Hülya Şimşek'i Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

 

Bir dostu anlatıyor:

 

"BAŞARDIK": SEVGİNİN EN ANLAMLI KARŞILIĞIDIR

 

Hepimizin başına gelmiştir. Arar dururuz bir sorunun cevabını, hani bulamayız da sonra bir olaydan gülümsercesine ben buradayım der ve gösterir kendini bize. Tıpkı sevginin tanımını arayıp ve daha sonra Hülya Şimşek'in gözlerine bakıp, sevgi ile ilgili tüm soru işaretlerini silmek gibi.

10 devrimci katledilmişti, Ankara'nın göbeğindeki bir hapishanede ve suçlananlar, ciğerleri en çok yananlardı; yoldaşlarıydı. "Canlarımız, soluduğumuz en temiz havamız, dermanımız" diyorlardı onlar için. Gerektiğinde hiç tereddüt etmeden birbirleri için ölmesini bilenlerdi. Umutlarını büyütüyorlardı hep birlikte. Ve bu birlikteliğe katlanamayanlar onları ayıracak tek yolun "ölüm" olduğunu düşündüler. Ve on insanı sonsuza dek ayırdılar yoldaşlarından.

Ama Hülya Abla biliyordu ki gidenlerin bedenleriydi ayrılan aramızdan ve gözleri hep "insanlık ailesinin" üstündeydi. O da bu ailenin bir ferdiydi. Layık olmalıydı bu aileye. Durmak, sessiz kalmak olur muydu hiç!

Hesap sorma ve sahiplenmenin en üst düzeye vardığı günlerdendi o gün. TAYAD'lı ailelerle birlikte o da almıştı eylem alanındaki yerini... Ve 26 Eylül 1999'da "birliğe" tahammül edemeyip insanları işkencelerle, kurşunlarla katledenler bu kez aynı tahammülsüzlüğü "sahiplenmeye" karşı gösterip saldırdılar genç-yaşlı demeden, panzerlerle yürüdü üstlerine insanların. Panzerin orada dağıtmak istediği paylaşımdı, sevgiydi, onurdu, umuttu... Hülya Abla'nın panzerden sıkılan su ile ıslatıldıktan sonra yere yığılan, üstüne coplar inip kalkan bedeni, gösterdi onlara; amaçlarına hiçbir zaman ulaşamayacaklarını.

Ertesi gün Bursa Hapishanesi'nde tutsak olan kardeşinin görüşüne gidecekti. Yorgundu ve kardeşinin onu o halde görmesini istemiyordu. Bizimle Eskişehir'e geldi. Dinlendikten sonra gidecekti oraya. Yorgun olmasına rağmen üç-dört saat uyudu. Bütün gece "Nasıl direndik! Acaba Bursa'dakiler izlemişler midir, eğer izlemişlerse ne çok sevinmişlerdir" diye tekrarladı. Günün heyecanını, coşkusunu hep içinde taşıyor, aynı duyguları bize de yaşatıyordu.

Sabah erkenden kalkmış, çok sevdiği çayını ve sigarasını içiyordu. Biz de gidip gazete aldık. Gazetenin birinde ilk sayfadaydı dünkü Ulucanlar davasının eylem haberi. Gazetedeki başlığı görür görmez "başardık... " diye bağırdı ve sımsıkı kucakladık birbirimizi. Gözleri o an bir zaferin ışıltısıyla parlıyordu. Gün boyunca "Bursa'dakiler okumuşlardır, düşünebiliyor musun ne kadar sevindiklerini" diye tekrarlayıp durdu ama her seferinde ilk defa söylüyormuşçasına sesi coşkusundan hiçbir şey kaybetmiyordu. Görüşe sabah gidebilirim diye bir buket çiçek toplayıp rengârenk derlemişti. O an içinde bulunduğu "O büyük ailenin" bir ferdi olmanın ve onlar için bir şeyler yapmanın mutluluğu, gururu ve rahatlığını çok yoğun hissedebiliyorduk.

Ne zaman kardeşini anlatmaya başlasa, kelimeler öylesine içten, sıcak ve anlam yüklü, gözleriyse daha önce hiç kimsede görmediğimiz bir pırıltı kazanıyordu ki "işte sevgi budur" dedirtiyordu hepimize.

Ölüm Orucuna başladığını duyduğumuzda, gazetedeki haberi okuduğunda verdiği tepki geldi aklımıza. Saf, temiz, çıkarsız sevgisini bu kez ölümüyle gösterecekti ve insanlara bu defa "FEDA"nın anlamını öğretecekti. Şehit düştüğünü öğrendiğimizde söylenecek fazla birşey kalmamıştı şu sözlerden başka: "SEN BAŞARDIN!"...

 

***

 

Abidin Şimşek, Ablası Hülya Şimşek'i Anlatıyor

 

“Bir karış toprağın

gerçek sahibi kim

gösterip de gideceğim."

 

İçimi, duygularımı anlatmam o kadar zor ki... Biliyorum verdiğimiz yiğitlerin hepsinin yeri ayrı... Uğurladıklarımızın... Ama bir tanesi var ki... Çok yaktı beni. Acım büyüktü... Ve ben aylardır hazırlamaya çalışıyordum kendimi. Şehitlik bu, tamam farkındayım, onuru büyüktür... Ama hazırım diye bir şey yoktu onun şehitliğine... Anlıyorsunuz değil mi... Göremedim, dokunamadım, duyamadım. Buralarda dolandım durdum. Acaba nasıl, acaba acısı çok mu?... Ne anlatabildi ne de mektuplar yetmedi... Kolay değil, ablam o benim, ben onunla "ömür" paylaştım. Ve onu da esirgemedi... Yüreğim yanıyor... Acım büyüktü... O halktı ve uğruna ölünesiydi. Öyle yaşadı... ve benim ablamdı...

Bunu hep söyledi... "Ben halkım!" Hep söyledi... Dediği yürektendi. O kadar çok bağlıydı ki geleneklerimize... Cemlere katılıyor, ziyaretlere gidiyor. Lokma yapıyor, Muharrem'i tutup aşuresini dağıtıyordu. Bunları yapabilmek için de olsa yoklukla savaşıyordu... Ne yapıp ne edip onları gerçekleştirmeye çalışıyordu. Ablam inançlıydı, hiç vazgeçmedi... İnançlarını küçümseyenden de uzak duruyordu. Öyle devrimcilik olmaz diyordu... Ama gönlü büyüktü, her zaman kapısını açtı, her koşulda yardımcı olmaya çalıştı. Onun zulme karşı savaş anlayışı çok derinlerdeydi. Taa ki Pir Sultanlar'da, Hallac-ı Mansur'da, 12 İmamlarda, İmam Hüseyin'de, Veysel Karani'de, Şah Kulu'nda, Dede Sultan'da... Sonra Kızıldere, hep ayrı yeri vardı onda. Atalarımızı bilmezsen "öğren, öğren asıl o zaman anlarsın bu savaşı" diyordu. Halktı, öyle yaşadı.

... Büyüğe de küçüğe de sevgisi, saygısı önde geliyordu. Halktı be, o halk. Memlekette çok seviyordu komşular. Yaz oldu mu köy köy gezdirir davet ederlerdi. "Hülya ana"mızı. Hediyeler veriyorlardı. Sende çingene kanı var, diyordum, yine toplamışsın. "Ben daha çok dağıtıyorum" derdi. Gitmediği ziyaret kalmadı, belki de. İstanbul'da Şah Kulu'nu çok seviyordu. Orada ne buluyorsun diye sorsam, "Halk var" derdi... Oradaki insanlara o kadar çok güveniyordu ki... “Yeter ki şu Şah Kulu'nu anlasınlar” diyordu.

Bir gün çalıştığım şantiyeden eve geldim ve onu evde bulamadım. Koca İstanbul. Yıldızı parlaktı, o kadar çoktu ki hemşerilerimizden davet eden. Yolumun üstü Şah Kulu, uğrayayım dedim. Belki. Şah Kulu'nda dolaştım, bulamadım. Arka tarafa geçtim ki elinde mum mezarların başında. Sönmüş diğer mumları bir bir yakıyor. Sakin sakin. Söneni bir daha, söneni bir daha... İçinden dünyaları geçirdiği belli. Uzaktan seyrediyorum. Elindekini de koydu. Bana doğru bakınca yüzündeki gülümseme gözlerinin ışıldaması hiç aklımdan çıkmıyor. Uzun zamandır da birbirimizi görmemiştik. Ne diledin deyince de gülümsedi. Başım dertteydi, tahmin edersin... dedi. Bir de dedi şu fukaranın umutlarını tekrar yaktım.

Halkı o kadar çok seviyordu ki. Ev ona göre değildi. Hep halkın içinde olmak istiyor, hep evimiz dolsun taşsın istiyordu.

6 kardeşiz. Ablam en büyükleri, ben de en küçükleriyim. Anam bize bakmak için hep inek, hayvan baktı. Sabahtan akşama kadar çocuklarımın nafakası deyip koştu peşinden... Anamı horlayan zengin akrabaları hep dışladı. Bize de ablam baktı. Liseyi de okudu ama bizimle çok ilgilendi.

Diyorum ya onunla "ömür" paylaştık. Tutsaklığım haricinde ayrı düşmedik. Dayanamıyordu... Dayanamıyordu şu kapıların bizlerin üzerine kilitli olmasına. Diyordu ki size dışarıyı içeri taşıyacağım. Sadece benim değil, Bursa'da herkesin Hülya ablası oldu.

Bu süreç başladığında rahatsızlığına rağmen koşturdu. Ankaralara gitti TAYAD'la. Hele şehit anaları... "Gerisi yalan arkadaş" diyordu. "Dert onların, asıl zulüm onlara vurdu." İçten yürekten hissediyordu bunları. Ayrı durmadı, esirgemedi. Marksizm-Leninizmi mi biliyordu sanki. Yine saf, yine temiz hayalleri vardı. Bir çay bahçesinde beraber çay içip simit yemek gibi.

Bana üç tane mektup yazmıştı. O kadar içten, güzel sözleri var ki. "Sevginin gücüne hep inandım. Pir Sultan'ı çok sevdim. İmam Hüseyin'in kafasını kesip top oynadılar. Ama o yüzyıllardır Kevser sarayında sakilik (su dağıtmak) yapıyor. Gravatlı ağalar, bu halkın çocukları için ne yaptılar? Gösterip de gideceğim, bir karış toprağın gerçek sahibi kim, gösterip de gideceğim." Böyle yalın yürüdü. Her gün abime biraz para verip, git fukarayı doyur benim için diyormuş. Ve akşam olunca da "hesap ver" diye soruyormuş.

Mektuplarda buralardan çıktığımız günü hayal ettiğini yazıyordu. "Elimden bu kadar geldi" diyor. Hey Allahım, kurban olunmaz mı... Yanında yatılmaz mı... Canım ablam zaferi görmek istedim. Şu ahımızın çıktığı günleri görmek istedim kendi gözlerimle... Öğrenmek istedim, suyu nasıl içti, nasıl üşüdü, acılar gelip bulduğunda nasıl yendi bir bir... nasıl bilmek istedim. Şu Metris'in önü türküsünü istemiş vasiyetinde, beni bizleri düşündüğünü biliyorum. Mezarı başında ne istemişse bizimkiler engellemelere rağmen yapmışlar. Dut ağacının dibinde duasını istemiş. Bir de Bursa'da 19 Aralık şehitlerinin resimlerini...

"Orucum size güç veriyorsa ne mutlu bana" diyordu. Böyle yalın, böyle sade yürüdü hep... Ve ben ondan kalan üç mektup bir montla ve onun hayaliyle ömrümü tekrar tekrar yaşıyorum. Paylaştığımız "ömrü"... Layık olmaktan başka da bir şey istemiyorum. Gelseydi o günler.

O sadece Gravatlı Ağalara göstermedi. Bizlere de "bakın" dedi. Hayalini kuruyorum. Elinde mumla onu uzaktan seyretmenin hayalini... Ne istedim biliyor musun, onun adına aşevleri istedim. Doyurmak, doyurmak, doyurmak istedim çöpten ekmeği, pazar sonrası çürük sebzeleri toplayanları doyurmak istedim. Bilmek, öğrenmek istedim ondakileri ve onu... Gayrı halayı görmek istedim, ya ona türkü olacağız halayımızla ya da omuzdan tutacağız. Ama belli ki türkü olacağız...

Çok şükür ki acının yanında onurumuz büyük...

 

Sevgilerle

Abidin Şimşek

11 Eylül 2001

Edirne F Tipi

 

(Yukarıdaki anlatım, Özgür Vatan dergisinin 11 Şubat 2002 tarihli, 10. sayısında “Gidenlerin Ardından” başlıklı bölümde yayınlanmıştır.)

 

 

 

Geri