Hüsamettin CİNER'i Yakınları, Yoldaşları

Anlatıyor:

 

 

GÜLÜMSÜYORSUN HALA

 

Yüreğin...

gözlerin gibi ışıl ışıl

yoldaşlığın kadar sıcacık

ve umutların kadar tertemiz...

 

Tertemiz ne demek yoldaş?

Onur mu?

Namus mu?

Sözünü tutmak mı?

hepsi birden belki...

 

Sor bir yüreğine, bir gülüşüne yükledin onları

öyle düştün yola...

Hep yoldaşların vardı aklında

Ve bir de umutlu gözleri halkın

adalet bekleyen gözleri...

 

Yüreğin

O kocaman patlamayla

dört bir yana dağıldığında

sen sıcacık bir selam oldun

yoldaşlarına

ve öptün halkının umut dolu

gözlerinden

“yüzümüzü kara çıkarmadın”

diyen

gözlerinden

 

Şimdi onlar

Senin adını yazıyor

Ankara’nın duvarlarına

Ve sen hala

gülümsüyorsun onlara oradan

gül be güzel yoldaşım

gülmek en çok senin hakkın şimdi

Ve büyüyor gülüşün

yeni gözlerde

görüyorsun değil mi?

 

***

 

Bir yoldaşı anlatıyor:

HÜSAMETTİN: ADALET

 

“Doğru yaşadığımı biliyor, dünyanın en onurlu mesleğini yapmaktan gurur duyuyordum.”

Evet, bir gözaltı sonrası böyle söylüyordu Hüsamettin. Ve o bu gururu 10 yıllık mücadele yaşamı boyunca hep taşıdı.

Gözaltılar, işkenceler, tutsaklıklarla süren on yıllık yaşam. Her anı halkına, yoldaşlarına olan sevgisiyle dolu bir yaşam. Her anı adalet için çarpan yürekle dolu.

15’inde liseliydi. İlk farkına vardığı, eğitim sistemindeki adaletsizlikti. Liselerdeki gerici faşist eğitim son bulsun diye çalışmıştı. Adalet için hep anlattı. Anlattıkça, dinledikçe daha çok şey öğrendi Hüsamettin. Ve gördü ki adaletsizlikler bu ülkede sadece liselerde yaşanmıyordu.

Adalet için adımladı yolları. Anadolu’nun yoksul insanlarının sofralarına konuk oldu, anlattı Hüsamettin. Bu ülkede yaşanılan haksızlıkları, çözümlerini... Anlattıkça çoğalıyor, çoğaldıkça büyüyorduk. Sonra Susurluk yaşandı. Herşey daha çok açığa çıktı. Hüsamettin yine adımladı yolları. Bu kez Kocaeli’nde emekçi mahallelerindeydi. Susurluk pisliğine karşı halkın tepkilerini örgütlemeye çalıştı. Gittiği her yere adalete olan özlemini taşıdı. Adalet özleminin büyümesini istemedi egemenler. Ve yine gözaltına alındı Hüsamettin. Yabancısı değildi gözaltıların, işkencelerin. Artık polisler de tanıyordu direnişçi, başeğmeyen Hüsamettin’i. Bir kez “Bize güvenen, evini açan, bir çorbasını bizimle paylaşan insanları düşmana teslim etmek... Asla” demişti. Tutsak edildi Hüsamettin. Ama adalet özlemiyle yanan yüreği hiç kararmadı. Yüreği halk sevgisiyle doluydu. Deprem yaşandığında öfkesi sinesine sığmamıştı.

Hüsamettin:

“Öfkeliyiz...

Onbinlerle ölüyoruz. Acılar, afetler, ölümler hep bizi buluyor. Tutsaklığın katlanılmaz olduğu zamanları yaşıyoruz gene. İnsanlarımızın, halkımızın yanında, onlarla birlikte olma özlemimiz bileniyor, öfkemizle birlikte.

“Bize bu dayanılmaz acıları yaşatanlardan, halkımızı onbinlerle katledenlerden, cenazelerimize bile hayvan leşi muamelesi yapanlardan hesap soracağız” demişti.

Aynı yürek, 26 Eylül’de paramparça edilmiş yoldaşlarının bedenleri için çarpıyordu. Yine “Hesabını soracağız” demişti. O’nun sözü lafta değildi. Sözün namus olduğunu biliyordu. Yumruğu sıkılı, “Hesap Soracağız” derken, geride kalan yoldaşlarına sözler verirken de öyleydi. Özgürlüğüne kavuştuğu ilk andan itibaren yine adalet için adımladı yolları. 5 Ekim’de saatler 21:50’yi gösterdiğinde zulmün ömrünü kısaltan bir bombaya döndü bedeni.

Hüsamettin, adaleti olmayan bir ülkede adaleti sağlamak için şehit düştü.

 

***

 

HAYDİ BAŞLAT

-Hüsamettin'in anısını-

 

Hadi ellerini cebine koy

Hadi yine düş yollara

Gün geceye varmadan

var umuduna

Ankara’nın sisli puslu havasında

O gri gökyüzünün tam da bunalttığı anda

parlayacak gülüşün

Yırtacak o havayı.

Kavgada ustalaşan ellerinle

aralayacaksın grilikleri.

Bir koşu dolaşacaksın Ankara’yı

Gecekondular, alanlar, daracık sokaklar

seni bekleyecek yine.

Seni bekleyecek hasret yüklü yürekler

Tepeleri aşarak geleceksin yine

“Başardım” diye coşkuyla haykıracaksın.

Yorgunlukları unutturan

Acıyı coşkuya çeviren gülüşün

Işıyacak yine gözlerinde

Ve kimbilir hangi sokakta, Yine bulup öpeceksin

O eli yüzü kir içindeki çocukları

Seni bekliyor yoldaşların

Haydi Hüsam, Haydi hızlandır adımlarını

Gün dönüyor bak

Halay başladı bile

“Onun istediği gibi” diyor yoldaşların

Bekliyorlar hasretle

Haydi Hüsam gir yoldaşlarının koluna

Başlat halayı, o kocaman patlamayla

HAYDİ BAŞLAT !..

 

***

 

Bir yoldaşından Hüsamettin'e:

Vefan, özverin, anlayışın, coşkun... Sözüne bağlılığın.

 

Merhaba Hüsam;

Sağ köşeye bir de tarih atıp mektup göndereceğim sandın değil mi? Yok...

Artık sana mektup gönderemeyeceğim. Artık sana “görüşmek üzere yoldaşım” diyemeyeceğim. Ben sana yazamayacağım, ama sen yazmaya devam edeceksin. Sen bizi duyamayacaksın belki, ama konuşmaya, öğretmeye devam edeceksin. Ta ki o hayalini kurduğumuz, ellerimizde bayraklarla bir bayram günü nümayişe çıkan Nikaragualılar, Vietnamlılar, Kübalılar gibi sokaklardan akacağımız günlere kadar... Kanını su ile yudular yoldaşım. Ama kan gider mi suyla? Yerde kan durur mu? Yüreklerimiz haykırarak “HAYIR” diyor! Kanı yerde komayız yoldaş. Sen de bunu bilerek gittin ya öyle genç, fütursuz... Ne diyeyim yoldaş, ne diyeyim...

Anlatmakla bitmezsin ki sen.

Hep yanımızda olacaksın, biliyorum. Ve bir gün ben de geleceğim yanına. Yine çocukça kahkahalarımızla, Ankara sokaklarının duvarlarını süsleriz. Biz geçtikçe renklenen sokakları ağır ağır, yavaş yavaş adımladığımız yolları yine geçeriz. Bir tas çorbasını bile bizimle paylaşanları selamlarız yine...

Duyunca haberini yaşadıklarımız an an, dakika dakika gözümüzde canlanıyor, gülüşün, iç çekişin, coşkun... Hemen her şey, ama herşey geliyor gözümüzün önüne.

Birlikte çok şey yaşadık, paylaştık. En saf, en temiz duygulardı bizimkisi... Bağlıydık birbirimize, korur-kollardık, sarardı kollarımız polis jopuna, işkenceye rağmen birbirini... Sen öğretmiştin çünkü yoldaşlığı, vefayı, bağlılığı. Haber alana kadar birbirimizden dalgın olurdu bir yanımız, bir yanımız işte-güçte... Koşturuyorduk sürekli, ama yorgunluk uzaktı bizden. Coşku hiç ayrılmadı yanımızdan. Sen olunca daha bir şenlenirdi sohbetler...

Bazen elinde bir kitap, dizlerine vura vura, marşlar söyleyerek inerdin yokuş aşağı. Gülen gözlerle “hoşgeldin”, “hoşbulduk” tan sonra başlardı bitmeyen sohbetimiz. Uzun yürüyüşler, otobüslerin tenha saatleri, ordan oraya koşuşturmalarda öyle çok şey anlatırdın ki! Kızmazdın hiç, anlatırdın, ama dostça sohbetlerle... Üstüne bir de sarılırdın; “ben sizin annenizim” diye... Gülerdik sana, hiç anneye benzemiyorsun, diye. Açardın kollarını sarardın boynumuzdan.

Güler geçerdik, ama sen çoktan sarmıştın yüreklerimizi. Yalnızca bizimkileri mi? Yok, herkes severdi seni... Sen, kendinden önce başkalarını düşünürdün, değer verirdin, herkesi sana çeken buydu. Bizimle tartışan ailelerimiz bile senin sohbetinle yumuşayıp “oğlum” derdi sana. Yol-iz bilmeyen analarımızın yol arkadaşı, dert ortağı olurdun. Açılmayan kapılar seninle açılırdı. Bazen bir işyerinde orta yaşlı bir kadın olurdu arkadaşın bazen de hiç ama hiç tanımadığın bir şoför... Öylesine seviyordun ki insanları, hiç tanımasan bile...

Sevgini dağıtıyordun herkese, ayrımsız. Yürekleri dolduran da bu ya yoldaş!

Vefan, özverin, anlayışın, coşkun... Sözüne bağlılığın.

Hiçbir söz tekrarlanmadı sende... Tekrarlandığında anlardık sıkıntından. Ama bunu genelde görmedi kimse. “Önce ben yapmalıyım” derdi hep davranışların. Bize bunu öğretirdi.

Çokları gitti bırakıp yüzüstü bizi, bencilliğini şah’a kaldırıp, “ailem”, “geleceğim” dedi. Oysa sen “vurulup düşersem birgün, halay çekin ardımdan” diye vasiyet bıraktın bizlere...

Düşünce zora, yüreğini, bilincini sattı birileri, sen “Direndik çıktık işte” deyip zulmün verdiği acıları küçümserken... Ve iki adım sonra satarken sevdamızı birileri, sen “Hesap Soracağız” diye kavgamızın ateşiyle parçalanırken...

“Zulmün ömrü az olur, ama onur hep yaşayacak” değil mi yoldaş? Azalttın ömrünü zulmün.

Her geçen gün karşına çıkan her zorlukla daha bir bağlandın kavgaya, Mahir’in “devrim yolu engebelidir, sarptır” şiirini okuyarak. Savaşta militanca vurulup düşenlerimizdeydi gözlerin. Buluthan gibi olmak isterdin örneğin. Sinan Abi gibi çatışarak şehit düşmek isterdin... Sabırsızdın “keşke” derdin “keşke çarpışsak da yolda beni de alın desem onlara. Götürseler beni de”... Bir tutkuydu savaşçı olmak sende... Yağmurlu günlerin yürüyüşlerinde kurardık niyeyse hep böyle hayalleri... Ve yoldaşım, sen gidince yağmur yağdı 2 gün hiç durmadan.... Yağmurlu bir günde huzurlu yatıyorsun yerde.

Etrafında leş kargaları. Huzurlusun, kimbilir ilk aldığında eylem haberini nasıl da sevindin! Gözlerin parlayıp “hadi ya” demişsindir, bir de sarılmışsındır sıkıca. Yılların özlemi olmasın mı? Olsun tabii yoldaşım. Bir keyif sigarasını alıp dolu dolu çekmişsindir içine. Parmaklarını şöyle bir geçirip saçlarının arasından bakmışsındır derinden. Sonra, sonra mutlaka bir sigara daha yakacaktın, durup durup elini dizine de vurarak “ne yaptık, ne yaptık” diye sevinecektin yine çocukça. Gülecekti gözlerin.

Şimdi anlatıyor herkes seni... Anlatıyorlar, sana olan güveni. Senin için; “o çok değerli bir yoldaşımızdır” denilişini, kendinden önce nasıl da onları düşündüğünü... Anlatmakla bitmiyorsun sen. Tatlı bir tebessümle bakıyoruz birbirimize, yine o günlerdeyiz, birlikte olduğumuzdaki mutluluğumuz, ayrılmak istemeyişimiz birbirimizden... Bazen de, doluyor doluyor da gözlerimiz, kaçırıyoruz bakışlarımızı. Kahraman’ın o hiç dilinden düşürmediğin şiirleri takılıyor aklımıza. Hani hep ayrılırken derdin ya;

“Gidiyorsam eğer, seni sevmemişliğimden değil, açlık çağırıyor beni” diye. Evet yoldaş gittin, ama bizi sevmemişliğinden değil. Ölesiye sevdin bizi biliyoruz. Yüreğinde umudun çelik mavisini yakarak gittin.

Giderken aklında yine biz vardık, biliyoruz.

Aklında bakmaya bile dayanamadığımız vahşice katledilen şehitlerimiz vardı. Verdiğin sözler vardı. “Hesap Soracağız” dedin ve SORDUN. Kanı yerde koymadın. Yeniden doğurdun umudu, kavgayı, sevdayı... Kahramansın sen. Onurumuzsun yoldaş, gururumuz...

Bekle can yoldaş, sen en has’ımızdın bizim. Bekle...

 

***

 

Bir yoldaşı anlatıyor:

 

HÜSAMETTİN ADI GÖZLERDE BİR GÜLÜŞTÜ

 

Halkevindeyiz. Bir grup liseli oturup sohbet ediyoruz. Birden bahçe kapısından görünüyorsun. Mücadele’nin “Partinin Arifesindeyiz” yazısının olduğu sayının kapağını göstere göstere yüzünde büyük bir mutlulukla içeri giriyorsun. Hep birlikte Mücadele’yi inceliyoruz. Sonra bize, Parti’nin bizim için ne anlam ifade ettiğini anlatıyorsun. Sonraki dönemlerde de bize hep anlatan oluyorsun. Ama sadece anlatan, öğreten değil, aynı zamanda öğrenen de. Bıkmadan, usanmadan anlatırdın. Moralimiz bozuksa bazen o sorun üzerine, bazen başka konular anlatarak, bazen de esprilerle moralimizi düzeltmeye çalışırdın. Bir şeye sinirlendiğimizi, kızdığımızı gördüğünde ya da kendinle ilgili birşey olduğunu düşündüğünde “bana mı kızdın” derdin. Eğer sana kızdıysak eksikliğini öğrenmek ve onu düzeltmek isterdin. Eleştirildiğinde hiç bozulmaz, onu düzeltmek için uğraşırdın. Senin, aynı konudaki bir eksikliği üst üste tekrarladığına tanık olmadık.

Gözaltına alındığında tavrın hep olumlu olmasına rağmen, bunu hiç anlatmazdın. Gözaltı korkusu olan birileri olduğunda hep şehitlerimizden örnek verirdin. Esma’yı, Birtan’ı anlatırdın... Şehitlerimize çok bağlıydın. Ama onları nostalji yaparak değil, örnek almamız gereken özellikleriyle anlatırdın. Özlem çatışarak şehit düştüğünde Kayseri Hapishanesi’ndeydin. Ankara’ya gittiğinde hemen Özlem’in mezarına gidip karanfil koyduğunu bize gönderdiğin mektupta yazmıştın.

Defalarca gözaltına alındın, ama bunlar seni hiç yıldırmadı. Zaten gözaltılarının bir kısmı, başkalarını gözaltından kurtarmak istediğin için olurdu. Yoldaşlarını hep sahiplendin. Ama sadece gözaltına göndermemek için değil, yaşamın bütününde sahiplenirdin. Bir sorunumuzu öğrenmek için deyim yerindeyse kırk takla atardın. Gerçi sorunlarımızı sana anlatmak bizler için çok rahat olurdu. Bizi uzun uzun dinler sonra da çözüm bulurdun. Bizi sorunlarımızla hiç başbaşa bırakmadın.

Çocukları ne çok severdin. Hatırlıyor musun, Ankara sokaklarında dolaşırken ne zaman tozun toprağın içinde bir çocuğu oynarken görsen hemen onu okşayıp öperdin. Sonra da çocukları ne kadar çok sevdiğini anlatırdın.

En son Ümraniye Hapishanesi’nden tahliye olduğunda bir dönem İstanbul’da kalmıştın ya, o dönem görüşümüze gelen bir anamız seni bize anlatmıştı. Anamız seni o kadar çok sevmişti ki senin için “O benim oğlum” diyordu. Daha sonra senin mücadele içinde başka bir yere gittiğinde yine sevgi ve özlemle “Parti oğlumu aldı” diyordu.

Seni böylesine sevgiyle anlattığına hiç şaşırmadık. Senin kişiliğinden ve mücadele içindeki pratiğinden “sonuna kadar” gideceğini biliyorduk. Haberlerde soyadın ve örgütün adı yanlış verilse de seni tanıyanlar olarak, Artvin ve Hüsamettin adı geçince “Bu bizim Hüsam’dır” dedik tereddütsüzce. Ama yine de Partiden gelecek haberle adının netleşmesini bekledik. Senin olduğun kesinleşince başladık seni anlatmaya. Ama öyle çok sohbetlerimize konu olmuştun ki, herkes seni tanıyordu zaten.

Senin sadece adının her geçişinde bile yüzümüzde bir gülümseme oluyordu.

Şimdi senin adın, gözlerdeki sımsıcak gülüşün adı Hüsam Yoldaş...

 

***

 

Bir yoldaşı anlatıyor:

 

KAVGANIN SIRA NEFERİ: HÜSAMETTİN CİNER

 

Hüsamettin, hesapsız fedakarlığın verdiği bir azim, coşku ve kararlılıkla kendini halkının ve vatanının özgürlük kavgasına adayan sıra neferiydi. Mütevazı, çevresine güven veren, aldığı işi eksiksiz yerine getirme konusunda fedakar olan, kavramada ve kavratmada kendine ve yoldaşlarına güvenen, gelişmeye ve geliştirmeye açık bir dava adamıydı. Onun için Partisine, yoldaşlarına açık olmamak, kavgayı sahiplenmemek, düşündüğü gibi yaşayıp savaşmamak, düzene karşı savaşımının bedellerine katlanmamak, devrime, Partiye, yoldaşlarına ihanetti. Partiyi, yoldaşlarını ve halkını bu saflık ve temizlikle sahipleniyordu. Onun için büyük küçük iş ayrımı yoktu. Devrimi geliştiren, kavgayı büyüten her iş çok değerliydi. Kıskançlıkla sahiplenirdi. Araştırmacı, yanlışlarına karşı acımasız, ders çıkarmayı bilen, yanlışın yerine anında doğrularımızı koymada tereddütsüz davranan, ilkeli yaşamayı seven bir yoldaşımızdı.

Hüsamettin’i Kayseri Hapishanesi’nde tanıdım, yaklaşık 6 aylık bir beraberliğimiz oldu. Kısa sürede samimiyeti yakaladığımız yoldaşlardan biriydi. Çünkü Hüsam’da gizli kapalı bir yan yoktu. Dostuna ve yoldaşlarına açık, mütevazı bir kişiliğe sahipti. Kendine güvenliydi. Bu kişiliği, çevresine de vermeye çalışırdı.

Kayseri Hapishanesi’nde bulunan yoldaşlar arasında en genç olanıydı Hüsam. Ama kafa ve yürek bakımından en olgunların arasında yerine alıyor ve öne çıkıyordu. Olgun ve ağırbaşlılığı ile genç yaşlı herkes üzerinde etki yaratırdı.

Eleştiri-özeleştiri süreci başladığında; “Burada güzel yoldaşlık ilişkileri vardı, yeni yoldaşların gelmesiyle yoldaşlık ilişkileri öldü” diyenlerdendi. Çünkü Hüsamettin’e, bir yoldaşına “düzen kişiliği taşıyorsun”, “küçük burjuva kişiliğe sahipsin”, “liberal, popülist, kariyeristsin” demek, ters geliyordu. Ona göre böyle eleştiri-özeleştiri olmazdı. Daha doğrusu, bu kişiliğe sahip birisi yoldaşımız olmaz, olsa olsa düşmanımız olurdu. “Ben düzene düşmanım, düzenin bu kişiliğini taşıyan da düşmanımdır. Yoldaşım olamaz. Bir devrimcinin herhangi bir yoldaşına, senin bu kişiliğin var, düzen kişiliğine sahipsin demesi yoldaş olmaması demektir. Bunu kabullenemiyorum. Bu kişiliği taşıyan darbecilerdi. Onlar da şimdi düşman oldular. Bu kişiliklerin bizde hala var olduğunu kabullenmek darbeciliğin göstergesidir. Ben darbecilere düşmanım, darbeci olamam, buradaki hiçbir insanımız da darbeci değil, darbeci kişiliğe tavır alan yoldaşlarımızdır.” derdi.

Bu düşünceye sahipti ama tartışıldığında ikna olmaya açıktı. “Yanlış düşünüyorsam gidereceğim” diyordu ve bütün yayınlarımızı yeni baştan gecesini gündüzüne katarak okuyup araştırmaya başladı. Gerçekleri en erken kavrayanlardan biri oldu. Devrimci kişiliğin nasıl olması gerektiği kavrayan ve o ana kadar yaptığı devrimciliğin, eksik ve zaaflarının özeleştirisini çekinmeden gizlemeden veren örnek yoldaşlarımızdan biri oldu.

O yanlışlarından korkmuyordu, çünkü yanlışının yerine Parti’nin doğrularını koymasını bilen bir dava adamıydı. Özgürlük savaşında yanlışlardan arınarak güçlenildiğini biliyordu. Önemli olanın yanlışlarda diretmeden, “ben” duygusuna kapılmadan devrimin çıkarını her şeyin üstünde tutarak doğruyu kabullenmek olduğunu bilinciyle yaklaştı yanlışlarına. Doğruları sahiplenmenin bedelinin ağır olduğunu, büyük fedakarlıklar gerektirdiğini de biliyordu. Bu inanç ve fedakarlığın verdiği coşkuyla mücadeleyi sahiplendi. Ve düşmandan hesap sorma sabırsızlığı ve kararlılığıyla yaşadı Kayseri sürecini.

Hüsamettin, bir işi aldığı zaman en iyi biçimde yapmaya çalışırdı. Muhakkak sonuç alırdı. İşi bitirmeden rahat oturamazdı. Herkesin yattığı ya da dinlendiği bir sırada, Hüsamettin’i hep çalışır görürdük. Zaman yetmediğinde uykusundan fedakarlık ediyordu. “Biz ne kadar çok titiz ve temiz çalışırsak düşman o kadar kaybeder” derdi. Titiz ve temiz çalışan insanın, savaşta zaferi yakınlaştıran, başarıdan başarıya koşan olduğunu, gelenek ve değerlerin yaratıcısı olduğunu çok iyi kavramıştı ve bu ilkeyi kıskançlıkla sahipleniyordu.

Yaşının çok genç olmasına ve ailesinin bir sürü olanak sunmasına rağmen, Hüsam idaelleri için yaşadığını, düzenin kirli olanaklarıyla yaşamanın ahlaksızlık olduğunu, gerçek özgürlüğün tüm halkın özgürleşmesiyle mümkün olacağını, düzenin sömürü ilişkisine girmenin, insanlığa ihanet anlamına geldiğini söyleyerek, reddediyordu.

“Ben özgürlüğe sevdalıyım. Beni bu sevdamdan, bedeli ne kadar ağır olursa olsun, ölümün dışında hiçbir güç vazgeçiremez. Ölüm de ancak sıcak mücadeleden alıkoyar, o kadar” derdi.

Evet “Laz çocuğu”, dediğini yaptın. Ama, hani hep derdin ya, “Kavgamızın başşehrinde beraber kavgalara girmek, düşmanın beyninde bomba gibi patlamak, ya da Kaçkar Dağları’nda silah çatmak...” Olmadı Laz çocuğu, olmadı. Ölümsüzlüğü erken yakaladın... Dediğini yaptın, düşmanın beyninde bomba gibi patladın. Sıra şimdi bizde, gözün arkada kalmasın. Kavgamızın başşehrindeki her çatışmada, Kaçkarlar’da her silah çattığımızda sen hep yanımızda olacaksın...

 

***

 

Bir yoldaşı anlatıyor:

 

ONURLU BİR DEVRİMCİ, YILMAZ BİR SAVAŞÇI

 

Tarih 9 Ekim 2000’i gösterirken, Ulucanlar Katliamının hesabını sormak için yola çıkan yoldaşımızın parçalanmış bedenini kin ve nefretle izliyoruz televizyondan. İsim yoktu ama biliyoruz ki, eylem bizim. İsim netleşiyor. Hüsamettin. Ankara Liseli Dev-Genç’in Hüsamettin’i.

İlk tanışmamız 1991 yılı başlarında oldu. Ailesi İstanbul’dan Ankara’ya taşınmıştı. Hüsamettin’in ilk işi bizleri, yani Ankara Liseli Dev-Genç’lileri bulmak, ilişkiye geçmek olmuştu.

Yuvarlak gözlükleri, yana taranmış saçlarıyla bana bakıyordu. İlk tanışma ve tokalaşma öyle sıcak olmuştu ki, sevecenliği ve cana yakınlığı çekiyordu insanı. Işıl ışıl parlayan gözleriyle yoldaş sıcaklığını, yoldaş sevgisini insan ta yüreğinin derinlerinde hissediyordu. İlk tanışan insanda büyük bir güven ve samimiyet uyandırıyordu bu gözler.

Hüsamettin deyince ilk aklıma gelen iyi bir yoldaş, iyi bir Dev-Gençli, iyi Parti-Cepheli oldu. O, yoldaş kelimesinin içini doya doya dolduruyordu.

Hüsamettin pratik ve yaratıcıydı. Bir eylem yapılacak denildiği andan itibaren o eylem yapılmıştır. İstihbaratından, pankartın hazırlanmasına, boya yapılmasından, kuşlama, bildiri hazırlanmasına, molotof yapılmasından atılmasına onlarca eylemin her aşamasında Hüsamettin vardır. O, “yerim yok, nasıl yapacağım, bizim evde olmaz, bunun koşulları yok” diyerek gerekçe üretenlere iyi bir örnektir. Bir apartman boşluğu, bir evin arkası, boş bir arazi ya da hiç aklımıza gelmeyecek yerler Hüsamettin için eylem hazırlığının yapılacağı bir yerdir. Her zaman “Dev-Gençli için yok diye, olmaz”, “imkansız diye bir şey yoktur” diyor ve buna göre davranıyordu.

Hüsamettin Ankara’ya gelişinden kısa bir süre sonra Ankara LDG’nin yöneticileri arasında yerini aldı. Ankara LDG komitesi içindeydi. İyi bir savaşçı olduğu gibi aynı zamanda iyi de bir yöneticiydi. Sorumlusu olduğu insanların okulundan sağlığına, aile ilişkilerinden özlemlerine kadar her şeyiyle ilgilenirdi. Altında çalışan insanları dinler, altından girip üstünden çıkar ikna ederdi. Bu konuda herhangi bir statüsü yoktu. Bir yöntem olmayınca, öbürünü, o da olmayınca başka bir yöntem kullanırdı. Sade ve içten konuşmasıyla bir dost, arkadaş, yoldaştı. Onunla konuşan da güven duygusu uyandıran sıcak ve içten bir yaklaşımı vardı.

Hüsamettin’in olduğu yerde hiçbir iş yarım kalmaz, tamamlanır ve mutlaka sonuç alınırdı. Bir gün ikimize bir isim ve okul verildi. Tanışacağımız kişinin ne soyadı, ne de sınıfı vardı. Aradığımız kişi bayandı. Okulun önünde hiç tereddütsüz bir çok bayana “siz şu musunuz?” diye sordu. İlk gün elimiz boş dönerken “ucuz yırttık, az kalsın okulun serserilerinden dayak yiyecektik” dedi. Kafasına koymuştu bir kere. Hareket bu kişiyle tanışacaksınız demişti, ve tanışıldı. İki gün okulun önünde bekleyip sonunda aradığımız kişiyi bulduk. Ankara LDG’nin ilk yapılanma dönemi olduğu için, insan kazanmanın zor ama kaybetmenin kolay olduğunu, hiçbir şeyin emek harcanmadan yapılamayacağını çok iyi biliyordu. Onun için yaptığı hiçbir şey fedakarlık değildi. Bir Devrimci Sol’cunun yapması gereken işlerdi.

Ailesinin önüne çıkardığı engelleri hiç tereddütsüz aşmasını biliyordu. 01. 06. 1994 tarihli Kayseri Hapishanesinden yazdığı mektupta ailesi için şunları söylüyordu. Bu yazdıkları ailelerimize bakışını ve daha önceki yanlışlarımızı gözler önüne seriyordu. “... 12. gününde olduğumuz açlık grevi direnişine başladık. Hepimizin morali oldukça iyi. Aileler, kamuoyu faktörünü, genel direniş döneminde burada gerçekleştirilen AG sürecine göre daha etkili, ailelerimiz oldukça olumlu. Direnişimiz onları etkiliyor, harekete geçiriyor. Salı günü (dün) Ankara’da onlar da AG’ye başlayacaklardı. Babam da çok iyi. Bir haftadır canını dişine takmış koşturuyor. Açlık grevine o da katılıyor. Yok olmaz, benim ailem dönüşmez, işe yaramaz diyenleri (dürüst olmak gerek, dediğim zamanları) düşünüyorum. Elbette, sadece bugünkü durumuna bakıp dönüştüğünü söylemek ayrı bir yanlış olur. Ama, sonuçta bugünkü durumun üzerine bir şeyler inşa edilebilir. Biz yeterince dönüşmezsek, biz başta adam olmazsak, onca yılın şartlanmışlığı, ideolojik hegemonyası altındaki ailelerimizi dönüştürmeyi beklemek saflık değil ise ne olur? Son süreçte yaşadıklarımız bunu bir kez daha doğruluyor. Kolaycılık tercih edildiğinde bir insanı dönüştürmek adına küçük bir adım daha atılamıyor. Kendimiz için de durum hiç farklı değil...”

Hüsamettin’in gittiği yerlerde onu sevmeyen, ona saygı duymayan hemen hemen yoktur. Annem eve hiçbir arkadaşımı getirmemi istemezdi. Ama Hüsamettin bize gelince iş başka olurdu. Sarılmalar, öpmeler, hizmette kusur etmemeler. Bizim evin ikinci oğluydu Hüsamettin. Bir kaç aile dışında açamadığı kapı yoktu. İlk tanıştığımız ailelerde biz mesafeli, çekingen davranırken, Hüsamettin sanki yıllardır evdekilerle dostmuş gibi davranır konuşur, sohbet ederdi. Ve ne yapar eder o aileyle ilişkisini geliştirir ve kısa süre sonra, o evden birisi oluverirdi.

Hüsamettin yoldaşlarına bağlı ve onlar için herşeyi yapacak kadar cesurdu. 1992’nin sonlarında Kayıplar Kampanyası içerisinde Hacettepe Üniversitesi Hastanesi önünde eylem vardı. Eylem bitti, tam dağılırken bir sivil polis silahını çekerek, bir arkadaşa ateş edecek gibi koşuyordu. İyice yaklaştığında koşar durumda olan Hüsamettin arkasını dönüp arkadaşının üzerine kapaklandı ve gözaltına alındı.

Hüsam, işkencede baş eğmeyen bir direnişçiydi. Kaç kez gözaltına alındıysa işkenceden alnının akıyla çıktı. Düşman karşısında pervasızdı, tereddüt, çekince gibi kaygılar ondan çok uzaktı. Bir arkadaş mı gözaltına alınıyor, ilk müdahale edenlerden birisi Hüsam olurdu. Toplu eylemlerde ise, polisin ilk saldırdığı insanlarımızdandı.

İlk gözaltına alındığında askıya alırız diye tehdit ediyorlar. Cevabı net; “Alırsanız alın, size tek kelime dahi yok” deyip, kendisi askıya aldıkları masanın üzerine çıkıyor. Gözaltından çıktıktan sonra “niye öyle yaptın” diye sorulduğunda “onlardan mı korkacaktım, ne yapabilirler ki” demişti. İşkenceciler de çok iyi biliyordu Hüsamettin’den tek kelime alamayacaklarını. Her DAL’a götürülüşü bir zafer, işkenceciler için ise yenilgiydi.

Hüsamettin şehitlerimize bağlıydı. Faruk’un öğrencisi olmaktan onur duyardı. Bize Faruk’u anlatırdı. Sinan Abiye karşı ise, özel bir sevgisi vardı. Rıza Güneşer’in cenazesinde tek pankart onlarındı. Küçükesat ve Maltepe katliamları sonrası şehitlerimizi layıkıyla uğurlayabilmek için koşturup durdu. Eylem planları yaptı. Polislerin üslendiği evlerin çevresine defalarca girip çıktı. “Ankara’da görkemli bir uğurlama yapmalıyız” diyordu. 12 Temmuz sonrası molotoflanan bankalarda, 16-17 Nisan sonrası asılan pankartlarda, duvarlara yazılan yazılarda, yakılan bankalarda Hüsamettin’in da imzası vardı. En büyük isteği SDB’li olmaktı. Sonunda isteğine kavuşup bir SPB savaşçısı olarak ölümsüzleşti.

Hüsamettin anlatılmaz, onunla yaşanılır.

Dolu dolu geçen ve onurlu bir şekilde sonlanan, istikrarlı bir devrimcilik. Şimdi yolumuz daha açık ve daha güçlüyüz. Kararlılığın, inatçılığın, savaşçılığın, yoldaş sıcaklığınla hep önümüzde ışık olacaksın.

Yüreğimizde, bilincimizde ve kavgamızda, en sıcak yerini hep taze olarak koruyacaksın yoldaşım.

 

***

 

Bir yoldaşı dizelerle Hüsamettin'i anlatıyor:

 

PARÇALANMIŞ VÜCUTLARIN ANLATTIĞI

 

- Hüsamettin Ciner'e -

 

Parçalanmış vücutlar

neyi anlatır?

Bir kol mesela

dört duvar içinde

kopartılmış.

Ya da kesik bir boğaz

o da duvarların içinde.

Ya neyi anlatır bize

işkenceyle parçalanmış

cesetler?

Kopuk kol da

kesik boğaz da

parçalanmış ceset de

tek bir şeyi

anlatır bize

ZULMÜ...

 

Ama her zaman

aynı değildir

parçalanmış vücutların

anlattığı

Mesela

hedefinin önünde

erken patlamış

bombayla

parçalanan savaşçının

bedeni

anlatır bize

ADALETİ...

 

Ortalığa saçılmış damarlar

düşmanı boğmak isteyen

birer kementtir aslında.

Açıkta kalan sinir uçları

birer oktur

zalimin kalbine saplanan.

Ve yuvalarını

terkeden gözler

umutla bakar hala GELECEĞE...

 

Parçalanmış

bedeniyle HÜSAM

anlatır bize CESARETİ...

Beton kaldırımlara

akan kan

imzasıdır İNTİKAMIN...

 

Geri