Hamide
Öztürk'ü Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:
Kardeşi Anlatıyor:
HAMİDE ÖZTÜRK'ÜN KARDEŞİ AYTEN ÖZTÜRK'ÜN
HAMİDEYE İLİŞKİN ANLATIMLARININ
YERALDIĞI MEKTUP
Merhaba!
Ağabeyimi son yolculuğuna
uğurlamak için bir araya gelmiştik. O'na yaraşır geleneklerimize uygun bir
tören hazırlığı vardı. Sıra vedalaşmaya gelmişti. Ben, Hamide ablam, Gülseren
en sona kalmıştık. Cenazenin etrafında büyük bir kalabalık vardı. Herkes bizi
izliyor, çeşitli yorumlar yapıyordu. Üçümüz de yumruklarımızı kaldırıp
"gözün arkada kalmayacak..." sözü vermiştik.
Cenaze boyunca ablamın
sabrı herkese, her şeye yetişmesi beni çok etkilemişti. Mezarlığa kadar
ağabeyimin resmini o taşıdı. Mezarlıkta bizi ablukaya alıp gözaltına almaya
çalışmışlardı. Herkes birbirine sıkı sıkı kenetlendiğinden
çekiştirme sırasında hepimiz üst üste yığılmıştık. En altta
ablam. Ve elinde halen sağlam taşıdığı ağabeyimin resmi. Öyle bir tutuşu
vardı ki; camına, çerçevesine hiçbir zarar gelmemişti. Nasıl zarar gelsin ki,
ağabeyimi canlı canlı kucaklar gibi kapaklanmıştı
resme. İşte o zaman ağabeyimin resmine nasıl sıkı sarıldıysa kavgaya da öyle
sıkı sarıldı, kenetlendi.
Omuzlarındaki yükün,
sorumluluğun farkındaydı. Ve hiç zaman kaybetmeden görevlerinin başına geçmenin
sabırsızlığını yaşıyordu.
Cenazenin üzerinden
yaklaşık bir aylık bir süre geçmişti. Beni yanına çağırdı:
- Benim gitmem gerekiyor.
Sen biraz daha beklersin.
- Hayır olmaz! Önce ben
gideceğim. Ya da birlikte...
- Evdekilerin birimize
ihtiyacı var. En azından şimdilik. Senin kalıp
ilgilenmen daha iyi olur. Sonra sen de gelirsin.
- Ne zaman sonra
- Zamanı gelince...
- Seni bir daha
görebilecek miyim?
- Evet, emin olabilirsin
bundan. Mutlaka görüşeceğiz, ama benim vaktim yok şimdi, gitmeliyim.
Bizimkilere söyleyeceğim.
- Evdekilerle sorun
çıkacak, engel olmaya çalışacaklar. Böyle bir zamanda üzülmeni istemiyorum.
Peki, önce sen git ama onlara söyleme, ben idare ederim.
- Hayır, olmaz. Niçin gittiğimi bilmeleri lâzım. Onlara her şeyi
anlatacağım. Ağabeyimin yerinin boş kalmayacağını, haklılığımızı ve destek
olmaları gerektiğini...
Dediği gibi konuştu.
Sürekli anlattı, ikna etmeye çalıştı. Bizimkiler "Bir oğlumuzu yitirdik, seni de kaybetmek istemiyoruz" diyor
bir türlü ikna olmuyorlardı. Aralarında bir-iki gün süren tartışmalar oldu.
Artık konuşmak fayda etmediğinden ablam konuşmama tavrı gösterdi. Hiçbir şey
konuşmadı, ardından da açlık grevine başladı. Ciddiyetini görünce bizimkiler
geri adım attı. En azından "karışmıyoruz" dediler. Halen
tepkiliydiler ama niçin gittiğini, ablamın kararlılığını biliyorlardı. Onlara
rağmen gideceğini de... bir anlamda küskün bir ayrılık
oldu. Böyle olmasını hiç istemezdi halbuki. Çünkü ne
kadar tepki gösterseler de duygusallıklarını biliyor ve onlara değer veriyordu.
Her zaman öyleydi ve o bu değere sonuna kadar layık oldu.
Yaklaşık bir yıl sonra O'nunla İstanbul'da karşılaştık. Karşılaştık diyorum çünkü
görebileceğimi düşünmemiştim. Şöyle oldu, tesadüfen, geldiğimi ve nerede
kaldığımı öğrenmişlerdi. Gülseren'le ikisi beni arayıp "İnsan buraya kadar gelip de ablasını, yengesini görmez mi!"
diye takıldılar. Ve hemen birkaç saat sonra kendileri geldiler. Büyük bir
sürpriz olmuştu. İkisi de çok zayıflamışlardı. Birbirimize bakıp durduk
sürekli. Konuşacak o kadar çok şey olmasına rağmen ilk başta daha çok
gözlerimizle konuştuk. Sonra "Haydi gidiyoruz" dediler.
Artık üçümüz bir
aradaydık. Ama sürekli, her an ayrılacakmışız gibi bir halimiz de vardı. Ablam
öyle yoğundu ki ancak akşamları evde bir araya geldiğimizde sohbet
edebiliyorduk.
Gülseren takılırdı, "Haydi, kavga edin de görelim."
Ablam: "Gerçekten biz hiç kavga etmedik.
Normal kardeş kavgası da olmazdı. Bir işaretle gözlerimizle bile anlaşırdık"
derdi.
Gülseren: "İnanmıyorum, ben olsam kavga etmeden
duramam. Ama ben yapacağımı biliyorum. Mutlaka kavga edeceksiniz. Kardeş
kavgası canım..."
Bunu da nasıl yapardı:
- Ablan seni bırakıp
gidecek. Bir gün bir bakacaksın ablan gitmiş.
- Ne zaman
- Yok
canım, şaka yapıyorum, o giderken mutlaka söyler.
- Git bak, hazırlanıyor.
Gerçekten de gitmek için
hazırlanıyordu o gün.
- Abla ne zaman
gideceksin, ben de gelsem olmaz mı daha kaç ay oldu bir araya geleli.
Hiçbir soruma cevap
vermedi. Sakince eşyalarını toplamaya çalışıyordu.
Ayrılıklar hayatımızın
bir parçası haline gelmişti.
Üniversitedeyken
tutuklanıp Malatya Hapishanesi'nde yatması, Adana'ya gidişi. İstanbul... Ve tutsaklık...
Kara toprak O'nu bağrına basıncaya dek ayrılıklar ve bitmeyen hasretlikler hep
bizimleydi.
Tutuklandığında bir süre
ziyaretine gittim. 95'in sonlarından 96'ya kadar. Yani Ölüm
Orucu sürecine kadar.
Her ziyarete gittiğimde
bana moral veren o oluyordu. Duruşu, konuşması, sabrı, coşkusu bana güç
veriyordu. Duygularına hakimdi, dışa vurmuyordu.
Aramızda öyle bir ilişki vardı ki bunu ifade etmek mümkün değil.
Kardeşten öte, iki
arkadaş gibi büyüdük. Her şeyi ama her şeyi paylaşırdık. Sırlarımızı,
hayallerimizi, korkularımızı, kaygılarımızı... Bir bütünün iki ayrı parçasıydık
sanki. Geleceğe dair düşlerimiz bile aynıydı. Bunda O'nun payı çok büyüktü.
Çünkü ilk adımı hep o attı.
Evde ve Harbiye'de kız
çocuklarına bakış açısının değişmesinde O'nun kararlı ve iradi girişimlerinin
etkisi çoktur.
Bir kızın üniversiteye
hem de başka bir ilde gitmesi problem olurdu örneğin ya da devrimciliği
seçmesi, bunun için evden uzaklaşması... Bunların çoğunda ilk oldu ve zorluklarını da ilk o yaşadı. Bazen duraksayarak, bazen
de hızlanarak adım adım yolunu takip ettiğim için
gurur duyuyorum. Bir adım önde olmak istediğim, en azından yan yana olmak
istediğim de oldu tabii.
96'da kabinlerdeyiz. Tel
örgülerin ardından alnı bantlı Ölüm Orucu savaşçılarımız gülen gözleriyle bize
bakıyor. Öyle neşeli öyle coşkulular ki sanki o sararan yüzler, bir deri bir
kemik bedenler onların değilmiş gibi. Hiç konuşmuyor onlara bakıyorum. Zafer
gününe yakın bir tarihti. Ablam da bantlarını yeni kuşananlar arasındaydı.
Belki aylarca, yıllarca
birbirimizin yüzünü görmemeye alışmıştık. Çünkü ikimiz de büyük ailemizin
içinde öyle yakındık ki fiziki ayrılık bizi hiç etkilemiyordu. Ama bu seferki
farklıydı. İşte o zaman O'nun yerinde olmayı öyle çok istemiştim ki... "Bak,
göreceksin, biz kazanacağız..." diyordu. Heyecanı, sevinci ve
hüznü içime işlemişti. O konuşuyor ben bakıyordum. "Abim
de bunu isterdi" diyor gerisini duyamıyorum. Geride benim olduğumu
bildiği için huzurlu olduğundan bahsediyordu. Dayanamadım, aktı akabildiği
kadar yaşlarım. Benimle az uğraşmadılar kabindeki arkadaşlar. Ölüme giderken
bile gülmek kadar ayrılığın acısı ve hüznü bize bastı. Bunu orada çok iyi
gördüm.
Bu ziyaret ablamı son görüşüm
oldu. Ama aradan geçen sekiz yıl boyunca her şeyi birlikte yaşadık diyebilirim.
Ayrı ayrı hapishanelerde de olsa iki defa tutsaklıkta
buluştuk. 19 Aralık'ı birlikte yaşadık. Gülseren'in kömürleşmiş bedenine
sarılıp birlikte and içtik. Ahmet İbili'yi,
Fidan'ı uğurlarken de beraberdik. Altı canımızla yandık kavrulduk. 8 yılda 80
yıl yakınlaştık birbirimize.
Hesabımız büyük, öfkemiz
acımız dağlar kadardı. Ve tek tek yola çıkarken
kervanlar, gidenlerimizin yerini almanın sabırsızlığını yaşadık. Ve O yine benden
önce sahip oldu kızıl bandımıza. Gülseren haklıydı, biz de "kavga edebilir"mişiz demek. Ama sadece bedeli önce
göğüslemenin "kavgası" olabilirdi aramızda. Mektuplarımızda kavgayı
ben başlattım. "Önce ben olmalıydım" diye. O'nun cevabı ise şu oldu: "Yan
yana olmayı çok isterdim. Ve her an yanımda olacağını biliyorum."
Bundan
sonrasını anlatmak çok zor. Gerçekten de kelimeler yetersiz kalıyor. Her geçen
gün kendimizi en ağır bedellere hazırladığımız tecrit koşullarında onlarca
yoldaşımdan sonra kardeş yoldaşımı da, canımın bir parçasını uğurlamanın
doğallığı olsa da acı her geçen gün büyüyor. Öfke, onur, gurur hepsi birbirine
karışıyor.
O'nu hiç yalnız
bırakmadım. Sürekli sohbet ettik, mektuplarımızla, yüreklerimizle...
Her mektubunda mutlaka
Gülseren'den bahsediyordu. Abim'den sonra ondan hiç
ayrılmamıştı. Etrafında dolanır, üzerine titredi. Dışarıda da hep sorarlardı
"siz hiç ayrılmaz mısınız" diye. Gülerek, "Mümkün olduğu sürece
birlikte olacağız" derlerdi.
Ve Gülseren beş canımızla
birlikte yanıp kavrulurken Hamide Ablam'ın içini
saran yangını, O'na kavuşma isteğini her mektubunda hissettiriyordu. Evet,
onlar hiç ayrılmadılar. Şimdi bir aradalar. Ve eminim mutluğun doruğundalar.
Şehitlik haberiyle son
kartını aynı gün aldım. "Selamlarınız, sevginizi sevdiklerimize
ulaştıracağım" diyordu tanınmayacak haldeki yazısıyla. Zorlanarak, son
gücünü kullanarak yazmıştı sanki. Okurken yakında haberini alırız, diye
geçirdim içimden. İşte tam da o gün selamı da geldi. Sohbetimiz son ana kadar
devam etti, ediyor. Selamını ve son sözlerine cevabımı tecrite
karşı canım pahasına direnişe ve O'na, onlara layık yaşamımla vereceğim.
Şimdilik bu kadar
diyeyim.
Hepinizi özlemle,
sevgiyle kucaklıyoruz.
Sevgilerimle...
***
Bir yoldaşının HAMİDE İÇİN YAZDIĞI YAZI
“Nehrl El Asi”
Hayat Veren Su
Asi Irmağı'na Arap halkı
"Nehrl el asi" derlermiş. Yani Hayat Veren
Su... Hayat Veren asi...
Rivayet dermiş ki
Hızır'dan başka ebedi ömür vermemiş ama geçtiği yerlere sonsuz bir yeşillik
bağışlamış asi... Yine rivayet der ki Samandağ civarında dağda bir ejderha
varmış. Ve bir mağarada halkın suyunun başında otururmuş. Her sene genç bir
kızı kurban vermeyince suyunu kesermiş halkın. Halk bir tahtırevanda o dönemin
kralın kızını götürmekte imiş ejderhaya kurban. Hızır halkın peşine takılmış
"Gelme nice yiğitler bu uğurda canlarını verdiler" dese de halk,
Hızır devam etmiş ejderhanın olduğu yere kadar gitmiş. Ejderhayı gördüğünde
çekmiş kılıcını tam yüreğine saplamış... Ejderha "Ya yiğit bir daha vur
tez öleyim..." demiş. Ama Hızır vurmamış. Bir daha vursaymış ejderhanın
yarası kapanıyor eski gücüne kavuşuyormuş. Ejderha can havliyle toprağın
derinliklerine vurmuş kendini... kafasını vurduğu kaya
Lübnan dağlarında imiş. Vurduğu yerden bir mağara açılmış ve bir su fışkırmış.
Hızla akan bu su Hızır'ın olduğu yere kadar gelmiş. Buradan da Akdeniz'e karışmış.
İşte bu su Ab-ı Hayat dedikleri su imiş. İlk içen ölümsüzlüğe kavuşurmuş. İlk
içen de Hızır olmuş.
Tarihte zalimler,
zulmedenler böyle ejderhalarla vb. anlatılır. Rivayet denir ama gerçek payı
vardır. Şimdi biz de, Hamidelerimiz de emperyalizme
ve işbirlikçi ejderhalarına karşı bedenlerini kılıç yapıp halkın suyunu, başını
kesenlere karşı vuruşuyoruz. Bu görkemli destan ABD emperyalizmine ve onun uşaklarına
verilen bir cenk değil mi... Bedenimiz kılıç, bedenimiz mitralyöz, bedenimiz
beyinlerinde patlayan bomba değil mi... Ejderhaların sayısı çoğalsa da işte
nice Ab-ı Hayat suyunu içenlerin sayısı da artıyor...
Hani bazı nehirler vardır doğanın peşinden
sürüklenir gider. Ama Asi doğanın, rüzgârın ve dağların inadına yukarı
akmaktadır. Evet, Refikam, ıtırımız da Asi Nehri gibi inadına yukarı aktı...
Hiç kolayı seçmedi... Bulurum bir su yatağı beni nereye götürürse... demedi. Daha önce aynı yataktan çıkanlar engelleri gördükçe
koyuverdiler kendilerini... Dağları engelleri aşmak güç isterdi... İrade
isterdi... Her koşulda her zorluklara rağmen aktığı yolun engelini, engebesini,
zorluklarını aşacak sevda gerekti. Bu sevda vatandı... O vatanın dağını,
engebesini, rüzgarını tanımak gerekti...
Biliyordu Asi ırmağının
kızı; kendisinden daha önce çıkan ve yanıbaşında
birlikte aynı yataktan akmaya başlayanların engelleri gördükçe kolayı
seçtiklerini... Dağı aşmamışlardı, Çağlayan olup akmamışlardı. Cılız bir su
yatağını seçmişlerdi ve giderek kurudular, çöle döndüler... Evet; asi ırmağından
su içmiş, Asi'nin kızı olmuştu Hamide... Ve şimdi Asi daha bir gür akmakta... çağıl çağıl çağlamakta...
Daha önce Bedii geçmişti
bu yataktan... Sonra Cengizler, ardı sıra abisi Ahmet, Berdan,
Kemal Askeri, Devrim Yaşar.... Yusuf Kutlu, Fatma
Bilgin... Ve Hamide... Asi daha bir inatçı, asi daha bir hırçın akmakta...
Kaç kez Asi'nin yatakları
değiştirilmeye, yönü saptırılmaya çalışıldı, olmadı. Denetim altına almak
istediler, durmadı. Tarihler boyu hep tersinden, hep yukarıya doğru aktı Asi...
Ve Asi'nin suyundan içenler, Asi gibi olanlar, boyun eğmediler ejderhalara,
önlerine konulan bentleri dümdüz edip geçtiler.
Ey Ejderha, boyun eğmedik
sana, eğmeyeceğiz, ve sen, kesemeyeeksin
suyunu halkın, bak, Azi akmakta hala... Ey Hızır bak,
Hamide de ölümlsüz şimdi senin gibi çağlayan sular
içinde...
Bu yazı, Ekmek ve Adalet Dergisinin 6 Ekim 2002 tarihli 29. Sayısında yayınlanmıştır.
***
Yoldaşları
Anlatıyor:
“ÖLÜMÜ
GÜLEREK KUCAKLAYACAĞIM...”
HAMİDE
ÖZTÜRK
"Hepinize
layık olmak boynumun borcudur, başarmanızın, başarmamızın önüne dünya alem gelse hiçbir güç duramaz. Hoş dünya alemin
savunduğu ortam da bu yaşadığımız süreçte bizden başka tek başına da olsak
dimdik ayakta duran kimse kaldı mı ki... Ailemizden başka kimse kalmadı. Zaten
bizim için (Ateş Geçitleri'nde Dienekes'in dediği
gibi) önemli olan 'sıradan olanı sıradan olmayan koşullarda yapabilmek'tir.
Biz de bunu yapıyoruz. Canım yoldaşlarım. Evet bizim
ki- benim ki sıradan, doğal bir görev. Ama bu görevi gerçek anlamda yerine
getirip, getiremeyeceğini, sıradan olmayan koşullarda daha net görebiliyorsun.
Başından beri kafan, beynin, bilincin netse bu şartlar altında hiçbir şey
değişmiyor. Aksine daha da güçleniyor, bileniyor, çelikleşiyorsun..."
Ölümlerin zor olduğu bir
haziran günü, kızılbandını takarak onurlu yola çıkıp,
yaprakların sararıp dallarından bir-bir kopup toprağa düştüğü günlerde aramızdan
ayrılan Hamide, tuttuğu günlükte duygularını böyle ifade ediyordu. Kuşkusuz o
toprağa sararmış bir yaprak gibi değil, her mevsim açacak bir tohum olarak düştü.
1970'de Antakya
(Hatay)'da doğan Hamide, Arap Alevisi (Nusayri)ydi.
Arap halkının tüm
özelliklerini kendisinde görmek mümkündü. Vefasıyla, bağlılığıyla, söz verip
sözünde durmasıyla... On yılların horlanmışlığı, ezilmişliği asimile edilme
çabalarına karşı dilini ısrarla koruması... Felluce'de,
Filistin'de direngen, teslim olmayan Araplar gibi... "damarıma basma... damarıma basma... ben arabım" diyen Arap şair gibi. Hamide de bir Arap'tı.
Nasıl ki devrimci olmasıyla hep gurur duydu, Arap olmasıyla da o denli gurur
duyardı.
Hamide'yi anlamak, onu tanımak
için mutlak sohbet etmek gerekir. İçindeki sevgiyi, yüreğindeki yanan ateşi
işte o zaman daha net görebiliriz.
Mücadeleye doğup büyüdüğü
Antakya'da derneklere gidip gelerek başlar. Boş zamanlarında ağbisine yardım eder. Zaten derneklere götürüp burada çalışmasını,
büromuzun açılmasını sağlayan abisi Ahmet Öztürk'tür.
Çoğu zaman hep önümüze
engel-sorun olarak görürüz ailelerimizi. Kaçarız annemizi, babamızı,
kardeşlerimizi, akrabalarımızı örgütlemekten. Yakınımızdakileri, yanıbaşımızdakileri bir devrimci yapmayı kendimizden hep
uzak görürüz. Bilinçli ya da bilinçsiz, kendimize engel gördüğümüz bu olguyu
değiştirmek, dönüştürmek için yeterli çabayı harcamayız. Aile, düzen bağıdır
deyip kesip atarız çoğu kez. Hamide'de bu yoktur.
Çünkü abisinden böyle öğrenmiştir. Kendisini örgütleyen de abisidir. Abisi,
yengesi, kardeşi...
Derneklere gidip
gelmesiyle çevresi de genişlemeye başlar. Herkesle sıcak ve içten ilişkiler
kurmasıyla öne çıkar. Sessiz ve mütevazi olması onun
kişilik özelliğidir. Pek çok ailede sıcak ve içten ilişkiler kurmasıyla onları
etkiler. Ona "kızım" diyen bağrına basan birçok aile vardır.
Hamide eylemlerde öne
çıkıp, bazı eylemlerde inisiyatif kullanır. Kitlesel
gözaltılar yaşandığında militan tavrı, işkencecilere olan öfkesiyle
yoldaşlarında olumlu etkiler bırakmasını bilir.
Her insanın yaşamında
önemli kararlar aldığı önemli dönemeçler olmuştur. Vereceğiniz karar belki de
tüm yaşamımızı etkileyecek, yeni bir yol açacak, yeni bir yaşam sunacaktır.
Birçok şeyi geride bırakmanıza neden olacaktır.
Bu dönemeç, Hamide için
abisi Ahmet'in şehit haberini almasıdır. Abisi Hamide'yi
derinden etkiler. Daha bir öfkeli, kinlidir. Abisinin taşıdığı sevdayı, umudu
kendi de hisseder. Ve mücadeleye daha bir sıkı sarılır. Artık Hamide mücadele
içerisindedir.
Abi'sinin şehit düşmesinden kısa
bir süre sonra İstanbul'a gelir. Kurtuluş dergisi bürosunda çalışmaya başlar.
İstanbul'un en hareketli olduğu dönemlerden biridir. Gazi ayaklanması olmuş,
ardından Nurtepe, Okmeydanı direnişleri yaşanmıştır.
Direnişlerde en sıcak
haberleri yapıp dergiye gönderir. Halkla görüşerek röportajlar yapar...
İstanbul'daki
hareketlilik saldırıları da beraberinde getirir. Saldırılardan yasal kurumlar
da nasibini almaktaydı... 1995... Kurtuluş basılır. Gözaltına alınanlar
arasında Hamide ve yengesi Yazgülü de vardır. İşkenceciler
karşısında meşruluklarını savunurlar. İnlerinde yenerler işkencecileri.
Hamide ve Yazgülü günlerce işkenceli sorguların ardından tutuklanıp Bayrampaşa'ya
götürülürler.
Devrimcilik her yerde
devrimciliktir. Hamide de böyle yapar. O artık bir özgür tutsaktır. Hapishanede
pek çok görev üstlenir. Yapamam edemem yoktur Hamide'de...
Nerede ihtiyaç varsa Hamide oraya koşar... Kadınların hukuk işleriyle
ilgilenir. Halk oyunu, tiyatro ile ilgili hiçbir deneyimi olmamasına rağmen
canla başla çalışır, öğrenir ve yapar. Yaptığı her işi severek yapar, yüreğini
katar yaptığı işlere...
Bayrampaşa'da 1996 ölüm
orucu anmasında Hamide'nin Berdan'ın
katafalkının yanıbaşında yaktığı Arapça ağıt,
izleyenleri derinden etkileyip, yoğun duygular yaşatır. Çünkü o ağıta yüreğini
katmış, Arapların acılarını ezilmişliklerini ağıtta dile getirmiştir. Tiyatro
değildir yaptığı. Gerçek duygularının dışa vurumudur o ağıt.
Çok az insan biliyordu
onun ilk kez orada sahneye çıktığını. Pek çok arkadaş o ağıtla 96 Ölüm Orucunu
bir kez daha yaşamıştır.
Hamide bu yüreği, içten
samimi duygularını hep büyüterek yaşadı.
Hamide için önemli bir
dönüm noktası da 19 Aralık oldu...
Yıllarca birlikte kaldığı
aynı havayı soluyup, birlikte sevindikleri, omuz omuza halay çekip türküler
söylediği 6 yoldaşı yanıbaşında karanlığın cellatlarınca yakılmıştı... Bu vahşet Hamide'yi
derinden etkiler. O çok sevdiği yoldaşlarının yanarak ölümsüzlüğe uğurlanmasına
tanıklık etmiştir. Yanan 6 kadından biri de yengesi Yazgülü'dür.
Onunla arasındaki bağı tarif etmesi biraz zor olur ama Hamide Yazgülü'ye "Abisinin emaneti" gibi bakıyordu. Çok
seviyordu yengesini, yoldaşını. Onunla beraber 6 yoldaşının diri diri yanarak şehit düşmesiyle Bayrampaşa koridorlarında Hamide'nin arapça ağıdı yankılanır.
19 Aralık'tan sonra
Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevine sürgün edilir.
Peş peşe yeni şehitlerin
verildiği günlerdir. "Biz tek bir Özgür Tutsak kalsak dahi zafere kadar direnmeye
devam edeceğiz. Yolu yok biz kazanacağız" diyerek inancını ifade
ediyordu bir mektubunda.
Şehitlere bağlı, vefa
nedir bilen Hamide sırasının geleceğini bilir ve hep bu bilinçle hareket eder.
3 Haziran 2001'de 5. Ölüm Orucu ekibinde kızıl bandını kuşandığında
sabırsızlığını şöyle yazar yoldaşına; "Bir
gün sıramın geleceğini biliyordum. Aylardır, hatta yıllardır bunun için yanıp
tutuştum. Şimdi her zaman yüreğim ve bilincimin hazır olduğu bu onurlu
yolculuğa çıktım bile."
Heyecanlıydı. İçi kıpır
kıpırdı. Bant takma törenin de söyledikleri Hamide'nin
duygularının özlü ifadesiydi.
"Yoldaşlar,
Dostlarımız...
Çok
heyecanlıyım, çok mutluyum. Sıram geldiğinde görevimi layıkıyla yerine
getirecek olmanın huzurunu, mutluluğunu yaşıyorum.
Aylara,
mevsimlere yayılan direnişte bugünlere geldik. Aylara, mevsimlere yayılan
direnişte pek çok kahramanlıklar yaşadık.
19
Aralık kahramanlarımız, Gülseren'imiz, Ahmet'imiz, Fırat'ımız yolumuzu açtılar.
Bu yüzden yolumuz daha açık.
Evet
uzun ve zorlu bir yol... Biz bu zorlukları bilerek yola çıkıyoruz.
Şehitlerimizden aldığımız güçle ilerliyoruz.
Ne
mutlu bize ki, böylesine büyük, birbirini ölesiye seven, bağlanan, halkını,
vatanını uğrunda ölecek kadar seven büyük ailenin fertleriyiz.
(...)
19 Aralık'ta en çok sevdiklerimizden ayrılmadan önce Gülseren'le vedalaştık,
kucaklaştık. onu kızıl bantlı alnından öperek
'hepimizi katledebilirler, hepimiz şehit düşebiliriz. ama
bizi asla teslim alamayacaklar' dedim. Kucaklaştık. Bana sadece gülümsedi.
Yüreğindeki sevgisini gözleriyle bana akıttı. Bunu hissettim.
O
sevgi, o inanç, o güvenle şimdi daha güçlü ilerliyoruz yolumuzda.
orada
hepimiz şehit düşebilirdik. Ama ben hayatta kaldım. Demek ki daha bizi bekleyen
görev ve sorumluluklar vardı. Şimdi sıramız geldi. Evet
çok onurlu, çok gururluyum.
(...)
Ne
mutlu ki, halk için tereddütsüz kendini feda eden kahramanlar yaratıyoruz. Ne
mutlu ki böyle bir partinin, ailenin içindeyim.
Partimin
alnıma taktığı bu kızıl banda and olsun ki, zaferi
biz kazanacağız. Halklarımız kazanacak. Ben sıram geldiğinde görevimi yerine
getirecek olmanın huzuru ve mutluluğu içindeyim. Ben de sıram geldiğinde
şehitlerimize, kahramanlarımıza layık bir şekilde görevimi yerine getirecek,
ölümü gülerek kucaklayacağım.
(...)"
Şehitlerimize bağlıydı.
Her sohbetinde, her mektubunda şehitlerimiz vardı. Özellikle de yengesi Yazgülü'nün Hamide'de yeri
ayrıydı. Bu sevgi ki o cehennemde alnından öperek vedalaşıyor.
O cehennemden kurtuldum
diye sevinmedi. O kurtulmuştu ama şehitlerin ona yüklediği sorumluğun,
görevlerinde bilincindeydi.
Yolculuğu boyunca yanıbaşında çok ihanetler gördü. Ya da duydu. İhanetleri
duyunca öfkesi daha bir kabarıyordu. Onun kitabında ihanet yoktu.
Bir yanda ihanetlere olan
öfkesini haykırırken diğer yandan yolculuğunda inancını bağlılığını büyütmeye
devam ediyordu.
Hedefe kilitlenmişti bir
kez. Kimse yolundan alıkoyamazdı Hamide'yi.
"Biliyorum
daha önce yazmamıştım; tek istediğim yarım kalmaması. Ne olursa olsun
çıktığımız bu onurlu yolu tamamlamak. Anlatabiliyorum değil mi? İrademiz
dışında yarım kalma ihtimalini de biliyorum. O onuru, şerefi de korurum ama
hedefimiz kesin sonuç almak... Bu yüzden son ana kadar bilincim açık olmalı
diyorum. Başaracağım, Başaracağız... Biz başarırız."
Hedefe kilitlenmesini
tuttuğu günlükte böyle net ifadelerle tarihe not düşürüyordu.
Verdiği sözü tuttu. Tarih
10 Eylül 2002'yi gösterince Hamide, yoldaşlarının halkının yüreğinde sonsuza
kadar yaşamak üzere ölümsüzlüğe uğurladık.
Acısıyla, tatlısıyla,
güzeliyle, coşkunluğuyla biz bunları yaşadık. Anısı önünde saygıyla eğiliyoruz.