İlker BABACAN'ı Yakınları, Yoldaşları
Anlatıyor:
Yoldaşları Anlatıyor:
GÜLTEPELİLER YİĞİT OLUR HA!
Şehri İstanbul'da bir
tepeydi Gültepe. Umutların, düşlerin hayallerin çoğunlukla
gerçekleşmediği yoksul gecekondu semti. O dev plazaların altında durur. Gültepe denince aklıma hep bir fotoğraf karesi gelir
yerleşir. Dev plazalar ve altında gecekondular. "Varoşlardan gelip
gırtladığımızı kesecekler" diyen oligarşi. Haklıydılar. Çünkü o
gecekonduların üzerine plazalarını, yoksul halkın kanını emerek yaptılar. Kan
ve gözyaşıyla büyüyor o plazalar.
Ve o plazaların
gölgesinde yer alan Gültepe. Dik yokuşların bitmek, tükenmek
bilmediği, her sabah erkenden kalkılıp, inilip çıkılan insanın nefesinin
kesildiği yerler. Hele bir de kar yağdıysa, buz tutmuşsa, değil araç, insan
için çile çekmektir o yolda yürümek. Ya da yazın o bunaltıcı sıcağında çıkmak
dik yokuşları. Bin kere lanet okur insan. Ama yine de çıkar o dik yokuşlar.
Çünkü bilirdik çıkmamız gerektiğini. "Taşı toprağı altın" deyip
Anadolu'nun bağrından kopup "Ekmek parası" için, daha iyi bir hayat
için, çıkıp gelenlerin semtiydi Gültepe.
Büyük kentin insan yutan
anaforunda hayat çetin, yaşam zordur.
Ve çocuklar, olmazsa
olmazdır onlar. Ama burası Gültepe. Yokluk içinde erken
büyüyor çocuklar, burada sokaklardır pek çok çocuğun evi. Onlar şeker yiyip,
salıncaklara binecek çocukluğu yaşamadan yitirirler. Bir ellerinde sigara,
doldururlar dumanı ciğerlerine, bir ellerinde bally
çekerler hayatlarını. Sokaklardaki çetin hayatın çocuklarıdır onlar.
Vurur-vurulurlar. Karakolların gedikli müşterisidirler. Ve mahpusluk onların
okuludur.
İşte İlker de o
sokakların çocuğuydu. İnce dal gibi bedeni, şimşek gibi çakan gözleri,
ağırbaşlılığıyla kavga adamıydı. Hiç, bir gencin yüzüne bakıp da "Ne kadar saf, temiz, pırıl pırıl kardeşim, arkadaşım, yoldaşım olsun" demekten
kendinizi alamadığınız, bir daha görmekten geri duramadığınız oldu mu? Belki
olmuştur, ama eğer olmamışsa ve eğer İlker'i görseydiniz, söyleyecekleriniz,
düşünecekleriniz kesinkes bunlar olacaktı.
O dev plaza sahiplerinin
bilip isteyerek yarattığı bambaşka bir dünyadır Gültepe
sokakları. Yankesicilik, uyuşturucu, kavga, dövüş... Herşeyin
olduğu sokaklar. Arkadaş için gözü kapalı belaya dalınır. Her türlü kirin, pisliğin
olduğu bu sokaklarda İlker tertemiz kalmıştı. Adaletsizliği görüp yaşamış, her
daim zayıf, güçsüzün yanında yer almıştı. İhtiyaç duyan oldu mu durmadan
yardıma giderdi İlker.
O daha küçük yaşta üvey
babasının öfkesinden kaçıp tanışmıştı sokaklarla. Çocuklar erken olgunlaşırdı
sokaklarda. Tek başına ayakta kalmayı sokaklarda öğrenmişti. Gün olmuş aç
kalmış, sokakta yatıp kalkmış bally çekmiş, kendini
jiletlemişti... İlker büyüdüğü sokaklarda çocukluğunu erken bırakıp, mertliğe-delikanlılığa
ermiş, dürüstlüğü, mütevaziliğiyle sokakların sözü dinlenir
delikanlısı olmuştu. Küçük, büyük herkesin sevgisini, saygısını kazanmıştı.
Delikanlıydı İlker. Mahalle delikanlısı. Öyle yozlaşmışlardan, kendini öyle
göstermek isteyip de, gerçeğinde öyle olmayanlardan değil, harbisinden. Mertti,
dürüstü, cesurdu. Kavgada ne kadar atılgan, keskinse, mazlum ve haklılar
karşısında da o kadar yufka yürekli sevecendi.
Yaşına göre de oldukça
olgundur, İlker. Ağırbaşlıydı öyle sululuklara gelmez, vakurdur. Hep dik gezer.
Başı öne eğilmez asla. Gerekli olmadıkça konuşmaz, şımarıklıklar yapmaz,
oturmasını, kalkmasını bilirdi.
Sessiz, dingin durur
İlker. Ama o durgunluk fırtına öncesi sessizlik gibidir. Hiçbir işte tez canlı
olmazdı. Ne zaman ne yapması gerektiğini bilirdi o.
Silahlara da çok
meraklıdır, silahsız gezmez.
Aslen Balıkesir'li
olan İlker 1978 İstanbul doğumludur. Kavgamızın şehri İstanbul'da büyür,
hareketimizle tanışması da hayli olaylı olur. O'nun doğduğu yer Gültepe, Devrimci Sol'un da ilk büyük eylemlerinden birini
koyarak adeta kuruluşunu duyurduğu yerdir. Bu eylemde faşistlerin merkezi olan Gültepe'ye büyük bir baskın yapılır ve faşist odaklar
dağıtılır. Devrimci Sol damgasını vurmuştu bir kez Gültepe'ye.
1995 yılında
Parti-Cephelilerin çalışmaları çerçevesinde, Gültepe’de
iki Cepheli, faşistlerin yoğun olduğu bir bilardo salonuna girerler. Birisi bir
kampanya çerçevesinde konuşma yapar. Şaşırmıştır İlker. Tıka basa dolu bilardo salonunda
bizimkilere bir tek o karşı koyar. İçeride bulunan faşistlerse sinmişlerdir.
İlker hayli tartışır orada.
Arkadaşlar konuşmalarını
bitirip çıkarlar. Ama İlker peşlerini bırakmaz. Bir arabayla yollarını keser.
Cepheliler, polis sanar önce, arabadan İlker çıkınca
yine tedbirlerini alırlar. Ama o yanlarına gelir. Onların haklı olduklarını söyler.
Etkilenmiştir o konuşmadan. Ve sorular sorar. O yıllarda Beşiktaş Çarşı grubuyla
ilişki içindedir, onların yanına gidip gelmektedir. İlker döner bıçaklarıyla
yapılan maç kavgalarının değişmez adamıdır.
Tanışmadan sonra yaşamı
değişmeye başlar. Artık sorulara doğru cevaplar bulmaktadır. Buluşmalar
birbirini izler. Kısa zamanda Gültepe'de Devrimci
Halk Güçleri içinde yer alır. İlker dergi dağıtır. Örgütler. Faşist odakların dağıtılması
eylemlerine katılır. Yine 19 Aralık'ta şehit düşen Aşur'un
komutanlığında eylemden eyleme koşturur. Hesap sorandır artık. Ve bir işin içinde
İlker varsa eğer, olur mu, olmaz mı, nasıl olur vs. tartışılmazdı. İlker varsa
o iş mutlaka olur.
Sanırım 95 yılı Ekim
ayıydı. Seçimler için oy vermeyin afişleri asacağız. Gültepe
sokaklarında toplandık. En az 30 kişi vardı. Biliyorduk ki, pek çoğu İlker'in
örgütlediği insanlardı. Bir sokakta durduk. Afişleri bekliyoruz. Yarım saat
geçti, bir saat kadar oldu. Bizim afişler gelmedi ama polis geldi. 4-5 minibüs
dolusu. Bir kamyonetin arkasına geçtik. Arkadaşlar sokaklara dağılırken İlker
belinden tabancasını çıkarıp üç-dört el ateş açtı. Tabii polisler mıh gibi
çakılıp kaldılar. Az önce av köpeği gibi gelenler oldukları yerden
kımıldayamadılar.
İlker afişe bile silahla
çıkardı. Normalde de silahsız gezmezdi. Çıplak hissederdi kendisini. 96 1
Mayıs'ında İlker de milis yürüyüşüne katılır. Yine 1 Mayıs'ta ilginç bir olay
yaşanır. Toplanma yerindeki sorumlu arkadaş burayı tutun bizim “Haklıyız
Kazanacağız” pankartı gelecek der diyerek bir yer belirtir. Beklerler zaman
geçer o arada 3-4 kişi gelir. Toplanmaya başlarlar. Tabii İlker durmaz. Buranın
onların yeri olduğunu pankartlarının geleceğini söyler. Gelenler de kendilerine
ait olduğunu iddia ederler. Tartışma sürer. Artık iş kavga boyutuna varır. Ki o
arada sorumlu arkadaş gelir. Duruma el koyar. Ve sonradan gelenlere
pankartlarını açmalarını söyler, O koca pankartta HAKLIYIZ KAZANACAĞIZ
yazmaktadır.
1996 Ölüm orucu sürecinde
yapılan her korsanda, molotoflamada, pankart asmada
ve daha pek çok eylemde hesap sorar İlker. Ancak ölüm orucunun ardından gözaltına
alınır ve tutuklanır.
Artık mapusluk
yılları başlamıştır İlker'in. Ancak hapislik İlker'in büyüdüğü, geliştiği yer
olacaktır. İlk olarak Sakarya Hapishanesi'ne yollanır.
Ama içi buruktur. O hesap
sorandı. Halkına acı çektirenlerden, yoldaşlarını katledenlerden hesap sormak
için SPB olmak istiyordu. Bu muradına eremeden tutuklanır içinde hep uhde
olarak kalır bu. Ama hapishanede her barikatta yer alandır İlker.
Sakarya'ya getirildiğinde
henüz 17 yaşındadır. Koyu sohbetlerde Gültepe'yi
anlatırdı. Ordaki eski sokak yaşamından utanıp
sıkıldığı olurdu bazen. Ama en çok da "Bir gün faşistlerin okulda
liselilere saldırdığını duyduk" diye başladığı anlatımları onu yansıtır.
Elinde aleni bir palayla faşist grubun ortasına dalışını, gözünü karartıp,
faşistleri geri püskürttüğünü gözlerindeki öfke anlatır. "Aşk olsun çocuk"
dersin gözlerindeki öfkeyi görünce.
İlker Sakarya
Hapishanesi'nde de çeşitli görevler üstlenir. Bu yeni mevzide şebekecidir,
güvenlikçidir, barikat sorumlusudur. Ve en önemlisi de herkesin illallah ettiği
spor sorumlusudur. Çünkü sporu başlatan komutu verdi mi durdurabilene aşk
olsun. Hergün yeni bir hareket icat eder. Kendisi de
zaten karatecidir.
Yine en çok sevdiği şey
akşamları havalandırmada büyük bir ateş yakmak ve arkadaşlara marş
söyletmektir. Herkesi halay çekmeye zorlardı. Tabii kendisi halay çekmez.
Kültür-sanat işlerini hiç sevmezdi. Bu konuda mesela bir sözü vardı. “Sanatla sepetle bir işim olmaz”.
Bazı şeyler "ona
göre" değildi. Halk oyunları oynamak, türkü söylemek,
tiyatro oynamak. Bunları yapacaksın dendiğinde cevabı hazırdır "İşim olmaz".
İlker eski
kültürü atamamıştı hala. Bu tür şeylere pek değer vermez. O'na silah de, kavga
de yeter. Sonra öğrenir, kavrar her işin yumrukla, silahla halledilemeyeceğini.
Eğitimi kavrar. Sokak yaşamında hep tek başına ayakta kalmayı bilen, tuttuğunu
koparandır. Zamanla bu yanları gerçek anlamını bulmaya başlar. Olgun, ağırbaşlı, kendine güvenli bir
devrimci... "Sokakta böyle yaşanabilir" derdi. "Ciddi olacaksın, ağırlığını koyacaksın, yoksa tutunamazsın"
derdi. Artık başka biriydi o. Yüreğini bir sevdaya açmıştı. Büyük sevdasını
daha da engin kılmak gerekir yürekte. Ve o “delikanlılık” kültürünün olumsuz
yanlarını atıp, olumlu yanlarını Parti-Cephe kültürüyle bütünleştirdi. Hoşuna
gitmeyen birşey olduğunda artık "işim
olmaz" demiyordu. Bir zamanlar "zorla" ve zorlanarak yaptığı işleri
görev bildi, dört elle sarıldı. Çanakkale'de kendisine komüncülük görevi verildiğinde
ilk başta yadırgadıysa da, bu işin de hakkını verdi. Kişiliğindeki olumlu güzel
yanlar, devrimcileştikçe büyüdü. İlker hiçbir olumsuzluğa ayak diremedi. Önüne
koyduğu hedefler neyi gerektiriyorsa onu yaptı. Kahramanlığı adım adım ördü yaşamında.
Politikleştikçe güldü
geçmişte yaptığı şeylere. “İşim olmaz” dediği her işi iş edinmeye başladı. Maltada elinde
kitapla görürler İlker'i. Sonra bir bayram günü şaşkın bakışlar arasında "ben
şiir okuyacağım" der. Gün olur şaşkın bakışlar arasında eline mendil alıp
halayın başını tutar. Bir başka gün koroda yer alır. Hatta "Bu türküyü kim solo söylemek ister" denince
"Ben" der.
Yoldaşları takılır ona.
- Ne o İlker sanat
işlerine mi merak saldın? O çocuksu gülüşle "Devrimci her işi yapar" derdi
takılanlara. Şiir yazar, pasta, börek yapardı.
Gitar çalmaya
heveslenmiş, her fırsatta gitarı eline alıp büyük bir ciddiyetle çalmaya
çalışıyordu. Ya da bulaşık yıkarken maltaya
çağrılıyordu. Elinde, kolunda köpükler olduğu halde volta atarak molotof yapımını anlatıyordu. Barikatçılık, güvenlik gibi
işler dururken pek aldırış etmeyeceği komüncülüğe bile "hayır" demez,
yüzünü asmazdı. Her işe sarılırdı İlker. Çünkü bir görev adamı olmuştu artık.
17 yaşında girdiği
hapishanede büyüyordu İlker. Elinde gitarıyla sandalyede oturuyor bir gün.
Yanına giden yoldaşlarına sigarayı bıraktığını söylüyor.
- Niye bıraktın İlker?
- Galiba bana dokunuyor
sigara. Sesime baksana boru gibi oldu. Sigara kalınlaştırıyor herhalde.
Yaşlı yoldaşlarından biri
sırtına vuruyor İlker'in.
- Ne sigarası delikanlı,
büyüdün artık büyüdün diyor.
Utangaçca başını öne eğiyor İlker.
Utangaçlığı başka konularda da açığa çıkıyor. Mesela Sakarya'nın o bunaltıcı
sıcağında bile kısa kollu birşey giymezdi İlker.
Zamanında kız arkadaşı kendini terk edince jilet atmış çünkü kollarına.
- O dönem yaşadıkların
senin suçun değil ki... diye anlatır yoldaşları.
Yoldaşlarının verdiği
moral ile İlker bunu da aşar. Jilet izlerine aldırmadan kısa kollu kıyafetlerle
dolaşmaya başlar.
Yener Türker, İlker'in
yaşamında özel bir yer tutar. Yener de tıpkı kendisi gibi sokaklarda
büyümüştür. Çete kavgalarında Yener'le karşı karşıya geldikleri de olmuştur.
Yener de sokak yaşamını
bitirmek için devrimci olmaya karar verir... Yener kararını verdiğinde İlker
çoktan bulmuştu yerini. Yener'in ilk randevusu İlker’leydi. Sokak arkadaşlığı,
yol arkadaşlığına dönüşüyordu şimdi.
Güçlü bir bağla
bağlanırlar birbirlerine. Bu güç aynı yola başkoymanın
"her türlü varım" inancının gücüydü. Herşeyleriyle
var olacaklardı bu kavgada...
Sakarya Hapishanesi'ne
birlikte geldiler. Aynı davadan yargılanıyorlardı. Hapiste pek çok şeyi
birlikte yaşayıp, birlikte paylaştılar. Gültepe'nin
iki yiğit delikanlısıydı onlar.
Köroğlu ve Ayvaz gibi iki
can parçası olan İlker ve Yener'in yolları bir mahkeme dönüşü ayrılır. Yener
tahliye olmuş ve özgürlüğe uğurlanacaktır. Heyecan ve mutluluk bir aradadır.
Koğuş kapısının önünde vedalaşacaklardır.
"Eğer birimiz
yolundan dönerse, kalan onun beynine sıkacak kurşunu. Ölmek var dönmek asla..."
O
gün bu sözlerle ayrıldı iki can yoldaşı. Yener maltada
ilerlerken özgürlüğe doğru, arkasına dönüp son bir kez bakar. Beni bir daha sağ
yakalamayacaklar. Şehitliğe ulaşacağım der. Ve sözünün eri olur. Hep hayal
ettiği gibi Karadeniz dağlarında, elinde o hayalini kurduğu silahıyla erişti
onuruna. Ancak cesedi bulunamamıştı Yener’in.
İlker, Yener'in şehit
olduğunu öğrenince tek bir cümle söyler. "Ben şehit düşünce Yener'in de mezarı
olacak."
Bir uğultu ve gümbürtü...
İlk akla gelen, saldırı mı oldu? Ama saldırı değil deprem olur. Sarsıntılar
sürerken kilitli kapıları kırıp maltaya çıkarlar.
Devrimcilerin koğuşunda ciddi bir durum yok. Ama adli koğuşunda hayli yaralanan
vardır. Kapıları kilitli olduğundan durumları o an bilinmez. Yalnız çığlıkları
gelir. İlker durur mu, hemen mazgalları açıp moral veren oluyor. Sadece
konuşmakla da yetinmiyor, eline demir alıp kilitleri birbir
kırıyor hemen.
Adliler tanır bilirler
İlker'i. Saygı duyar, sever hepsi. Onlar için İlker'in apayrı bir yeri vardır.
Dert ortakları abisidir onların. Kendisinden büyük olanlar dahi "abi" der İlker'e.
Gültepe'de sokak yaşamından bilir
adlilerin nasıl düşündüğünü, neye ihtiyaçları olduğunu. Hayat tecrübesini
devrimci olarak kullanır İlker. Tüm adlilerle tek tek
ilgilenir.
Maltada hemen bir seyyar hastane
kurulur. Fidan ve Fatma Ersoy hemşire yaraları tedavi ederken İlker sırtında
taşıdığı yaralı adlileri onlara teslim eder. Ortalık karışık ana-baba günü
adeta. Adliler gelirler.
-
İlker abiyi gördünüz mü?
-
İlker'e söyler misiniz bizim oraya bir uğrasın.
İlker panik olanları
sakinleştirmeye, endişelileri rahatlatmaya çalışırken her ihtiyaçlarında yanıbaşlarında olur.
Aç, susuz, uykusuz
geçirirler iki günü. Sarsıntılar arasında koşuşturmaca içerisinde. Ve sevk
haberi geliyor sonunda.
Hapishane boşaltılıyor.
Önce adliler vedalaşmaya gelecekler. İlker'den ayrılmak hepsine zor geliyor.
Boynuna sarılıp ağlayanlar, seni hiç unutmayacağız diyenler, mektuplaşmak
isteyenler... Acısıyla, tatlısıyla yaşananları bırakıp Sakarya'dan yeni mevziye doğru yol alırlar.
Çanakkale Hapishanesi’nde
endişeyle beklenmektedirler. Kapıdan girdiklerinde o endişe yerini bir sevinç
dalgasına bırakmıştı.
En büyük dileği, isteği,
özlemi silahlı birliklerde görev alabilmektir. Dışarıda bu istediğini
gerçekleştiremez... Ama yine de o düşünceden hiç vazgeçmez. Kavga adamıydı o.
Hep en önde olmalıydı. Çarpışmaya en yakın yerde... Sessiz, durgun su gibi
İlker, barikatlık, çatışmalık işler oldu mu coşar kabarırdı. Bambaşka bir İlker
çıkardı o zaman ortaya. Neşeli, coşkulu espriler yapan bir İlker. Üzerine
"Haklıyız Kazanacağız" yazdığı demir sopayla öfkeyle beklerdi
barikatın başında..
Ulucanlar saldırısı
sonrası toplu tartışmalar yapılmaktadır. Bu sefer idare binasının işgal
edilmesinin yetmeyeceği, eylemin daha bir üst düzeye taşınması üzerine
sohbetler yapılır.
O herzamanki
gibi, Tüm yoldaşlarını geride tutup en önde çarpışmak ister.
Ulucanlar saldırısının
ardından F tipleri gündeme gelir. Bir süre sonra saldırıya verilecek cevap
belli olmuştu. Direnişin biçimi Ölüm Orucu olacaktı. Feda süreci olur da İlker
geride durur mu?
Gönüllüler bu direnişte
en önde yer almak istediklerini belirtiyor, herkes "önce ben" diyordu.
Lakin gönüllülüğünü belirtmeyen de vardı. Onlar daha çok örgütün herkese tek tek soracağını düşünenlerdi. Bunlardan biri de İlker'di.
Bir toplantı sırasında gönüllü olanların yazılı sözlü olarak belirtiğini öğrendi sonunda. Bunu öğrenince çok kızar.
Elleriyle, yüreğiyle, kollarıyla konuşur İlker. O sakinliğinden eser kalmaz.
Kitle önünde ayakta durup hararetle anlatmaya çalışır meramını. "Bu işin böyle olacağını bilmiyordum.
Sorulmasını bekledim... Ben mutlaka olmalıyım."
Toplantı biter bitmez
kaleme-kağıda sarılıp yazıyor gönüllülüğünü. Ama
kızgınlığı, "nasıl anlamadım" deyip durması günlerce sürüyor. En önde
olmama ihtimali çok ağır geliyor ona... İkna etmeye çalışıyor örgütünü.
Hedefleri hep büyüktür
İlker'in. Yine ilk ekibi hedeflemişti kendisine. Heyecanla, coşkuyla, geçen
günlerde "beni mahkûm etme dost yollarından" türküsü defalarca
söyleniyor.
Bir yandan da hazırlıklar
yapılıyor. Anma, kutlama, moral programları yapılıyor. Bu gecelerden birinde
İlker yazdığı bir şiiri okuyor. Vasiyeti bu. Coşkuyla okuyor vasiyetini.
İlk ekiplerde adını
göremeyince yine çok üzülüyor İlker. Günlerce konuşmuyor. Sonunda yine
gönüllülüğünü belirtiyor "sizi çok
üzdüm değil mi?" diye mahcup oluyor yine.
29 Ekim'de açlık grevine
başlanır. İlker'in ilk uzun açlık grevi bu. Heyecanlı,
kıpır kıpır... Günler ilerledikçe coşkusu artıyor.
Sevinçle anlatıyor, her
işe coşkuyla sarılıyor. Şehitler için pano hazırlıyor. Kendi resminin de o
panoda yer alacağının hayalini kuruyor.
Bayrak, flama, pankart ve
afiş asılması, sahnelerin perdelerinin hazırlanması, ışıklandırma ve daha
birçok teknik ayrıntıların yerleştirilmesinde emeği vardır İlker'in.
2. Ekibin içinde de adını
göremeyince İlker bu sefer daha da üzülür. O kadar ki kendisine güvenilmediği
düşüncesine kapılır. Oysa defalarca kanıtlamıştır kendisini. Kişiliği,
yaşamıyla güven verdiğini biliyor. Ama şimdi içinde fırtınalar kopmasına engel
olamıyor. Görevlerini ise hiç aksatmaz. Ama üzgün hali her davranışına yansır.
Bu kadarına katlanamazdı
İlker. Katlanmadı, ısrar etti ve direnişin 55. gününde 3. ölüm orucu ekip
komutanı olarak o özlemini duyduğu bandına kavuştu. Yine
militan, yine kavgada, yine kavgamızın harbi delikanlısı.
Artık gözleri ışık
saçıyor her an. Önde olmanın haklı gururu mutluluğu okunuyor yüzünden. Bandı
kuşanır kuşanmaz "Yakıştı mı" diyor sadece.
3. Ekibin yola çıkışının
kutlanacağı programa hazırlanıyor. Bant töreninin heyecanı sürerken İlker
heyecanlı olduğu kadar rahat ve coşkuludur yine...
Sahneye çıkıyor. Herkes
"acaba ne yapacak" diye merak içindedir. Darbuka çalanın yanına gidip
nasıl bir ezgi istediğini anlatıyor. Ve geçip sahneye, iki yana açıp kollarını,
Romen havası oynuyor. Şaşkın bakışlar arasında kollarını yanlara açmış, rüzgârda
dalları hışırdayan bir selvi gibi dalgalanıyor tüm
bedeni. Darbuka susunca bir alkış tufanı çıkıyor. Yine utangaç geçip yerine
oturuyor.
Günler hızla akıp
geçiyor. Direniş koğuşları düğün evi gibi. Namluya sürülmüş mermi İlker.
Yener'i düşlüyor. Bir an evvel ona kavuşmayı...
19 Aralık gecesi beklenen
saldırı geliyor. O gece nöbette İlker. Maltada
askerlerle yüz yüze gelince öfkeyle haykırıyor katil sürüsüne. "Ne işiniz
var burda?" O'nun sesiyle uyanıyor Çanakkale. Gültepe'de 20-30 faşistin üstüne elinde palayla saldıran
İlker, öfkeyle saldırıyor yine. O'nun tek başına bu gelişinden paniğe kapılıp
geri çekiliyor katil sürüsü. Tek başına püskürtünce katilleri, barikat kuracak
zaman kazanılıyor.
Çanakkale geçilmez
deniyor her bir ağızdan. İdil'in uğurlandığı maltada Fidan
meşaleye dönüşüyor. Bomba, kurşun, gaz yağarken bir yandan da tazyikli su ve
köpük sıkıyorlar. İlker ise en önde. Kendisi de direnişçi
olmasına rağmen diğer direnişçilerin güvenliğinden sorumlu olarak başında siyah
beresi, siyah deri montuyla direniş koğuşunun girişinde bekliyor. En önde
coşkuyla savaşıyor.
İkinci gün gaz bombaları
iyice yoğunlaştı. Nefes almak zordu. İlker'in burnunda et olduğu için nefes
alması daha zor oluyordu. Ameliyat olmayı kabul etmediğinden sessizce
katlanıyordu ama bu sefer onun için çok daha zordu. Gazlardan çok fazla
etkileniyor. Ard arda atılan bombaların nefessiz
kalınca yere yığılıp, suların içinde uzanıyor bir ara. Bu haldeyken dahi
etrafını kolacan ediyor "Nasılsın" diyor,
nefes almakta zorlanan yoldaşına... Bilinçleri açık tutmak için konuşup yardım
etme çabasında. Benden önce yoldaşım diyendir O.
Üç gün boyunca bandını
alnına takamıyor. Direnişçiler bilinçli olarak hedef alındığından kamufle ediliyor bantlar. İlker cebindeki bandını çıkarıp çıkarıp uzun uzun bakıyor sarı
yıldıza... Çatışma devam ederken bir ara İlker'i yarı baygın halde ateşin
başına getirdiler. Baştan ayağa sırılsıklamdı ama geride durmadı. "Biraz ısın çok ıslanmışsın" diyen
yoldaşlarına "Ben iyiyim arkadaşlar ısınsın" diyordu. Sık sık kendinden geçiyor. Çoraplarını değiştirmeye
çalışıyorlar, çekiyor ayağını... "Ne yapıyorsunuz, sizin çoraplarınız kuru
mu?" diyor İlker. Önce siz diyor. Yarı baygın halde yine önce yoldaşlarım
diyor.
Anlık baygınlıklardan
sonra yine mevzisine koşuyor. Çatışmanın şiddeti gittikçe artıyor. En şiddetli
an yaşanıyor. Yıkılan duvardan, camdan ve tabandan açılan deliklerden kurşun ve
gaz bombası yağıyor durmadan. Her an vurulabilirler.
"Delikanlım
İyi bak yıldızlara
Onları belki bir daha
görmezsin
Belki bir daha
Yıldızların ışığında
Kollarını ufuklar gibi
açıp
Yürüyemezsin..."
Koğuşun
tavanı kevgir gibi artık. Gaz
bombaları atılıyor peşpeşe. Mermiler yağdırılıyor
tepemize... Yaralıların sayısı hızla artıyor. Bir yandan gaz bulutlarının
arasında nefes alamaz haldeyken, yaralılar güvenli yerlere taşınıyor. Namlular
hızla ölüm kusuyor. Çekilecek yer kalmayınca kol kola girip üzerlerine
yürünecek...
İlker'in son anlarını Gülnihal Yılmaz ve Fatma Tokay
Köse anlatıyorlar feda destanında.
“Atalarından
öğrenmişlerdi. Çanakkale geçilmezdi. Azrail'e buyur dendi, düşmana denmezdi.
İlker
bunu en iyi bilenlerdendi.
"Her
şeye varım" dediğinde 17'sindeydi.
Gültepe'de
delikanlı, devrimci oldu. Yaşı 17 ise de 70'indekine duyulan saygıyı gördü.
Büyük düşleriyle boy atamadan dışarıda, hapisteydi İlker. Hapishanede büyüdü
desen büyümedi. Yaşı ancak 22'ye değdi. Geri kalan ömrünü toprağa verdi. O'nu
bulan ölüm cinsi kalleşti. O anı yoldaşlarından sadece biri görebildi. Fakat
anlattı geriye kalanlara bir bir. Çıkışa yöneldik...
İlker beni korumaya çalışıyordu, koluyla kafamı sarıp göğsüne doğru bastırdı.
Gidecek uygun bir yer arıyordu gözleriyle. İşte o an tepemizdeki delikten
kurşun ve bomba indi. Beni sıkı sıkı saran kolu kaydı.
Gültepe'nin delikanlısı bir anda köpüklerin arasında
kayboldu. Ardından ben de köpüklerin içine daldım ve İlker'i çıkardım. Gözleri
kapalıydı, yüzü tertemiz, apaktı. Başının sağ tarafından kan fışkırıyordu.
Elimle kanı durdurdum sandım. Ama kanla birlikte gaz da fışkırıyordu. Yine de
elimle bastırdım yaraya ve hemen geri çektim. Sarı birşeyler
geldi elime. O sarı şey İlker'imizin beyniydi avuçlarımdaki...
Gülnihal Yılmaz- Fatma T. Köse
...
Ölüm İlker'i direnişin
içinde, direnişteyken, alnında kızılbandıyla buldu
Çanakkale'de. Çanakkale direnişinin 4. şehidi olarak kahramanlaştı. Erken geldi
ölüm, çok erken, ama ölümün böylesi yakıştı İlker'e. Direnişin içinde, direnişin
en önünde kahramanca.
İlker sözü, namusu
bilendi. 19 Aralık'ta gün boyunca, kendi de direnişçi olmasına rağmen en önde
çarpıştı. 19 Aralık günlerinin son gecesinde bir yoldaşıyla dolaşırken, "Şehit
düşebilirim şimdiden kutlu olsun" der ve birkaç saat sonra kutlu olur
şehitliği.
İlker'den bize delikanlı
bir yürek, eğilmez bir baş, onurlu, namuslu, tertemiz, bir ad kaldı.
O ad şimdi çocuklarımızın
adında, devrim ve zafer yürüyüşümüzde yaşıyor.
***
Yoldaşları anlatıyor:
Çanakkale Direniş Şehitlerinden İLKER
BABACAN
"Eğilmez
başın gibi gökler bulutlu efem
Dağlar yoldaşın gibi sana ne mutlu efem"
Sevgili İlker, Ege’li
değilsin ama sana bu türküyü çok yakıştırdık hepimiz. Çünkü şehit düşerken bile
eğilmedi başın. Dimdiktin...
Şimdi o anı yeniden
yaşıyorum...
Çanakkale direniş
cephesindeyiz. Katliamın ve de o görkemli direnişimizin 3. Günü. Şehitlerimiz
bir yanda, yaralılarımız bir yanda... Yemekhaneyle yatakhane arasında gidip
geliyoruz. Biz ne taraftaysak katiller o tarafı bomba-kurşun yağmuruna tutuyor.
Tavanlar delik deşik, bombaların ardı arkası kesilmiyor. Yok
yok üç gündür bir tekimizi dahi teslim alamadılar.
Attıkları bombalardan kendileri zehirlenir hale geldiler. Ama her defasında
sloganlarımızı duyuyorlar cevap olarak. "Kahramanlar
ölmez halk yenilmez", "Yaşasın Ölüm Orucu Direnişimiz".
Biz ölmeye hazırız. Teslim olmak mı asla. Ama katiller iyice azgınlaşmış
durumdalar. “Hepinizi öldürecğiz” diye bağırıp duruyorlar
çaresizce. Çaresizler... Üç gündür yapmadıkları kalmadı ama nafile, bir
tekimizi bile teslim alamadılar.
Artık tavandaki
deliklerden uzatıyorlar namlularını, hedef alıp ateş ediyorlar. Yaralılarımızın
sayısını bilmiyoruz.
İlker dayanamıyor, o uzun
boyuyla kalkıp delikten uzatılan namluya uzanıyor. Bir yandan da hedef
aldıkları yoldaşımıza siper ediyor vücudunu. İşte İlker bu. Vücudunu
yoldaşına siper eden, gözünü kırpmadan düşmanın elinden silahını almaya
çalışan... İşte o sırada ayakta, dimdik karşılıyorsun ölümü. Boylu boyunca
uzanıyorsun kanlı köpüklerin içine...
Yine kendinden önce
yoldaşlarını düşündün İlker. Yaşamın da hep böyle değil miydi zaten...
96 Ölüm Orucu sonrası
tutuklanıp gelmiştiniz Sakarya hapishanesine. Sohbetlerimizde "içeride yoldaşlarımız ölürken biz
dışarıda boş mu duracaktık" diyordun.
Tutuklandığında
hapishanedeki en genç yoldaşlarımızdandı. Hatırlıyor musun, annen her görüş
günü seni "ablalarına" emanet eder, "benim oğlum daha çocuk, ablaları ne olur iyi bakın"
derdi.
Oysa o gencecik yaşında
bile ağırlığını olgunluğunu hissederdi. Malta nöbetlerinde en yaşlı
gardiyanlarda dahi saygınlık uyandırmıştın.
Hapishane yaşamında hep
güvenlikte görev alırdın. Askeri yanların gelişkindi. Ama parti ne derse o
olurdu senin için. Hatırlıyor musun, emek üretimde herkes maddi gelir için el
yapımı birşeyler yapıyordu. Sen de boncuk işlemeyi
öğreniyordun. Maltada nöbetçi sendin o gün. Gelen karavanayı bayanlar koğuşunun nöbetçisine verirken
eğildiğinde cebinden boncuklar ve tığ yoğurt karavanasının içine düşmüştü.
İkimiz de gülmüştük. Ben "ne o İlker
sen bayan işleri yapmazdın" diye sana takılmıştım. Sen de o delikanlı
üslubunla "abla ne gerekiyorsa,
parti ne istiyorsa onu yaparım" demiştin.
Hani bir de o kartal kanat yürüyüşün vardı maltada. Bütün skeçlerde taklidini
yapardık. İzlerken hem güler hem de kızardın biraz. Biz yine de yapardık...
En çok da Yener’le senin taklidin yapılırdı
hatırlıyor musun? Evet canım yoldaşım, seni Yener’siz Yener’i de sensiz düşünemiyorum. Yener’in Kelkit’e
kavuşmasıyla anlattıkların geliyor aklıma. İlk kez o zaman anlatmıştın birbirinize
verdiğiniz sözü. Parti-Cephe’yle tanıştıktan sonra "kim devrimciliği bırakırsa ya da ihanet ederse diğerimiz onun
kafasına sıkacak" demişsiniz birbirinize. Böyle bir ilişkiydi
aranızdaki. Tabii biz bunu sen anlatana kadar bilmiyorduk. Yener’in şehitliğinden
sonra anlatmıştın. Nasıl da zor gelmişti sana Yener’i anlatmak.
Bize de zor geliyor seni, sizleri anlatmak.
Ama anlatacağız yoldaşım anlatacağız...
Dedim ya, Parti-yoldaşların hep önce gelirdi
senin için. Parti ye bağlılıkta, partiye güvende hepimize örnektin.
Çanakkale’deki genel
toplantımızda bir kez daha gösterdin bunu.
Ölüm Orucu gönüllüleri ve
bantı kuşanacaklar açıklanıyordu toplantıda. Hepimiz
söz alıp yaşadıklarımızı-hissettiklerimizi anlatıyorduk. Sen de söz aldın.
Herkesin yönetici yoldaşlarımıza gidip gelmelerini anlatıp bir olağanüstülük
sezdiğini ama anlayamadığını anlattın. Yönetici yoldaşımız seni çağırıyor ve "İlker herkes gelip Ölüm Orucu
gönüllüsü olduğunu söylüyor, bizi sıkıştırıyor. Ama sen birşey
demedin. Sen ne düşünüyorsun?" diye soruyor. Yoldaşımıza verdiğin cevabı
hepimizin içinde tekrarlamıştın. "Ben Partime her türlü göreve, her şeye
varım demiştim. Bugün de aynı şeyler geçerli. Partim uygun görürse beni de
görevlendirir, Partime güveniyorum" demiştin. Bu yüzden gönüllülüğünü
yeniden belirtmek aklına gelmemişti. Bu sözlerin hepimizi etkilemişti. İşte sen
buydun; Partiye inanan, güvenen... Sonuna kadar sözünün
arkasında duran. Senin defterinde sözünden dönmek yoktu. Bu yüzden
yönetici yoldaşlarımıza tekrar tekrar gitmemiştin.
Parti biliyordu seni, görev verildiğinde yapardın. Yaptın da...
Ölüm orucu ekiplerinde yeraldığın zamanki sevincini düşünüyorum... Kızıl bant ne
kadar da yakışmıştı sana. O geceyi hatırlıyor musun? O ağırbaşlı İlker, hep
kartal kanat yürüyen İlkerimiz, yıllar sonra 3.
ekiplerin bant takma töreni sonrası yaptığımız kutlamada roman havası
oynuyordun! Hepimiz pür dikkat seni izliyorduk. Evet sen de bir göçmendin, ve kendi yörene, kültürüne ait bir oyunu
oynuyordun
Daha neyini anlatayım
yoldaşım. Sen bizim kartal kanat yürüyen, kanatlarıyla hep yoldaşlarını koruyan
delikanlı İlkerimizsin. En son görevin de, yine
yoldaşlarını korumaktı. Operasyon başladığında herkes görevinin başına geçmişti.
Sen de. Bu kez Ölüm Orucu 1. ekip savaşçılarının güvenliğini almıştın. Sende
Ölüm Orucu ekibindeydin ama yoldaşlarının güvenliğini yine sen almıştın. İşte
canım yoldaşım şehit düşme şeklin hiçbirimizi şaşırtmadı. Şehit düşerken de
dimdiktin, mutluydun. Bu yüzden bu türküyü sana çok yakıştırdık.
"eğilmez
başın gibi gökler bulutlu efem
dağlar yoldaşın gibi
sana ne mutlu efem"
***
Yoldaşları anlatıyor:
“Sanki
dört duvar arasında değil de sokaklarda
eylem
coşkusu yaşayan bir havası vardı”
Sakarya hapishanesine
geldiğimde ilk dikkatimi çeken insanlardan biriydi.
Sakarya hapishanesi, 96 Ölüm Orucu sürecinde Eskişehir
tabutluğu ile birlikte gündeme gelen bir sürgün hapishanesiydi. 96 Ölüm Orucu zaferle sonuçlanıp
Eskişehir tabutluğu kapatıldıktan sonra Sakarya Hapishanesi’ne yeni tutuklananlar
getirilmeye başladı. Daha önce burada sadece bayan tutsaklar bulunmaktaydı. Biz
bu hapishaneye getirilen ikinci grup erkek tutsaklardık. İlkerler bizden önceki
Avrupa yakası operasyonunda kalabalık olarak getirilmişlerdi. Çoğunluk yeni
insanlardı. Hapishane deneyimi olan, parmakla sayılacak kadar azdı. Bunlar ve
benzer şeyler de eklenmesiyle hava olarak moralsizlik koğuşa hâkimdi. Partinin
tek tek insanlarla ilgilenen hapishane politikalarıyla
bu hava kısa sürede dağıtıldı. Bu girişten sonra İlker'e geleyim. İşte İlker
ilk geldiğinde bu karamsar tablo içinde göze çarpan en diri, en neşeli, moralli,
hareketli insanlardan biriydi. Sanki dört duvar arasında değil de sokaklarda
eylem coşkusu yaşayan bir havası vardı. Bu ataklığını, coşkusunu spor sorumlusu
olarak da gösteriyordu. Sporda disiplinsizliklere hiç tahammülü yoktu. Sorunlar
yaşayan insanların spora da yansıyan hareketlerine sert tepkiler veriyor. Fakat
sonrasında aşırıya gittiğini anlayıp o insanları anlayarak özür diliyordu. Bu
da onun yoldaşlarına karşı sevgisinden şefkatinden ileri geliyordu. İlker'in
devrimcilikten önceki lümpen bir yaşamı vardı. Ama
bundan hiçbir zaman utanmazdı. Aksine düzenin pisliklerini içinde yaşayıp daha
iyi görerek, devrimciliğe ulaşmasında etkili olduğu için böyle bir yaşamdan
geldiğine seviniyordu bile. Benim de böyle bir geçmişim olduğu için onu çok iyi
anlıyordum. Ondaki devrimcilikten önceki haksızlıklara, aşağılanmalara ezilmeye
karşı olan delikanlıca isyan, zaman içinde devrimcilikte güçlü, ilerletici
yanlarını oluşturmuştu.
Konuşmasında,
davranışlarında o dobra, sade olduğu yan ilk göze
çarpıyordu. Devrimcilikle buluşmasından öyle bir kıvanç duyuyordu ki, müthiş
bir arzuyla herşeyi bir anda adeta yutarcasına
öğrenmek istiyordu.
Aynı semtte (Gültepe) mücadeleye atılmadan önce de tanıdığı birçok kötü alışkanlığı
olan eski bir arkadaşı ile devrimci olduktan sonra da aynı yakınlıkta
ilgilenmiş ona devrimciliğin güzelliklerini anlatmış ve en nihayetinde o doğal
ikna yeteneğiyle onu da mücadele içine sokmuştu. Ve birlikte aynı hapishaneye
gelmişlerdi. İlker'in örgütlediği bu insan da devrimin savaşçısı oldu. Ve her
zaman devrimin güzellikleriyle tanışmasında İlker'in payını anlatırdı.
İlker aynı zamanda bizim
güvenlikçimizdi. Bu görevinden dolayı koğuş dışında, maltada
gardiyanların da bulunduğu yerde dururdu. Gardiyanların çoğu bize karşı saygılıydı.
Bu saygıyı çoğaltan da İlker gibi arkadaşları sürekli görmeleri, onlarla
konuşmalarıydı. Ama içlerinde az da olsa bize karşı düşmanlık güden, faşist
olanlarda vardı. Bunlardan biri de mafya özentili, sahte kabadayı pozlu ayı
gibi bir tipti. Bizim yemeklerimizi çöplerimizi adli tutsaklardan insanlar getirir,
götürürdü. Hepsiyle fırsat buldukça sohbet ederdik. Bir gün bunlardan birine bu
mafya özentisi gardiyan bağırıp küfür ediyor. İlker de hemen tavır koyuyor.
"Bizim
olduğumuz yerde, bu insanlara böyle davranamazsın." diyor. Gardiyan karşılık
verince İlker dayanamayıp tek bir yumrukta o ayı gibi herifi deviriyor. Bu
arada İlker iyi de karateciydi. Sporda bize bazı hareketleri öğretmeye
çalışırdı. İlker sürekli koğuş dışında olmasından dolayı eğitim çalışmalarının
çoğuna giremezdi. Ancak daha sonra neler yaptığımızı, notlarımızı satırı
satırına bizden öğrenir, geri kalmamak için iki misli çaba sarf ederdi. Bunun
için çok sevdiği uykusundan bile feragat edip az uyurdu. Zaten onun o uykudaki
içinin dışarı vuran huzuru, duru hali hiç gözümden gitmiyor. İlker'in
ciğerlerinden rahatsızlığı vardı. Ben komüncü olduğum için sağlıkçı arkadaşın
söyledikleri doğrultusunda her gece ona önceden ballı süt hazırlardım. Geceyarısı ya nöbetçi arkadaşlar ya da ben kaldırıp
içirirdik. İşte bu esnada sütünü verdiğimizde mahcup olur, kızarır, o uykulu
ama huzurlu haliyle sevgi dolu teşekkür ederdi.
Düzenin pisliklerinden
sıyrılıp nimetlerini de elinin tersiyle itip soylu devrimcilikle kucaklaşmada
verilen kısa ama onurlu bir mücadeledir İlker'imizin yaşamı. Bugün tam da
gelinen süreçte düzenin gençliği yozlaştırıp, uyuşturup sinik sönük bireyler
haline getirmesine karşın düzen içindeki hiçbir genç insanın "bu adam olmaz" yanlış inanışına
en güzel verilmiş öğretici, örnek bir cevaptır İlker'imiz. "Ben halkımı, bir tas çorbaya, bir şişe seruma satmam" diyen
inanış, bağlanış İlker'i vatanımızın hatta dünya devrim tarihinin en görkemli
direniş destanlarından birinin ölüp yenilmeyen, ölüp teslim olmayan devrimci
Kahramanlarının arasına katmıştır.