Gülnihal YILMAZ'ı Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

 

Yoldaşlarının ortak anlatımı:

ÇERKEZ KIZI, PARTİ'NİN KIZI

 

Parti-Cephe bir halk hareketidir. Anadolu'da yaşayan tüm halkların, Türkler'in, Kürtler'in, Çerkesler'in, Lazlar'ın, Araplar'ın, Ermeniler'in... Kurtuluş mücadelesini verir. Bu nedenle her milliyetten insan vardır bu saflarda. Her milliyetten insan, bu saflarda kendi milliyetini tanır; kendi kültürünü, tarihini, geleneklerini araştırır öğrenir. Kendi halkının güzelliklerini, olumlu özelliklerini alır; diğer halkların güzel, olumlu özellikleriyle kaynaştırır. Hepsinden ortaya Parti-Cephe'nin güzelliği çıkar. Bu güzellik, doğanın en güzel renklerini bir arada tutan, bakınca göz kamaştıran gökkuşağı gibidir.

Gülnihal bu gökkuşağının renklerinden biriydi. Bir Çerkezdi.

Çerkezler yiğit olur. Sözünün eri olur. Disiplinli olur, savaşçı olur. Dostlarıyla düşmanlarını asla birbirine karıştırmazlar; düşmanına kartal, dostlarına anaçdırlar.

11 Ekim 1968'de Sivas Yıldızeli'nde dünyaya gelen Gülnihal'de halkının bu olumlu özelliklerini üzerinde taşıyacak, kişiliğinin dikkat çekici, ayırt edici özellikleri olarak, çevresine, eline aldığı, başına geçtiği her işe yansıtacaktı. 11 Ekim 1968'de Yıldızeli'nde başlayan hayatını 25 Ağustos 2002'de Kütahya Hapishanesi'nde noktaladığında, gerisinde imrenilecek, örnek alınacak, ismi saygı ile anılacak, 34 yıllık bir yaşam bırakacaktı. Dolu dolu, mücadele içinde, direnişlerle geçen, zaferle/şehitlikle noktalanıp taçlandırılan bu yaşam; herkes için bir miras, öğrenilecek çok şeyi olan bir okuldur.

Şimdi bir okulun sınıfına girer gibi, girelim Gülnihal'in hayatına, bu hayatın birçok anını bizzat kendi ağzından, yoldaşlarının anlatımından dinleyelim.

"Benim hayatım boyunca en sevdiğim insan anneannemdir. Annem ben 2 yaşındayken öldüğü için, anneannemi annem bildim. Annem basit bir yara yüzünden kan kaybından öldüğünde hastanedeymiş. Malatya Hastanesi'nde sıfır negatif kan bulamadıkları için ölüp gitmiş.

Anneannemi çok severdim diyorum ya, anneannem deyince benim aklıma ilk gelen şeyler ne olur biliyor musunuz? Yumurtayla, çokokrem. "Ne alakası var?" demeyin...

Dedem Vergi Dairesi'nde memur; anneannem evde dantel örer, dikiş dikerdi. Kendi yağıyla kavrulan bir aileydik; ama ben çocukken bizim evimizde yumurta kıymetli bir şeydi. Yani bakkaldan alınır. Her kahvaltıda kolaylıkla bulunan nesnelerden değil. Peynir, zeytin vs. bulunur ama yumurta toptan alınmaz, köyden gelmez. Biz çocuklar da (teyzem, dayım ve ben) yumurtayı çok severdik. Senelerce evde yumurta pişti. Senelerce anneannem yumurtaya hiç dokunmadı "Ben yumurta sevmem" derdi. Çocuk aklı; ben de inanırdım."

Annesini kaybettiği, başka da kardeşi olmadığı için, anneannesi ve dedesinin yanında, teyzesi ve dayısı ile kardeş gibi büyüyen Gülnihal, çok sevdiği Sivas'ta geçen çocukluk anılarını anlatmaya şu şekilde devam eder;

 

"... Çifte Minare tepesine hiç çıktınız mı? Dümdüz koskoca bir taş merdivenin tepesinde durmanın tadı ne olacaktı ki? demeyin. O merdivenin ne korkuluğu, ne üstünde medeniyet izi yoktur. Her taşı el emeğidir. Çifte Minare'ye hayran olmak için çocuk aklımızın sezgisi bile yetiyordu. Oradan parkı, istasyon caddesini seyredersiniz. Parkta genelde yaşlılarla kadınlar oturur. Çarşıya, pazara çıkınca dinlenme yeridir. Çifte Minare'nin yanından geçen yol Bankalar Caddesi'ne doğru gider. Oradan da Sivas'ın bütün ortahalli kadınlarının ve fukaralarının alışveriş merkezine inilir. İşte o minarelerin tepesi ve Madımak Oteli'nin yanındaki çatı benim hayal köşemdi.

O minarenin tepesinde birgün anneannemi kaloriferli bir evde oturtacağımı düşündüm. O minarenin tepesinde 'ilk kadın kaymakam' oldum. Kaymakam olunca bütün köy çocuklarını okula gönderdim, hepsine ayakkabılar giydirdim. Yaşlıları tedavi ettirdim. Bazen de arkeolog oldum; dünyayı gezdim. Bazen de laboratuvarlarda ömrümü geçirdim. Bazen de çocuklara oyun odası kurdum.

Çocukluk yıllarımın Kan Kardeşi, vazgeçilmez arkadaşım Yücel'le birlikte en güzel sohbetlerimizi o minarenin merdivenlerinde yaptık. Beraber mandolin bile çaldık. Yücel İstanbul'a gidince her hafta mektuplarımı yazmadan çifte minarenin önünden geçtim.

Kızlar niye sokağa çıkamıyor? diye isyan ettim. Arkadaşlarımın 14 yaşında kocaya verilmelerine, 15'inde kaynana dayağından morarmış suratlarına ağladım, öfkelendim.

Meraküm tepesinde, Meraküm Tepesi'nin fukara kayıkçılarıydık. Okulumuzun kayak takımı vardı; ama kayak elbisesi alabilen kimse yoktu. Evdekilerde karşı çıktıkları için bana da Meraküm yolunu kot pantalonla tutmak kalıyordu. Bacaklarım ilk orada dondu. Arkadaşımızın cenazesini ilk oradan aldım. Çığın altından çıkarıldığı yerde beraber kaymıştık. Benim gitmediğim, otobüsü kaçırdığım bir günde beraber kayacağımız vadiden cesedi geldi.

Faşistlerin zincirinin tadına Hükümet Meydanı'nda baktım. İlk mitingime çocukken orada gittim. Annemin mezarını her hafta yukarı Tekke'de ziyaret ettim. Yukarı Tekke'nin uçurumunndan aşağı baktım; dua ettim. Caminin duvarına taş tutturmaya çalıştım."

Egemen sınıflar her zaman devrimcileri 'kökü dışarda' olmakla suçlamış, karalamaya çalışmıştır. Bu suçlama ve karalamalarına, "insan beyni yıkama", "insan kandırma"yı da eklemişlerdir. Direniş boyunca, Ölüm Orucu Savaşçılarına "boşu boşuna ölüyorlar", "örgüt zoruyla Ölüm Orucuna giriyorlar" diyenler de eksik olmamıştır.

Çok söze gerek yok, en saf, en temiz haliyle Gülnihal yalanlıyor hepsini.

Boynuna emperyalistlerin sömürü zinciri geçirilmiş, gecelerinde aç yatılan, kadınları aşağılanan, sabah kahvaltılarında bir tek yumurtanın bile lüks sayıldığı bir ülkede; çocuk bilinciyle, çocuk duyarlığıyla bile halkının çektiklerini gören, acısını yüreğinde duyan; onun acılarına, sorunlarına çözüm bulmaya çalışan birinin yolu eninde sonunda bu ülkede devrimciliğe halkının kurtuluş kavgasına çıkar. Yüreği pas tutanlar; yanıbaşındakilerin acılarını, çektiklerini görüp paylaşmayanlar bunu anlayamazlar. Çıkarı düzenin yıkılmasından değil, sürmesinde olanların, ülke ve halk gerçeğini, Gülnihal'in tepeden tırnağa, insan, saf, temiz, namuslu yüreğini anlaması mümkün değil elbette ki. Ki bahsettiğimiz asılsız suçlamaların, iftira ve karalama kampanyalarının sahipleri onlardır.

Halkın kurtuluş kavgası bunlara karşıdır. Gülnihal büyüdükçe, bilinçlenecek, olayları sebep-sonuç ilişkileriyle kavramaya başlayacak, bu kavganın soyismi gibi Yılmaz, yıkılmaz bir neferi olacaktır. Bu yol, üniversite yıllarında çıkar Gülnihal'in önüne.

Gülnihal zekidir, çalışkandır. Yaşamı zikzaklı değil istikrarlıdır. Çünkü her zaman ne istediğini bilir; tutarlı ve güçlü bir iç disipline sahiptir.

Annesinin kan bulamaması sonucu hayatını kaybetmesinden etkilenmiştir. Doktor olmak ister. Üniversite sınavına girdiğinde tercihlerinin başında Tıp Fakültesi vardır, kazanır. Ankara'da Tıp Fakültesi'ne kaydını yaptırır. Üniversite günleri ile Gülnihal'in önünde hayatının geri kalanını belirleyecek yeni bir sayfa açılır.

Tıp Fakültesi'nin 4. sınıfında tekrar üniversite sınavına girer. Bu kez tercihi Hukuk Fakültesi'dir. Ankara Hukuk Fakültesi'ni kazanarak buraya geçiş yapar. Dev-Genç'lilerle burada tanışır. Mücadeleye katılıp, örgütlenmesi güç ve zor olmaz. Halk ve vatan sevgisi, halkının acılarının son bulması için birşeylerin yapılması gerektiğine olan inancı alır götürür Gülnihal'i mücadelenin içine.

Zekası, yetenekleri, kişiliğinin sağlam, tutarlı yapısıyla, mücadelenin içinde ilerlemeye, yeni yeni görev ve sorumluluklar almaya, kavganın örgütleyicilerinden, yöneticilerinden biri olmaya başlar. Bu nedenle Ankara'nın mücadeleyle tanıştığı günlerin Gülnihal'de hep ayrı bir yeri olacaktır;

"Ankaralıyım. Doğma büyüme değil ama yürekten Ankaralıyım. Ankara sevdası alev alev yanar durur içimde. Çünkü orada yeniden doğdum.

Kocaman gençliğe Ankara'da 'merhaba' demişim. Benim mekanım Hukuk Fakültesi bir arada durur. Hukuk'la siyasal ön cephede... Basın Yayın'la Eğitim arka cephede. Bir de yavru okul Adalet Y.O'nu ekle. Eder size altı. İlk gözümü açtığım günlerde Berdan'la Önder omuz başımızdaki BYO'daydı. Gözaltına alınıp çıkanın şubeden çıkar çıkmaz, o haliyle okula gelmesi adetimiz vardı. O günlerin en keyifli kucaklaşmalarını bizim okulla BYO arasındaki sokakta yaşadım.

Önder'le, Berdan'la birbirimizi koşa koşa kaç kez karşıladık. Hışıra dönmüş bedenlerimizi kaç kez hararetle kucakladık hatırlamıyorum bile...

Bizim okulun tüm kocaman gençleri kızdı. Sonra aramıza Koç Ali'miz katıldı. O ön binanın kantininde bize türküler söyledi, oyunlar oynadı, kahkahalarıyla ortalığı çınlattı.

'Karşıdaki odada Koç Ali'm yatar.

Kalk Ali Koç

Yatmak sana yakışır mı?

Kalkta uğraş bizimle

Takıl... şakalaş

Aklına geleni hesapsızca ortaya saç.

Ama her dem keyif olsun içinde.

Biter biter de Kırşehir'in gülleri biter

Şakıyıp dalında bülbüller öter

Gülüm aman aman aman

Sebep aman aman aman

Ben yadım aman

Sahi sen yanmıştın değil mi Ali'm?

Bu yanık, sevda yangını değildi

'Yakarız' demiştiniz.

sonra operasyon

Sonra benzin

Sonra çakmak...

sonra açlığın bilmem kaçıncı gününde

Bilmem kaçta kaçı yanık beden

Ah yürek!

Yalnızca sevdayla yanmış

Sapasağlam...      

Ergenlik sivilceleriyle çok oynardı Ali

Yüzünde o günlerin komik izleri

O izleri tamamlayan her daim şen iki göz.

Felaket kötü saz çalardı Ali

Felaket güzel tiyatro oynardı

Becerikli mi becerikli

İnat mı inat

Rahat mı rahat

Nerde Ali orda bir paket

Uyyy... Bir de sohbet

Şenlikli adamdı Ali Koç vesselam

Hem şenlikli hem militandı

Biter biter de Kırşehir'in gülleri biter

 (...)

Ben yandım amman!

Ali bu türküyü pek severdi.

Nasıl da keyifle oynardın Koç Ali'm.

Bu yanık, sevda yangını değildi ki

Sen niye öldün Koç Ali'm

Sana ne sebep oldu?

Böyle ölüme sebep olmaz olur mu?

Böyle ölen adam ölmüş sayılır mı?

Gittiğin yerde güler biter mi Ali'm?

Yattığın yerde Koç'lar sığar mı Ali'm? (*)'

 

Sığmaz, öfkenin yüreğe sığmadığı gibi. Sonra siyasal'a kayıt yaptıran Mustafa (Aktaş)... Sonra Kurtuluş'taki çatı katımız. Mustafa'nın eğilmeden dolaşamadığı minyatür evdeki toplantılarımız.... O toplantılardan Alp'le, Halil'le çıkıp Bedii Abi'nin ayaklarının değdiği sokaklara doğru yürüşümüz. Yoldaki sokaklardan ikisinin yeri ayrı. Orada Birtan'la merhabalaşır, ekmek arası birşeyler atıştırırız. Ayşenur da etraftaysa ne ala..."

Gülnihal görüp, yaşadıkça yetkinleşir. Kavganın sıcağında ağır ağır pişer ve artık onların dışında değil, onların içinde, onlardan biri olur. Hareketini, yoldaşlarını tanıdıkça daha çok sever. Kopmaz bağlarla bağlanır onlara. Yolunu çizer, tercihinde netleşir. Tercihi; kesintisiz, ömürboyu devrimciliktir. Kendini düzene çeken, düzene bağlamaya çalışan her şeyi elinin tersiyle iter.

Gülnihal'in babası bir karşı-devrimcidir. Emperyalizmin ve oligarşinin kurtuluş savaşını bastırıp, yok etmekle görevli ordusunda Albay'dır. Gülnihal'in devrimciliğini onaylamaz. Bir gözaltısından sonra, Gülnihal'e gelerek tercihini sorar. Aldığı cevap nettir. Devrimcilik. Son sözünü söyler: "Madem öyle, yapacaksan adam gibi yap. Yarın yarıda bırakıp 'yapamadım' diye karşıma çıkma" diyerek Gülnihal'i evlatlıktan reddeder.

Demokratik alanda çalışma koşulları kalmayınca okulunu da bırakır Gülnihal. Yeraltına geçer.

İyi bir yönetici, iyi bir örgütleyici, iyi bir 'sokakçıdır' Gülnihal. İlkeli, kurallı, disiplinli... Sadece sözde değil, yaşamı, pratiğiyle de öğretir, eğitir, yoldaşlarına örnek olur. Yanındakilerine her daim güven verir. Rahatlatır. Endişelerden arındırır.

Yeraltında da çok sevdiği Ankara'dadır Gülnihal. O günlerin bir dönemini Gülnihal'le birlikte geçiren bir yoldaşı şöyle anlatır:

"Dolu dolu geçen bir yıllık bir birliktelik...

Birlikteliğimiz bir öğleden sonra Balgat'ta başladı. Sokağın bir ucundan ben girdim, diğer ucundan da O. Başka da kimse yok. 'Karşıdan gelendir mutlaka, diyorum. Oldukça süslü biri geliyor. Neyse yan yana geldik. Gerekli sohbeti yapıp yan yana yürümeye başladık, ama ben onu ilk gördüğümde 'Aaa... Kadınmış' dedim. Aslında bu bir erkek arkadaş beklediğimden değil. Hep erkek arkadaşlarla çalışmış olmaktan sanırım... Daha sonra bunu Gülnihal'e anlattım. Çok güldü. Erkek arkadaşların bir bayan sorumluyla çalışmalarındaki sıkıntıyı anlatmıştı. Dedim ya çok süslü bir bayanla karşılaşmıştım. Tabii sorun onda değil bendeydi. Alanın gerekliliklerini biraz bilmemem, biraz da gerekliliklerini anlamamamdandı. Zamanla anladım. Anlattı, kavrattı Gülnihal...

Sokaklara vakıftı. Hakimdi. Çevreyi, insanları çok iyi gözlemliyor, yabancı gözleri çabuk farkediyordu. Sürekli sokaklardaydık. Hep anlatıyordu. Çok somut konuşur, net ifade eder insanın kafasını açardı. Yeniyim, bazı şeyleri ifade edemiyorum; tam anlatamıyorum, ben anlatmaya çalışırken Gülnihal anlar ve başlardı anlatmaya. Bir gün, 'Ya ben anlatamıyorum ama, sen beni öyle iyi anlıyor ve anlatıyorsun ki şaşırıyorum. Nasıl oluyor bu?' diye sormuştum. Çünkü hakikatten şaşırıyordum. Çünkü anlattıkları da tam benim öğrenmek istediklerime denk düşüyordu. Gülerek; "Anlamak zorundayım. Başka türlü birlikte nasıl çalışacağız? Birbirimizi nasıl geliştireceğiz?" deyip, "Birgün sen de değişik insanlarla çalışacaksın. Şimdi seninle yaptığımız gibi haftanın belli günlerinde görüşeceksin sadece. İnsanlar zamanının çoğunu birlikte geçirince, bir arada kalınca daha kolay tanır ama bizim böyle bir şansımız yok. Bu yüzden de bu görüşmelerde sorunlarımızı, sıkıntılarımızı, paylaşmak ve anlamak zorundayız.

İnsanların yaptıkları işler, neyi nasıl yaptıklarının göstergesidir. Bak sen kontrolü erken bitirmişsin. Onun zarlarını düşünmemişsin. 'Bir kereden birşey olmaz. Nasıl olsa temizim demişsin?' ama bu bizim ölümümüz demek. Birinde birşey çıkmayabilir; ama ya sonrası için...'

Birgün böyle yapmıştım işte. Kontrol süremiz vardı sabit, birgün erken bitirdim işte. Tabi raporumda da belirtmiştim. Çok kızmıştı ama bana. Disiplinin, ilke ve kurallara uyulmasının yaşamsal önemini anlatmıştı.

Sokak eğitimi verirken birgün takip aldık. Söyledim Gülnihal'e tabii. "Nasıl biri? Ne zamandan beri peşimizde?.." diye peşpeşe sorular sordu. Anlattım. "Hadi atlatmamızı sağla" dedi. Birşeyler yaptım ben; ama o gün zaman kısıtlı olduğundan devam etmedik. Bir dükkanın önünde durdu. O arkadaş yanımıza geldi. Ben o zaman anladım bu takip bizim eğitimin bir parçasıymış. Bizi takip eden arkadaşa benim onu fark edip etmediğimi, kendisinin fark edildiğini anlayıp anlamadığını sordu. Bir takipçinin kimliğine giriyor, bir biz oluyorduk.

Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorduk hiç. Kimi zaman gün içinde çok uzun birlikte geziyorduk, bazen çok az görüşebiliyorduk; ama hep dolu dolu geçiyordu. Birgün bir parka oturduk. Gülnihal böyle anlarda çok sakindi. Doğaldı da. Doğallığını hiç bozmadan yapmamız gerekenleri anlattı ve kalktık. Kısa süre sonra da temizdik tabi.

Yine birgün, bir sokağı döner dönmez yığınağın içine düştük. Geri dönüşü yok. Sakin sakin sohbet ede ede gittik.

Bu yanı çok belirgindi. Sakin, kendinden emin ve rahattı. İnsana da geçiyordu bu rahatlığı. Çok güven veriyordu insana.

Sağlığımızla, yememiz, içmemizle, giysilerimizle... herşeyimizle ilgilenirdi. Birgün bir aile O'na kaçak çay getirmiş seversiniz diye. O kendi başına içmiyor ama, görüştüğü her arkadaşa parça parça paket yapıp götürmüş, vermişti. İlişkilerde çok hassas, duyarlıydı Gülnihal..."

Her devrimci şehitliği, işkence ve hapisliği bir gölge gibi yanında taşır. Bunlardan birinin ne zaman başına geleceği hiç belli olmaz. Devrimci bunların bilincinde, her zaman hazırlığındadır. 93 yılında Gülnihal'in kapısını çalan işkence ve hapislik olur.

Aldığı organize bir takip sonucu yakalandı. Gülnihal'i ele geçirmek için oldukça zorlanan polisler, gazetelere; "Tesettürlü Militan", "Kızıl Şeytan" diye başlıklar attırırlar.

Gözaltına nasıl girdiyse, öyle başı dik çıkar Gülnihal. "Fiziki acılar geçer, ama ihanetin acısı asla geçmez" diyerek 15 gün boyunca direnir işkenceye. Gözaltından sonra, götürüldüğü Ulucanlar Hapishanesi'nde 25 günlük işgöremez raporu alır.

Artık Gülnihal'i bekleyen uzun yıllara yayılacak olan hapisliktir. Hapisliğin ilk günlerinden sonra kadın tutsakların sorumlusu olur. Hapishane komitesinde yer alır. Dışarda olduğu gibi hapishanede de, eğiten, öğreten, örgütleyen, düşünen üretendir.

Hapislik günleri, edindiği deney, tecrübe Gülnihal'in devrimciliğini daha da pekiştirir; geliştirip-yetkinleştirir.

Ülkemiz hapishaneleri egemen güçlerle sürekli irade çatışmasının yaşandığı, devrimci kimliğin kan-can bedeli korunmaya çalışıldığı yerler olduğundan, Gülnihal üzerindeki bu ağır görev ve sorumlulukla tıpkı dışarda olduğu gibi sakin, kendinden emin, rahat, güven veren kişiliğiyle yerine getirir.

'96 Ölüm Orucu'nu Ulucanlar'da karşılar. Gönüllülerin başındadır. Direnişin ise hapishanede örgütleyicilerinden ve yöneticilerinden...

Mahkemelerin sonuçlanması nedeniyle, 96 Ölüm Orucu direnişinden sonra hükümlü hapishanesi olan Sakarya Hapishanesi'ne sevk edilir.

Burada kendinden beklenilmeyen bir zaafa düşer Gülnihal. Görev ve sorumlulukları elinden alınır. Hatasının bilincindedir. Kendisiyle hesaplaşır, hiçbir şekilde savrulmaz. Sahip olduğu değerlerle ve güçle kendini yenilemesini, eski Gülnihal olmasını bilir. Sadece olumluluklarıyla değil, olumsuzluklarıyla hesaplaşması, hatasının altından kalkmasıyla da örnek olur. Bu sürecin sonucunda Çanakkale Hapishanesi'ne sevk olur. Okur, araştırır, üretir. Öğrendiklerini paylaşır. Öneriler sunar. Onun araştırmaları ve önerileri sonucu, Kültür-Sanat faaliyetlerinde yeni yeni tiyatro oyunları çıkar ortaya. Günlük işlerden, barikat nöbetçiliğine her işe koşturur.

Hapisliği boyunca hiç ziyareti gelmedi Gülnihal'in. Ziyaretine gelip "bir ihtiyacın var mı?" diye soranı olmadı. Bunu hiç sorun yapmaz. Canını sıkıp, moralini bozmaz. Onun ailesi partisi, yoldaşlarıdır. İhtiyaç duyduğu morali, coşkuyu, neşeyi, sevgi ve saygıyı, bağlılığı hep orada arar; oradan alır.

2000 yılında, yeni bir direniş, yeni ölüm orucu eylemi günleri gündeme geldiğinde Gülnihal yine ölüm orucu gönüllülerinin başındadır. 19 Aralık'ı barikat görevlilerinden biri olarak karşılar, ama onun kimsenin vermediği, kendi kendine üstlendiği bir görevi daha vardır; sağlıkcılık. 4 yıl boyunca Tıp Fakültesi öğrenciliği yıllarında öğrendiği bilgilerini yoldaşlarının hizmetine sunar. Yaralı yoldaşlarıyla tek tek ilgilenir. Nerede ihtiyaç varsa oraya koşturur. Kurşun ve bomba sağınağı altında Gülnihal yine her zamanki Gülnihal'dır; sakin, kendinden emin ve rahat...

Direniş sonrası işkenceler içinde Kütahya'ya sevk edilenlerdendir. Morali, coşkusu sapasağlam ayaktadır. Zafere olan inancı tamdır. Zaferin nasıl geleceğini ise en iyi bilenlerden biridir: şehitlik. Gönüllülüğünü yineler; başvurusuna şunları yazar:

«... Zorlukları çok düşündüm, çok tartıştım. Sonuçta asıl zor olanın direnmek olmadığına inanıyorum. Haklı olan biz olduğumuz için ben rahatlıkla direneceğim. Direnen insan için yaşamın ne kadar güzel olduğunu biliyorum... Partime ve sizlere layık olacağıma inanıyorum...»

 

Direnen bir insan olarak, yaşamın tüm güzelliklerini kuşanıp 5. Ölüm Orucu ekibi savaşçısı olarak yürür Gülnihal. Omuz omuza, yan yana birlikte yürüdüğü diğer Ölüm Orucu savaşçıları Fatma ve Özlem'le birlikte kenetlenir. Duyarlılığını, canlılığını, moral ve coşkusunu hiç kaybetmez. Kendini geri çekmez; yatağına çekilmez. Uzun, ölüme giden yolculuğunda durmadan üretir, mektuplar yazar. Direnişin romanına ve destanına başlar... Televizyon ve gazetelerden ülkemizdeki ve dünyadaki gelişmeleri an an takip eder, bunların sohbetini yapar; düşüncelerini paylaşır. Açlığı, yoksulluğu, zulmü gördükçe öfkesi ve zafere olan inancı büyür.

Açlığın acısına, ayrılığın zulmüne an an, hücre hücre direniş. Direnişin önüne çıkardığı engellerle, zafere giden yolda kendi gücünü, soluğunu kesen zaaf ve eksikleriyle bir bir hesaplaşır. Onları alt eder. Her çarpışmadan başı dik, zafere daha bir kilitlenmiş olarak çıkar.

Gerisini refakatçısından dinleyelim:

"... Fatma (Tokay Köse) 13 Ağustos'ta Ankara Numune Hastanesi'ne götürüldüğünde yine onlarlaydı. Yürek yüreğeydiler. Fatma elini onlar için de kınaladı, ilk işi hayallerinden birini gerçekleştirmek olmuştu.

Gülnihal ve Özlem ondan net haber alamadığım gece uyuyamamışlardı. Gece rutin kontrole kalktığımda Gülnihal'i sigara içerken buldum. "Fate mi?" dedim, "Evet" dedi. O kadar... Elini tuttum. Özlem de kıpırdanıp duruyordu yatağında. O gece hepimiz ondan haber alamamanın kahredici huzursuzluğunu yaşamıştık, ama Gülnihal'i etkileyen bir diğer şey ayrılıktan öteydi... Birlikte hayal etmişlerdi, hedefe el ele... Ama şimdi Gülnihal'in durumu Özlem ve Fatma'ya göre daha iyiydi, sıvı alımı, yazı yazıp, kitap okuyabilmesi... Diğer canlar ise bir süredir başa baş gidiyor, hızla yol alıyorlardı.

Fatma'nın götürülüşü O'nun da ifade ettiği gibi 'ağır gelmişti' Gülnihal'e. 'Ben de hızlanmalıyım artık' dedi. Bir süre sonra da sesli düşüncesine ekledi, 'elimde değil mi ki?"

Onun bu gününe kadar bilinç ve iradesini sonuna dek kullanarak geldiğini hepimiz biliyorduk, ama artık "tamam" diyordu. Biraz da esprili 'Sabır kelimesinden nefret ediyorum artık...' demişti. 'Yoldaşlarıma bekledikleri haberi vermeliyim artık...' Bu istemi nicedir vardı, ama bu kez ağzından daha bir değişik dökülüyordu. Belirlediği, belirleyeceği herşeyi direniş kuralları dahilinde yapmış, yapıyordu hep.

14 Ağustos'ta O'nun sıvı alımında belirgin bir düşüş hissettim. Merak ettim, sordum; 'Bilinçli mi, mideden mi kaynaklı?'. 'Yok' dedi, 'Bilinçli olarak azaltmadım. Midem karışık, ama ben de zorlamıyorum artık.'

Evet, O artık zorlamıyordu. Eğer sürecin gelişmeleri daha da uzun yüremesini gerektirseydi, eminim midesine rağmen onu içerdi. Bu hep böyle olmuştu çünkü. B-1 etkisini kaybetmesin diye, şeker alımındaki miktarını belli bir ölçünün altına hiç düşürmüyordu. İçeceklerin tadı kimi zaman çok kötü gelse bile ne yapıp edip içtiğine tanık olmuştum. Şimdi ise bilincini koruyacak kadar şeker alıyor sıvıya gelince alabileceği kadarını alıyor zorlamıyordu. Bir yandan da Özlem'in nasıl olduğunu sormayı hiç ihmal etmiyor, önerilerde bulunuyordu. Ben onunla ilgilenirken olağanüstü durumlarından birinde, saati ve gelişmeleriyle birlikte not alıp vermişti bir keresinde bana. Bu yönden de destek olmaya çalışıyordu.

Herşeye rağmen 22 Ağustos'ta yoldaşlarımıza yazılacak mektuplarda kendi satırlarıyla ya da yazdıklarıyla konuk olabilecek kadar iyi hissediyordu kendini. 'Herşeye rağmen' diyorum, çünkü ağrıları sızıları artmıştı. Yatakta oturup, sıvı içebildiği zamanlar azalmıştı. Oturururken dengesini kuramıyordu. Az değil açlığının 432. günlerindeydi. 23 Ağustos'ta oturabilmesinin artık iyice güçleştiğini fark etmiştik. Bacakları ve ayakları tutmuyor, yoğun bir ağrı, uyuşma hissediyordu. Beli de, oturur vaziyette vücudunu taşımıyordu. Alabildiği sıvıları küçük pet şişesine koyuyordum. Yattığı yerden ya bununla, ya da pipetle içebiliyordu içeceklerini.

O gecede hiç uyuyamadı ağrıdan. Masajın da artık çok bir rahatlatıcı etkisi olmuyordu. Ayakları, elleri buz gibiydi. Çok fazla üşümeye başlamıştı. Üzerini de kalınca örtemiyordum. Çünkü ağır geliyordu. Gülnihal'in bir de ağırlık ağrılarını artırmaya başlamıştı. Gece boyunca inledi. Gündüz dinlenir belki diye düşündüm. Bekledim, olmadı. İnlemeleri daha da sıklaştı. Ağrıların şiddetiyle paralel vücudunda kırmızılıkların, morlukların oluştuğunu gördüm. Belden aşağı kısmında dokunduğum her yeri acıyordu. Yatağında kendi başına dönemediğinden çevirmek istediğimde dokunduğum yeri dahi çok acı veriyordu ona. Benim daha fazla acı vermekten tedirginlik duyduğumu farkediyor, tutabileceğim yerlerini gösteriyor oradan çevirmemi istiyordu; ama artık haraket ettiğinde bile kaçınılmaz olmuştu bu. Beni rahatlatmaya çalışıyordu; "Şehitlerimiz, şehitliğe yaklaştıklarında böylesini yaşamıştır; ben de çekeceğim artık! Senin yapabileceğin birşey yok. Ayrıca sana da böyle eziyet oluyor, biliyorum" diyordu. "Yok Gülnihal ne eziyeti, sadece sana daha fazla acı vermek istemememin kaygısı var" demiştim. "Elinden ne gelir ki senin, mecburen yapacaksın" diyordu O'da.

İnlemeleri onu ayrı bir kızdırıyordu, "eğer hastaneye falan kaldırılacak olursam, en sinirlendiğimde, düşmanın yanında bu sesleri çıkarmamak olacak." diyordu. Engel olamıyordu çünkü.

24 Ağustos günü yine böyle geçiyordu. Tek alabildiği şey 1 çay bardağı oraletti. Yattığı yerden içmeye çalıştı. Aralıklarla yudum yudum içebildi. Bu içtiği son sıvı olacaktı. Ağrıları her geçen dakika daha da artıyor, vücudunda kızarıklar ve morluklar çoğalıyordu.

Sık sık yanına gidiyor, uyuyup uyumadığını kontrol ediyor, konuşmaya çalışıyordum. İki gündür ağzı da çok köpürdüğünden konuşmasını engelliyor, kelimeler ağzından belli aralıklarla çıkabiliyordu.

"Hadi bize biraz kitap oku" dedi. Belki ağrısını biraz hafifletir diyerek sarıldım kitaba, kaldığımız yerden devam etmeye başladım. Çok geçmedi, Gülnihal "Özlem dinleyebiliyor mu, bilmiyorum ama artık ben dinleyemiyorum" dedi. Özlem'in durumu da daha fazlasını kaldırabilecek gibi değildi, bıraktım kitabı.

Gülnihal'in başucuna gittim. Birşey isteyip istemediğini sordum. "Şu ağrı artık bana kitap da dinletmiyor" dedi.

Bilinci son anına kadar zehir gibiydi. Bilincini hep koruma çabasındaydı. Tek kaygısı hafızasını canlı tutamamaktı. Uzandığı zaman sık sık egzersiz yapardı. Türkülerin sözlerini sonuna kadar söylemeye, bir bilgiyi tekrarlamaya, kitap isimlerini hatırlamaya çalışırdı. Eğer bunu yapamaz sonunu getiremezse sinirlenir, hırslanırdı. Pat diye sorduğu sorulardan yine egzersizde olduğunu anlardım. Bir doğrultuşumda baktım yüzü değişik, kızmış gibi... "Gülnihal ne oldu?" dedim. Hırslanmış yine... Çünkü bir türkünün sonuna gelmeden yine başka birşey düşünmeye başlamış... Düşüncelerini tek bir şeye yoğunlaştırmada güçlük çekiyordu. Bunu önlemeye çalışıyordu.

Yine Gülnihal'in başucundayım; "B-1 mi içmeye çalışayım..." diyor. Artık hiç doğrulmadığından yatarak içmeyi deniyor. Zorlanarak da olsa başarıyor. Bu son B-1'i oluyor. Güçlük çektiğini B-1 yutuşundan, yutarken çıkardığı sesten bile anlıyorum.

Nefes alması güçleşmiş iyice, o an farkediyorum. Kesik kesik soluk alıp veriyor.

Yatma hazırlıkları yapıyoruz artık. Gülnihal'e uygun pozisyonu bulmakta zorlanıyorum. Oldukça yavaş milim milim ayarlamaya çalışıyorsam da, rahat bir pozisyon bulmak artık imkansız gibi. Soluk alışverişi daha hızlanmış, ama halen kesik kesik...

Sırtına, başının kimi yerlerine yastıklar yerleştiriyorum. İç tarafa. Arkası dönük öylece kalıyor. Tekrar uzanıp yanağından öpüyorum. İyi geceler diyorum. Bugün 435. günü.

Son işlerimi yapıyorum. Yatmadan tekrar yanına gidiyorum. Işığı engellemesi için nicedir yüzüne örttüğüm yazmasını aralıyorum, soluk alışverişinin düzensizliği yine belirgin, inlemeleri yine sık aralıklarla...

Öylesine uzandım yatağıma, ama aklım onda. Saat: 01.00 gibi sesleniyor bana. Pozisyonunda rahatlatıcı değişiklikler yapmaya çalışıyorum. Yastıklarını düzeltiyorum. Sırtındaki büyük, dayanak yastığını almamı istiyor, alıyorum.

Kolumu başının üzerinden geçirerek elini tutuyorum; buz gibi. Diğer elini de alıp ısıtmaya çalışıyorum, olmuyor. 'Eldivenlerini giydireyim mi?' diyorum, 'Yok' diyor. Öpüyorum bir kez daha. O anda kulağıma fısıldıyor, 'Artık çok yakın...' Alnından öpüyorum, öylece kalıyorum yanında. Başını yastığına koyuyor, 'saat kaç oldu, artık sen yat dinlen...' deyip, gönderiyor beni. Usulca kalkıyorum yanından. Yazmasını kapatmadan son bir kez daha bakıyorum.

Birşey fısıldıyor gibi geliyor. Duyabilmek içine eğiliyorum, 'Boğazıma asit doldu sanki; bugün çok sigara içtim bir de..." diyor. Aklıma o çok sevdiği şiirdeki dizeler geliyor.

Bir gülüşün ateşiyle yakmasını biliriz.

Ölümün önünde sigaramızı...

Daha önce de durumunun ağırlaştığı zamanlar olmuştu. Bir sigara yakar ve 'Ne güzel' diyerek bu dizeleri hatırlatırdı bizlere.

Gece 4.00'deki kontrol için tekrar başucuna gittim. 'Ne iyi, biraz rahatlamış galiba' diye düşündüm. Ses çıkarmamaya özen gösterdim. sabah 06.40'da yeniden kalktığımda ilk aklıma gelen yine oydu. Yazmasını araladım. Yüzünü tam göremediğimden eğildim. Gözleri kapalıydı, ama soluk almıyor gibiydi... Zayıf, güçsüz olduğundan nefes alış verişlerini anlamakta kaç kez güçlük çekmiştim, bu nedenle emin olamıyordum. Uyandırsam tekrar uyuması güç olacaktı. Göze alamıyordum uyandırmayı, lakin netleşmemde gerekiyordu. Sayıma da az kalmıştı. Bekleyeyim, bunun gürültüsüne de uyanmazsa...

Uyunmamıştı... Derin bir nefes alıp, kalbimin pır pır edişini yatıştırmaya çalışarak seslendim. Önce kısık kısık Gülnihal, Gülnihal... GÜLNİHAL! Elini tuttum, buza kesmişti.

Gülnihal başarmıştı..."

O gün 25 Ağustos 2002'yi gösteriyordu takvim yaprakları. Ankara'yı çok severdi Gülnihal. Doğma büyüme değil, ama yürekten Ankara'lıdır. O Ankara'da yeniden doğmuştur; Ankara'da gömülmek ister;

"Hasretin nazlıdır Ankara...

Ama umut kar altında değil

Umut gelecek için dövüşen yüreklerimizde

Umut ışık saçan gözbebeklerimizde

Yüreklerimiz namuslu

Yüreklerimiz cehennem

Geliyoruz sana, ey nazlı ana...

Geliyoruz Ankara" der Ağustos 2001'de.

Ne var ki, Gülnihal'in cenazesini yoldaşlarının almasını istemeyen polisin yardımlarıyla babası, Gülnihal'i Adli Tıp morgundan alarak Bursa'da toprağa verir.

Halen oradadır, ama birgün bu özlem bitecektir.

Yiğitçe yaşadı Gülnihal. Halkının, partisinin geleneklerine yakışır şekilde. Yiğitçe mücadele etti. Yiğitçe şehit düştü. Hasımlarını ininde vurdu.

Gün olurda, sorarlarsa size; "Yoldaşınızın nasıl olmasını istersiniz?" diye, çekinmeyin, bir çırpıda söyleyin: "Gülnihal gibi olsun" deyin.

 

Dipnot: (*)1: Ali Koç Bartın Hapishanesi 1. Ölüm Orucu ekibi savaşçılarındandı. 19 Aralık sabahı "Hayata Dönüş" katliamını durdurmak için kendini yakarak feda eylemi yaptı. Hastaneye kaldırıldı. Tedaviyi kabul etmeyerek direnişine devam etti. Hacettepe hastanesinde şehit düştü. Bu şiir, Gülnihal'in Ankara Dev-Genç içinde tanışıp birlikte çalıştığı Ali Koç'a yazdığı şiirdir.

 

(Kısaltılmış hali, Yürüyüş Dergisi'nin 14. sayısında yayınlanmıştır)

 

 

Geri