Hatice ÖZEN'i Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

 

Bir arkadaşı anlatıyor:

 

Birçok eğitim kurumuna, özellikle İ.Ü. Hukuk Fakültesine girebilmek, öğrenime devam edebilmek başlı başına bir sorundu. Bu yoğun saldırı ortamında hemen her gün 4-5 devrimcinin, demokratın ölüm haberini alıyorduk. Ama sizler Hukuk Fakültesi'ndeki bu faşist işgali kırmak için, sayıca az da olsanız, inatla her gün okula gidiyordunuz. Senin, okula gelmeyen yüzlerce öğrencinin pek çoğu ile ilişki kurup bu işgali kırmaya yönelik çabalarını ve üstlendiğin sorumluluğu unutmak mümkün değil. Yaz tatilini memleketinde geçirmeyi erteleyip, okula gelme umudunu yitirmiş öğrencilerle görüşmeler yapıp bu işgali mutlaka kıracağınızı azimle söylüyordun. O dönem Devrimci Gençlik'in önderliğindeki mücadele birçok okulda meyvesini veriyordu. Fakat İ.Ü Hukuk Fakültesi'ndeki Merkez Binasının işgalini kırmak bir onur sorunu haline gelmişti. Senin her sabah aynı saatte kalkıp, düzenli olarak okula gidişini, çoğu zaman hırpalanmış bir durumda gelişini unutamıyorum.

 

(Bu anlatım Halk İçin KURTULUŞ dergisinin 14 Mart 1998 tarihli

72. sayısında yayınlanmıştır.)

 

***

 

Katliam gününün tanığı bir yoldaşı anlatıyor:

 

“Ortalıkta hiçbir olağanüstülük belirtisi yoktu. Her zamanki gibi ara yoldaki okullarda öğrenciler öğle yemeği olarak satılan kumanyalarını almışlar, Merkez Bina’daki arkadaşlarını çıkışta karşılamak için üçer-beşer yolda toplanmaya başlamışlardı.

Ben de İşletme Fakültesi köşesinde “Sebil Büfesi” önündeki 5-6 kişilik grubun içindeydim. Bir yandan faşist işgalin durumundan, mücadelemizden söz ediyor; öte yandan bir şeyler atıştırıyor, diğer arkadaşların gelmesini bekliyordum. Merkez Bina’nın çıkış saati yaklaşmıştı. Kısa bir süre sonra Merkez Bina’ya doğru yürümeye başladık.

Tam o anda korkunç bir patlama oldu. Bir-iki saniyelik kısa bir suskunluk sonra patlama sesinin geldiği Merkez bina önüne doğru koşmaya başladık. Yabancı Diller’i geçip, Jeofizik binası önüne gelmiştik ki, bu kez ardarda patlayan namluların sesi duyuldu. Olay yerini tam olarak görememekle birlikte, bomba ve silah seslerinin ne anlama geldiğini tahmin etmiştik. O an ki duygularımı tam olarak anlatabilmem hiçbir zaman mümkün değil.  Koşuyordum. Elimi uzatsam bu kahrolası tuzağı önleyebilecekmişim duygusuyla koşuyordum. Yanımdan ters yönde kaçmaya çalışan yüzleri, elbiseleri kızıla boyanmış insan siluetleri görüyordum. Meydana yaklaştıkça, ters yöne gitmeye çalışan insan siluetlerinin sendelediğini çoğunun dizüstü çökmüş, oturmuş olduklarını, daha ileride de duvar diplerinde, çift taraflı kaldırımda, dar yolda yerlerde yattıklarını fark ediyordum. Görebildiğim herşeyin kızıla boyandığı bir yere gelmiştim. Beyazıt Meydanı’na bakan Eczacılık’ın önündeki küçük alanda, katliam meydanındaydım artık.

Biraz sonra, ders dönüşü karşılayacağımız arkadaşlarımızın bir çoğu, kızlı-erkekli kan gölü içinde yerlerde yatıyor, kimi hala son bir gayretle kalkmaya çalışırken, kimisi birbirine destek olmaya, acılarını paylaşmaya çalışıyorlardı. Şarapnel parçalarının vücutlarından etlerini koparıp götürdüğü yerlerden, mermilerin sıcak tende açtığı yaralardan akan kanı durdurmak istercesine ellerini vücutlarına bastıran, tarifsiz acılar içindeki yüzlere bakmaktan kendimi alamazken tanıdık birini gördüm.

Sanki hiçbir acı duymuyormuşçasına, her zamanki tebessümüyle boylu boyunca uzanmış yatan Hatice Özen’di gördüğüm. Üzerindeki kül rengi mantosu, ayağında pantolunu ile çok yorgunmuş da hemen oracıkta derin bir uykuya dalmış gibi başı hafifçe yana düşmüş, sırt üstü yatıyordu. Görünürde hiçbir yara-bere izi yoktu. Vücudunda doğal görünümünü bozan tek şey, dudaklarının arasından sızan kandı...

Bu görüntü karşısında bir an bilincimi yitirmiştim. Bir elin dürtüklemesiyle kendime geldim ve orada herkesle birlikte “Kahrolsun Faşizm”, “Faşist Katillerden Hesap Soracağız” sloganlarını diğerleri gibi olanca gücümle, nefretimle bağırdığımı farkettim.

Yanımdaki arkadaşla birlikte eğilip Hatice’yi yerden kaldırmak istedik. İki yanından koltuk altlarından şöyle bir doğrultmaya çalışınca da yüreğimin derinlerinde acı bir sarsıntı duydum. Hatice’nin iki omuzu önden birbirine değiyordu ve sanki göğüs ve sırt kafesi hiç kemiksizmiş gibi boşalmıştı. Hafiflikti ellerimde hissettiğim... Parmaklarıma değen sıcak ıslaklığın yarattığı ürpertiyle birlikte vücudunu doğrultunca anladık ki sevgili yoldaşımızın sırtı boydan boya yırtılmış, paltosunun arkası lime lime ve kıpkırmızı olmuştu. Anlaşılan bomba tam arkasından ve omuz hizasında patlamıştı.

Slogan sesleri giderek yükseliyor, yaralıları taşıyanlar, çevreden yetişen arkadaşlar giderek çoğalıyordu. Bu arada kendini kaybederek ağlayanlar, faşizme duyduğu laneti haykıranlar, kin ve nefretin doruğa ulaştığı noktada şoka girip, bir şey yapamamanın hıncıyla başını üniversitenin bahçe duvarına vuranlar vardı. Herkes bir şeyler yapmak istiyor, kendilerinden kopup gittiğini hissettikleri canları için sağa sola koşuşturuyor, bir kısmı yaralıları Esnaf Hastanesi’ne taşırken, bazıları da araba arıyordu.

Diğer yandan onlarca polis, Beyazıt Meydanı’na inen tarafı tutmuş, faşistlerin yuvalandıkları yerlere bir şey olmasın diye galeyana gelmiş insanların önüne barikat olmaya çalışıyordu.

Bu anlatılması, ifade edilmesi güç, öfke ve duygu seli içerisinde bir iki arkadaş Hatice’yi Esnaf Hastanesi’ne doğru taşıyorduk. Yarı yolda rastgelen bir taksiyi durdurup bu kez Tıp Fakültesi’ne doğru yola çıktık. Arka camdan geriye doğru baktım, katliamdan arta kalan kan gölü içindeki ayakkabı, kemer, saat, palto ve ceketler arasında bir ciltli kitabın kanlı sayfaları da uçuşuyordu ortalıkta. Aynı anda yan camdan gözüme bir arkadaş ilişti. Belli ki Esnaf Hastanesine yaralı götürmüş, başka yaralıları taşımak için koşarak geri dönüyordu. Kanlı yumruğu havada sıkılı bağırıyordu: “Faşist Katillerden Hesap Soracağız”

İçinde bulunduğumuz araba hızla ilerlemeye, sıkışmış trafikte canhıraş korna sesleriyle kendine yol açmaya çalışıyordu. Arka koltuğa yatırdığımız Hatice yoldaşın başı dizlerimin üstünde sağa-sola yalpalarken bir an için dalıyor ve Hatice’yi düşünmeye başlıyorum.

DEV-GENÇ’te Merkez Binaya gidiş hazırlıkları dönemindeki hali geliyor aklıma. Hayat dolu, sempatik ve sevecen tavırlarıyla, 2 yıllık faşist işgalin insanlar üzerinde doğurduğu, en başta kendine güvensizliği yıkmak için nasıl çırpındığını hatırlıyorum. Birdenbire başka sahne, emekçi kadınlara sınıf bilinci taşıma çalışmaları canlanıyor gözlerimde. Derneğe, Kadırga Yurdu’nun küçük salonuna götürüyor, düşüncelerim duygularım beni... Hatice masanın başında elinde “devlet” konusuna ilişkin seminer notları. Anlatıyor, hukuk öğrencilerine burjuva demokrasisini, faşizmi... Özveri, bağlılık, çalışkanlık, yüreklilik karakteriydi onun. Süreğen bir rahatsızlığı vardı. Bu yüzden tansiyonu hep düşüktü, ama yine de oturduğu Sarıyer'den her sabah erken saatlerde kalkıp merkez binaya gelir, oradan Bayrampaşa’ya DKD’ye (Devrimci Kadınlar Derneği) giderdi. Dur durak bilmiyordu o...

Hastaneye kadar süren yolculuğa, onun kısa ama dopdolu yaşamını, özverili çalışmalarını, öğrenci gençlik ve Devrimci Kadın Hareketi'ne katkılarını sığdırmaya çalışıyorum... Ve de merkez binaya gitmeye başladıktan sonraki hafta sonu, dernekteki, faşist işgali kıracağımız inancını tekrarlayan coşku dolu sesi çınlıyor kulaklarımda. Ve o ses iki damla yaş oluyor göz pınarlarımda...

 

(Bu anlatım Halk için KURTULUŞ dergisinin 15 Mart 1997 tarihli

21. sayısında yayınlanmıştır.)

 

 

Geri