yine yoldaşlarını korumaktı. Operasyon başladığında herkes görevinin başına geçmişti. Sen de. Bu kez Ölüm Orucu 1. ekip savaşçılarının güvenliğini almıştın. Sende Ölüm Orucu ekibindeydin ama yoldaşlarının güvenliğini yine sen almıştın. İşte canım yoldaşım şehit düşme şeklin hiçbirimizi şaşırtmadı. Şehit düşerken de dimdiktin, mutluydun. Bu yüzden bu türküyü sana çok yakıştırdık.

"eğilmez başın gibi gökler bulutlu efem

 dağlar yoldaşın gibi sana ne mutlu efem"

 

***

 

Yoldaşları anlatıyor:

 

Sanki dört duvar arasında değil de sokaklarda

eylem coşkusu yaşayan bir havası vardı”

 

Sakarya hapishanesine geldiğimde ilk dikkatimi çeken insanlardan biriydi.

Sakarya hapishanesi, 96 Ölüm Orucu sürecinde Eskişehir tabutluğu ile birlikte gündeme gelen bir sürgün hapishanesiydi. 96 Ölüm Orucu zaferle sonuçlanıp Eskişehir tabutluğu kapatıldıktan sonra Sakarya Hapishanesi’ne yeni tutuklananlar getirilmeye başladı. Daha önce burada sadece bayan tutsaklar bulunmaktaydı. Biz bu hapishaneye getirilen ikinci grup erkek tutsaklardık. İlkerler bizden önceki Avrupa yakası operasyonunda kalabalık olarak getirilmişlerdi. Çoğunluk yeni insanlardı. Hapishane deneyimi olan, parmakla sayılacak kadar azdı. Bunlar ve benzer şeyler de eklenmesiyle hava olarak moralsizlik koğuşa hâkimdi. Partinin tek tek insanlarla ilgilenen hapishane politikalarıyla bu hava kısa sürede dağıtıldı. Bu girişten sonra İlker'e geleyim. İşte İlker ilk geldiğinde bu karamsar tablo içinde göze çarpan en diri, en neşeli, moralli, hareketli insanlardan biriydi. Sanki dört duvar arasında değil de sokaklarda eylem coşkusu yaşayan bir havası vardı. Bu ataklığını, coşkusunu spor sorumlusu olarak da gösteriyordu. Sporda disiplinsizliklere hiç tahammülü yoktu. Sorunlar yaşayan insanların spora da yansıyan hareketlerine sert tepkiler veriyor. Fakat sonrasında aşırıya gittiğini anlayıp o insanları anlayarak özür diliyordu. Bu da onun yoldaşlarına karşı sevgisinden şefkatinden ileri geliyordu. İlker'in devrimcilikten önceki lümpen bir yaşamı vardı. Ama bundan hiçbir zaman utanmazdı. Aksine düzenin pisliklerini içinde yaşayıp daha iyi görerek, devrimciliğe ulaşmasında etkili olduğu için böyle bir yaşamdan geldiğine seviniyordu bile. Benim de böyle bir geçmişim olduğu için onu çok iyi anlıyordum. Ondaki devrimcilikten önceki haksızlıklara, aşağılanmalara ezilmeye karşı olan delikanlıca isyan, zaman içinde devrimcilikte güçlü, ilerletici yanlarını oluşturmuştu.

Konuşmasında, davranışlarında o dobra, sade olduğu yan ilk göze çarpıyordu. Devrimcilikle buluşmasından öyle bir kıvanç duyuyordu ki, müthiş bir arzuyla herşeyi bir anda adeta yutarcasına öğrenmek istiyordu.

Aynı semtte (Gültepe) mücadeleye atılmadan önce de tanıdığı birçok kötü alışkanlığı olan eski bir arkadaşı ile devrimci olduktan sonra da aynı yakınlıkta ilgilenmiş ona devrimciliğin güzelliklerini anlatmış ve en nihayetinde o doğal ikna yeteneğiyle onu da mücadele içine sokmuştu. Ve birlikte aynı hapishaneye gelmişlerdi. İlker'in örgütlediği bu insan da devrimin savaşçısı oldu. Ve her zaman devrimin güzellikleriyle tanışmasında İlker'in payını anlatırdı.

İlker aynı zamanda bizim güvenlikçimizdi. Bu görevinden dolayı koğuş dışında, maltada gardiyanların da bulunduğu yerde dururdu. Gardiyanların çoğu bize karşı saygılıydı. Bu saygıyı çoğaltan da İlker gibi arkadaşları sürekli görmeleri, onlarla konuşmalarıydı. Ama içlerinde az da olsa bize karşı düşmanlık güden, faşist olanlarda vardı. Bunlardan biri de mafya özentili, sahte kabadayı pozlu ayı gibi bir tipti. Bizim yemeklerimizi çöplerimizi adli tutsaklardan insanlar getirir, götürürdü. Hepsiyle fırsat buldukça sohbet ederdik. Bir gün bunlardan birine bu mafya özentisi gardiyan bağırıp küfür ediyor. İlker de hemen tavır koyuyor.

"Bizim olduğumuz yerde, bu insanlara böyle davranamazsın." diyor. Gardiyan karşılık verince İlker dayanamayıp tek bir yumrukta o ayı gibi herifi deviriyor. Bu arada İlker iyi de karateciydi. Sporda bize bazı hareketleri öğretmeye çalışırdı. İlker sürekli koğuş dışında olmasından dolayı eğitim çalışmalarının çoğuna giremezdi. Ancak daha sonra neler yaptığımızı, notlarımızı satırı satırına bizden öğrenir, geri kalmamak için iki misli çaba sarf ederdi. Bunun için çok sevdiği uykusundan bile feragat edip az uyurdu. Zaten onun o uykudaki içinin dışarı vuran huzuru, duru hali hiç gözümden gitmiyor. İlker'in ciğerlerinden rahatsızlığı vardı. Ben komüncü olduğum için sağlıkçı arkadaşın söyledikleri doğrultusunda her gece ona önceden ballı süt hazırlardım. Geceyarısı ya nöbetçi arkadaşlar ya da ben kaldırıp içirirdik. İşte bu esnada sütünü verdiğimizde mahcup olur, kızarır, o uykulu ama huzurlu haliyle sevgi dolu teşekkür ederdi.

Düzenin pisliklerinden sıyrılıp nimetlerini de elinin tersiyle itip soylu devrimcilikle kucaklaşmada verilen kısa ama onurlu bir mücadeledir İlker'imizin yaşamı. Bugün tam da gelinen süreçte düzenin gençliği yozlaştırıp, uyuşturup sinik sönük bireyler haline getirmesine karşın düzen içindeki hiçbir genç insanın "bu adam olmaz" yanlış inanışına en güzel verilmiş öğretici, örnek bir cevaptır İlker'imiz. "Ben halkımı, bir tas çorbaya, bir şişe seruma satmam" diyen inanış, bağlanış İlker'i vatanımızın hatta dünya devrim tarihinin en görkemli direniş destanlarından birinin ölüp yenilmeyen, ölüp teslim olmayan devrimci Kahramanlarının arasına katmıştır.

 

Geri