Hüsamettin
CİNER'i Yakınları, Yoldaşları
Anlatıyor:
GÜLÜMSÜYORSUN HALA
Yüreğin...
gözlerin gibi ışıl ışıl
yoldaşlığın kadar sıcacık
ve umutların kadar tertemiz...
Tertemiz ne demek yoldaş?
Onur mu?
Namus mu?
Sözünü tutmak mı?
hepsi birden belki...
Sor bir yüreğine, bir gülüşüne yükledin onları
öyle düştün yola...
Hep yoldaşların vardı aklında
Ve bir de umutlu gözleri halkın
adalet bekleyen gözleri...
Yüreğin
O kocaman patlamayla
dört bir yana dağıldığında
sen sıcacık bir selam oldun
yoldaşlarına
ve öptün halkının umut dolu
gözlerinden
“yüzümüzü kara çıkarmadın”
diyen
gözlerinden
Şimdi onlar
Senin adını yazıyor
Ankara’nın duvarlarına
Ve sen hala
gülümsüyorsun onlara oradan
gül be güzel yoldaşım
gülmek en çok senin hakkın
şimdi
Ve büyüyor gülüşün
yeni gözlerde
görüyorsun değil mi?
***
Bir yoldaşı anlatıyor:
HÜSAMETTİN: ADALET
“Doğru yaşadığımı biliyor, dünyanın en onurlu
mesleğini yapmaktan gurur duyuyordum.”
Evet, bir gözaltı sonrası böyle söylüyordu
Hüsamettin. Ve o bu gururu 10 yıllık mücadele yaşamı boyunca hep taşıdı.
Gözaltılar, işkenceler, tutsaklıklarla süren on
yıllık yaşam. Her anı halkına, yoldaşlarına olan sevgisiyle
dolu bir yaşam. Her anı adalet için çarpan yürekle dolu.
15’inde liseliydi. İlk farkına vardığı, eğitim
sistemindeki adaletsizlikti. Liselerdeki gerici faşist eğitim son bulsun diye
çalışmıştı. Adalet için hep anlattı. Anlattıkça, dinledikçe daha çok şey
öğrendi Hüsamettin. Ve gördü ki adaletsizlikler bu ülkede sadece liselerde
yaşanmıyordu.
Adalet için adımladı yolları. Anadolu’nun yoksul
insanlarının sofralarına konuk oldu, anlattı Hüsamettin. Bu ülkede yaşanılan
haksızlıkları, çözümlerini... Anlattıkça çoğalıyor, çoğaldıkça büyüyorduk.
Sonra Susurluk yaşandı. Herşey daha çok açığa çıktı.
Hüsamettin yine adımladı yolları. Bu kez Kocaeli’nde emekçi mahallelerindeydi.
Susurluk pisliğine karşı halkın tepkilerini örgütlemeye çalıştı. Gittiği her
yere adalete olan özlemini taşıdı. Adalet özleminin büyümesini istemedi
egemenler. Ve yine gözaltına alındı Hüsamettin. Yabancısı değildi gözaltıların, işkencelerin. Artık polisler de tanıyordu
direnişçi, başeğmeyen Hüsamettin’i. Bir kez “Bize
güvenen, evini açan, bir çorbasını bizimle paylaşan insanları düşmana teslim
etmek... Asla” demişti. Tutsak edildi Hüsamettin. Ama adalet özlemiyle yanan
yüreği hiç kararmadı. Yüreği halk sevgisiyle doluydu. Deprem yaşandığında
öfkesi sinesine sığmamıştı.
Hüsamettin:
“Öfkeliyiz...
“Onbinlerle ölüyoruz.
Acılar, afetler, ölümler hep bizi buluyor. Tutsaklığın katlanılmaz olduğu
zamanları yaşıyoruz gene. İnsanlarımızın, halkımızın yanında, onlarla birlikte
olma özlemimiz bileniyor, öfkemizle birlikte.
“Bize bu dayanılmaz acıları yaşatanlardan, halkımızı
onbinlerle katledenlerden, cenazelerimize bile hayvan
leşi muamelesi yapanlardan hesap soracağız” demişti.
Aynı yürek, 26 Eylül’de paramparça edilmiş
yoldaşlarının bedenleri için çarpıyordu. Yine “Hesabını soracağız” demişti. O’nun
sözü lafta değildi. Sözün namus olduğunu biliyordu. Yumruğu sıkılı, “Hesap
Soracağız” derken, geride kalan yoldaşlarına sözler verirken de öyleydi.
Özgürlüğüne kavuştuğu ilk andan itibaren yine adalet için adımladı yolları. 5
Ekim’de saatler 21:50’yi gösterdiğinde zulmün ömrünü
kısaltan bir bombaya döndü bedeni.
Hüsamettin, adaleti olmayan bir ülkede adaleti
sağlamak için şehit düştü.
***
HAYDİ BAŞLAT
-Hüsamettin'in anısını-
Hadi ellerini cebine koy
Hadi yine düş yollara
Gün geceye varmadan
var umuduna
Ankara’nın sisli puslu havasında
O gri gökyüzünün tam da bunalttığı anda
parlayacak gülüşün
Yırtacak o havayı.
Kavgada ustalaşan ellerinle
aralayacaksın grilikleri.
Bir koşu dolaşacaksın Ankara’yı
Gecekondular, alanlar, daracık sokaklar
seni bekleyecek yine.
Seni bekleyecek hasret yüklü yürekler
Tepeleri aşarak geleceksin yine
“Başardım” diye coşkuyla haykıracaksın.
Yorgunlukları unutturan
Acıyı coşkuya çeviren gülüşün
Işıyacak yine gözlerinde
Ve kimbilir hangi sokakta,
Yine bulup öpeceksin
O eli yüzü kir içindeki çocukları
Seni bekliyor yoldaşların
Haydi Hüsam, Haydi hızlandır
adımlarını
Gün dönüyor bak
Halay başladı bile
“Onun istediği gibi” diyor yoldaşların
Bekliyorlar hasretle
Haydi Hüsam gir yoldaşlarının koluna
Başlat halayı, o kocaman patlamayla
HAYDİ BAŞLAT !..
***
Bir yoldaşından Hüsamettin'e:
Vefan, özverin, anlayışın, coşkun...
Sözüne bağlılığın.
Merhaba Hüsam;
Sağ köşeye bir de tarih atıp mektup göndereceğim
sandın değil mi? Yok...
Artık sana mektup gönderemeyeceğim. Artık sana “görüşmek
üzere yoldaşım” diyemeyeceğim. Ben sana yazamayacağım, ama sen yazmaya devam
edeceksin. Sen bizi duyamayacaksın belki, ama konuşmaya, öğretmeye devam
edeceksin. Ta ki o hayalini kurduğumuz, ellerimizde bayraklarla bir bayram günü
nümayişe çıkan Nikaragualılar, Vietnamlılar, Kübalılar gibi sokaklardan
akacağımız günlere kadar... Kanını su ile yudular
yoldaşım. Ama kan gider mi suyla? Yerde kan durur mu? Yüreklerimiz haykırarak “HAYIR”
diyor! Kanı yerde komayız yoldaş. Sen de bunu bilerek gittin ya öyle genç,
fütursuz... Ne diyeyim yoldaş, ne diyeyim...
Anlatmakla bitmezsin ki sen.
Hep yanımızda olacaksın, biliyorum. Ve bir gün ben
de geleceğim yanına. Yine çocukça kahkahalarımızla, Ankara sokaklarının
duvarlarını süsleriz. Biz geçtikçe renklenen sokakları ağır ağır,
yavaş yavaş adımladığımız yolları yine geçeriz. Bir
tas çorbasını bile bizimle paylaşanları selamlarız yine...
Duyunca haberini yaşadıklarımız an an, dakika dakika gözümüzde
canlanıyor, gülüşün, iç çekişin, coşkun... Hemen her şey, ama herşey geliyor gözümüzün önüne.
Birlikte çok şey yaşadık, paylaştık. En saf, en
temiz duygulardı bizimkisi... Bağlıydık birbirimize, korur-kollardık, sarardı
kollarımız polis jopuna, işkenceye rağmen
birbirini... Sen öğretmiştin çünkü yoldaşlığı, vefayı, bağlılığı. Haber alana
kadar birbirimizden dalgın olurdu bir yanımız, bir yanımız işte-güçte...
Koşturuyorduk sürekli, ama yorgunluk uzaktı bizden. Coşku hiç ayrılmadı
yanımızdan. Sen olunca daha bir şenlenirdi sohbetler...
Bazen elinde bir kitap, dizlerine vura vura, marşlar söyleyerek inerdin yokuş aşağı. Gülen
gözlerle “hoşgeldin”, “hoşbulduk”
tan sonra başlardı bitmeyen sohbetimiz. Uzun yürüyüşler, otobüslerin tenha
saatleri, ordan oraya koşuşturmalarda öyle çok şey
anlatırdın ki! Kızmazdın hiç, anlatırdın, ama dostça sohbetlerle... Üstüne bir
de sarılırdın; “ben sizin annenizim” diye... Gülerdik sana, hiç anneye
benzemiyorsun, diye. Açardın kollarını sarardın boynumuzdan.
Güler geçerdik, ama sen çoktan sarmıştın
yüreklerimizi. Yalnızca bizimkileri mi? Yok, herkes severdi seni... Sen,
kendinden önce başkalarını düşünürdün, değer verirdin, herkesi sana çeken
buydu. Bizimle tartışan ailelerimiz bile senin sohbetinle yumuşayıp “oğlum”
derdi sana. Yol-iz bilmeyen analarımızın yol arkadaşı, dert ortağı olurdun.
Açılmayan kapılar seninle açılırdı. Bazen bir işyerinde orta yaşlı bir kadın
olurdu arkadaşın bazen de hiç ama hiç tanımadığın bir şoför... Öylesine
seviyordun ki insanları, hiç tanımasan bile...
Sevgini dağıtıyordun herkese, ayrımsız. Yürekleri
dolduran da bu ya yoldaş!
Vefan, özverin, anlayışın, coşkun... Sözüne
bağlılığın.
Hiçbir söz tekrarlanmadı sende... Tekrarlandığında
anlardık sıkıntından. Ama bunu genelde görmedi kimse. “Önce ben yapmalıyım”
derdi hep davranışların. Bize bunu öğretirdi.
Çokları gitti bırakıp yüzüstü bizi, bencilliğini şah’a
kaldırıp, “ailem”, “geleceğim” dedi. Oysa sen “vurulup düşersem birgün, halay çekin ardımdan” diye vasiyet bıraktın
bizlere...
Düşünce zora, yüreğini, bilincini sattı birileri,
sen “Direndik çıktık işte” deyip zulmün verdiği acıları küçümserken... Ve iki
adım sonra satarken sevdamızı birileri, sen “Hesap Soracağız” diye kavgamızın
ateşiyle parçalanırken...
“Zulmün ömrü az olur, ama onur hep yaşayacak” değil
mi yoldaş? Azalttın ömrünü zulmün.
Her geçen gün karşına çıkan her zorlukla daha bir
bağlandın kavgaya, Mahir’in “devrim yolu engebelidir, sarptır” şiirini
okuyarak. Savaşta militanca vurulup düşenlerimizdeydi gözlerin. Buluthan gibi olmak isterdin örneğin. Sinan Abi gibi çatışarak şehit düşmek isterdin... Sabırsızdın “keşke”
derdin “keşke çarpışsak da yolda beni de
alın desem onlara. Götürseler beni de”... Bir tutkuydu savaşçı olmak
sende... Yağmurlu günlerin yürüyüşlerinde kurardık niyeyse hep böyle
hayalleri... Ve yoldaşım, sen gidince yağmur yağdı 2 gün hiç durmadan.... Yağmurlu bir günde huzurlu yatıyorsun yerde.
Etrafında leş kargaları. Huzurlusun, kimbilir ilk aldığında eylem haberini nasıl da sevindin!
Gözlerin parlayıp “hadi ya” demişsindir, bir de sarılmışsındır sıkıca. Yılların
özlemi olmasın mı? Olsun tabii yoldaşım. Bir keyif sigarasını alıp dolu dolu çekmişsindir içine. Parmaklarını şöyle bir geçirip
saçlarının arasından bakmışsındır derinden. Sonra, sonra mutlaka bir sigara
daha yakacaktın, durup durup elini dizine de vurarak “ne
yaptık, ne yaptık” diye sevinecektin yine çocukça. Gülecekti gözlerin.
Şimdi anlatıyor herkes seni... Anlatıyorlar, sana
olan güveni. Senin için; “o çok değerli bir yoldaşımızdır” denilişini,
kendinden önce nasıl da onları düşündüğünü... Anlatmakla bitmiyorsun sen. Tatlı
bir tebessümle bakıyoruz birbirimize, yine o günlerdeyiz, birlikte
olduğumuzdaki mutluluğumuz, ayrılmak istemeyişimiz birbirimizden... Bazen de,
doluyor doluyor da gözlerimiz, kaçırıyoruz
bakışlarımızı. Kahraman’ın o hiç dilinden düşürmediğin şiirleri takılıyor
aklımıza. Hani hep ayrılırken derdin ya;
“Gidiyorsam eğer, seni sevmemişliğimden değil, açlık
çağırıyor beni”
diye. Evet yoldaş gittin, ama bizi sevmemişliğinden değil.
Ölesiye sevdin bizi biliyoruz. Yüreğinde umudun çelik mavisini yakarak gittin.
Giderken aklında yine biz vardık, biliyoruz.
Aklında bakmaya bile dayanamadığımız vahşice
katledilen şehitlerimiz vardı. Verdiğin sözler vardı. “Hesap Soracağız” dedin
ve SORDUN. Kanı yerde koymadın. Yeniden doğurdun umudu, kavgayı, sevdayı...
Kahramansın sen. Onurumuzsun yoldaş, gururumuz...
Bekle can yoldaş, sen en has’ımızdın bizim. Bekle...
***
Bir yoldaşı anlatıyor:
HÜSAMETTİN ADI GÖZLERDE BİR GÜLÜŞTÜ
Halkevindeyiz. Bir grup liseli oturup sohbet
ediyoruz. Birden bahçe kapısından görünüyorsun. Mücadele’nin “Partinin
Arifesindeyiz” yazısının olduğu sayının kapağını göstere göstere
yüzünde büyük bir mutlulukla içeri giriyorsun. Hep birlikte Mücadele’yi
inceliyoruz. Sonra bize, Parti’nin bizim için ne anlam ifade ettiğini anlatıyorsun.
Sonraki dönemlerde de bize hep anlatan oluyorsun. Ama sadece anlatan, öğreten
değil, aynı zamanda öğrenen de. Bıkmadan, usanmadan anlatırdın. Moralimiz
bozuksa bazen o sorun üzerine, bazen başka konular anlatarak, bazen de
esprilerle moralimizi düzeltmeye çalışırdın. Bir şeye sinirlendiğimizi,
kızdığımızı gördüğünde ya da kendinle ilgili birşey
olduğunu düşündüğünde “bana mı kızdın” derdin. Eğer sana kızdıysak eksikliğini
öğrenmek ve onu düzeltmek isterdin. Eleştirildiğinde hiç bozulmaz, onu
düzeltmek için uğraşırdın. Senin, aynı konudaki bir eksikliği üst üste
tekrarladığına tanık olmadık.
Gözaltına alındığında tavrın hep olumlu olmasına
rağmen, bunu hiç anlatmazdın. Gözaltı korkusu olan birileri olduğunda hep
şehitlerimizden örnek verirdin. Esma’yı, Birtan’ı
anlatırdın... Şehitlerimize çok bağlıydın. Ama onları nostalji
yaparak değil, örnek almamız gereken özellikleriyle anlatırdın. Özlem çatışarak
şehit düştüğünde Kayseri Hapishanesi’ndeydin. Ankara’ya gittiğinde hemen Özlem’in
mezarına gidip karanfil koyduğunu bize gönderdiğin mektupta yazmıştın.
Defalarca gözaltına alındın, ama bunlar seni hiç
yıldırmadı. Zaten gözaltılarının bir kısmı,
başkalarını gözaltından kurtarmak istediğin için olurdu. Yoldaşlarını hep
sahiplendin. Ama sadece gözaltına göndermemek için değil, yaşamın bütününde
sahiplenirdin. Bir sorunumuzu öğrenmek için deyim yerindeyse kırk takla
atardın. Gerçi sorunlarımızı sana anlatmak bizler için çok rahat olurdu. Bizi uzun
uzun dinler sonra da çözüm bulurdun. Bizi sorunlarımızla
hiç başbaşa bırakmadın.
Çocukları ne çok severdin. Hatırlıyor musun, Ankara
sokaklarında dolaşırken ne zaman tozun toprağın içinde bir çocuğu oynarken
görsen hemen onu okşayıp öperdin. Sonra da çocukları ne kadar çok sevdiğini
anlatırdın.
En son Ümraniye Hapishanesi’nden tahliye olduğunda
bir dönem İstanbul’da kalmıştın ya, o dönem görüşümüze gelen bir anamız seni
bize anlatmıştı. Anamız seni o kadar çok sevmişti ki senin için “O
benim oğlum” diyordu. Daha sonra senin mücadele içinde başka bir yere
gittiğinde yine sevgi ve özlemle “Parti oğlumu aldı” diyordu.
Seni böylesine sevgiyle anlattığına hiç şaşırmadık.
Senin kişiliğinden ve mücadele içindeki pratiğinden “sonuna kadar” gideceğini
biliyorduk. Haberlerde soyadın ve örgütün adı yanlış verilse de seni tanıyanlar
olarak, Artvin ve Hüsamettin adı geçince “Bu bizim Hüsam’dır” dedik
tereddütsüzce. Ama yine de Partiden gelecek haberle adının netleşmesini
bekledik. Senin olduğun kesinleşince başladık seni anlatmaya. Ama öyle çok
sohbetlerimize konu olmuştun ki, herkes seni tanıyordu zaten.
Senin sadece adının her geçişinde bile yüzümüzde bir
gülümseme oluyordu.
Şimdi senin adın, gözlerdeki sımsıcak gülüşün adı
Hüsam Yoldaş...
***
Bir yoldaşı anlatıyor:
KAVGANIN SIRA NEFERİ: HÜSAMETTİN CİNER
Hüsamettin, hesapsız fedakarlığın
verdiği bir azim, coşku ve kararlılıkla kendini halkının ve vatanının özgürlük
kavgasına adayan sıra neferiydi. Mütevazı, çevresine güven veren, aldığı işi
eksiksiz yerine getirme konusunda fedakar olan,
kavramada ve kavratmada kendine ve yoldaşlarına güvenen, gelişmeye ve
geliştirmeye açık bir dava adamıydı. Onun için Partisine, yoldaşlarına açık
olmamak, kavgayı sahiplenmemek, düşündüğü gibi yaşayıp savaşmamak, düzene karşı
savaşımının bedellerine katlanmamak, devrime, Partiye, yoldaşlarına ihanetti.
Partiyi, yoldaşlarını ve halkını bu saflık ve temizlikle sahipleniyordu. Onun
için büyük küçük iş ayrımı yoktu. Devrimi geliştiren, kavgayı büyüten her iş
çok değerliydi. Kıskançlıkla sahiplenirdi. Araştırmacı, yanlışlarına karşı
acımasız, ders çıkarmayı bilen, yanlışın yerine anında doğrularımızı koymada
tereddütsüz davranan, ilkeli yaşamayı seven bir yoldaşımızdı.
Hüsamettin’i Kayseri Hapishanesi’nde tanıdım,
yaklaşık 6 aylık bir beraberliğimiz oldu. Kısa sürede samimiyeti yakaladığımız
yoldaşlardan biriydi. Çünkü Hüsam’da gizli kapalı bir yan yoktu. Dostuna ve
yoldaşlarına açık, mütevazı bir kişiliğe sahipti. Kendine güvenliydi. Bu
kişiliği, çevresine de vermeye çalışırdı.
Kayseri Hapishanesi’nde bulunan yoldaşlar arasında
en genç olanıydı Hüsam. Ama kafa ve yürek bakımından en olgunların arasında
yerine alıyor ve öne çıkıyordu. Olgun ve ağırbaşlılığı ile genç yaşlı herkes
üzerinde etki yaratırdı.
Eleştiri-özeleştiri süreci başladığında; “Burada
güzel yoldaşlık ilişkileri vardı, yeni yoldaşların gelmesiyle yoldaşlık
ilişkileri öldü” diyenlerdendi. Çünkü Hüsamettin’e, bir yoldaşına “düzen
kişiliği taşıyorsun”, “küçük burjuva kişiliğe sahipsin”, “liberal, popülist, kariyeristsin” demek,
ters geliyordu. Ona göre böyle eleştiri-özeleştiri olmazdı. Daha doğrusu, bu
kişiliğe sahip birisi yoldaşımız olmaz, olsa olsa
düşmanımız olurdu. “Ben düzene düşmanım,
düzenin bu kişiliğini taşıyan da düşmanımdır. Yoldaşım olamaz. Bir devrimcinin
herhangi bir yoldaşına, senin bu kişiliğin var, düzen kişiliğine sahipsin
demesi yoldaş olmaması demektir. Bunu kabullenemiyorum. Bu kişiliği taşıyan
darbecilerdi. Onlar da şimdi düşman oldular. Bu kişiliklerin bizde hala var
olduğunu kabullenmek darbeciliğin göstergesidir. Ben darbecilere düşmanım,
darbeci olamam, buradaki hiçbir insanımız da darbeci değil, darbeci kişiliğe
tavır alan yoldaşlarımızdır.” derdi.
Bu düşünceye sahipti ama tartışıldığında ikna olmaya
açıktı. “Yanlış düşünüyorsam gidereceğim” diyordu ve bütün yayınlarımızı yeni
baştan gecesini gündüzüne katarak okuyup araştırmaya başladı. Gerçekleri en
erken kavrayanlardan biri oldu. Devrimci kişiliğin nasıl olması gerektiği
kavrayan ve o ana kadar yaptığı devrimciliğin, eksik ve zaaflarının özeleştirisini
çekinmeden gizlemeden veren örnek yoldaşlarımızdan biri oldu.
O yanlışlarından korkmuyordu, çünkü yanlışının
yerine Parti’nin doğrularını koymasını bilen bir dava adamıydı. Özgürlük savaşında
yanlışlardan arınarak güçlenildiğini biliyordu. Önemli olanın yanlışlarda
diretmeden, “ben” duygusuna kapılmadan devrimin çıkarını her şeyin üstünde
tutarak doğruyu kabullenmek olduğunu bilinciyle yaklaştı yanlışlarına. Doğruları
sahiplenmenin bedelinin ağır olduğunu, büyük fedakarlıklar
gerektirdiğini de biliyordu. Bu inanç ve fedakarlığın
verdiği coşkuyla mücadeleyi sahiplendi. Ve düşmandan hesap sorma sabırsızlığı
ve kararlılığıyla yaşadı Kayseri sürecini.
Hüsamettin, bir işi aldığı zaman en iyi biçimde
yapmaya çalışırdı. Muhakkak sonuç alırdı. İşi bitirmeden rahat oturamazdı.
Herkesin yattığı ya da dinlendiği bir sırada, Hüsamettin’i hep çalışır
görürdük. Zaman yetmediğinde uykusundan fedakarlık
ediyordu. “Biz ne kadar çok titiz ve temiz çalışırsak düşman o kadar kaybeder”
derdi. Titiz ve temiz çalışan insanın, savaşta zaferi yakınlaştıran, başarıdan
başarıya koşan olduğunu, gelenek ve değerlerin yaratıcısı olduğunu çok iyi
kavramıştı ve bu ilkeyi kıskançlıkla sahipleniyordu.
Yaşının çok genç olmasına ve ailesinin bir sürü
olanak sunmasına rağmen, Hüsam idaelleri için
yaşadığını, düzenin kirli olanaklarıyla yaşamanın ahlaksızlık olduğunu, gerçek
özgürlüğün tüm halkın özgürleşmesiyle mümkün olacağını, düzenin sömürü
ilişkisine girmenin, insanlığa ihanet anlamına geldiğini söyleyerek, reddediyordu.
“Ben özgürlüğe sevdalıyım. Beni bu sevdamdan, bedeli
ne kadar ağır olursa olsun, ölümün dışında hiçbir güç vazgeçiremez. Ölüm de
ancak sıcak mücadeleden alıkoyar, o kadar” derdi.
Evet “Laz çocuğu”, dediğini yaptın. Ama, hani hep derdin ya, “Kavgamızın başşehrinde beraber
kavgalara girmek, düşmanın beyninde bomba gibi patlamak, ya da Kaçkar Dağları’nda
silah çatmak...” Olmadı Laz çocuğu, olmadı. Ölümsüzlüğü erken yakaladın...
Dediğini yaptın, düşmanın beyninde bomba gibi patladın. Sıra şimdi bizde, gözün
arkada kalmasın. Kavgamızın başşehrindeki her çatışmada, Kaçkarlar’da
her silah çattığımızda sen hep yanımızda olacaksın...
***
Bir yoldaşı anlatıyor:
ONURLU BİR DEVRİMCİ, YILMAZ BİR SAVAŞÇI
Tarih 9 Ekim 2000’i gösterirken, Ulucanlar
Katliamının hesabını sormak için yola çıkan yoldaşımızın parçalanmış bedenini
kin ve nefretle izliyoruz televizyondan. İsim yoktu ama biliyoruz ki, eylem
bizim. İsim netleşiyor. Hüsamettin. Ankara Liseli Dev-Genç’in
Hüsamettin’i.
İlk tanışmamız 1991 yılı başlarında oldu. Ailesi
İstanbul’dan Ankara’ya taşınmıştı. Hüsamettin’in ilk işi bizleri, yani Ankara
Liseli Dev-Genç’lileri bulmak, ilişkiye geçmek olmuştu.
Yuvarlak gözlükleri, yana taranmış saçlarıyla bana
bakıyordu. İlk tanışma ve tokalaşma öyle sıcak olmuştu ki, sevecenliği ve cana
yakınlığı çekiyordu insanı. Işıl ışıl parlayan
gözleriyle yoldaş sıcaklığını, yoldaş sevgisini insan ta yüreğinin derinlerinde
hissediyordu. İlk tanışan insanda büyük bir güven ve samimiyet uyandırıyordu bu
gözler.
Hüsamettin deyince ilk aklıma gelen iyi bir yoldaş,
iyi bir Dev-Gençli, iyi Parti-Cepheli oldu. O, yoldaş kelimesinin içini doya doya dolduruyordu.
Hüsamettin pratik ve yaratıcıydı. Bir eylem
yapılacak denildiği andan itibaren o eylem yapılmıştır. İstihbaratından,
pankartın hazırlanmasına, boya yapılmasından, kuşlama,
bildiri hazırlanmasına, molotof yapılmasından atılmasına
onlarca eylemin her aşamasında Hüsamettin vardır. O, “yerim yok, nasıl
yapacağım, bizim evde olmaz, bunun koşulları yok” diyerek gerekçe üretenlere
iyi bir örnektir. Bir apartman boşluğu, bir evin arkası, boş bir arazi ya da
hiç aklımıza gelmeyecek yerler Hüsamettin için eylem hazırlığının yapılacağı
bir yerdir. Her zaman “Dev-Gençli için yok diye, olmaz”, “imkansız
diye bir şey yoktur” diyor ve buna göre davranıyordu.
Hüsamettin Ankara’ya gelişinden kısa bir süre sonra
Ankara LDG’nin yöneticileri arasında yerini aldı.
Ankara LDG komitesi içindeydi. İyi bir savaşçı olduğu gibi aynı zamanda iyi de
bir yöneticiydi. Sorumlusu olduğu insanların okulundan sağlığına, aile
ilişkilerinden özlemlerine kadar her şeyiyle ilgilenirdi. Altında çalışan insanları
dinler, altından girip üstünden çıkar ikna ederdi. Bu konuda herhangi bir
statüsü yoktu. Bir yöntem olmayınca, öbürünü, o da olmayınca başka bir yöntem
kullanırdı. Sade ve içten konuşmasıyla bir dost, arkadaş, yoldaştı. Onunla
konuşan da güven duygusu uyandıran sıcak ve içten bir yaklaşımı vardı.
Hüsamettin’in olduğu yerde hiçbir iş yarım kalmaz,
tamamlanır ve mutlaka sonuç alınırdı. Bir gün ikimize bir isim ve okul verildi.
Tanışacağımız kişinin ne soyadı, ne de sınıfı vardı. Aradığımız kişi bayandı.
Okulun önünde hiç tereddütsüz bir çok bayana “siz şu
musunuz?” diye sordu. İlk gün elimiz boş dönerken “ucuz yırttık, az kalsın
okulun serserilerinden dayak yiyecektik” dedi. Kafasına koymuştu bir kere.
Hareket bu kişiyle tanışacaksınız demişti, ve tanışıldı.
İki gün okulun önünde bekleyip sonunda aradığımız kişiyi bulduk. Ankara LDG’nin ilk yapılanma dönemi olduğu için, insan kazanmanın
zor ama kaybetmenin kolay olduğunu, hiçbir şeyin emek harcanmadan
yapılamayacağını çok iyi biliyordu. Onun için yaptığı hiçbir şey fedakarlık değildi. Bir Devrimci Sol’cunun yapması gereken
işlerdi.
Ailesinin önüne çıkardığı engelleri hiç tereddütsüz
aşmasını biliyordu. 01. 06. 1994 tarihli Kayseri Hapishanesinden yazdığı
mektupta ailesi için şunları söylüyordu. Bu yazdıkları ailelerimize bakışını ve
daha önceki yanlışlarımızı gözler önüne seriyordu. “... 12. gününde olduğumuz
açlık grevi direnişine başladık. Hepimizin morali oldukça
iyi. Aileler, kamuoyu faktörünü, genel direniş döneminde burada
gerçekleştirilen AG sürecine göre daha etkili, ailelerimiz oldukça olumlu.
Direnişimiz onları etkiliyor, harekete geçiriyor. Salı günü (dün) Ankara’da
onlar da AG’ye başlayacaklardı. Babam
da çok iyi. Bir haftadır canını dişine takmış koşturuyor. Açlık grevine
o da katılıyor. Yok olmaz, benim ailem dönüşmez, işe
yaramaz diyenleri (dürüst olmak gerek, dediğim zamanları) düşünüyorum. Elbette,
sadece bugünkü durumuna bakıp dönüştüğünü söylemek ayrı bir yanlış olur. Ama, sonuçta bugünkü durumun üzerine bir şeyler inşa
edilebilir. Biz yeterince dönüşmezsek, biz başta adam olmazsak, onca yılın şartlanmışlığı,
ideolojik hegemonyası altındaki ailelerimizi dönüştürmeyi beklemek saflık değil
ise ne olur? Son süreçte yaşadıklarımız bunu bir kez daha doğruluyor.
Kolaycılık tercih edildiğinde bir insanı dönüştürmek adına küçük bir adım daha
atılamıyor. Kendimiz için de durum hiç farklı değil...”
Hüsamettin’in gittiği yerlerde onu sevmeyen, ona
saygı duymayan hemen hemen yoktur. Annem eve hiçbir
arkadaşımı getirmemi istemezdi. Ama Hüsamettin bize gelince iş başka olurdu.
Sarılmalar, öpmeler, hizmette kusur etmemeler. Bizim evin ikinci oğluydu
Hüsamettin. Bir kaç aile dışında açamadığı kapı yoktu. İlk tanıştığımız
ailelerde biz mesafeli, çekingen davranırken, Hüsamettin sanki yıllardır
evdekilerle dostmuş gibi davranır konuşur, sohbet ederdi. Ve ne yapar eder o
aileyle ilişkisini geliştirir ve kısa süre sonra, o evden birisi oluverirdi.
Hüsamettin yoldaşlarına bağlı ve onlar için herşeyi yapacak kadar cesurdu. 1992’nin sonlarında Kayıplar
Kampanyası içerisinde Hacettepe Üniversitesi Hastanesi önünde eylem vardı.
Eylem bitti, tam dağılırken bir sivil polis silahını çekerek, bir arkadaşa ateş
edecek gibi koşuyordu. İyice yaklaştığında koşar durumda olan Hüsamettin
arkasını dönüp arkadaşının üzerine kapaklandı ve gözaltına alındı.
Hüsam, işkencede baş eğmeyen bir direnişçiydi. Kaç
kez gözaltına alındıysa işkenceden alnının akıyla çıktı. Düşman karşısında
pervasızdı, tereddüt, çekince gibi kaygılar ondan çok uzaktı. Bir arkadaş mı
gözaltına alınıyor, ilk müdahale edenlerden birisi Hüsam olurdu. Toplu
eylemlerde ise, polisin ilk saldırdığı insanlarımızdandı.
İlk gözaltına alındığında askıya alırız diye tehdit
ediyorlar. Cevabı net; “Alırsanız alın, size tek kelime dahi yok” deyip,
kendisi askıya aldıkları masanın üzerine çıkıyor. Gözaltından çıktıktan sonra “niye
öyle yaptın” diye sorulduğunda “onlardan mı korkacaktım, ne yapabilirler ki”
demişti. İşkenceciler de çok iyi biliyordu Hüsamettin’den tek kelime
alamayacaklarını. Her DAL’a götürülüşü bir zafer,
işkenceciler için ise yenilgiydi.
Hüsamettin şehitlerimize bağlıydı. Faruk’un
öğrencisi olmaktan onur duyardı. Bize Faruk’u anlatırdı. Sinan Abiye karşı ise,
özel bir sevgisi vardı. Rıza Güneşer’in cenazesinde
tek pankart onlarındı. Küçükesat ve Maltepe katliamları
sonrası şehitlerimizi layıkıyla uğurlayabilmek için koşturup durdu. Eylem
planları yaptı. Polislerin üslendiği evlerin çevresine defalarca girip çıktı. “Ankara’da
görkemli bir uğurlama yapmalıyız” diyordu. 12 Temmuz sonrası molotoflanan bankalarda, 16-17 Nisan sonrası asılan
pankartlarda, duvarlara yazılan yazılarda, yakılan bankalarda Hüsamettin’in da
imzası vardı. En büyük isteği SDB’li olmaktı. Sonunda
isteğine kavuşup bir SPB savaşçısı olarak ölümsüzleşti.
Hüsamettin anlatılmaz, onunla yaşanılır.
Dolu dolu
geçen ve onurlu bir şekilde sonlanan, istikrarlı bir devrimcilik. Şimdi yolumuz daha açık
ve daha güçlüyüz. Kararlılığın, inatçılığın, savaşçılığın, yoldaş sıcaklığınla
hep önümüzde ışık olacaksın.
Yüreğimizde, bilincimizde ve kavgamızda, en sıcak
yerini hep taze olarak koruyacaksın yoldaşım.
***
Bir yoldaşı dizelerle Hüsamettin'i
anlatıyor:
PARÇALANMIŞ
VÜCUTLARIN ANLATTIĞI
- Hüsamettin Ciner'e -
Parçalanmış vücutlar
neyi anlatır?
Bir kol mesela
dört duvar içinde
kopartılmış.
Ya da kesik bir boğaz
o da duvarların içinde.
Ya neyi anlatır bize
işkenceyle parçalanmış
cesetler?
Kopuk kol da
kesik boğaz da
parçalanmış ceset de
tek bir şeyi
anlatır bize
ZULMÜ...
Ama her zaman
aynı değildir
parçalanmış vücutların
anlattığı
Mesela
hedefinin önünde
erken patlamış
bombayla
parçalanan savaşçının
bedeni
anlatır bize
ADALETİ...
Ortalığa saçılmış damarlar
düşmanı boğmak isteyen
birer kementtir aslında.
Açıkta kalan sinir uçları
birer oktur
zalimin kalbine saplanan.
Ve yuvalarını
terkeden gözler
umutla bakar hala GELECEĞE...
Parçalanmış
bedeniyle HÜSAM
anlatır bize CESARETİ...
Beton kaldırımlara
akan kan
imzasıdır İNTİKAMIN...