Hülya
ATEŞ'i Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:
Bir Yoldaşı
anlatıyor:
Akşam olmak üzere. Dağlara henüz karanlık
çökmemiş. Dokuz gerilla... 4'ü bayan, 5'i erkek. Arka
arkaya bir tepeden aşağıya iniyorlar. Tepenin hemen altında Ulukale
köyü var. Ulukale, bahçeleri, ağaçlık görüntüsü ve
birbirine girmiş ahşap evleriyle Dersim'in diğer
köylerine benzemiyor. Tepe ise ağaçsız, çıplak. Gerillalar yamaca doğru inerken
birden düşmanla karşılaşıyorlar. Komutanları Niyazi (Aydemir Şahin), "geri
dönün" talimatı veriyor. Geldikleri yöne doğru dönüyorlar, fakat, çok geç. Düşman her yeri tutmuş. Anlaşılan pusa
atmış. Şimdi geldikleri yön de tutulmuş. İki yanda düşman ateşi başlıyor.
Kurşunlar yağmur gibi... Gerillalardan üçü ileri fırlıyor. Biri Mazlum (Mikail
Güven), diğeri İbrahim (Ali Çelik)... 6 gerilla ise yamaçta kalıyor. İbrahim
kaşla göz arasısda yan tarafa kayıyor. Her zaman
olduğu gibi, hızla hareket ediyor ve küçük bir tepeyi tutmayı başarıyor. Elinde
kleşi, tepenin, önce bir, sonra diğer yanına koşuyor;
ateş ediyor. Tepenin iki tarafında da düşman var. İbrahim yoldaşlarını korumak
için adeta çırpınıyor. Mazlum da aynı şekilde yanındaki savaşçıyla birlikte
düşman ateşine karşılık veriyor. Yamaçta ise altı gerilla kalıyor: Niyazi
(Aydemir Şahin), Hasan (Orhan Korkut), Makbule (Asuman Koç), Eylem (Nurhan
Azak) ve Perihan (Hülya Ateş) ... Korunaksız ve açıktalar.
Yamaçta kalanlardan biri karakız.
Henüz 18'inde. İri yapılı... Güçlü, kuvvetli... Ne çok uzun boylu, ne de
şişman... Çevik ve atılgan. Gerillada kestirdiği saçları
hafif kıvırcık. Yokuşu tırmanırken ter içinde kalmış. Ela gözleriyle araziyi
tarıyor. Sakin ve soğukkanlı. ... Hemen yanında Hasan
var. Karayağız bir delikanlı. Elinde
Mısır Üretimi otomatik bir tabanca. Düşmanın yoğun ateşine Hasan da
karşılık veriyor. Ve açıkta kalan yoldaşını korumaya çalışıyor. Karakız, düşmanın ateşi karşısında açıkta kalmış. İnanç
dolu yüreğiyle de düşmana kinle bakıyor. Her hareketinde cesaret ve karalılık
var. Bir kurşun gelip, karakızı buluyor. Sessizce
yere uzanıyor. Öylesine sakin ki, önce kimse, vurulduğunu farketmiyor...
Karakız, komşu köylüm, çocuklukta sınıf arkadaşım,
gerillada yoldaşımdı. Karakız, bizim Hülya Ateş idi.
Hülya'yı çocukluğundan şehit düştüğü güne kadar tanırım. Hülya gibi bir
arkadaşı tanımaktan ve O'nunla omuz omuza Parti-Cephe
saflarında savaşmaktan her zaman gurur duydum. O, herkesin gurur duyacağı bir
insandı.
...
Hülya 1977 doğumluydu. Kürt milliyetinden, alevi
mezhebine mensup beş çocuklu yoksul bir ailenin ikinci çocuğuydu. Ailesi,
Dersim-Taçkirek köyünde otururdu. Doğma büyüme oralıydı.
Köyümüzde okul olmadığı için Hülyaların köyüne giderdik. Hülya ve Eylem
(Yıldız) ile aynı sınıftaydık. Öğle yemeği için bazen yiyeceğimizi yanımızda
götürür, okulda yer, bazen de köye dönüp yemek yedikten sonra tekrar okula
giderdik. Köyümüz uzaktı. Hülya ve Eylem bizi bırakmaz, kendi evlerine götürürlerdi.
Birlikte yemek yardik. Günümüzün çoğu beraber geçerdi.
Hülya, erkeklerin veya kızların katılabileceği oyunların hepsine katılırdı.
Esmer, yumurcak, ele avuca sığmayan bir çocuktu. Yerinde duramaz, oraya beraya koşturur dururdu. Biz erkeklerle futbol oynar, güreş
yapardı. Çok hırslıydı. Onu hiçbirimiz yenemezdik. Tabii her zaman oyun
oynamaz, bazen de kavga ederdik. Onunla başetmek
zordu. Güçlü ve çevikti. Çoğu zaman, onunla kavga eden pişman olurdu.
İlkokulu bitirdikten sonra okula devam etmedi. Bir
süre, Hozat ilçe merkezinde okuyan kardeşlerinin yanında kaldı. Onlara baktı,
yemeklerini pişirdi, çamaşırlarını yıkadı... Bir süre de dikiş-nakış kurslarına
gitti. Hülya, aynı hareketlilikle, aynı hırs ve hırçınlıkla hızla büyüyordu. Artık
genç kız olmuştu. Köyde akşama kadar sağa-sola koşturur, durmadan çalışırdı. Köyün
en çalışkan kızıydı. Köy yerinde akla gelebilecek her türlü işi yapardı. Sadece
kadınların değil, erkeklerin işlerini de yapardı. Tarlada çalışır, kazma-kürek
sallardı. Baltayla odun keser, ata yükler, eve taşırdı. Bir erkek gibi ata
binerdi. Çok da kavgacıydı. Ona ters bir şey söyleyenin, hoşlanmadığı bir
davranış yapanın vay haline... Hemen yakasına yapışırdı. Haksızlığa zerre kadar
tahammülü yoktu. Köyde iki kişi birbirleriyle kavga mı etti? Kavga eden kim
olursa olsun gider haksız olanın karşısına dikilir, "sen haksızsın" derdi.
Düğünler Hülya'sız olmazdı. Halaylara Hülyasız durulmazdı. Her halayda o vardı.
Bir de güzel Zazaca türkü söylerdi ki... İçten, duygulu, yaşam dolu, coşkulu ve hareketli.
Hırçın mı hırçın, inat mı inat, asi mi asi: bir o
kadar da güleç... Hepsi Hülya'da mevcuttu. Tam bir Anadolu kızıydı. Kendini
herkese böyle kabul ettirmişti. Herkes O'nu "Hüle"
diye çağırırdı. Devrimci Sol gerillalarının Dersim'e
gelmeleriyle birlikte Hülya da Devrimci Sol gerillalarıyla tanıştı. Gerillalar
evlerine sık sık gidiyorlardı. İlk tanıdığı gerilla
Nazım Karaca idi. Nazım'ı çok severdi. Hülya, gerillalarla tanıştıktan sonra
değişmeye başlamıştı. Daha bir olgun olmuştu. Köylülere daha çok yardım ediyor,
daha yumuşak bir üslupla konuşuyordu. Hülya'yı tanıyanlar bu duruma şaşırıyorlardı.
"Hülya, sana birşeyler olmuş, ne kadar
değişmişsin" diyorlardı. Bu arada, kendi köyünden arkadaşları olan Abidin
ve Eylem Yıldız gerillaya katılmışlardı. Onların gerillaya katılması, Devrimci
Sol'a olan sempatisini artırmış, daha çok bağlanmasını sağlamıştı. Ben de aynı
süreçte Devrimci Sol ile tanıştım. O'nun Devrimci Sol'a sempati duyduğunu biliyordum.
Okuması için dergi ve gazete vermek istiyordum ama almıyordu.
"Okumuyorum" diyordu. Onun bu davranışına şaşırmıştım. Gerçekten
okumak mı istemiyor, yoksa illegalite mi yapıyor diye
düşündüm. Onunla birlikte buyümüştük. Neden saklasındı? Meğer Nazım, O'na "Devrimci Solcu olduğunu
kimseye söyleme" demiş. O da söyleneni yapıyordu. Bunu, gerillaya geldikten
sonra öğrendim.
23 Nisan 1993'de Pertek'te çatışma olduğunu ve 12
Devrimci Sol gerillasının şehit düştüğünü öğrendik. Hülya çok üzülüyordu. Öyle
bir dolmuştu ki, dokunsan ağlayacaktı. Onikilerin
içinde Eylem ve Abidin'in de olduğunu öğrenince daha fazla dayanamadı. Düşmana
büyük bir öfke duymuştu. Onikiler O'nu mücadeleye kopmaz
bağlarla bağladı. Eylem ve Abidin'den ayrılmak ona zor geliyordu. Hergün onların mezarına gidiyor, suluyor, bakıyor,
temizliyor, etrafına çiçekler dikiyordu. O, arkadaşlarına çok bağlıydı. 1993
yaz aylarıydı. Gerillalar uzun bir süredir Taçkirek'e
gelmiyor. Hülya da hergün gerillanın yolunu
gözlüyordu. Bir gün duyduk ki Hülya gerillaya katılmış.
Katılışı da bir hayli tantanalı olmuş. Cemal komutan
(Nazım Karaca), 11 Temmuz günü birliğiyle birlikte Hülyalara gelmiş. Hülya'nın
gerillaya katılacağını söylemesiyle sık sık yaşandığı
gibi, ailesinden itirazlar olmuş. Hülya "Bu dava kimsenin babasının davası
değil. Ben istedikten sonra kimse beni mücadeleden ayrı tutamaz. Gerillaya
katılacağım" demiş. Herkesi susturmuş ve dağların yolunu tutmuş. Hülya'nın
gerillaya katılmasına biraz şaşırdım. Çünkü verdiğim dergiyi bile almıyordu.
Bir gün sonra, 12 Temmuz günü ben de gerillaya katıldım. Savaşçıların içinde
gözlerim Hülya'yı arıyordu. Ona "dergi bile almıyordun, nasıl oldu da
gerillaya katıldın" diye soracaktım. Sabah arazide O'nu gördüm. Çok
sevinçliydi. Beni görünce sevincinden boynuma sarıldı. Silahlarımız verildi.
Hülya silahı öyle bir kavradı ki, sanki kırk yıllık gerillaydı. Bazı
arkadaşlar, özellikle de kadınlar silahı ilk eline aldıklarında çekinerek
davranıyorlardı. Hülya hiç öyle yapmadı. Gören silahlarla içiçe
yaşamış zannederdi.
Birlikler ayarlanarak faaliyet alanları belirlendi.
Hülya ile aynı müfrezedeydik. Faaliyet alanımız da Ovacık-Munzur dağlarının
yayla kesimleriydi. Yola çıktık. İlk uzun yürüyüşümüz olmasına rağmen. Hülya
hiç yorulmuyordu. Bir yerde konakladık. Bir ara sordum. "Hiç okuyup uğraşmıyordun,
nasıl oldu da gerillaya katıldın" dedim. Hafiften gülümsedi. "Katılmayı
istiyordum ama tereddüt ediyordum. Eylemler şehit düşünce çok düşündüm.
Evlerine gittim. Çeyizine baktım. Çeyizini tamamen dizmişti. Her şeyi hazırdı.
Ama O'nun tek çeyizi silahı oldu. Eylem'le birlikte büyüdük. O gitti savaştı ve
şehit düştü. 'Durma zamanı mı, karar verme zamanı' dedim kendi kendime. Bu,
anlık bir karar olmayacaktı... Bir de Cemal (Nazım) etkiledi. O'na her şeyimle
güvendim. Kararımı verdim. Mücadelede sonuna kadar yer alacağım. Beni kavgamdan
ancak ölüm ayırır." dedi. Ailesinin çok etkilendiğini söyleyip, bu
tavırlarını nasıl değerlendirdiğini sorduğumda, bana şu cevabı verdi: "Benim
ailem artık Devrimci Sol'dur. Aynı üzüntüyü birçoğumuzun ailesi yaşıyor.
Ailelerimizin isteklerini yerine getirmeye kalkarsak, dizlerinin dibinde
otururuz, savaşamayız". Karşımda kararlı bir gerilla vardı. O'nun asi biri
olduğunu biliyordum, fakat bu kadar kararlı bir devrimci olabileceğini
beklemiyordum. Etkilendim. Bu düşüncemi de kendisine söylemekten alıkoyamadım
kendimi. Cevabı yine hazırdı: "Niye, benim neyim eksik?"
Evet, onun hiçbir şeyi eksik değildi. Tam bir Dersim
kadınıydı. Doğuştan asker gibiydi. Adeta gerilla için yaratılmış ideal biriydi.
Gerillada hiç zorlanmadı. Geçmişteki tüm olumlu özelliklerini gerillaya da
taşıdı. Köylü kızı olması bir avantajdı. Eli her işe yatkındı ve güçlü
kuvvetliydi. Yaklaşık 14 ay süren gerilla yaşamı boyunca, yapısı, hareketleri,
yaşama ayak uydurmasıyla diğer savaşçılar üzerinde hep teşvik edici, özendirici
oldu. Dimdik yürür, sert adımlarla koşardı. Bu, köylüleri, kadınları, genç
kızları da etkilerdi. Onların gerillaya sempatiyle bakmalarını sağlardı.
Hülya'yı gören yaşlı insanlar "gerilla dediğin böyle olur işte" diyerek
hayranlıklarını açığa vururlardı. Siyasi olarak öğrenmek için de çok çaba sarfederdi.
Hülya, iyi bir savaşçı olacağını gerillaya katıldığı
ilk günlerde gösterdi. Askeri eğitim alıyorduk. Hülya ilk defa ateş edecekti.
Hedef dikildi. Hülya ateş etmek için hazırlandı. Silahlara yabancı değildi. Av
tüfeği kullanmıştı ama kleşle ilk atışı olacaktı. Kleşle ilk atışta vurmak kolay değildi. Bazı arkadaşlar
tetiğe basarken iki gözünü birden kapatır, çekinerek, ürkerek tetiğe dokunur ya
da silah patladığında neredeyse silahı bir tarafa atacak gibi olurlardı. Merakla
Hülya'yı izliyorduk. Vuracağına pek ihtimal vermiyorduk. Hülya kararlı bir
şekilde nişan aldı. Kendine güveniyordu. İleriki günlerde de bu güvenini
koruyacaktı. Tetiği çekti. İlk atışta vurmuştu. iki el
daha ateş etti. Kurşunların üçünü de hedefe yapıştırmıştı. Sevincine, gururuna
diyecek yoktu. Birliğimizin en iyi nişancılarından biri oldu. Askeri eğitimin
diğer alanlarında da başarılıydı. Çevik, bir erkek kadar rahat takla-parende atabiliyor,
yükseklerden, engellerden atlayabiliyordu. Çoğu erkek arkadaşlar onun
yaptıklarını yapamıyor, mahcup oluyorlardı. Öğrendiklerini tekrerlayarak
kalıcılaştırıyordu.
Gerillada yapabilecek her işe koşturmak isterdi. İş
için hazır kıta beklerdi. Yapamadığı hiçbir iş yoktu. Sığınak kazmak, odun
kesmek, atla eşya taşımak, yol yürümek, ağır yük taşımak onun için çok doğal,
sıradan işlerdi. Kendine güvensizlere, "yapamıyorum-edemiyorum"
diyenlere çok kızardı. "Ne var bunda yapamayacak" der, kollarını sıvar,
işe sarılırdı. Onun kolları her zaman yukarı sıvanmış olurdu. Her işte gönüllüydü.
Bir iş yapmak için görev verilmese bile gönüllü olarak katılmak isterdi.
Bir keresinde kaldığımız kamp yerinde ateş yaktık.
Akşama doğru üzerimizden keşif uçakları geçti. Yerimizi tespit edebileceklerini
düşünerek çabucak toparlandık ve kamp yerini terkettik.
Hızlı yürümemiz gerekiyordu. Çantalarımız çok ağırdı. İki saat durmadan
yürüdük. Birçoğumuz yorulduk, dayandık kaldık. Hülya gayet rahattı. Hızlı bir
şekilde yürüyordu. Ona yetişmekte güçlük çektik. Tüm yürüyüşlerde böyleydi,
üstelik bütün bunları yaparken çoğu zaman şiddetli baş ağrıları çekerdi. Migreni
vardı. Bazen bayıldığı da olurdu ama hiç bir zaman bunu sorun etmedi,
iradesiyle önünde engel olmasını önledi.
Kış hazırlıkları için müfrezeler biraraya
toplanacaktık. Buluşma yerine doğru hareket ettik. Hülya diğer müfrezelerdeki
arkadaşları çok özlemişti. Bir an önce onlara ulaşmak için sabırsızlanıyordu. Yorulanlar,
yavaş yürüyenler. Yürüyüş kolundan kopanlar oluyordu. Hülya onlara kızıyor,
çabuk yürümelerini söylüyordu. Yürüyüş boyunca birçoğumuzun çantasını taşıdı.
Zaten onun büyük özelliklerinden biri yoldaşlarına duyduğu sevgiydi.
Yoldaşlarına temiz ve saf duygularla bağlıydı. Az konuşurdu. İnsanlarla
ilişkilerinde ölçülüydü. Kimseyi kırmak istemez, ilişkilerinde kırıcı
davranmazdı. Aslında sinirli bir insandı ama sinirli olduğunu hisettirmezdi. Bu sinirli anında bile gülümserdi. Hülya'nın
hiç kimseyle takıştığını, sürtüştüğünü görmedik. Uyumlu bir insandı. Çok doğal
davranır, doğal konuşurdu. Yapmacık hiçbir davranışına da tanık olmadık.
İlişkilerinde kadın-erkek ayırımı yapmazdı. Herkese aynı sıcaklık ve samimiyeti
gösterirdi.
Halkla ilişkilerini anlatmaya dahi gerek yok. O
zaten Dersim'in bir köyünde doğmuş, büyümüş, halktan
bir insandı. Köylüleri en iyi o anlar, en iyi o tanırdı. Bilmediği köylerde
bile kendi üslubuyla, şakalarıyla, hemen, eskiden beri komşuymuş gibi ilişkiler
kurardı. Hülya hiç hata yapmadı mı, hiç eksikliği yok muydu? Elbette o da
hatalar yaptı, eksikliklere düştü. 1994 Temmuz ayıydı. Yaklaşık on arkadaş bir
yerde kalıyorduk. Hülya da yanımızdaydı. Birgün bir
de baktık ki Hülya yok. Aradık, bulamadık. Birlikten firar etmiş. Arkadaşlara haber
verdik. Akşam evlerine gittik. Baktık evde oturuyor. Bizi görünce utandı, ezildi.
Morali çok bozuktu. Kaçtığına çoktan pişman olmuş gibi bir hali vardı. Bizimle
birlikte gelmek için kalktı hemen. Ailesi telaşlandı. Hülya'yı cezalandıracağımızı
sanıp korktular. Hülya ailesini ikna etmeye çalıştı. "Örgütüme güvenin, ben neyi haketmişsem
örgütüm onu yapar" dedi. Adaletimize güveniyordu. Hülya'yı alıp gittik.
Yaşantımızdaki bir takım olumsuzluklardan etkilenerek bir anlık umutsuzluğa
kapılıp kaçmış. Ama daha birliğin yanından ayrıldığı andan itibaren de pişman
olmaya başlamış. Gidip eve oturmuş. Evden dışarı çıkmamış. Kimseyle konuşmamış.
Komutanlar kendisiyle konuştular. "İstiyorsan seni gönderelim"
dediler. Hülya kabul etmedi geri gönderilmeyi; "gerillada kalmak
istiyorum" dedi. Bir süre cezalı kaldı, silah verilmedi.
Cezası bitti. Tüm faaliyetlerimize katılmaya
başladı. Ancak bu sefer de ona verecek silahımız yoktu. Yedekte silahımız yoktu
o ara. Bu yüzden silahının olmamasına uzun süre üzüldü. Mehmet Ali Öztürk ve Mikail Güven sürekli kendisiyle ilgileniyor,
yardımcı oluyorlardı. Her şeye rağmen gerillada kaldı. Sabırla silahına
kavuşacağı günü bekledi. Tüm işlere koşturmaya devam etti. O, devrimcilikte
olmazsa olmaz şart olan dürüstlük, saflık ve samimi erdemlere sahipti. Hareketimize
ve yoldaşlarına bağlıydı. Bu bağlılığını korudu. 3 Eylül 1994 günü Çemişgezek Ulukale köyüne faaliyete giderken, akşam
üzeri düşman pususuna düştüler. Aydemir Şahin, Orhan Atakan Korkut,
Nurhan Azak ve Asuman Koç ile birlikte şehit düştü. Şimdi mezarı Taçkirek köyündedir. O, kısa gerilla yaşamında bize çok şey
öğretti. Dersim'in asi kızı, seni unutmayacağız.
Ortak olan ideallerimizi gerçekleştireceğiz.
***
Gerilladaki Yoldaşları Anlatıyor:
"BENİ
KAVGAMDAN ANCAK ÖLÜM KOPARIR"
Hülya Hozat'ın Taçkirek
Köyü'nden yoksul bir ailenin kızıydı. Kürt'tü. Zorluklar ve yoksulluklar içinde
büyümüştü. Hırçın ve inatçı, iradeli biri olarak köyünde tanınırdı. Köyün
erkekleriyle de birçok defa kavga etmiştir. Güçlüydü, ondan korkarlardı.
O, düzenin yaratmaya çalıştığı kendine güvensiz,
çekingen, herşeyi erkeklerden bekleyen kadın tipini,
daha evdeyken yıkmıştı. Çünkü yoksulluk içinde büyümesi, acılara, zorluklara
katlanmasını, onu aşmasını sağlamıştır. Tam bir emekçidir. Ailesini hiçbir
konuda yalnız bırakmazdı. "O babamın, abimin
işidir" diyerek, diğer işlerden kendini uzak tutmazdı. Gün oldu evin tüm
işlerini yaptı, gün oldu tarlada çalıştı. Gün oldu evin kışlık odunlarını atla
taşıdı. Kısacası Hülya her işte vardı.
İşte Hülya'nın bu iradeli, güçlü, çalışkan, fedakar, emekçi kişiliği gerilla yaşamında da temel, öne
çıkan yanlarıydı. Tuttuğu işi koparmasını bilirdi. "Yapacağım" dedimiydi yapardı. Engel, annesi, babası bile olsa,
doğrudan vazgeçmezdi. Kendisi emekçi, fedakar, iradeli
olduğundan, böyle olan insanları da severdi. İşte Cephe gerillaları, sadece
kendisi ve ailesi için değil, tüm halk için dağlara çıkmışlardı. Zulme ve
doğanın zorluklarına karşı savaşıyorlardı. İradeliydiler, halkına ve
vatanlarına bağlılar. Hülya bunların ne demek olduğunu bildiğinden, Cephe
gerillalarını çok seviyordu.
Abidin Yıldız ve Eylem Yıldız'ı tanıyordu. Aynı
köydendiler. Onlarda da Devrimci Solcu'luğun erdemlerini görmüştü. Özellikle
onların şehit düşmesinden sonra daha çok kinlenmiş ve öfkelenmişti. Sempati ve
sevgisi daha örgütlü mücadeleyi itiyordu onu. O da ailesinin, köyünün ve tüm
halkın acılarını yaşıyordu. Çözümü de bulmuştu. Devrimci Sol gerillası olmak ve
savaşmak. "Yapacağım" dedi yine. Yolu yoktu. Kimse engelleyemezdi.
Kararını görerek, düşünerek vermişti. Doğru yolu seçmişti.
Ailesi de Hülya'nın örgütlendiğini, mücadele
ettiğini biliyordu. Bu yüzden gerillaya katılmaması için çok çaba sarf
ediyorlardı. Ama nafile...
Gerçi ailesi de gerillaları, özellikle de Nazım'ı
çok seviyordu. Ama iş kızları olunca korkuyorlardı. Hülya, gerillaya katılma
talebini defalarca kez iletmişti. Sabırsızdı. Beklemek istemiyordu. Savaşmak
için yaş, fizik vb önemli değildi. Onuruna, namusuna, halkına sahip çıkmak
yeterliydi. Tanıdığı ve sevdiği Eylem ve Abidin'in kanları üzerine and içmişti.
Aylarca bekledi. '93 Temmuz ayı başlarıydı. Bir daha
geldiklerinde kesin gidecekti. Hozat'a gidip geldiğinde kendisine bir spor
ayakkabısı da almıştı. Hazırdı.
Karanlık yeni çökmüştü. Köpek havlamaları başladı.
Onlardı. Halk kurtuluş savaşçılarıydı. Hülya "geldiler, geldiler" dedi.
Az sonra Nazım Karaca içeri girdi. Hülya'nın yüreği daha bir heyecanlı çarpmaya
başlamıştı. Nazım'ın boynuna sarılıp onu öptü. Çok seviyordu. Nazım daha sonra
Hülya'nın gerillaya katılacağını söyledi ailesine. Annesi babası ağlamaya
başladı. Ama etkilemezdi Hülya'yı. Çünkü o, hiçbir ana-baba bir daha ağlamasın
diye savaşa gidiyordu. Nazım ailesine "biz ne yapalım ana, kendisi
savaşmaya karar vermiş. İki üç gün daha beklesin, ikna et gelmesin" demişti.
Tabi Hülya sözü ailesine bırakmadı: "Bu dava kinsenin anasının babasının davası değil. Savaşacağım.
Bunda kararlıyım. Değil siz, komutan bile buna engel olamaz. Aylardır
bekliyorum. Değil üç gün bir dakika bekleyemem artık..."
Yapacaktı, inatçıydı, hırçındı. Ailesi de engel
olamayacaklarını anlamıştı. Onun için daha fazla ısrar edemediler. Kızlarını
öptüler. Savaşımızın haklı olduğunu biliyorlardı. Gerillaya yardım da
ediyorlardı. Bunun gururu vardı. Hülya da korkuyu çoktan yere çalmıştı. Annesi
"Nazım, kızım sana emanet" dedi. Ve hülya'yı da yanına alan gerilla
yürüyüş kolu, Taçkirek Köyü'nü geride bırakarak
araziye çıktı.
Hülya gerillaydı artık. İlk günlerde silah eğitimi
alıyordu. Ovacık'a giden müfrezede görevlendirilmişti. Munzurlara kadar
gitmişlerdi. Günlerdir yol yürüyorlardı. Ama Hülya yılların deneyimli savaşçısı
gibi yürüyordu. Zorlanmıyordu. Çünkü dağlara ilk çıkış değildi. At sırtında o
dağlardan odun getirmişti,davar otlarmış, yürümüştü,
alışıktı.
Munzur dağında eğitim için ilk defa silah sıkacaktı.
İlk atışta hedefi vurdu. Birkaç el daha ateş etmiş ve hepsini isabet
ettirmişti. İyi bir nişancı olduğunu da göstermişti.
Migreni vardı. Bu onu epey zorluyordu. Bazen gözleri
kapanıyor, ağrıdan kıvranıyordu. Bu hastalığı sürekliydi. Ama tüm faaliyetlere
katılıyordu. "Başım ağrıyor, hastayım" demedi. Ağrısa da yakınmadan
nöbetini tutuyordu. Hastalığı değil çalışkanlığı, emekçiliği ve iradesi ön
plandaydı.
Sadece nöbet vb işlerle de sınırlandırmamıştı
kendini. Düzenin kadın tipini atmıştı dedik ya... Bütün sığınak, mevzii yapım
çalışmalarına katılmak istiyordu. Birçoğuna da katılmıştı. Birinin elinde kazma
kürek görse "ne yapacağız, geleyim" derdi. Yine bir çalışmada
(sığınak) yer almak istemişti. Komutanımız ona, "sen nöbet tut" demişti.
Ne de olsa ikisi de görev diyerek nöbete gitmişti. Görev ayırımı yapmazdı.
Küçük büyük her işe aynı disiplin ve çabayı gösteriyordu. Uzun süre nöbet
tutmasına rağmen "niye uzun süre nöbet tuttum" demedi.
Aynı ölçüde kavgasına ve partiye bağlıydı. "Benim
ailem artık Devrimci Sol'dur. Bundan sonra tek düşüncem halkın geleceğine
kendimi adamak ve bu uğurda gelecek güzel günler yaratmak olacak. Beni
kavgamdan ancak ölüm koparır" diyerek bağlılığını dile getiriyordu.
Evet, Dersim'in hırçın
kızı. Kahramanca şehitliğin, bağlılığının ispatıdır. Ellerinle yaratmaya
çalıştığımız güzel gelecek günler için savaşımız sürüyor. Bu
savaşta iraden ve emekçiliğin bizimle.
(Yukarıdaki anlatım, Malatya Hapishanesi'ndeki DHKP-C'li tutsaklar tarafından yayınlanan BAŞAK adlı derginin
1998 Ağustos tarihli 6. Sayısında yeralmıştır.)