Hasan Hüseyin BOYRAZ'ı Yakınları, Yoldaşları

Anlatıyor:

 

 

Dev-Genç’li Yoldaşları Anlatıyor:

 

O BİR DEV-GENÇ'LİYDİ

 

Hasan Hüseyin ile 1995 yılında tanışmıştık. Okullar yeni açılmıştı. Ulucanlar hapishanesinin yanındaki gecekondularda bir öğrenci evleri vardı. Biz hapishane önünde görüş günleri sırada beklerken AYÖ-DER'li Gülay Efendioğlu'yla birlikte görüyorduk. Okula giderken sırada bekleyen tutsak ailelerinin yanına mutlaka uğrayıp tutsaklardan, ordan-burdan sohbet etmeden geçemezlerdi.

H. Hüseyin, Gülay'ın yanında upuzun boyuyla hemen öne çıkıyordu. Ama çok sessiz ve sakindi. Bu yönüyle de Gülay'ın yanında çok geri planda kalıyordu. Çünkü Gülay'ı eskiden beri tanıyorduk. Aileler de Gülay'ı tanıyordu. H. Hüseyin'le bu görüş sıralarında beklerken tanıştık. H. Hüseyin'in ailemizle tanışması da bu döneme rastlıyor. İlerleyen günlerde H.Hüseyin'i birçok faaliyetin içinde daha sık görmeye başlıyoruz.

1996 Mart ayıydı. 16 Mart Katliamının yıldönümü nedeniyle diğer gençlik örgütleriyle bir platform oluşturmuşlar ve Kızılay meydanında basın açıklaması yapacaklar.

AYÖ-DER'liler; afiş, bildiri, çağrılar... yoğun bir çalışma içindeler. Ankara dışındaki çevre illerdeki TÖDEF'li öğrenciler de çağrı yapmışlar. Yoğun faaliyet düşman cephesinde de yankısını buluyor.

Eylemden bir gün önce Hasan Hüseyin TİYAD'a geliyor. Öfke dolu. Bizden bir gün sonra yapılacak eyleme mutlaka aile katılımı olmasını istiyor. Eylem birliği oluşturdukları diğer gençlik örgütleri "Kızılay'da eylem koşulunun olmadığını" iddia ederek bir tartışma başlatıyorlar. Zafer çarşısı önünde toplanılacak ve Kızılay’a yürünecek. Ama ne mümkün. Kızılay'a çıkan bütün yollar, caddeler, ara sokaklar tutulmuş. Kimse Kızılay'a bırakılmıyor. Özellikle toplanma yeri olan Zafer çarşısının önü tam bir abluka altındaydı. Hiç kimseyi çarşı önüne bırakmıyorlar. Yaklaşanları hemen çevirip, kimlik kontrolü vb. yapıp dağıtıyorlar.

Eylem için gelen öğrenciler bir türlü toparlanamıyor. Sağda solda dağınık durumları, bir araya toparlayıp eylemi hemen başlatacağız. TİYAD'lı ailelerden de gelenleri toplayıp 1520 kişi olduk. Ve Zafer çarşısının yakınlarında bir mağazanın önünde pankart ve dövizlerimizi açarak eylemimizi başlattık.

Hemen etrafımızı yüzlerce polis sardı ve ablukaya aldılar. Amirleri gelerek talimatları yağdırmaya başladı. Polis kordonunun bir tarafını açtırıp, tek tek kişilerin gözüne bakarak "eyleme katılmayanlar dışarı çıksın, geri kalanları gözaltına alın" deyip polis otobüsünün de getirilmesini söyledi.

Eylem sorumlusu Hasan Hüseyin. Elinde megafon var. Ve açıklamayı da o yapacak. Boyu çok uzun olduğu için polisin bizi çepe-çevre kuşatmasına rağmen karşı yolda, otobüs duraklarında, kıyıda, köşede eylem için gelen, ancak ablukadan kaynaklı dağınık duran kitleye yönelik görerek çağrılar yapıyor. Bazı öğrenciler her an gözaltı olacağı beklentisi içinde uzaktan seyretmeyi tercih ediyor.

Kırşehir gençlikten gelen öğrenciler polis kordonunu zorla açtırıp yanımıza katılıyorlar. Başlarında Sultan Yıldız var. "Bizi de gözaltına alın, biz de eylemciyiz" diyorlar.

Polis şefi tehdit etmeye, Hasan Hüseyin'de elinde megafon çağrı yapmaya devam ediyor. "Bizi de gözaltına alın" diyerek polis zincirini aşıp aramıza katılanların sayısı gittikçe artıyor.

Polis geri adım atıyor ve "biran önce açıklamanızı yapın ve dağılın" diyor. Aramıza katılanların sayısının sürekli artması, polisin geri adım atması Hasan Hüseyin'i iyice coşturuyor. Megafonla 16 Mart üstüne ajitasyon çekiyor.

TİYAD'lı ailelerimizden birisi espriyle sesleniyor; "Evladım Hasan Hüseyin yeter artık. Pazarcı gibi ne vakta kadar bağırıp-çağıracaksın, açıklamayı yap ta gidelim..." Anamızın uyarısıyla birlikte Hasan Hüseyin açıklamayı okumaya başlıyor. Coşku ve heyecan dorukta Hasan Hüseyin'de. Bu onun sorumluluk aldığı ilk eylemi...

Açıklamayı okurken sesi çatallı ve titrek çıkıyor. Oldum olası sesi öyledir H. Hüseyin'in. Titrek bir ses tonu vardı. Sesinin etkisiz kalacağını düşünerek bağırdıkça bağırıyor... Sloganlarında atılmasıyla saldırı, gözaltı olmadan eylem bitiriliyor.

Hasan Hüseyin'in kararlı tutumu olmasaydı o gün o açıklama yapılmayabilirdi. Başlangıçta polis ablukası, saldırı, gözaltı korkusu vb. nedenlerle uzaktan seyredenler onun ısrarlı, kararlı çabası sonucunda korkularını yenerek eyleme katıldılar. İnisiyatifli davranışıyla, aldığı sorumluluğu mutlaka yerine getirme bilinciyle çok zor bir durumda dağılan kitleyi toparlamayı başardı.

Hasan Hüseyin öyleydi. Aldığı bir görevi mutlak şartlarda yerine getirirdi. Yapılmayacak bir iş olsa bu görev bize verilmez diye düşünürdü. Onun için Hasan Hüseyin'in olmazı hiç yoktu. Mutlaka oldurmanın yollarını bulurdu.

Hasan Hüseyin, derli, toplu ve çok düzenli bir yoldaşımızdı. Ve bu özellikleri bütün işlerine yansıyordu. Onun yaşamı birlikte çalıştığı arkadaşları için sürekli bir eğitimdi.

Sürekli güler yüzlü, sakin, alçak gönüllü ve mütevazı... Bir şeyler öğrenmek isteyenlerin ondan öğrenebileceği o kadar çok şey vardı ki... Onun insanları en çok etkileyen yönlerinden birisi de iyi bir dinleyici ve tartışırken hiç sinirlenmemesiydi. Aynı zamanda yeri gelince acımasızca eleştirmekten geri durmazdı.

Hasan Hüseyin'den bahsederken 2002 yılında Ünye dağlarında şehit düşen gerilla komutanımız Gökçe Şahin'den bahsetmemek olmaz.

Gökçe'yi o uğurlamıştı. Gökçe'nin annesi oğlunun gitmesinden sorumlu tutabileceği herkese veryansın ediyordu. Hasan Hüseyin'in bu işteki sorumluluğunu bilmesine rağmen, O'na karşı bir kez bile olumsuz davranış içine girdiğine tanık olmadım. O'nu da çok sık göremiyorlardı ama oğulları gittikten sonra yerini Hasan Hüseyin almıştı.

Hasan Hüseyin'le 1998 yılında yollarımız ayrıldı. Bu tarihe kadar Ankara'da AYÖ-DER'de çalışıyordu.

Hep planlı ve programlıydı. Onun eğitici ve öğreticiliğinden sıkça bahsedilecektir. Hasan Hüseyin'in yaşamı, mücadelesi başlı başına eğitimi konusu olacaktır, tüm yoldaşlarımıza...

1998 yılıydı. 1 Mayıs'a bir hafta kalmış, son bir toplantı yapacağız. Hasan Hüseyin artık bizim bölgede çalışmıyordu. Çalışmaları denetlemek için bizim bölgeye gönderilmişti. Toplantı başladı. O bir köşede sadece dinliyordu. Her alan üzerine düşen görevlerin ne kadarını yapmış, geriye neler kalmış ve bunları nasıl, kimlerle yapacağını ortaya koyuyordu.

'98 1 Mayıs'ında hedefimiz oldukça büyüktü. İlk kez başkentte alana tek tip elbiseyle çıkacaktık. Pankartların ebatları 10x5 metreydi. Pankartlar, flamalar, sancaklar... var da var. Birde hepsinin yedeği hazırlanacak. Henüz yapılan işlere bakıyoruz, yapılacakların yarısı bile olmamış.

Bölgedeki, sorumlu arkadaşımız yapılacak işleri, sen şunu, sen şunu... yap deyip geçiyordu. O ana kadar sessiz sessiz bizi dinleyen H. Hüseyin birden "hop, hop... dur bakalım, dur hele... bu dediğin şeyleri kim yapacak? Sen, sen, sen yap diyorsun da, ortada ne malzeme var, ne yapacak adam, ne de yapacak yer... bunlardan hiç bahsetmiyorsun. 10x5 metre ebadındaki bir pankart nerede, nasıl, kaç kişiyle yapılır. Bir pankart ne kadar zamanda biter... bunları biliyor musunuz?" Hepimiz bir anda susmuştuk. Mevcut eldeki olanaklarla kalan işlerin yapılabileceğini iddia etmek hiç gerçekçi değildi. Toplantıya yeni baştan başladık.

Tek tek bütün insanlarımızı, olanaklarımızı yeniden gözden geçirdik. İş yapabilecek yeni isimler çıkarttık. Pankart, flama yapabileceğimiz yerler tespit ettik. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar yeniden planladık. Hızla bu yer ve kişilerle görüşmek için işe koyulduk. Hasan Hüseyin de dahil olmak üzere 1 Mayıs sabahına kadar çalışıp programımızdaki her şeyi tamamladık.

En güzel programlar hazırlanabilirdi. Hasan Hüseyin için asıl önemli olan o programların hayata geçirilmesi için nasıl örgütlendiğiydi. Hasan Hüseyin'inde asıl öğreticiliği buradaydı. 1 Mayıs çalışması bu yönüyle bir örnekti...

Hasan Hüseyin'le uzun bir aradan sonra 2000 yılında tekrar İstanbul'da karşılaştık. Suratı asık, morali bozuk hiç hatırlamıyorum onu. Hep güler yüzlü, neşeli ve coşkuluydu.

Artık hem eski Ankara günlerini yad etmek, hem de sabahlara kadar sohbet etme imkanımız vardı. Ben Ulucanlar’dan yeni tahliye olmuştum. Ve 26 Eylül Ulucanlar katliamı üzerine anlatımlar sürekli dergide çıkıyordu. Onunla Ulucanlar önünde tanıştığımızı söylemiştim. Hapishane yaşamını çok merak ediyordu. Sadece bir kez gözaltına alınmıştı, 5 yıllık mücadelesi içinde.

Yeni örgütlendiği zamanlar AYÖ-DER'liler onu hapishaneye görüşe götürüyorlar. Sorumlu arkadaşa devrimcilik yapmak istediğini söylüyor. Arkadaş da "O zaman burada ne geziyorsun, okuluna git, insan örgütle" diyor. Anlayacağınız öyle beklediği gibi çok güzel, sıcak bir görüş olmuyor. Diğer taraftan da arkadaşların söylediği şey aklından hiç çıkmıyor. Bu sözü söyleyen, Ulucanlar katliamında katledilen komutan İsmet Kavaklıoğlu'ydu. Onun yaşamıyla ilgili, kişiliğiyle ilgili çok şey duymuştu. Ve benden onun hakkında daha çok şey öğrenmek istiyordu.

Hasan Hüseyin büroya gelen her insanla yakından ilgilenir, kendisi müsait değilse de ilgilenilmesini sağlardı.

Hak-Söz ve Selam gazetelerini dağıtan bir kişi her hafta gelir protokol bırakırdı. Kendisiyle yakından ilgilendiği için Hak-Söz'cü arkadaş fırsat buldukça sohbet etmeye gelirdi. Ramazan ayında çay-sigara vb. şeylere özellikle dikkat edilmesini söylerdi. İftar vaktine yakınsa orucunu açtırmadan bırakmazdı. Hak-Söz'cü arkadaş, devrimcilerin inançlarına, kahramanlığına, değerlerine sonsuz bir saygı duyuyordu. Bunda Hasan Hüseyin'in payı çok büyüktü.

Hasan Hüseyin bürodan ayrıldıktan sonra uzun bir süre "görürseniz, haberini alırsanız benden selam söylemeyi unutmayın" der ve selam gönderirdi.

Halkımız saygıyı, sevgiyi, ağırbaşlı, olgun vb. özellikleri taşıyan kişilere "terbiyeli" nitelemesi yapar ya, örgütlü yaşam içinde biz de "örgüt terbiyesi" deriz. Bu kavramların içini en iyi dolduran arkadaşımızdı. Hasan Hüseyin'le ilgili anlatılacak daha çok şey vardır. Ben kesit kesit anlatmaya çalıştım.

Mücadeleye 1995 yılında Ankara AYÖ-DER gençlik örgütlenmesi içinde katıldı. 1998 yılına kadar da Ankara Dev-Genç'liydi. Ve bu dönemlerde Ankara'daki mücadelenin ihtiyaç duyduğu her alanda hep en önde oldu. Disiplinli, ilkeli, kararlı mücadelesiyle örnek bir Dev-Genç'liydi.

Yaklaşık 10 yıllık mücadelesi boyunca bir kez gözaltına alınmıştı ve ondanda alnının akıyla çıkmıştı.

Gözaltına da İstanbul’da alınır. İstanbul polisi tarafından pek tanınan bilinen birisi olmadığı için, tesadüfen alındığı gözaltında işkencecileri de "kim bu" diye şaşırtır.

Başka bir takibattan dolayı kaldığı eve baskın yaparlar. Aradıkları kişi oradadır. Hasan Hüseyin'e kimlik sorarlar ve kim olduğunu öğrenmek isterler.

Gözaltında da bir kez sohbet etmeye geldim demiştir ya, başka bir şey demez. Ve serbest bırakılır.

Hasan Hüseyin'le ilgili birlikte olduğumuz yıllardan yaşadığımıza ilişkin kesitler anlatmaya çalıştım. Onun yaşamı hepimize örnek olsun...

Bu günlerde arka arkaya şehit haberleri alıyoruz. Semiran Polat'ın da bir kaza sonucu patlayan bombayla şehit düştüğünü öğrendik. Hepsinin önünde saygıyla eğiliyorum. Anıları mücadelemizde yaşayacak.

 

(Bu anlatım Tekirdağ F Tipi Hapishanesi’ndeki DHKP-C davasından tutsaklar tarafından çıkarılan Genç Düşünce dergisinin Ağustos 2004 tarihli sayısından alınmıştır. Anlatımın bir bölümü de Yürüyüş dergisinin 4. Sayısında yayınlanmıştır.)

 

***

 

Bir yoldaşı anlatıyor:

 

Hasan Hüseyin'le hemen hemen onun hareketle tanıştığı günlerde tanıştık. '96 Nisan'ıydı. Güleç yüzlü, sıcak ve sevecen bir arkadaşımızdı.

Aynı dönemlerde, farklı illerde gençlik içinde yer alıyorduk. Hem ailesinin İstanbul'da olmasından kaynaklı, hem de merkezi toplantı ve eylemlerden dolayı sık sık görüşme imkanımız oldu. Her karşılaşmamızda yüzünden gülüşü eksik olmazdı. Ama toparlamak zor oluyor böyle durumlarda, hele yazmak daha da zor... Bir anımızı yazayım;

'97 yılında İstanbul'da kurultayımız var. Gençlik olarak aylar öncesinden çalışmalara başlamış ve iyi bir duruma getirmiştik. Son bir gün önce toplanıp görev dağılımımızı yapmıştık. Arkadaşları karşılamayı, kurultayda yapılacakları belirledik. Anadolu'dan birçok arkadaşımızın katılımıyla kurultayımızı yaptık. Ancak sona doğru polisle sorun yaşandı ve hepimiz toplu çıkış yaparak, o günlerde İTÜ'de devam eden, çadırlar kurduğumuz yıl sonu şenliğine gittik.

Anadolu'dan gelen illerin en kalabalığı Ankara'ydı, 40'ın üzerinde bir sayıyla gelmişlerdi. Hepimiz illerden birini alıp kalacağımız yere gidecektik. Bana Ankara, Balıkesir ve Eskişehir hattı düştü. Balıkesir ve Eskişehir'in de katılımıyla 50 kişiyi geçtik. Daha önce Genel-İş ile görüşüp yer talep etmiştik, onlar da yardımcı olmuştu. Biz de bu kalabalık grupla sendikacıların ayarladığı yere gideceğiz. İTÜ Maslak Kampusu’ndan bindik otobüse. Otobüste sadece biz varız. Marşlarla türkülerle gidiyoruz. İETT şoförü de demokrat bir çıktı, sahil yolundan gidiyoruz. İki otobüs değiştirip Aksaray'daki Genel-İş merkezine vardık. İçerde sendikacılar yok, bir tek bina bekçisi var o da aksi bir adam. Bizi içeri almıyor. Gülay'la Hasan Hüseyin AYÖ-DER'in sorumluları... Hasan Hüseyin başladı takılmaya, İstanbulluların yaptığı organizasyon bu kadar olur. Ben bizim arkadaşları arıyorum ne oldu, kimse yok, onlar diyor yahu ayarladık orada kalacaksınız... Baktım bizimkiler de olayı çözemiyor, yapacak bir şey yok, 50 kişi oturmuş Genel-İş'in önünde bekliyor. Zaten yoldan gelmişler onun yorgunluğu, üstüne üstlük İstanbul'da ayaküstü dolaştıkları zaman... Kendi başımızın çaresine bakmaktan başka çare kalmadı.

Aslında gidecek yerimiz de yok, 50 kişiyi dağıtacak ev olanağımız ya da başka bir konaklama yerimiz de yok. Aksaray'da sağa-sola telefon açıyorum. Yarım saat, bir saat geçti. Sonra telefon açtığım yerin az ilerisindeki HADEP Fatih ilçe merkezi aklıma geldi. Zaten daha önce bir kaç kez gidip geldiğim bir yerdi. Hemen çıktım, tanıdık isimleri sordum. Kimse yok, yöneticilerden bir tesadüfen ordaydı. Durumu anlattım. Adam da iyi bir insan, hiç uzatmadan, gelin o zaman, ben de sizinle kalırım olur biter dedi. Ben tabi sevinçten daha konuşma bitmeden koşa koşa çıktım binadan. Hemen vardım yanlarına. Dedim, arkadaşlar merak etmeyin size 5 yıldızlı otel konforunda bir yer buldum, hadi gidiyoruz. Alkışlar, ıslıklar. Çevre oteldekiler camlardan uzanıp bize bakıyorlar ne oluyor diye. Hasan Hüseyin'le  öne düştük gidiyoruz. Aksaray'dan bir geçişimiz var, sanki eylem yapıyoruz, polisler tedirgin bize bakıyorlar. Akşam yeni çökmüş, saat 8.309.00 falan. Aksaray'ı öyle kortej halinde geçip binaya vardık. Daire bir oda, bir salondan ibaret. Daireye bir girdik, bırakın sandalyeleri yerler bile doldu. Mutfağın içine kadar dolduk... 5 yıldızlı oteli(!) görünce hepsi şok oldu. Neyse... yeri bulduk, sırada gün boyu aç olan arkadaşlara yemek organizasyonu var... 50 kişiye yemek, büyük sorun tabii. Geçtik, mutfakta konuşuyoruz... Ekmek peynir fiks mönü, her zamanki gibi

O gün arkadaşların hepsi sandalyede, yerde, nereyi bulursa uyudu. Hasan Hüseyin'le bir kaç arkadaş daha sabaha kadar sohbet ettik...

Böyle bir anımız vardı işte, aklıma gelenlerden biri bu. Şimdi Hasan Hüseyin'i de her seferinde hatırlatacak...

 

***

 

Bir yoldaşı anlatıyor:

 

“Tokat'tan selamladı, seven, tanıyan herkesi”

 

Hasan Hüseyin; mütevazılığiyle, herkesi dinleyip, derdiyle ilgilenmesiyle, sıcak ve sevecenliğiyle gittiği her yerde kısa sürede çok sevilirdi. Hani örnek yönetici denir ya... Hasan Hüseyin öyleydi. Çalışkan, emekçi idi. İş ayrımı yapmak, aldığı işi yarım bırakmak çok uzaktı ona. Biz de Hasan Hüseyin'i pek göremezdik. Çok sık gelmezdi ama hep beklerdik "ne zaman gelecek" diye. Sıcak, samimi sohbeti çekerdi hepimizi. Kolay kolay da sinirlenmezdi. Yani her şey kızdıramaz Hasan Hüseyin'i. Bazen takılırdık, anlardı kızdırmaya çalıştığımızı, "Allahsızlara bak..."diyerek kendine has gülerdi. Hasan Hüseyin geldiğinde tanıyan sohbetini bilen herkes koştururdu yanına. Bize de haber Adıyamanlı bir arkadaşla gelirdi.

Hasan Hüseyin eve geldi mi bizim Adıyamanlı soluk soluğa bize gelir "Dayı bizim evde TÖDEF'in Türkiye sorumlusu var" derdi. Anlardık ki Hasan Hüseyin gelmiş. Bu arkadaş öyle herkese gidip gelmezdi böyle. Korurdu Hasan Hüseyin'i. Hasan Hüseyin için şiveli konuşmasıyla "TÖDEF'in Türkiye sorumlusu" derdi. "Nerden biliyorsun?" deyince de "Dayı o herkesten farklı, herkes çok seviyo, saygı gösteriyo. Hem bak cep telefonu çantası da var. Yok, yok kesin TÖDEF'in Türkiye sorumlusu..." diyordu. Sonraları Hasan Hüseyin gelmez olunca bize gelir "gelmedi mi dayı. Bak gelip-gitti de saklıyorsanız darılırım ha... Dayı ben onu çok seviyordum da bize gelince korkuyordum. Yoksa H. Hüseyin'e can feda. Aha bak, şimdi gelsin, canını ver desin veririm..." derdi. Bir daha hiç görmedi Hasan Hüseyin'i ama hep sordu.

Ankara'dan öğrenciler gelmişti bizim okula. Formasyon dersi alıyorlar. Demokrat öğrencilerden 5-6 tanesi bizim evde kalıyor. Sohbet arasında Hasan Hüseyin'in adı geçiyor. Tanıyorlar, okul arkadaşları... Bizim tanıdığımızı öğrenince ilk soruları "nerde gördünüz en son? Nasıldı?" Konuşuyoruz, onlar anlatıyor Hasan Hüseyin'i; "Bizim okulda herkes severdi onu. Okula gelmedi sonra. Üç gün, beş gün... Baktık yok ortada. Başladık sorup soruşturmaya. Nerde, niye gelmiyor?.. Bulamadık. Okulda o varken herkese güven geliyordu. Herkes saygı duyardı ona. Faşistler kendilerinden utanıyordu, yoksa onlar da sorardı "Hasan Hüseyin nerde?" diye. Sorsak ne olur ki, en samimi arkadaşları bile "bilmiyoruz" diyor. Sanki yer yarıldı içine girdi. Ama şimdi izini bulduk. Bakalım daha nerelerde duyacağız" diye...

İşte Hasan Hüseyin Tokat'tan selamladı, seven, tanıyan herkesi, halkını, yoldaşlarını...

 

***

 

Bir yoldaşı anlatımından Hasan Hüseyin Boyraz:

 

Hasan Hüseyin'le tanışmamız O'nun mücadeleye adım attığı ilk günlerde olmuştu. '96 Şubat'ında, Devrimci Gençlik dergisi irtibat bürosunda karşılaştık. Hasan Hüseyin gençlikten arkadaşların yanında oturuyordu. Sessiz, çekingen ve sevecen bir görünümü vardı. Arkadaşlar 'Ankara'dan deyince AYÖ-DER'li olduğunu düşünmüştüm. Sonra arkadaşlara AYÖ-DER'li olup olmadığını sordum. Arkadaşlar da yeni bir arkadaş olduğunu, arkadaşlara ulaşamadığını, bu yüzden İstanbul'a dergiye geldiğini anlattılar.

Bu ön bilgilerin ardından Hasan Hüseyin'le konuşmaya başladık. Memleket neresi, hangi bölüm, kaçıncı sene, okulda durumlar nasıl?.. gibi tanışma sohbetiyle geçmişti ilk sohbetimiz. Sohbetle birlikte sıcak bir ilişki doğmuştu. Sıcak, samimi duruşu çabuk kaynaşmamızı sağlamıştı.

Kendisiyle konuşmamızın ardından arkadaşlar anlatmıştı, Ankara'da arkadaşlara nasıl ulaşacağını sormuş ve bir şeyler yapmak istediğini anlatmış arkadaşlara.

O günden sonra yine irtibat bürosuna gidip geliyor, orada karşılaşıyorduk.

'96 yılı öğrenci hareketi açısından önemli ve hızlı bir dönemdi. Şubat ve Mart ayları boyunca ses getiren eylemler olmuştu. Bunlardan biri de İ.Ü. merkez kampus işgaliydi. 29 Şubat'ta yapılan bu eyleme Hasan Hüseyin de katılmış, ancak gelişmelerden haberi olmadığı için işgale katılmamıştı. Bu olayı sonradan yakınarak anlatır...

Hasan Hüseyin Sivaslıydı. Ailesiyle beraber İstanbul'da yaşıyordu. Tanıştığımız dönemde de sömestri tatili için İstanbul'daydı. Sömestrdeki ilk işi DEV-GENÇ'lilere ulaşmak olmuştu. Ankara’ya döndüğünde AYÖ-DER çalışmalarında yer almaya başlamıştı.

Hasan Hüseyin tercihini yaparken değerlendirmeler ve araştırmalar sonucu yapmıştı. Mücadele edeceğini belirledikten sonra tüm gücünü mücadeleye geçirir. Hasan Hüseyin kısa sürede devrimci değerleri yaşamıyla bütünleştirmişti. İdeolojik-politik olarak kendini geliştirmişti. Hareketin tarihi gibi birçok konuyu kısa sürede öğrenmişti.

Hasan Hüseyin'le ilk karşılaşmamızda bir şeyler yapmak için yeni başlayan biriyken, üç ay sonra karşılaştığımızda artık teorik olarak da, politik olarak da kendini geliştirmiş biri olmuştu.

'96 Mayıs'ında TÖDEF'in İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesinde düzenlediği kurultayda yeniden bir araya gelmiştik. Ankara'dan gelen Hasan Hüseyin'leri karşılamak için sabah erkenden Bostancı Tren İstasyonuna gitmiştim. Aralarında Gökçe'nin de olduğu 7-8 kişi birlikte gelmişlerdi. Kurultay sırasında ve sonrasında yaptığımız piknik etkinliğinde bolca sohbetimiz olmuştu. O sıralar Hasan Hüseyin çalışmaların yürütücülerinden ve örgütleyenlerindendi artık. AYÖ-DER içinde kısa sürede yöneticilerden biri olmuştu. Bu süreçte sık sık İstanbul'a gelirdi. Biz de görüşme fırsatını bulurduk.

Çalışkan, azimli, mütevazı ve esprili bir yapısı vardı. Kimseyi kırmayan, incitmeyen biriydi. Şaka yaptığı zaman da öyleydi. Kimseyi incitmezdi. Bir araya gelince Ankara-İstanbul çekişmesi yapardık. Şaka yollu eleştiriler yapar, bakın Ankara öyle mi, biz sizden daha iyiyiz çalışmalarda diye takılırdı. İlişkilerinde çok içtendi. Konuşmalarında sıcaklığı belli olurdu. O uzun boyuyla sarılıp sarmalardı her karşılaşmamızda...

24 Mayıs 1997'de TÖDEF'in "Nasıl Bir Üniversite İstiyoruz Kurultayı"na gelen AYÖ-DER'lilerin başında yine Hasan Hüseyin vardı. Kurultay günü İç Anadolu Kurultay Delegesi olarak, bölgenin hazırladığı bildiriyi okumuştu...

Hasan Hüseyin '98 yılında, Anadolu TÖDEF sorumlusu olarak birçok bölgeye gidiyordu. Buradaki TÖDEF'lilerle iç içe olmuştu. Bu dönemde de birçok kez bir araya geldik. Son olarak 2000 yılında dergi bürosunda çalışmaya başladığında görüşüyorduk.

Hasan Hüseyin Mücadele içinde çalışkanlığıyla, kararlılığıyla ve her işin üstesinden gelmesiyle hem çevresine, hem de harekete güven vermişti. Sevecen, sıcak, mütevazı ve zeki bir arkadaştı. Yaşanan herhangi bir sorunla ilgili konuşmalarda, hemen birçok alternatif sunar 'olmaz'ları ortadan kaldırırdı. Hem örgütsel ilişkilerde, hem de sosyal ilişkilerde örnek davranışları olan bir insandı.

Tesadüfen, başka bir ortamda tanıştığımız bir sınıf arkadaşımın, onunla kısa süre yaşadığı dostluğu anlatımına tanık olmuştum. Politikayla iç içe olmayan bu arkadaş, Hasan Hüseyin'le yaşadığı dostluk sonrası devrimcilere yakınlık duyduğunu anlatırdı. Hasan Hüseyin'den söz ederken söyledikleri laflar, bir yoldaşı olarak bizi çok gururlandırmıştı.

Hasan Hüseyin'le son randevumuz, birlikte bu arkadaşın ziyaretine gitmekti. Ancak olmadı...

Hasan Hüseyin yaşamıyla örnek bir DEV-GENÇ'li idi. Şimdi de yaşamıyla bilincimizde, sevgisiyle kalbimizde yaşayacak, sonsuza dek...

 

***

 

Bir yoldaşı anlatıyor:

 

“Beklediği işareti buldu!”

 

Dev-Genç'li olmak güzeldir. Gelecek hayallerimizin üzerine bir umutsuzluk, bir karamsarlık çökerken ve o çöküntü altında küçülmeye başlarken bir el uzanır bize; güçlü, sımsıcak bir el. Dev-Genç'in elidir bu. Belki bir halayda tutar elimizden, belki bir yemek sırasında... Yüreğimiz, hayallerimiz yeniden büyümeye başlar o elle.

Ve yürürüz... Amfilerden, kampüslerden çıkıp şehirleri aşıp yürürüz. Yüzlerce çift ışıltılı gözlerle çevrilir etrafımız, yüzlerce ışıltılı yumrukla birlikte iner kalkar kolumuz, aynı sloganda birleşir seslerimiz. Artık umutsuzluğa yer yoktur. Umudu büyütmek için birbirimize sımsıkı kenetlenip yürürüz. Bir başka zaman, bir başka yerde bu kez bizim ellerimiz uzanır dünyası küçülmeye başlayana. "Gel" deriz, "sen de katıl bu kavgaya. Kurtuluşumuz burada..."

Kimileri de o eli beklemez, hep arar durur. "Bir şey var mutlaka, bulmalıyım" der.

...

Akşam üzeriydi. Devrimci Gençlik dergisinin Taksim'deki irtibat bürosu okul çıkışı saatlerinde olduğu gibi yine kalabalıktı. Liseliler, üniversiteliler doldurmuştu odaları. Biri elinde bidonla 5 kat aşağı inmiş camiden su doldurup o yüksek merdivenden nefes nefese çıkıyordu. Bir başkası küçük tüpün üzerine çay için su koyuyor, o anda bir ses duyuluyor: "bozuklukları çıkarın..." Bütün bozuk paraları toplayan biri pudra şekerli Kürt böreği almak için dışarı çıkıyor. İrtibat bürosunun kapısı sürekli açılıp kapanıyordu. İçerde tartışmalar sürüyor, gösteri hazırlıkları yapılıyordu. Esmer, uzun boylu biri girdi içeri. Elini uzattı. "Merhaba..."

Aynı günlerde Kırşehir'de Sultan, Diyarbakır'da Yusuf, Çukurova'da Tülay, Mersin'de Semiran ve onlarca genç Dev-Genç ailesine adım atıyordu. Bu aile içinde ilkler başlıyordu... İlk eylemler, ilk gözaltılar, ilk kaygılar, ilk kahramanlıklar, ilk sorumluluklar... İlk günkü hesapsızlıklarıyla yıllar içinde kiminin alnında bandı, kiminin elinde silahı, kiminin taşıdığı bombası olacaktı.

8 yıl önceydi. Bir adım attı, elini uzattı Dev-Genç'e. İrtibat bürosunun hengamesi içinde kimse ona birşey sormamıştı. O derdini anlatacak birini arıyordu.

"Merhaba, Ben Hasan Hüseyin..."

Ankara'da Gazi Üniversitesinde okuduğunu, faşistlerin saldırılarını, tartışmaları anlattı.

"Ne yapabiliriz?" dedi.

Ne yapabilirdik! Örgütlenebilirdik. Ankara'da AYÖ-DER'liler vardı. Onlarla görüşebilirdi. Dinledi sadece.

Ailesi İstanbul'da oturuyordu, yarıyıl tatili olduğu için bir süre daha İstanbul'daydı. 29 Şubat'ta Beyazıt'ta harçlara karşı düzenleyeceğimiz bir mitingimiz vardı. Sonradan işgale dönüşecekti. "Gelir misin?" dedim. "Gelirim" dedi. Çok oturmadı, soracaklarını sormuş, cevabını almıştı ve gitti.

29 Şubat günüydü. 5 bine yakın öğrenciydik Beyazıt meydanında. En gür sesimizle haykırıyorduk sloganlarımızı. İ.Ü. Merkez Kampüsü'n o demir kapısı açıldı önümüzde. Pankartlarımızla ağaçların arasında ilerliyorduk. Hukuk Fakültesinin içine girmiştik. Bir süre sonra başlayacak olan işgalin hazırlıkları sürüyordu. İşgale katılmayanlar henüz kapılar kapanmadan dışarı çıkacaktı.

O gün kapılar kapanmadan az önce üzerinde kabanıyla uzun boylu bir genç ayrılmıştı yanımızdan. Ne ben, ne diğerleri farketmişti onun üzgün ve ne yapacağını bilmez halde gidişini. Kal desek kalacakmış.

Yıllar sonra Hasan Hüseyin, o kapıdan çıkan son kişi olduğunu söyledi bana. Bize bakmış, bir işaret beklemiş. Biz görmüşüz ama bir şey dememişiz. Eylemin heyecanıyla görsek bile yorumlayacak durumda olmadığımızı, düşünememiş haklı olarak.

Bir ay sonra bu kez Ankara'daki bir eylemde o ev sahibi olmuştu. Kızılay'ı Kürdistan'dan, Akdeniz'den, İç Anadolu'dan... onlarca TÖDEF pankartıyla boyamıştık.

Sonra, sonra onu sık sık görüyordum. TÖDEF'in merkezi toplantılarına katılmaya başlamıştı. İstanbul'a geldiğinde mutlaka dergiye uğrardı. Zamanla onu daha yakından tanıdım. Ortak tanıdıklarımız vardı yakın akrabaları arasında. Devrimcilere uzak olmamıştı hiçbir zaman. Liseden sonra Diş Teknisyenliği bölümünü bitirmiş ancak diplomayı almasına rağmen bu işe ısınamayıp, yeniden sınava girmişti. Ve Ankara'da Gazi Üniversitesi'nde okumaya başlamıştı. Bir abisi vardı mücadelenin içinde. Bizim insanımız olduğunu biliyorduk ama hangi alanda olduğu üzerine bir bilgimiz yoktu. Abisinin adını kuralları bozmayalım diye ne söylerdi, ne biz sorardık.

Ankara'da Gökçe Şahin'le ve diğer AYÖ-DER'lilerle tanışmıştı. Polis onları sık sık taciz ediyor, evlerine kadar izliyordu fakat bu Hasan Hüseyin'i etkilemiyordu. '97 yılında okullarında yürütecekleri öğrenci meclisi çalışması için Gazi Halk Meclisinin toplantısına katılmıştı. Toplantı sonrası ise yine Gazi Mahallesi'nden gözaltına alınmıştı. Çıktığında güleç yüzüyle karşılaşmıştım.

O bir Dev-Genç'liydi. Sadece üniversitelerde değil, ihtiyaç duyulan her yerdeydi. Birlikte çalıştığı arkadaşları başka alanlara geçtiğinde sorumluluk almaktan kaçınmıyordu. Her seferinde öğrencileriyle gelirdi İstanbul'a. TÖDEF içerisinde de sorumlulukları artıyordu. '98 yılı ortalarında artık gençlikte çalışmıyordu. Bir görünüp bir kayboluyordu. Onu her görüşümüzde seviniyorduk.

"Kim gelmiş biliyor musun?"

"Hayır..."

"Hasan Hüseyin..."

Bu cevabı alınca hemen koşardık yanına, sarılırdık. Hasret giderilince başlardık takılmaya. Selma, Semiran... Ve her seferinde farklı kişilerle bunaltırdık Hasan'ı. Bazen pes ederdi, bazen utangaçlığı tutardı.

O'nu bazen uzun aralıklarla göremezdim. İşte o zamanlar "gitti mutlaka şimdi bir gerilla" derdim kendi kendime. Uzun boyluydu, şehirde dikkat çekerdi, kamufle olamazdı, zaten yeterince buralarda kaldı diye düşünürdüm ve onu kırda hayal ederdim. Hasan sadeliğiyle, içten bir gülüşüyle gösterirdi bağlılığını. Davranışları tereddüde izin vermezdi.

2004'ün mart ayında şehit düşen üç gerilla bana bir kez daha Hasan Hüseyin'i hatırlattı. Abisi Haydar Boyraz Dersim'de şehit düşmüştü. Hasan Hüseyin hangi patikaları aşıyordu bilemezdim. Ama bir kat daha artan öfkesiyle, onuruyla yürüdüğünü biliyordum.

...

Dev-Genç'li olmak güzeldir. Dev-Genç'liler fark etmeden bağlanırlar birbirlerine. Sessizce anlaşırlar sanki sessizce ama gümbür gümbür giderler. Gökçe gibi, Hasan Hüseyin gibi, Semiran gibi, Selma gibi.

Hasan Hüseyin! Ne çok sevmişiz seni, ne çok özlemişiz.

 

(Bu anlatım Uşak Hapishanesi’ndeki DHKP-C Davası’ndan Kadın tutsakların yayınladığı Zeybek Ateşi adlı dergiden alınmıştır.)

 

Geri