Gülnaz SARIOĞLU'nu Yakınları, Yoldaşları
Anlatıyor:
Gülnaz Sarıoğlu'nu kızkardeşi anlatıyor:
Ablam çok yüce idealler için, büyük bir inançla,
sevdayla, vefayla bağlandığı, hissettiği mücadelede halkımız için şehit düştü.
Ve özellikle bir gerilla olarak şehit düştüğü için gurur duyuyorum, gurur
duyuyoruz. Mücadeleyle tanışır tanışmaz bir defa kararını vermişti: Gerilla
olacaktı. Sohbetlerimizde sürekli 'İlk ben gerilla olacağım, ilk ben burada
gerilla olarak şehit düşeceğim' derdi. Mücadeleyle tanışmadan önceki
yaşantısında çok ağırbaşlıydı. Köydeki tarlamızda büyük bir özveriyle çalışırdı.
Proleter bir yaşamı vardı. Ve mücadeleyle tanışması, büyük bir idealdi onun
için. Artık bir yaşam biçimiydi mücadele. Hiçbir korkuya, tereddüte,
kişisel kaygılara kapılmadan Sivas dağlarına gitmeye karar verdi. Onun
özellikle olağanüstü fedakarlığı, özverisi dikkatimizi
çekerdi. O, bu özellikleriyle kavgaya girmeden önce de bizim için örnek
olmuştur. İnsanlara hemen uyum sağlar, tanıştığı insanlarla hemen sıcak bir
diyalog kurar, gülümsemesi, gözlerinin pârıldamasıyla,
sıcaklığı, içtenliği hemen fark edilirdi.
Yoku var ederdi o. Hep başkaları için
çarpardı onun yüreği başkaları için telaşlanıldı. Hep ikinci planda tutardı
kendini. Yaşadığı bütün olumsuzluklara rağmen yaşama sevinciyle doluydu. Gülnaz, mücadeleyle tanıştıktan sonra onunla doğru-dürüst
bir arada olamadık. Dolayısıyla onu en iyi, tüm sıcaklığıyla mücadeleyi
paylaştığı yoldaşları, kavga dostları anlatabilir sanırım. O, gerilla olmayı
hak eden bir insandı aynı zamanda. Mücadeleyle daha önce tanışmadığı için
hayıflanırdı. Gerçekten yorulmak bilmez bir yapısı vardı onun.
Yüreğe sığmaz bir kini vardı düşmana. 'Beni
işkenceye alırlarsa, asla bir tek kelime bile söyletemezler' derdi büyük bir kararlılıkla.
Herkesi kıskandıracak bir korkusuzluğu vardı. Kendini yenilemede, kendini
aşmada hep radikal hareket ederdi. O tüm insanların mutluluğu için şehit
düşmeye layık bir insandı. Ona da ölümlerin en yücesi, en mü-kemmeliyle, teslim olmadan, gülerek ölümü kucaklamak yakışırdı...
(Yukarıdaki
anlatım, Yoksul Halkın Gücü gazetesinin 23 Temmuz 1994 tarihli 4. Özal Sayısı'nda
yayınlanmıştır.)
***
ÖYKÜ/ANI -
GÜLNAZ SARIOĞLU
YÜREĞİ YANGIN
BİR ARAP KIZI
Antakya sıcaktır ve
sevecen olur Antakya'nın insanları. Erken büyür burada çocuklar. Hemde toza toprağa bulaşa bulaşa
erken büyürler. Taşı toprağı altın değilsede
Antakya'nın, bereketlidir toprağı. Ama gelin görünki
halkını yararlandırmazlar bu bereketten. Yoksulluk her yerde
başa bela. Antakya'da da öyle. Bir yandan sıcak vurur, bir yandan toprak
kavurur. Çocukların yüzü yanıktır, büyüklerin yüreği yanık. Çok geçmez çocuklarında
yüreği yanar.
Okuyup "adam
olmak" iyidir. İyidir ama okumakta paradır bu memlekette. Hele ki kendi
ana dilinle okuyamamak... Yasaktır. Oysa Antakya Araptır.
Arap halkı yaşar Antakya'da.
Sıcak ve sevecen olsalar
da yüreği kanar Antakya'lının. Gözü çıksın bu
yokluğun, yoksulluğun. Yürekler, Amik ovası kadar kızgındır buralarda. İsyanını
dışa vurmasa da yıllardır toprak gibi yanar yürekler.
Bu topraklarda doğup
büyüdü Gülnaz. Toza toprağa bulanıp büyüdü oda.
Yoksulluk yokluk onuda buldu. Bereketliydi ya bu topraklar,
bereketi Gülnaz'lardan uzaktı. Yüreği yangın bir Arap
kızıydı Gülnaz. Yüreği yangın bir Arap kızı...
Yürek niye yanar...
Yandıkça niye kanar
yürekler...
Bu yangın nasıl söner...
Hiç mi gülmez bu kara
bahtım...
Nehir olmak gerek,
nehir...
Nehir olmak...
Ama Asi bir nehir...
Asi, bir nehirdir
Antakya'da...
Adı gibi bir nehirdir
ama...
Ne imparatorlar ne
krallar gelip geçti de
Hiç biri durduramadı
Asi'yi...
Asi'ler durmaz çünkü...
Akar gelir bugüne...
Akar gider yarına...
...
Rıdvan'ı tanımazdı
önceleri Gülnaz. Her çocuk nasıl büyürse öyle büyüdü
o da. Ne eksik ne fazla. Her çocuk gibi. Yani erken
büyüdü Gülnaz'da. Önceleri bilmezdi bu acı, bu
yokluk, bu yoksulluk neden... Kader demişlerdi onada,
kader... Ve kaderine boyun eğmesini istemişlerdi ondanda.
Rıdvan'ı tanımazdı
önceleri. Kadere boyun eğmek vardı önünde ve henüz Rıdvan çok uzaklardaydı.
Rıdvan mücadeleydi, Rıdvan adına "kader" denilen sömürüye isyan
etmekti, Rıdvan "Asi" olmaktı yani. Ama önceleri Rıdvan'ı tanımazdı Gülnaz. Kimse ona anlatmamıştı Rıdvan'ı. Kaderi
anlatmışlardı sadece. Kadere boyun eğmeyi öğretmişlerdi bir de. Hele ki kızlar
kaderlerine daha çok boyun eğmeliydiler. Evlenmeliydiler hemen.
Çalışmalıydılar. Çocuk doğurup, çocuklarınada kadere
boyun eğmeyi öğretmeliydiler. Başka nasıl sürer bu sömürü. Kızların okumasına
gerek yoktur bu nedenle. Okuyup ne yapacaklar zaten. Evlenip çocuk doğurcaklar ya... Ne gerek okumaya. Hem kolaymı
çocuk okutmak. Bedava değilki okumak. Onca para, ona masraf.
Hemde ne için. İşte bulamayacak sonra. Ne gerek var
kızların okumasına...
Okutmadılar Gülnaz'ı. İlkokulu bitiremeden aldılar okuldan. Oysa ne çok
sevmişti okulu, sıraları, kitapları, kalemleri. Hangi çocuk sevmezki
tüm bunları. Gülnaz'da sevdi elbet. Sevdi ama
alınmıştı bir kez okuldan. Kaderdi bu. Kadere boyun eğmeliydi.
Köyünün adı Bostancık'tı. Bir Arap köyü. Güzel mi
güzel bir köy. Ama köylülerine yüzyıllardır baskı ile,
zulüm ile kaderlerine razı olmaları öğretilmişti. Onlar da bilirdi bu zulüm
niye. Ama Arap'tı onlar. Hakları, hukukları yoktu. Dilleriyle eğitim yapamaz,
aşağılanırlardı. Korku düşürülmüştü yüreklerine bir kez. Bir de gerici töreler...
Bilirlerdi nedendir
bunlar. Ama ses çıkartamaz, susarlardı.
Gülnaz
önce kendine kader diye öğretilen bu suskunluğa itiraz etti. Okuyacaktı.
Okumak, aydınlanmak istiyordu. Bir kız neden okumasındıki...
Okudu. Tüm engellemelere rağmen orta ve liseyi dışardan
bitirdi. Bu onun kaderine karşı ilk savaşı ve ilk zaferiydi. Artık gerisi
gelecekti.
Töreler vardı. Kimisi
gericiydi bu törelerin ve yaygındı bunlar. Kadının nasıl aşağılandığına tanık
oldu Gülnaz. Töre adına kadının ezilmesini yaşadı.
Yaşadıkça daha bir kanadı yüreği. Rıdvan'ı tanımazdı daha ama yakındı Rıdvan
ile tanışacağı günler artık. Haksızlıkları, eşitsizlikleri, zulmü, yokluğu,
yoksulluğu gördükçe Rıdvan'ıda tanımaya başladı.
Rıdvan mücadeleydi, bayraktı, bilinçti. Rıdvan'lar Gülnaz'lar
için şehit düşmüştü. Çok geçmedi Gülnaz, Rıdvan ile
tanıştı. Yüreklerin yangını nasıl diner öğrendi. Kim bu yürekleri kanatan
bildi, tanıdı. Gördü ki kader değildir bunlar.
...
Emekçiydi Gülnaz. Bir kuaför'de çalışıyordu. Kadınların içine
düşürüldüğü durumu çok daha yakından gördü. Kendilerini beğendirmek için nasıl
şekilden şekile giriyorlar tanık oldu tüm bunlara.
Düzen kadınının nasıl ambalajlandığını, nasıl yüzeysel, içi boş ve ruhsuzlaştırıldığını
gördü. Gördükçe öfkesi daha bir bilendi. Bunlar mı kaderdi? Olmaz olsun böyle
kader...
Mücadeleye atılalı henüz
yeni olmuştu. Artık Gülnaz, Rıdvan'ı tanıyordu. Hem
çalışıyor hemde eve bakıyordu. Evin en ağır işlerini
omuzladığı gibi işyerindede çalışmak onun
mücadelesini engellemiyordu. Evde kardeşlerine, işyerinde arkadaşlarına mücadeleyi
anlatıyordu.
Gülnaz
Rıdvan'dı artık... Rıdvan, Gülnaz olmuştu...
Antakya gibi sıcaktı Gülnaz da. Sevgi dolu, güler yüzlü ve insanı sarıp
sarmalayan bir yanı vardı. Yeni tanıdığı insanlarla hemen sıcak bir ilişki
kurar ve konuşmaya başlardı. Öyleki bu ilk konuşma bittğinde sanki 40 yıldır tanışıyor gibi ayrılırlardı. Kanı
kaynardı insanın Gülnaz'a. Öyle sıcak ve sevecendi.
Kızdı mı tam kızardı ama...
Halk düşmanlarına karşı
öfkesi bir volkandı. Çalıştığı işyerinin patronunun polislerle ilişkisi iyiydi.
Polisler arada bir işyerinede uğrardı. O zama görmeliydiniz Gülnaz'ı. Hani
burnundan solumak derler ya, işte öyle olurdu. Birlikte çalıştığı insanlara
polislerin halk düşmanı yüzünü anlatır, polislerin dükkana
gelip gitmesini bir eğitime çevirmesini bilir. Bununla yetinmezdi ama.
İşyerindeki arkadaşlarına gazete getirir ve birlikte okumaya başlarlardı. En
çok okuduğu yerler şehitlerin anıları, yaşam öyküleri olurdu. Gülnaz, şehitleri örnek almak gerektiğini anlatırdı
arkadaşlarına.
Çalıştığı iş yerindeki arkadaşları
şu ya da bu şekilde de olsa düzenden etkilenmişlerdi. Gerek mücadele ile ilgili
gereksede kendi yaşamlarıyla ilgili danıştıkları ilk
kişi Gülnaz olur. Onların anlayacağı tarzda konuşur,
sorularına cevap verir. Öyle ahkam kesmek yoktur bu konuşmalarda.
Sade ve yalındır. Anladığı gibi anlatır. Abartmadan,
bilgiçlik yapmadan. Oysa kendine devrimci diyen başkalarıda
vardır. Arkadaşları kimi zaman onları örnek verince olanca sadeliği ile sorar:
-
Peki anlayabiliyor musunuz ne diyorlar?
-
Vallahi ne yalan söyleyeyim zorlanıyor, hatta hiç anlamıyorum.
-
Onlar sadece masa başında laf yapmayı bilirler, savaşıp bedel ödemeyi değil. Ama
laflarını da kimse anlamaz.
Bu süreçler Gülnaz'ın giderek kavgada ustalaştığı yıllardır. Çevresine
devrimciliği, Devrimci Sol'culuğu anlatır. Daha önemlisi de yaşamı ile örnek
olur. Bir yandan bir işte çalışması bir yandan eve karşı sorumluluğu vardır.
Ama yapılacak bir iş olduğunda ilk Gülnaz atılır öne.
Herkesten önce "Ben yapabilirim" der. Der ve hemen başlar işe.
Söylemek değil yapmanın önemli olduğunu bilir. İş yaparkende
emekçidir o. Üzerine aldığı işleri sessiz sedasız bitirir. Çoşkuyla,
zevk alarak çalışır. görev ağırmış, zormuş demeden
zevkle çalışır ve başarır.
Henüz çok insan örgütlü
değildir Antakya'da. Bir insan, bir çok şeyi yapmak
zorundadır. Gülnaz, bunların hepsininde
altına girer. "Çalışıyorum"... "Ev"... "Ailem"...
Gerekçe sıralamadan her işe koşturur. Ne yapılması gerekiyorsa Gülnaz orada olur. Yaptığı işleri severek yerine getirir.
Sevmeden yapılan işin isteksizce yapıldığını bilir çünkü.
Neşelidir Gülnaz. Gülünce güller açar denilen insanlardandır.
Yanından türkü defterini hiç ayırmaz. Marşlar, türküler özenerek yazılmıştır o
deftere. Seside fena değildir. Saz çalmasını iyi
bilmez ama sever saz çalmayı. Yeri gelince alır eline sazını, başlar türkülere.
Coşar türkülerle, marşlarla. Coşulurda durulurmu...
En yakınında kim varsa kaldırır halaya hemen. Her türkünün, her marşın hikayesini bilir ve anlatır. O marşın niye yazıldığını, ne
anlatılmak istendiğini tek tek anlatır.
Gülnaz'ın
bu çabalarıyla artık işyerindeki arkadaşları da Mücadele okuru olmuşlardır. Gülnaz, bu arkadaşlarıyla hemen bir eğitim grubu örgütler.
Mücadele gazetesinde çıkan yazıları yaptıkları çalışmalarda tek tek ele alıp tartışırlar. Eğitmenleri Gülnaz'dır.
Kuşkusuz Gülnaz da henüz yeni bir insandır. Ama başka
kim yaptıracaktır çalışmayı... Antakya'da henüz mücadele gelişmemiştir o
yıllar. Oturup daha yetkin biri gelsin demeden işe soyunur Gülnaz.
Artık o bir eğitmendir aynı zamanda. Kendisini eğitenin çevresinide
eğiteceğini bilir. Bilir ve başlar çalışmalar.
Her şey eğitimdir artık.
Bir arkadaşlarının parası olmadığı için ayakkabısımı
yok. Hemen insanları örgütleyerek o arkadaşa ayakkabı aldırır. Bu dayanışmanın
dersidir. Biri dinlediği kasetteki şarkının geçmişinimi
bilmiyor. Oturur anlatır.
"Varsa Cesaretiniz
Gelin" marşı neyi anlatıyor diyerek başlar ve insanlara 16-17 Nisan
direnişinin önemini anlatır. Gurur doludur bu anlatımlarında. Sabo'ların öğrencisi
olmak, on'ların yoldaşı olmak ayrı bir gurur verir Gülnaz'a.
Kurtuluş bayrağını Antakya'da da dalgalandırıyor olmanın coşku ve gururudur bu.
Saklamaz Arap olduğunu
aksine gururla söyler. Bilir ve söyler: Halklar kardeştir ülkemizde. Kurtuluşları
ortaktır, düşmanları ortak. Arap halkının yokedilmeye
çalışılan kültürel değerlerine sıkı sıkıya sarılır. Bu yüzden ailesine kızar.
Daha fazla Arapça konuşmalarını, öğretmelerini ister. Ama ailesi çevrenin
gerici töre ve yaklaşımlarından etkilendiği için Gülnaz'ın
mücadele etmesini istemez. Gülnaz sever ailesini.
Sever ama bu baskılara teslim olmaz. Ailesinin kendisine uyguladığı baskıların nereden
kaynaklandığını bilir çünkü. Yaşadıklarını yoldaşlarının eğitimi için anlatır.
-Onları
anlıyorum. Onların da beni anlamasını istiyorum. Bu yüzden onlarla şu anda ilişkimi
koparmak değil, savaşımızı kabul ettirmek için uğraşıyorum. Yoksa ne anlamı
kalır mücadele etmemizin. Uğraşmalıyız.
Uğraşır da. Sonuna kadar
hem de. Ama yeri gelince, değiştiremeyince ya da bir tercihe dönüşünce kararı
nettir Gülnaz'ın.
İşyerinde de raht
değildir. Patronun polis arkadaşları yüzünden patronu ile sürekli tartışmalar
yapar. Tüm gelişmeler sonucu işten ayrılır. Bir tercih ile yüzyüzedir
Gülnaz.
Kızların kaderi vardır bu
ülkede. Önce baba evinde çalışacak. Sonra koca evinde. Çalışmak kötü değildir
elbet. Çalışıp çabalayıp açıkta kalmaktır kötü olan. Sömürüdür bunun adı ama
"kader" demişler bir kez. Sömürü, kader olup çıkınca itiraz edilmez
artık. "Kaderimse çekerim" denir ve susulur. Hükmü başkası verir,
hükme katlanmak düşer bahtı karalara.
Oysa Asi coşkulu akar.
Amik ovası yanınca Asi ile susuzluğunu giderir. Amanoslar
yükseklerden bakar ve her bir şeyi görür. Ne bahtlar karadır nede kaderdir yaşanan.
Amanos, sessizce yüreğinden akıp giden Asi'ye
fısıldar bu gerçeği. Dağ rüzğarları direnince
değişecek bahtımız diye eser. Rüzgarın dilinden
anlamak herkese özgü değildir. Direnişin savaşmak olduğunu bilenler anlar rüzgarın dilinden. Dağların şarkısıdır rüzgar.
Ovalara yayılır. Asi bu türküyü alıp götürür ve yayar Amik ovasına. Amik bereketledir
ama berektini eller alır. Oysa bizimdir bu topraklar,
yüzlerce yıldır yaşanmış bir tarih vardır. Efsane olup dilden dile anlatılır.
Efsanelerde kalmaz gerçek bugüne gelir.
Asi'ler durmaz çünkü...
Akar gelir bugüne...
Akar gider yarınlara...
Gülnaz
da durmaz artık. Akar gider Sivas taraflarına. Abisi Sivas'ta çalışmaktadır,
onun yanına gider. Ayrılmaların hep hüzünlü bir tarafı vardır derler. Doğrudur.
Heleki yoldaşlardan ayrı kalmanın hüznü bir başkadır.
Gözleri dolar Gülnaz'ın "Sivas'a gideceğim"
derken.
- Orada da mücadele
içinde olacağım. Merak etmeyin.
Ailesi Gülnaz'ın mücadele etmesini bir türlü kabullenmez ve
Sivas'a gelip onu geri getirir. Ama öyle kolay olmaz bu. Babası otogarda döve döve geri getirir Gülnaz'ı. Artık
o eve kapatılmıştır. Ama yüreğine savaş düşmüştür bir kez. Durmaz, engeller
durduramaz onu. "Geri döneceğim" der yoldaşlarına.
Antakya'ya geri
döndüğünde eskiden tanıdığı bir kısım insanın mücadeleyi bıaktığını
öğrenir. Kızar Gülnaz. Mücadele onurdur oysa. İnsan
olmanın en zorunlu gereğidir. Baskıları, zulmü, esareti, yoksullğu
ve bunların kaynağını görüp, bilipte mücadele
etmemeyi kabul etmez asla. Neden mücadele edilmesi gerektiğini kendisinden yola
çıkarak anlatır:
"... Ben başta insan
olduğum, gerçekleri gördüğüm için, herşeye gözlerimi
kapamak ve susmaktan nefret ettiğim için ve insanları sevdiğim, ezilmenin ve yoksullğun ne demek olduğunu bildiğim için bunlara karşı
susmanın yanlış olduğunu bildiğim için güzel bir dünya için bu işi seçtim..."
"... Bu gerçekleri bilipte susmak, savaşmamak vatanımaza
ve halkımıza karşı görevlerimizi yerine getirmemektir. Vatana ve halka ihanet
etmek demektir. O halde savaşmalıyız..."
Gülnaz'ın
sözleri bu kadar yalındır. Gerçekleri bilipte
savaşmamanın ne olduğunu anlatır Gülnaz. Sözlerini
kendi yaşamıyla doğrular.
Antakya'da kaldığı bu
dönem, coşkusundan bir şey yitirmemiştir. Artık gerilla olmaktan söz eder Gülnaz. Neden gerilla olmak gerektiğini anlatır
yoldaşlarına. Bunu anlatırken Dalal Magrabi'den de sözeder.
"O kim?" diye
sorulduğunda başlatır anlatmaya.
- Arap'ların ilk kadın
şehitlerinden. 1948'te
savaşta kadınlar sadece altın bileziklerini satıp eşlerine ve kardeşlerine
silah almışlar. Ama daha sonra bakmışlar ki bu yeterli değil. Daha önce
takılarını çıkarıp sattıkları bilekleri artık silahta kavrar olmuş. Dalal Magrabi'de kısa yaşamı
içinde gerici geleneklere rağmen bir kadının da en az erkekler kadar iyi
savaşacağını kendi yaşamıyla göstermiş. Dalal, bir
kadının özgürlük ve kurtuluş uğruna şehit olabileceğini herkese kanıtlamış. Biz
de silah kuşanıp savaşabiliriz. Biz de gerilla olabiliriz. Ben gerilla
olacağım...
Samimidir Gülnaz ve kararlı. İlle de ille gerilla olacağım der ve
başka bir şey demez. Daha bir çoşkuludur artık. Gerillanın
çoşkusudur bu. Günü gelince ayrılır baba evinden.
Sivas çağırır Gülnaz'ı. Gülnaz,
şahanların çağrısına kaçarak cevap verir. Artık
Sivas'ın yoksul emekçilerinin oturduğu Ali Baba mahallesindedir. Oradaki devrimci
çalışmanın bir sıra neferedir. Görür ki yoksulluk hep aynı. Görür ki dayatılan hep
aynı kader. Antakya'da zulmedenler, Sivas'tada
zulmetmekte. Amik ovasını soyanlar, Sivas halkının da soyuyor. Her yerde
halkalara aynı kaderi dayatıyorlar.
Sivas...
Pir
Sultan'ca kavgaların memleketi. Şahanların
yurdu. Sivas bağrına basar Gülnaz'ı. Sivas gelin alır
bu Arap kızını. Yabancılık çekmez bu diyarlarda Gülnaz.
Kürt, Türk, Alevi, Sünni... Karışmıştır Sivas'ta. Halkları daha iyi tanır burada.
Tanıdıkça "Düşmanımız ortak, kavgamız ortak, zaferimiz ortak"
sözlerini daha iyi anlar. Söz verdiği gibi mücadele içinde olur oradada. Bu gerçekleri görüpte mücadele
etmemenin ihanet olduğunu bilerek daha sıkı sarılır kavgasına.
Ali Baba mahallesinin
yoksul halkı Gülnaz'ı kısa sürede tanır ve sever. Gülnaz, birlikte olduğu yoldaşlarıyla devrimci çalışmalırını sürdürür. Sivas katliamının yaşandığı
günlerde, halkın tepkilerini örgütleyenlerden biridir artık. Halkı faşistlerden
hesap sormaya çağırır, gösteriler örgütler. Durmadan oradan oraday
koşturur. Faşistlerin halkı sindirmesini izin vermeden sürekli, gece gündüz
demeden çalışır.
Sivas şahanlarından
da haberlidir Gülnaz. Onları görmek için can atar.
Fırsat yaratmaya çalışır. Günün biride görürde...
Gerillaların sık sık uğradığı bir köylünün evine gider. Köylü yoksuldur.
Evde bir kaç domates, bir kaç salatalık anca vardır. Gerillalar gelirler. Kendi
getirdikleriyle birlikte köylünün bir iki tane domatesinide
eşitçe böler orada olan herkese dağıtırlar. Gülnaz, gerilaların bu tavrından etkilenir. Günlerce aç bir şekilde
yürüp, onca yorgunluğa rağmen birkaç parça bir şeyi
eşitçe paylayıp doyabilmek etkiler Gülnaz'ı.
Artık gün sayar gerillaya
çıkmak için. Günü geldiğinde de Gülnaz artık
gerilladır. Kara gözlü, şen kahkahalı Arap kızı, Sivas dağlarının şahanıdır artık. Ne güzel yakışır kleş
Gülnaz'a. Gülnaz kleş'e, kleş Gülnaz'a
yakışır. Sivas dağları daha bir şenlenir kara gözlü Arap kızının kleş sesleriyle.
Gerçeğin savaşçısıdır
artık Gülnaz. Hakikat bacılar gibi. Bilipte susmamış, gerçeği haykırmıştır. Sesini kleş sesleriyle güçlendirmiş, ovalara, yaylalara kurtuluşun
sesini taşımıştır.
Zorludur Sivas dağları.
Öyle herkese gecit vermez bu dağlar. Onlarca kilo yük
taşımak, aç kalmak, yorulmak, uykusuz kalmak sıradandır bu dağlarda. Soğuk adamın
iliklerine işler. Günlerce uykusuz yürüyüşlerin sonunda yine günlerce uykusuz
yürüyüşler vardır. Bir salatalık, bir domatesle on kişi doyarmı...
Gerillanın kitabında "doyar" yazılıdır.
Kuaförde çalışırken gelip
giden saçını yaptıran, ayaklarına baktıran kadınlar gelir Gülnaz'ın
aklına. Kadın narindir derler. Düzen kadınıdır o. Kadın güçsüz derler.
Burjuvazinin süs bebekleridir güçsüz olan.
Kurtuluşu için dağlara
çıkan kadın gerilladır artık. Gerilla ise ne güçsüz nede narindir. Gülnaz'ın kahkahaları eksik olmaz yine. Günlerce yürüyüp
tam dinlenecekken yine günlerce yürümenin zorluğuna neşe katar o. Artık Sivas
dağlarında esen rüzgarların türküsünde Gülnaz'ın kahkahaları da vardır.
Öyle fütursuz savaşır Gülnaz. Yeri gelince bayrağı kendisinden sonra gelenlere
devrederek, Sivas dağlarında Osman Sönmez, Murat Kaymak ve Nihat Şahin yoldaşlarıyla
birlikte 15 Temmuz 1994'te ölümsüzleşir.
Türküsü söylenir şimdi Gülnaz'ın. Amik ovasına yayılır. Asi alıp götürür türküyü,
susuzlara dağıtır. Amanoslar, Sivası
kıskanır. Kıskanır da Gülnaz'ları çağırır. Şimdi Arap
halkının asi kızı, Arap halkının yüreklerinde, dağlara olan sevdalarında
yaşıyor.
"Hınne
Ma Matu Ysişun"
*
* Onlar ölmedi yaşıyor.
Kardeşinden Gülnaz'a Mektup...
Can yoldaş,
Ne zaman seni anlatmaya
çalışsam hep zorluk çektim. Fedakarlığını, cesaretini,
hele yoldaşlarına olan bağlılığını anlatmak çok zor. Bu zorluk içinde şimdi ne
diyeceğimi de bilemiyorum. Seni tüm sıcaklığın, tüm coşkunla, bizlere olan
sevgin ve hasretinle yaşıyor bağrıma basıyorum her zaman. Önceleri insanlara;
her yaştan, her kesimden insanlara olan sevginin derinliğini hissedemiyor,
mücadeleden uzak yaşantımızda doğal olarak anlattıklarına bir anlam
veremiyordum. Ağız dolusu kahkahalar atarken heyecanlı coşkunu sevincinin
sürekliliğini insanları kucaklarken anladık. Kavgayla tanışmadan önce, senin
özünü tanıyıp anlamada hep eksik kaldık.
Özellikle mücadeleden
önceki yaşantıda nasıl bir ortamda büyüdüğüne değinmeden sendeki devrimci özü
anlamak güç olur diye düşünüyorum. Dayaksız, horlanıp baskı görmediğin gün
yoktu. Yaşamının en belirgin yanıydı dayaklar. Ezilip horlanmalar, öyle bir
boyuttaydı ki, konuştuğun zaman bile aşağılanırdı da. Çalışman, unutulacak gibi
değil... Evet ailenin sana dayattığı hep zor işlerdi.
Sen sırf onlar yorulmasın diye şikayet etmeden
çalışırdın. İlginç ve güzel olan bir şey vardı ki; o da bunca baskıya, her
boyutta aşağılanmaya rağmen nefretin olduğu bir aile çevre ortamında yine sıcaklığın,
içtenliğin ve yaşama olan sevginle gülebilmendi. Öyle ki neşene ve coşkuna dahi
tahammül edilmiyor, gülüşlerin ayıplanıyordu. Diğer insanlardan, bizlerden her
davranışında sahip olduğun özelliklerinle farkını koruyordun. Hele yaptığın her
işin zevkini yaşayarak hazzını duyarak yapman bizim ilgi odağımız, örnek
alacağımız bir yan olmuştu.
Beni en çok etkileyen,
belleğimde derin iz bırakan yanın başarılması zor işlerde herkesten önce atılır
"Ben yapabilirim", "Ne olursa olsun başaracağım" deyişindi.
Bu öyle sıradan bir söyleyiş tarzı değildi. Senin mücadele yaşamında önceki
süreçlerde, yaşadığın tüm o baskı ve ezilmişliğin sonucundaki başkaldırı bir
isyanın yansımasıydı. Kararlılığın öyle bir kararlılık ve azimdi ki, doğru
dürüst ilkokulu dahi bitirmeden yarım kalem öğreniminle tek başına da olsa
inadına okumanı geliştirip, yazı yazmayı söküp dışarıdan ortaokulu bitirip
liseye devam edişini; seni küçümseyen, bayan olduğun için, 'boşuna okuyorsun,
beceriksizsin' diyen herkesin şaşırmasını sağladın. Azmin, yaşama gönülden
bağlılığın, her konuda kendini geliştirme isteğin, doğrusu bizleri de şaşırtacak
ölçüdeydi. İstedikten sonra sıfırdan başlayıp başarılamayacak bir şeyin
olmadığını her zaman gösterdin bize. İşte bu ve daha sayamadığım nice güzel
temiz özelliklerinle, bu değerlere sahipken tanıştın mücadeleyle.
Kim durdurabilirdi ki
artık seni! Engeller mi?... Aile ortamı, çevre baskısı
üzerine takılıp kalmadın, "her şey yapmaya hazırım" dedin harekete.
İlk olarak Sabo ve Eda'nın yarattıkları direnişin destanını okuyarak halkımızın
kurtuluşu için şehit düşen savaşçıların olduğunu gördün. Bunca haksızlığın
yaşandığı sömürü düzeninde devrimci hareketin mücadele verdiğini o zaman
öğrenmiş ve müthiş derecede etkilenerek katılmıştın mücadele saflarına. Öğrenip
kendini geliştirdikçe doğruları, ülke gerçekliğini gördükçe, mücadeleyle neden
daha erken tanışmadığına hayıflanırdın çoğu kez.
Kısa sürede kendini
geliştirdin. Eksik ve zaaflarına o derece tahammülsüzdün kü,
kendi kendine kızarak "bir daha olmayacak" derdin. Bunu demen senin
için yeterdi. Olmayacak dediğin zaafını bir daha görmedik. Bir defasında bize mücadele
anlatılırken; hareketin kırda şehirde mücadele verdiğini, gerillanın olduğunu
ve onların da savaştığına değinmişti bir arkadaş. Ama özellikle kırdaki
mücadelenin, yaşamın güzelliğini, zorluklarıyla birlikte anlatırken o kadar
coşkulanmış, kır sevdasını öyle içinde hissetmişti ki... Benimle yarışırcasına
bahse girerek "gör, senden önce gideceğim kıra" demişti. Evet, öyle
de oldu. Bir an bile durmak istemiyordun. Artık aile evinden her gün her an
sabırsızlığın artıyor, yerinde duramıyordun. Tek düşündüğün ateş hattında
savaşmaktı. Mücadeleyi tanıdıkça düşmana olan öfkenin alevlendiğini, savaşma
hasretiyle dolup taşan coşkunla "söz veriyorum şehitlerimize gerillaya
harekete layık olacağım, onların yüzünü kara çıkarmayacağım" demiştin.
Bunları söylerken onurlu bir yaşamın, namuslu bir yaşamın başlangıcındaydın
henüz.
Gerillaya katılırken, Sıvas Dağlarına çıkmadan önce bir süre kent merkezinde
kalmıştın. Ailemiz seninle kendileri arasında bir uzaklığın, bir iletişim
eksikliğinin olduğunu hissetmişti. Gelmeni istedikleri zaman gelmemek için bin
bir türlü bahane ileri sürmüştün. Biliyordun ki, memlekete gelmeneski
yaşamına dönmekten pek farklı olmayacaktı. Tüm enerini mücadeleye
kullanamayacaktın. Yine eskiden olduğu gibi hamal gibi çalıştırılacak, yine tarla
işlerini yüklenecek, kısaca başını işlerden kaldıramayacaktın. Babam seni
getirmek için Sıvas'a gittiğinde, her zamanki gibi
otogarda dayakla, bütün insanların gözleri önünde seni korkutmaya çalıştı. Sen
ise bir şekilde babamın elinden sıyrılıp hırsla kaçmıştın oradan. Ailemiz
mücadelemizi desteklemiyordu. Bu yüzdende seni mücadeleye çeken o yüce duygunun,
devrimci ailemize olan sarsılmaz bağları güçlendiren şeylerin ne olduğunu hiç
anlayamamışlardı. Her şeye rağmen senin ailene olan sevgin hiç azalmamıştı.
Babamın onca baskılarına rağmen ona Sıvas'tan
hediyeler getirir, aileni sevindirmek, üzüntülerini gidermek için bir yol
bulurdun. Sahip olduğun güzel niteliklerinle seni tanıyan tüm insanların bilinçlerinde
derin izler bıraktın. Ve güç aldık senden. Cesaret, kararlılık, inatçılık,
bağlılık olgularının derinliğini devrimci ailemize yakışır tarzda her şeyden
üstün tuttun. Bunu gerillaya giderken de, gerilla yaşamında da kanıtladın.
Bir yarıştı aramızdaki,
sevda karışımında gerilla olma özlemi. Sözünde durdun. Benden önce yetiştin
menzile yine, en hızlılarımızdandın. Sen aramızda coşkunun en güzelini her
davranışına yansıttın. Yüzündeki eksilmeyen gülüşünle sana hep güç veren, en
güzelini en iyisini yakalama çabandı. Seni dimdik ayakta tutan şey buydu.
Hastalıklarda bir anne
sıcaklığıyla bize bakar ilgilenir, iyileşene kadar gözünü ayırmazdın bizden.
Hep başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak için yanıp tutuşurdun. Nefesinin son
anında bile yoldaşlarına, hareketine, halkına duyduğun sevgiyi soluduğuna
şüphem yok yoldaşım.
Ağız dolusu kahkahaların
yankılanıyor şimdi Sıvas Dağları'nda Kömür gözlerin
çocukların güzelliğinde, çocuklara olan sevginde yaşıyor şimdi. Onlara her
zaman ki gibi aldığın hediyeleri verebilmenin hasreti var yüreğimde. İnsanları
mutlu edebilmenin coşkusunu yaşıyorsun şimdi. İşte bu güzelliklerle, kendin
için kaygı duymadığın, bencilliğin kırıntısını dahi yaşamadığın mücadele
yaşamında severek ve ağız dolusu gülerek katıldığın şehitler kervanına...
Söz verdiğin gibi
"Onurla, gururla, şerefle dalgalandırdın devrim bayrağımızı" teslim
alıyoruz senden...
Ve söz verdiğin gibi
"ilk ben gideceğim" deyişindeki sadeliğini, cesaretini, bağlılığını
devralıyoruz şimdi...
Sıvas
Dağlarına gelin olmuş
Arap halkının asi kızı
kavamızda
yaşayacaksın
Dağlar umudun adı
Silahın yeni ellerde
Türkün yeni dillerde
İnancın yoldaş yüreklerde
(Temmuz 1994)
Temmuz 1995
***
Gülnaz'ı bir yoldaşı
anlatıyor:
Gülnaz kısa boylu, kıvırcık
saçlı, oldukça sevecen yüzlü olan, gözlerinin içi gülen bir yoldaştı. Onu hatırladığımda
kararlılığı ve öğrenmedeki sabır ve coşkusu geliyor aklıma. Sivas'ta abisinin
yanında kalıyordu. Onlara yük olmamak için bir kuaförün yanında çalışıyordu.
Sivas'a geldiğinde okurumuzdu, hareketimizi tam olarak tanımıyordu. İlkokul
mezunu olduğundan teorik konuları kavramakta zorlanıyordu. Defalarca okuması,
özet çıkarması gerekse bile şaşırtıcı bir sabır ve istekle yapıyordu. Söyleneni
hemen yapardı, öğrenmek için sürekli sorular sorardı. Anlattırmadığı şey
kalmıyordu.
Gözaltıyla ilgili konuştuğumuz sırada şöyle dedi:
"bak yoldaş ben söz veriyorum ne olursa olsun sonuna kadar direneceğim."
Böyle bir şey beklemiyordum ondan. Yüz ifadesinde en ufak bir tereddüt bile
yoktu. Ailesine çok bağlıydı ama bu bir gerekçe olmuyordu onun için. Sürekli
Hatay'daki kardeşlerini nasıl geliştireceğini düşünüp mektup yazarken ne yazacağını
sorardı. Çevresindekiler içinde böyleydi. Her zaman yeni bir ilişki yaratmak için
uğraşır, yardım toplardı. Gerekçe üretenlere çok kızardı. İlk eyleme katılımı
şehitlerimizden Murat Gül'ün katledildiği günün hemen sonrasındaydı. Yazılama
yapacağımız yeri söyleyip, önce yazı yazacağımız yeri gezmesini sonra sprey
boya almasını söylemiştim. Kırmızı sprey alacaktı. Parasını ben bulurum dedi.
Akşam spreyi kontrol ettiğimizde saç spreyi olduğunu gördüm. "çok pahalıydı”
dedi. Yanlış spreyi aldığını söylediğimde çok üzüldü, kendini suçlamaya
başladı. "Bana iyice anlatmalıydın, ben kolay anlamam zaten, demek
çıkamayacağız" diye iyice hayıflanmaya başlamıştı. "Bununla da
olabilir, sabah deneriz, o kadar moralini bozmana gerek yok" diye onu
teselli etmeye çalışarak güçbelâ ikna edebilmiştim. Sabaha kadar da heyecan ve coşkusundan
uyumadı. Sabah eylem yerine gidip yazıyı yazdı ama imzayı atmaya yetmedi boya.
Yazı çok kötü oluyordu. Eve geri döndük. Gülnaz çok
üzülmüştü. Öyle bir sahiplenişi bütün duygularıyla, olayları sadelikle yaşayışı
vardı.
Disiplinliydi. Randevularına hep zamanında gelirdi
Arap kızı. Bir dakika geciksem hemen eleştiriyordu. Sorunlarını paylaşır ve hep
açık davranırdı. Yaşantısını, arkadaşlıklarını, kardeşlerini, yengesiyle olan
sorunlarını yani her şeyini açardı. Daha sık görüşmek isterdi. 2 Temmuz
katliamında arkadaşların yasaklamalarına rağmen evde durmayıp insanları
yürüyüşe katmak için uğraşmıştı. ... Ve sonunda çok özlediği gerillaya
katılmıştı.
Ama onda yoldaşlık ilişkilerinin en güzelini herkes
görebilirdi. Devrim mücadelesinde uzun söze gerek olmadığını yaşamıyla gösterdi
bizlere.
***
İleri Dergisi'nden Gülnaz'a
ve Arap Şehitlerine
YOLUNUZDAYIZ...
Üç savaşçı... Biri Toroslar'dan;
Dadaloğlu'nun soyundan. Türkmenlerin, Avşarlar'ın
öfkesini, kinini, sevdasını kuşanıp çıkmıştı dağlara.
Biri Dersim'li; Seyit
Rıza'nın soyundan. Kürt halkının binlerce yıllık acısını, hüznünü, isyanını,
hıncını kuşanıp çıkmıştı dağlara.
Diğeri ise Amanoslar'dan;
Arap halkının, ezilmişliğini, yok sayılmasına, dillerinin, kültürlerinin inkar edilmesine yeter artık deyip, gönlünü dağlara,
gerillaya kaptırıp çıkmıştı dağlara.
Üç savaşçı... Biri Türk, biri
Kürt, biri Arap milliyetinden ve Alevi Sünnî inançlarından üç Halk Kurtuluş
Savaşçısı.
Tarık Koçoğlu, Mustafa
Sefer ve Gülnaz Sarıoğlu...
Farklı milliyet ve inançlardan olmalarına rağmen,
her üçünün de ortak özelliği devrime, sosyalizme, halklarımıza ve yoldaşlarına
olan sarsılmaz bir inançla bağlı olmalarıydı. Ve bu inançla silahlarının son
mermisine, kanlarının son damlasına kadar savaşarak şehit düştüler.
Tarık ve Mustafa 31 Temmuz'da Toros
dağlarında, Gülnaz ise 14 Temmuz'da Sivas dağlarında
üç yoldaşıyla birlikte kahramanca çatışarak şehit düştüler.
Üç savaşçı... Önderdiler, komutandılar,
savaşçıydılar. Tertemiz, duru yaşamlarıyla kendilerinden sonra gelecek olanlara
örnek oldular. Devrim yolumuzu aydınlatan birer meşale oldular. Onlar için
yaşamak kavga, kavga ise ölümü tereddütsüzce kucaklayabilecek bir cesarete,
inanca sahip olmak demekti. Ve öyle oldukları için hareketimizin içinde
bulunduğu zor koşullarda dahi yılgınlığa, tereddüte
düşmeden tüm zorlukları göğüslediler.
İşte, Tarık Koçoğlu
yoldaşımız bu zorlukları göğüsleyenlerden biriydi. Tarık darbe pisliği ortaya
çıktığında sorumluluğu altında bulunan Akdeniz Bölgesine bu pisliğin
bulaşmasını önleyen yöneticilerimizdendir. O ihanete rağmen bir taraftan milis
örgütlenmesini diğer taraftan da Toroslar'da gerilla birliğinin
oluşturulması için canla başla çalışmıştır.
O günleri bir yoldaşı şöyle anlatıyor; “Toroslar’da ilk gerilla çalışmasına başladığımızda Tarık
bir tane oradan bir tane buradan tek tek silah
bulmaya çalışıyordu. Bir gün Tarık şöyle dedi: 'bir yerde ilk çalışmaya başlayanlar
zorlukların en büyüğünü göğüslemek zorunda. Şimdi biz bu süreci yaşıyoruz. Ama bizden
sonra gelenler daha rahat edecekler' demişti”
Evet, Tarık'ın gerillanın oluşturulması için
harcadığı enerjiyi, zorluklar karşısındaki gücünü ve fedakarlığını
örnek almalıyız.
Yine illegal yaşamı sırasında şehit düşmeden beş
altı ay öncesi bir yoldaşıyla Tarık Osmaniye'nin sokaklarında dolaşırken bir
polis kendisini tanır. Ve arkalarından “Tarık” diye çağırır. Tarık ve yoldaşı
ara sokaklara doğru koşmaya başlarlar tam bu sırada işkenceci polis silahını
ateşler ve kurşun yağdırmaya başlar. Tarık'lar soğuk kanlı
ve ustalıkla ara sokaklara girerek polisi atlatırlar. Daha sonra Tarık üzerini
kontrol ettiğinde kurşunun ceketini delerek cebindeki telefon kartına takıldığını
görür. Ama o soğukkanlılığını koruyarak takibi atlatmayı başarır ve örgütsel
faaliyetlerine devam eder.
Bölgemizde onu tanıyan kime sorulsa, Tarık hakkında
en küçük bir olumsuzluğuna tanık olmadıklarına dürüst, mütevazi,
onurlu yaşamıyla herkesin saygı ve sevgisini kazanmış bir kişiliği olduğunu
anlatacaktır. Kısacası o kendini devrime ve halkına adamış onurlu, namuslu bir
Halk Kurtuluş Savaşçısı, Torosların şahinidir.
Mustafa Sefer ise faşizmin mahkemelerinden, hakimin mesleğini sorması üzerine “tam teçhizatlı Devrimci
Sol Gerillasıyım” diyen Dersim'li yiğit bir savaşçıdır.
Gönlü hep Dersim dağlarında olmasına rağmen o tercihi hareketine bırakır. Ve
devrimci hareket kendisini Toroslara gönderdiğinde
tereddütsüz görev yerine koşar. Tarık yoldaşıyla birlikte Toros
ellerinde çatışarak şehit düşer.
Arap kızı Gülnaz'ı
tanıyanlar da O'nun ne kadar coşkulu, neşeli ve kararlı bir insan olduğunu
hayranlıkla anlatırlar. Gittiği bir ilişkisi Gülnaz
hakkında şöyle diyor; “Çok sık gelmezdi bize. O yüzden hep O'nun yolunu
gözlerdik. Geldiğinde ise evimizin içi şenlenirdi. Bize tam bildiklerini
anlatır, bizim devrimci olmamız için sürekli konuşur, bilmediklerimizi bize
öğretirdi.”
Evet, insanların şehitlerimiz hakkında anlattıkları
abartısız ve saf duygularla söylenmiş sözlerdir. Çünkü bu anlatımlar
şehitlerimizin doğal davranışları, yaşam biçimleridir. Onlardan öğrenmesini
bilmeliyiz. Ve bugün rahatlıkla YOLUNUZDAYIZ yoldaşlar diyebilmeliyiz.
(Bu yazı İLERİ dergisinden alınmıştır)