Hasan AKTAŞ Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

 

HASAN AKTAŞ'ı (SELÇUK'u) devrimcileşme sürecinin

tanığı olan bir yoldaşı anlatıyor: 

 

Elazığ; Kürt, Türk, sünni, alevi mezheplerinden insanlarımızın yaşadığı küçük bir şehirdir. Fevziçakmak, Yıldızbağları, Almanbağları, gecekondular ve daha birçok yoksul mahallesi vardır. Ama bu mahallelerin diğerlerinden farkı çoğunun Dersim'den göç etmiş alevi halkın yaşadığı mahalleler olmasıdır. Kimi '38 katliamından sonra, kimi yoksulluk canına tak ettiği için göçmüş. Bu mahalleler '80 öncesi anti-faşist mücadelede aktif bir biçimde yeralmış. Ancak cuntadan sonra baskı, dejenerasyon politikalarından fazlasıyla etkilenmişti. '80 sonrası yetişen gençler zamanlarını kahve köşelerinde okey oynayarak geçiriyordu. Hasan Aktaş da Yıldızbağları mahallesinde böyle bir ortamda büyümüştü.

Elazığ'a has bir Gaggoş kültürü vardır. Erkekler dayı dayı gezer, ceketlerini bir omuza asılıdır, ayakkabılarını arkalarını kırarak giyerler ve parmaklarının arasında dolanıp duran tespih yiğitliktir! Kimse bu kültürden hasibini almış birine yan gözle bakamaz. Hasan da böylesi bir kabadayı... Bildikleri birşey vardır; kendi mahallelerinin dışındakiler, Alevilerin dışındakiler "sağcıdır".

Hasan yoksul bir ailenin çocuğuydu. Babası hasta olmasına rağmen ne iş bulsa onu yapardı. Hasan ve kardeşleri çocuk yaşlarda çalışmaya başlayarak eve katkıda bulunuyorlardı. Ailesi Hozat'ın Karaoğlan köyünden Elazığ'a göçetmişti.

'90'dan sonra Hasan mahalledeki arkadaşlarından EHAKAD isimli derneği öğrendi. Devrimci-demokrat insanların bu derneğe gidip geldiğini söylemişlerdi. Bu merakla o da derneğe gidip gelmeye başladı. İlk gidişindeki sıcak ilgiden dolayı sık sık uğramaya başladı.

O günden sonra dünyası değişmişti. Yalçın'ı (Çakmak) da dernekte görmüştü. Mahallede karşılaştığında Yalçın'a yaklaşıyor ve sohbet ediyordu. Yaşadığı yoksulluk, Hasan'ın düzene tepki duyması için yetiyordu. Yavaş yavaş bu tepkiyi dışa vurmaya başladı. Devrimcileri, devrimi daha yakından tanımaya, derneğe daha sık gidip gelmeye başladı. Ahmet Güder, Erkan Akçalı, Yalçın Çakmak, Cihan Taçyıldız, Hasan'ın yakın arkadaşları olmuştu.

"İş yapmak istiyorum" diyordu. Artık her sabah derneği açmaya başlamıştı. Sene 1992'de ise Ankara'da şehit düşen yoldaşımız Vehbi Melek'in cenaze törenine katılmak için Hozat'ın İn köyüne, Elazığ'dan kalabalık bir grupla gittiler. Cenaze töreni oldukça görkemli geçmişti. Düşman bu sahiplenmeyi hazmedememişti. Katılanların tamamının kimliklerini toplamışlardı. Hasan'ın düşmana taviz vermeyen tavrı kimsenin gözünden kaçmamıştı. Bütün kimlikler verilmesine rağmen Hasan ve iki arkadaşının kimliği geri verilmeyerek gözaltına alınmışlardı. Hasan, başeğmeyen tavrını gözaltında da sürdürmüştü. Tutuklanarak Nevşehir Hapishanesi'ne gönderildi, 3-4 ay tutsak kaldı. Tutsak kaldığı sürece Mustafa Sefer'den gerilla öyküleri dinlemişti. Gerillaya özlemi daha da artmıştı. Tutsaklıktan güçlenerek, '92 sonbaharında tahliye olup Elazığ'a döndü. İddianamesi "Cenaze töreninde alkış çalmaktan suç işlemiştir" şeklinde hazırlandığı için gülmekten kendini alamıyordu. Ve her fırsatta hapishanedeki yoldaşlarımızı anlatıyordu.

Yine bir gün dernekte oturuyorduk. Arkadaşlardan biri heyecanla içeri girdi. "Arkadaşlar; Nevşehir cezaevinde firar eylemi olmuş, Mürsel Göleli ve Mustafa Sefer de firar edenlerin içindeymiş" dedi. Hasan bu yoldaşlarımızı hapishaneden tanıdığı için oldukça heyecanlanmıştı. Hepimiz sevinçle birbirimize sarıldık. Hasan bir an elini alnına götürerek bir şaplak indirdi. "Vay canına, benim yanımda neler olmuş da haberim yokmuş. Ne kadar safmışım, hergün yoldaşlardan biri kayboluyordu. Birgün gittim Mustafa'yı sordum, 'TİKKO'cuların koğuşunda" dedi. İkinci sefer yine arkadaşlardan biri kaybolunca ben yine Mustafa'nın yanına gittim. 'Ne yapacaksın, sen boşver neredeyse nerede' dedi." Hasan kendine has üslubuyla "gardaşlarım yeraltında çalışilermiş, ruhumuz bile duymamış. Devrimci Sol'un ilkeliliğine gurban olam" diyordu.

Malatya'da Grup Ekin konser verecekti. Biz de dernek olarak amatör bir grupla Malatya'da şehit düşen gerilla yoldaşlarımızdan esinlenerek bir oyun hazırladık. Hasan gerilla rolündeydi. Oyun içinde tahtadan silahlar yapmıştık. Ve bu oyunu Malatya'da sergiledik. Hasan puşusu, silahı, sahne içindeki duruşu, yürüyüşüyle gerçek bir gerilla gibiydi. Bu oyunun provalarında da "birgün gerçekten dağlara çıkıp kleşimi alacağım" deyip durmuştu.

Şubat 1993te, 1984'de Hozat'ın Xadişar mezrasında düşman güçleriyle çatışıp şehit düşen Ali Hüseyin Avcı yoldaşımızın anmasını yapacaktık. Hozat'ın Lolantaner(Çaytaşı) köyünde düzenlenecekti tören. Diyarbakır ve Elazığ demokratiği olarak anmaya katılacaktık. Yine küçük bir oyun hazırladık. Çalışmalarımızı da bir gecede yapmıştık. Koma Berfin ve EHEKAD ekibi olarak bir yoldaşımızın evinde toplandık. Sabaha kadar anma programını hazırladık. Hasan şiirlerin toparlanmasında, oyunun hazırlanmasında, konuşma metninin yazılmasında büyük bir coşkuyla çalışıyordu. Hazırlıklarımızı tamamladıktan sonra türkü söylemeye başladık. Hasan Elazığ türkülerini, Elazığ'ın yerlileri kadar güzel söylüyordu. Bir elini kulağına attı, bir eliyle de burnunu kapattı ve "Gar mı Yağmış Şu Harput'un Başına, Gurban Olam Toprağına Taşına" türküsünü söyledi. Dikkatlice kendisini seyrettiğimizi görünce utandı, kıpkırmızı oldu. Hele bayan arkadaşların kendisini seyretmesinden fazlasıyla utanmıştı.

Sabah erkenden ayarladığımız iki minibüsle Hozat'a doğru yola çıktık. Yol boyunca türküler söyledik. Koma Bergin'den arkadaşlar davul çalıyordu. İçimizde sesi en yüksek çıkan Hasan'dı. En çok sevdiği "Bre Sivas Dağları" türküsünü defalarca söylemekten bıkmadı. Arabamızın geçtiği yollardan sürekli dağları seyrettik. Hepimiz "keşke bizimkileri görsek, yolumuzu kesseler" diye içimizden geçiriyorduk. Hozat'ın içine girdiğimizde polisler arabalarımızı çevirdi. Kimliklerimize baktılar ve gözaltına alındık. Hasan'ı Vehbi Melek'in cenaze töreninde aldıkları için hemen tanımışlardı.

Erkek arkadaşları hücreye götürdüler. Hasan'a kaba dayak atmışlardı, slogan sesleri geliyordu. Hozat'ın karakolu evlere oldukça yakındı. Seslerimiz mahalleye yayılıyordu. Hasan'a yığınla nasihat etmişti komiser. "Uslanmadın mı. O kadar hapishanede yattın, yine de fikrin değişmedi" diye bir sürü laf... Hasan'ı arkadaşların yanına götürdüklerinde epeyce hırpalanmış haldeydi. Arkadaşların yanına giderken bir polisin yaka numarasını okuyup avucunun içine yazmış. Polis bunu görünce korkunç şekilde paniklemiş. "Sil onu" demiş. "Silmem" diye cevap vermiş. Aralarındaki bu diyalog sürüp gidince, Hasanın avucundaki rakamları zorla sildiklerinde Hasan "buradakini sildin" demiş. Sonra parmağını kafasına götürerek "buradakini nasıl silineceksin" diye de eklemiş. Polis kaçarcasına yanlarından uzaklaşmış.

Sabah saat 09.00'da gittiğimiz karakoldan gece saat 21.00'a kadar sloganlarımız, marşlarımız hiç susmadı. İfade vermeyi reddetmemiz onları iyice delirtti. Gece 12 sularında adliyeye çıkarıldık. Hepimiz serbest bırakıldık ve o gece feribotun yanında sabahladık.

Elazığ'a gururla dönmüştük. Anmaya katılmadığımız için üzgündük ancak düşmanın karşısında boyun eğmeyerek onları dize getirmek bizleri oldukça sevindirmişti.

Şubat ayı ortalarıydı. Hasan mahçup, çekingen bir şekilde "Artık sık sık gelemeyeceğim, İstanbul'a gitmeyi düşünüyorum. Çalışmaya gideceğim" dedi. Aslında çoğumuz Hasan'ın Hareketimizle tanıştığı günden beri gerillaya katılma isteğini defalarca dile getirdiğine tanık olmuştuk. '93 yılında "arkadaş beni alın, yoksa askere götürecekler" diye dayatmaya başladı. Bizimle gözleriyle vedalaştığı günü hiç mi hiç unutamıyorum. Son kez derneğe geldiği gündü. Kapıya çıktık, birbirimize sarıldık. "İstanbul'a gideceğim" dedi yine. Ama gözleri, heyecanlı davranışları onu ele veriyordu. Yanakları kıpkırmızı olmuştu. Gözleri "ben dağlara, şahanlara gidiyorum" diye ışıl ışıl yanıyordu.

... 24 Nisan 1993'de Yıldızbağları binlerce insanla kaynıyordu. Hasan yoldaşımızın evi dolup taşıyordu. 5 bine yakın bir kitleyle Gülmez mezarlığına gittik. Karanlığın cellatları yoldaşımızın yüreğini kasaturayla çıkartmıştı. Beş bin kişi bir olup Hasan'ın yüreğinin yerini doldurduk. Gülmez mezarlığı bayraklarımızla, pankartlarımızla donandı. Düşman bu sahiplenmeye dayanamadı ve cenaze törenine katılanlara saldırdı. Ancak yoldaşımızı bayraklarımızla, sloganlarımızla defnetik. Çünkü şehitlerimiz geleceğimizdi....

 

***   

 

Bir gerilla yoldaşı anlatıyor:

“Hasan Aktaş Karargahı

Çemişgezek bölgesinde faaliyetteyiz. Aylardan Şubat. Müfrezemizdeki savaşçıların çoğu yeni katılanlardan oluşuyor. Faaliyetimizin çerçevesi köylere gitmek, halka kendimizi tanıtmak, propaganda yapmak, bölgeyi tanıtmaktan oluşuyor.

Müfrezemizdeki savaşçıların çoğunu Elazığ demokratik alanından gelen arkadaşlar oluşuyor. Kimisi birlikte gelmiş. Kimisi birkaç ay önce, kimisi de bir yıl önce... Gerillada tekrar görüşmenin, biraraya gelmenin sevincini yaşıyorlar. Üstüne üstlük bir de aynı müfrezedeler. Elazığdan o günlerde yeni yeni bir arkadaş daha gelmişti. Bu arkadaş uzun boylu kumral, keskin kararlı bakışları ve hep Elazığ şivesiyle konuşan Selçuk'tu (Hasan Aktaş). Gerillaya gelişi hemen hemen bir hafta olmuştu. Kendisinden önce gelen arkadaşlarına sorular soruyor, onları bir hayli yoruyordu. O'nu daha yeni yeni tanıyorduk. En çok konuştuğu, tartıştığı Yücel (Yalçın Çakmak) idi. Hele bir de Elazığ halk türkülerini söylediklerinde kendilerinden geçiyorlardı. Bu türküleri söylediklerinde gerek biz, gerekse köylüler onları dinlemeye doyamazdık.

Birgün bir köye gitmiştik. Köyün gençleri etrafımızda toplanmıştı. Onlarla sohbet ediyorduk. Sonra birlikte türküler söylenmeye başlandı. Tabii başı yine Elazığ'dan gelen arkadaşlar çekiyordu. Yücel, Turgut (Ahmet Güder), Cemal (Nazım Karaca) ve Selçuk... Biri bitiriyor, diğeri başlıyordu. Yücel "Kara Erik Çağala" türküsünü öyle bir söylüyordu ki, Selçuk "he Enver Abi söyle kardaş söyle" dedi. Biz "herhalde dalgınlıkla Yücel'in gerçek ismini söyledi" diye düşündük. Ama Selçuk, Yücel'i Elazığ'da mahalli sanatçı Enver Demirbağ'a benzetmiş meğerse. Bunu biraz geç anlamıştık. Anlayınca başladık gülmeye. Bir süre Yücel'i bu isimle çağırdık.

Müfreze olarak arazide konaklarken kendi aramızda tartıştık ve sigarayı bırakma kararı aldık. Selçuk ve Ekrem (Adnan Berber) karara karşı çıktılar. Selçuk Elazığ şivesiyle "gardaş, sigarayı bırakacağımıza, ekmeği, suyu bırakalım. Ama size destek olmak için günde sadece üç tek içerim" diyordu. Bırakmaktan yana olanlar ancak bir hafta karara uymuştuk. Selçuk, bizi bu konuda bayağı eleştirmişti. Eleştirileri doğruydu. Biz tekrar sigaraya başlerken, O, üç tek sigarayı içmeyi sürdürdü.

Selçuk ile ancak Mart ayının sonuna kadar birlikte kaldık. Tamı tamına bir ay kadar... Selçuk bu süre içinde müfrezede, renkli kişiliğiyle müfrezeye canlılık getiriyordu. Komutanımız Cemal ile (Nazım Karaca) araziyi tanımak için keşfe çıkıyorlardı. Bazen birlikten kopuyor, kayboluyorlardı. Araziyi tanıma işine çoğunlukla Selçuk gibi yeni savaşçılar gidiyorlardı. Çamura bulanmış dereye düşmüş, ıslanmış bir halde geliyorlardı. Bu nedenle yeniler bazen istekli davranmasa da, Selçuk yine "gidelim" diyordu. Ve zevkle gidiyordu. Çünkü araziyi tanımayı, öğrenmeyi çok istiyordu. Öğrenme isteği onda hep vardı. Bunu her konuda görüyorduk. Askeri eğitimde de böyleydi. Nazım saatlerce sürünmeyi, mevzilenmeyi, yatıp kalkmayı gösterirdi. O da bıkmadan hareketleri tekrarlardı.

Birgün bir köydeydik. Kar yağıyordu. Köylülerden biri yanımıza gelerek bize "asker geldi, budur köye girecek" dedi. Biz de hemen köyden çıktık. Akşam saatleriydi. Kar yağmaya devam ediyordu. Çoğumuz gerillaya yeni katılmıştık. Sadece birkaç eski gerilla vardı. Karın altında arazide nasıl kalınır, çoğumuz pek fazla bilmiyorduk. Eksi sayılacak arkadaşlar da bu konuda acemiydi. Daha çok köylerde kalmıştık. Köyden uzaklaşıktan sonra bir yamaçta konakladık. Hava buz gibiydi. Kimimiz birkaç dal parçası serdik altımıza, kimimiz ardıç ağaçlarının altına girdik. 3-4 savaşçıya bir batanniye düşüyordu. Sabaha kadar öyle geçti. Selçuk "kendimi şimdi bir gerilla gibi hissediyorum" diyordu. Selçuk doğru söylüyordu. Bu bize de ders olmuştu.

Bizim müfrezeden sonra Pertek'te faaliyet yürüten Ahmet Fazıl Ercüment Özdemir müfrezesinde görevlendirildi. Çemişgezek'te bizim müfreze içinde kaldığı süreç içinde biz O'nu çok çabuk gelişen ve renkli bir yoldaşımız olarak tanıdık. Öğrenmek için dinliyor, soru soruyordu. Onu ayrıldıktan sonra bir daha görmedik. Birliğimiz 16/17 Nisan şehitlerini anmak için Çemişgezek'in Akçapınar Jandarma Karakolu'nu basmıştı. Düşmana vurulmuş, şehitlerimizin hesabı sorulmuştu. Baskına katılan yoldaşlarımız "Pertek'te faaliyet yürüten 12 yoldaşımız şehit düşmüş" haberini aldılar. Selçuk da bu müfrezedeydi. 12'lerin cenazelerini halk sahiplenmiş, cenazeler kitlesel bir törenle toprağa verilmişti. Selçuk da Elazığ'ın Gülmez mezarlığında 5 bine yakın bir kitlenin katıldığı törenle toprağa verildi.

0, Dersimli Kürt-alevi inancına sahip yoksul bir ailenin çocuğuydu. Elazığ'ın Yıldızbağları mahallesinde büyümüştü. Selçuk, devrimcilerle tanışana kadar düzenin gençliği yozlaştırma politikasından etkilenen gençler içindeymiş. Ancak devrimcilerle tanıştıktan sonra çok hızlı gelişmiş ve militanlaşmıştı. Elazığ'ın kondularından Dersim dağlarına gelmiş ve kahramanca direnip şehit düşmüştü. '91'de tekrar başlayan kır gerilla faaliyetimizde ilk şehitlerimizden biri olmuştu. Cenazesine katılan birçok genç daha sonra Selçuk'un yerini almıştı. Gerilla olmuş; O'nun silahını devralmışlardı. Tüm şehitlerimiz gibi Hasan'ı da kavgamızda yaşatıyoruz. Onu yaşattığımızın bir simgesi olarak1994 Şubat ayında Hozat'ın bir köyünde oluşturduğumuz karargaha O'nun adını vermiştik: "HASAN AKTAŞ KARARGAHI!"

 

 

 

Geri