Güler
ZERE’yi Yoldaşları Anlatıyor:
Haydar Zere kızı Güler
Zere’yi anlatıyor...
“ ‘Bu halk bizi seviyor’ diyordu. Bunu
cenazesinde gördüm...”
Güler bizi hiç üzmedi. Küçüklüğünde de, gençliğinde
de böyleydi. Kızımın ölmesi elbette beni üzdü. Yaşamasını isterdim. Benim için
değerli bir insandı. Mücadelesine bağlı birisiydi. Biraz bir şeyler öğrendi
hemen mücadeleye katıldı.
Nazım Karaca, Mürsel
Göleli’den,
onların konuşmalarından etkilendi. Onunda içinde vardı. Hemen onlarla birlikte
gitti hiç tereddüt etmedi.
Hapishanedeyken ben ona, “sizi yakacaklar, yok edecekler gel dilekçe ver kurtul” dedim. Bana
kızdı. “Evinde otur gelme” dedi. Bu
lafı söylediğime pişman etti beni. “Ben
ne yaptıysam halkım için, vatanımı sevdiğim için yaptım”diyordu. “Pişman olacağım bir şey yapmadım bunu bilin.” diyordu
konuşmalarında...
Cenazesi çok kalabalıktı. Bu kadar çok insanın sahip
çıkmasını beklemiyordum. Fevzi Çakmak’ta bu kadar insanın gelmesine şaşırdım.
Sahipsiz kalmadı. Bu da beni rahatlattı. Ona, “bu işler boş, halk sizi desteklemiyor” dediğim de, “halk korkutulmuş, sindirilmiş, yoksa halk
bizi destekliyor. Bu halk bizi seviyor.” diyordu.
Bunu cenazesinde gördüm. Fevzi Çakmak halkının
sahiplenmesine sevindim. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar vardı cenazede...
Şu anda hasta
tutsakların ailelerini çok iyi anlıyorum. Onların ne yaşadıklarını biliyorum.
Ben yaşadım, onların ruh halini anlıyorum. Hasta tutsaklar için, birlik
olunursa, sol bir araya gelirse onlarda özgürlüğüne kavuşacaktır.
(Bu yazı, Bağımsızlık
Demokrasi Sosyalizm İçin
Yürüyüş
Dergisinin 13 Haziran 2010 tarihli 220. Sayısında yayınlanmıştır)
***
Bir Yoldaşından Güler’e:
O gün binlerce Güler, binlerce Haydardık!..
Sevgili
Güler,
Devrimcileri tanıdığın, mücadeleye ilk adım attığın
ve çok sevdiğin Fevzi Çakmak mahallesindeki evinize cenazen geldiğinde, tam 18 yıl sonra eve kızıl bayraklarla
dönüyordun.
Görenler, “Elazığ
böyle bir cenaze görmedi” dediler Güler. Önde cephe bayrağımız ve kızılbayraklarımızla
döndün. Gençler, yaşlılar, yoldaşların, halk seninle birlikteydi.
Anlamlı olan birşey daha vardı. Silah arkadaşlarının, senden önce “o güzel atlara binip...”gidenlerin
aileleri, şehit ailelerimiz seni yanlız bırakmadılar.
Ferideler,
Gülserenler, Hüsniyeler, Haydarlar seninle birlikte
yürüyordu, Fevzi Çakmak mahallesinde...
Cenazeni taşıyan kadınlarla gençliğinin ilk
yıllarını geçirdiğin yoksul ama onurlu Fevzi Çakmak mahallesinin sokaklarını
seninle tekrar dolaştık Güler.
Fevzi Çakmak mahallesi için
çok kan döktük. Her köşe başında Haydar Başbağ’ın, Nurettin Güler’in,
Zeki Öztürk’ün
emeği vardır.
12 Eylül öncesi Elazığ
Dev-Genç buradaydı. Abartısız, yoksul halkın uğramadan geçmediği bir yerdi
derneğimiz.
Fevzi Çakmak’a yönelik polis saldırılarına karşı,
Devrimci Sol’cuların onlarca çatışması vardır bu mahallede... Ve halk bunu
bilir. Hemen bütün çatışmalar halkın gözünün önünde olmuştur. Panzerlerin
durdurulduğuna tanık olmuştur Fevzi Çakmak mahallesi
halkı.
Şimdi seninle yürüdüğümüz “kanal boyu” o yıllarda
Devrimci Sol’cuların bu çatışmalarda doğal siperleriydi. Çoğu zaman boş,suyu olmayan uzun kanal, o yıllarda böyle bir işe yarıyordu
işte!
Yıllar önce oturduğunuz hemen sokağın başında ki, 2
katlı evinizin önünden geçerken senin devrimcilerle ilk tanışmanı, mücadeleye
ilk başladığın dönemi hatırladım. Herşey gözümün
önünde sevgili Güler!
Devrimci mücadeleye dair sorduğun soruları, okuduğun
kitapları... Ve elbette coşkunu bugünkü gibi hatırlıyorum.
Sessiz, sakin ve biraz da utangaçtın. Bu belki
devrimcilere olan saygın ve onlara olan sevginin sonucuydu.
Hep öyle olmaz mı zaten?..Devrimciliğe
başlarken, sormaya,okumaya, anlamaya çalışırız. Yeni bir yaşama başlangıç
yapmışızdır, yenibir dünya vardır önümüzde.
Devrimcileri tanıyordunuz. Fevzi Çakmak
mahallesi, Haydar Başbağ’ı, Nurettin Güler’i,
Mazlum Güder’i, Zeki Öztürk’ü
unutmadı hiçbir zaman. O yanıyla Fevzi Çakmak mahallesinde oturmak bir
şanstı belki... Ama seni devrimcilere bağlayan bir başka şey daha vardı.
Elazığ’da çok sevilen, halkın kendi oğlu gibi
gördüğü Haydar Başbağ
ile akrabalığınız vardı. Haydar’a ayrı bir sevginiz, bağlılığınız vardı.
Diyebilirim ki, Haydar hep seninle birlikte oldu.
Haydar Başbağ’ın mahallenizde her evin
kapısını çaldığı yıllarda sen ilkokula daha yeni başlamıştın Güler.
O yılları ilkokul sıralarında yaşadın belki ama ne mutlu ki sana yıllar sonra onun
yolundan yürüdün. Onunla aynı düşünceleri paylaştın.
Elbette şu çok daha çarpıcıdır; Haydar’ın şehitliği
sonrası onun adını alanlar oldu. Ve o Haydar’lar, senin cenazende, tabutunu
taşıdılar. Seninle yürüdüler.
Tarihi direnenler biraz da böyle yazıyor işte. Senin
cenazende o nedenle binlerce Haydar vardı. Ve mücadelenin bir bayrak yarışı
olduğunu senin cenazende gördük Güler... Haydar’dan
sonra sen bayrağı taşıdın. Şimdi yine Haydarlar taşıyacak o bayrağı.
Mahallede kızılbayraklarımız,
sloganlarımız ile yürümeye devam ediyoruz. Sen önde yürüyorsun.
Devrimcilere olan sevgini, sahiplenmeni hiç
unutmadım Güler. Bir operesyon nedeniyle dışarda kalmıştık. O gece ya dışarda
kalacak ya da hiç hesapta olmayan bir gece vakti kapını çalacaktık.
Kapını çaldık gecenin o saatinde. Gülen yüzünle
karşılamış ama bir olağanüstülük olduğunu da bizim halimizden anlamıştın. Herzaman ki gibi konukseverliğini göstermiş, çırpınmıştın.
Sonra herhangi bir durumda bize evden nasıl
çıkacağımızı, kullanacağımız bir arka çıkışı göstermiştin. Gecenin ilerleyen
saatlerinde biz tedbir olsun diye uyumamıştık.
Sabah olduğunda anladık ki, gece boyunca yolu gören
odanda sabaha kadar nöbet tutup yolu gözlemişsin.Tüm
kaygın bize dairdi Güler!
Kapını her çaldığımızda hep gülen yüzünü ve bir de
bizi “beklediğini” anlardık Güler. Devrimci olmakla kabuğunu kırmaya
başlamıştın. Zira düzenin sana biçtiği klasik, içinde ev kadınlığı olacak bir
yaşamdı. İşte onu kabul etmedin!...
O yılların hep devrimcilerle birlikte geçti zaten.
Daha dağa çıkmadan, Mürsel
Göleli’yi, Nazım Karaca’yı, Gülseren Beyaz’ı, Yalçın
Çakmak’ı tanıdın...
Dağlara sevdan tam da bu yıllarda başladı. Sonra
umudu büyütmek için silah kuşandın.
18 yıl sonra seninle tekrar Fevzi Çakmak’ta
karşılaştık Güler. Başın dik, onurunu çiğnetmeden
geldin.
Evine, Gülmez’e hoşgeldin Güler!...
(Bu yazı, Bağımsızlık Demokrasi Sosyalizm İçin Yürüyüş Dergisinin 30 Mayıs 2010 tarihli 218.
Sayısında yayınlanmıştır)
***
Refakatçisi anlatıyor:
«'Tabiki çok iyiyim sizlerin yanındayım' diyerek ellerimi
sıkmıştı»
Güler ZERE Küçükarmutlu’ya geldikten sonra refaketçisi
olan ve şehit düşünceye kadar yanında olan Sibel KIRLANGIÇ Anlatıyor...
Odasına girdiğimde insanlar vardı yanında. Çok
mutluydu, çevresine gülücükler atıyor, el sallıyor, teşekkür ediyordu herkese.
Gidip kendimi tanıttıp elini tuttuğumda, onu iyi
gördüğümü söylediğimde; ellerimi avuçlarının içine alarak "tabiki çok iyiyim sizlerin yanındayım” diyerek ellerimi
sıkmıştı. Suratından gülücükleri eksik olmuyordu.
6 aylık sürecimiz böyle başladı.
Hastanede kaldığımız süre içerisinde sorular
soruyordu gelen gidenlerle ilgili. İnsanlar gelip gittikçe çok mutlu oluyordu,
gelen giden insanların eksik olmasını istemiyordu. Sağlık koşullarından kaynaklı
insanları içeri almadığımızda çok üzülüyor, gelenlere yatağından kalkarak el
sallıyor; onlara sarılmak ellerini tutmak istediğini ama koşullarının el
vermediğini söylüyordu. Geceleri geç saatlere kadar uyumuyordu; "gelen insanlar olur” diyordu.
Gün içerisinde ziyaretçiler çok sık geliyordu. Bir
gün arka arkaya ziyaretçiler gelmişti kapıdan gören çıkıyordu. O yoğunluğa
kendini o kadar kaptırmıştıki ziyaretçilerin bittiğini
farketmeyip "Ben
yorulmadım gerisi de gelebilir” dediğinde, "Bitti abla ziyaretçi” dediğimde çok üzülmüştü. Sonra
hastanedeki hemşireler, öğrenciler okul ve iş saatleri içerisinde gelip kendiledini tanıtıp bizde sizin eylemlerinize katıldık diye
anlatıyorlardı Grup Yorum ve diğer sanatçıların geleceğini öğrendinde
çok sevinmişti.
Gün içerisinde hastahane
koridorunda yürüyorduk, "arkadaşlarımın,
yoldaşlarımın yanındayım, çok mutluyum” diye anlatıyordu. Sabahları erken
kalkıyorduk, Güler ablanın hastanede kaldığı süreçte hastanede doktorların iş bırakma
eylemleri bizim orda olduğumuz sürece denk gelmişti. İlk eylemi olduğunu
söylediğimizde çok heycanlanmış bakma şansının olup olmadını sormuştu. Bizde eylemin başladığı saate pencereye
çıkartıp göstermiştik. Slogan alkış seslerinden çok etkilendiğini söylemişti .
...
Armutlu'ya girerken bir çok şehidimizin gözünün önüne geldiğini söylemişti.
Gittiğimiz evdekiler her şeyimizi hazırlamışlardı
öyle görünce çok mutlu olduğunu söyleyip ev sahiplerini görmek istemişti.
Eve çıktığımız dönem içerisinde deniz kenarına
gitmeye hazırlandığımızda ilk defa gideceğini söyleyip tutsaklarımız için
martılara bakacağını, denizi onlar için koklayacağını söylemişti. Deniz
kenarındayken martıları görmek istediğini söylüyordu
Martıları görünce çok sevinmişti. Güler ablayı öyle
görmek bizleri, beni çok mutlu ediyordu. Eve geldiğimizde çok yorulduğunu söyleyip
arkasından "Sizleri böyle görmek
benim yorgunluğumu alıyor” demişti.
...
Böylece Armutlu'
daki sürecimiz başlamış oldu.
Güler abla Eyüp
abinin evinde kalacağımızı ögrendiğinde
sevinmişti.
Armutlu’yu çok sevdiğini söylüyor
ve evde çok huzurlu olduğunu dile getiriyordu her fırsatta. Asıl olarak Armutlu
sürecinde Güler ablayla benim birbirimizi tanıma
fırsatımız oldu. Güler abla çok disiplinli bir insandı. Sabah erkenden
kalkardı.
İnsanlarla sohbet etmek istediğini söylerdi.
Gerillayı anlatmayı çok seviyordu.
Gün içinde evde beraber yürüyorduk, bu aralarda
gerillayı anlatıyor, "Herkese
anlatmak istiyorum” diyordu. Havalar güzel olduğunda dışarı çıkıyorduk.
Mahalleyi Fevzi Çakmak Mahallesi” ne benzetiyor; "oraları anımsatıyor” diyordu.
İnsanları kırmak istemiyor, sohbet etmek istiyordu.
Özellikle gençler gelince ‘ Ben çok yoruluyorum, çok soru soruyorlar, gerillayı çok merak
ediyorlar, onlara dayanamıyorum” diyordu. Bir yandan da "bilsin tarihimizi onların gerillayı böyle
sahiplenmesi sevmesi beni mutlu ediyor” diyordu.
"Gözlerimin
içine bakıyorlar bende çok anlatmak istiyorum” diyor ama ağzının çok ağrıdığını
söylüyordu.
Çocukları çok seviyor çocuklar gelince onlara bir
şeyler vermek istiyordu. Onlar için bir şeyler aldırıyor, onların yediğini
görünce çok hoşuna gittini söylüyordu.
Armutluya gittikten birkaç gün sonra Eyüp abinin kırk
yemeğine gittik. Yaşlısından çocuğuna kadar herkes gelmişti. "Çok sevindim insanları görünce” demişti.
Çocukları öpebildiği kadar öpmüş insanların ellerini tutmuştu. fiehit aileleri gelince çok seviniyor bir şeyler ikram etmek
onlara birşeyler vermek istiyordu.
Eyüp abinin ailesi yanına
geldiğinde çok sevinmişti. Onlara "Bende
sizinle cemevine geleceğim, bende orada olacağım”
dediğinde. Onlar kıyamayıp, "Gelme sen kal Eyüp” te
olsaydı senin gelmeni istemezdi” dediğinde, "Ben gelmek katılmak istiyorum”
demişti.
Güler abla 14 yıl tutsaklıktan sonra ilk defa
bayramı bizimle geçirdi.
İlk Gençlik gelmişti onlara "Size torpil
çikolata verelim, Sibel onlar Dev- Gençli onların ihtiyacı var diye de şöylemişti.
Bayram
akşamı da Hasta Tutsak Eylemine katılmıştık. Çok heyecanlanmıştı, sürekli saate
bakıp "Yaklaştı mı saat?" diyordu. "Ben bu eylemlerle özgürlüğüme
kavuştum, sağlığım el verirse her hafta katılırım” demişti konuştuğumuzda.
Taksim' e geldiğimizde insanlar farkedince
alkışlar ve slogonlar arka arkaya geldi. "Herkes
bir anda çevremize gelince bir anda şaşırdım ama çok mutlu oldum” diye
anlatıyordu. Kitlenin önüne geldiğimizde
Ferhat’la beraber yürümüşlerdi. Elini tutmuştu Ferhat’ın güldüğünü görünce
sevindiğini söylemişti. "Kitleye doğru çevirince insanların bakışlarını
gördüm. Beni nasıl aldıklarını gözlerindeki bakışlar belli ediyordu. Herkese o
an sarılmak istedim” diyerek, tek tek teşekür etmek istediğini anlatmıştı. Eve döndümüzde çok yorulmuştu ama "Çok mutluyum sizleri
çok seviyorum” demişti.
Bayramın ikinci günü Dayı’nın ve Eyüp abinin yanına Gazi’ye gittik. O anki duygularını
anlatamamıştı. Tahliye olduğu günden itibaren Dayı’nın yanına gitmek istiyordu.
Sonraki süreçlerde konuştuğumuzda “Dayı’nın
yanındayken bütün tutsak arkadaşlarım aklımdan geçti, Dayı’nın şehitliği yaşamı
aklımdan geçti ve daha bir güçlendim” demişti. Gazi’den ayrıldımızda
dayısının evine gittik bayramın kalan günlerini orada geçirdik. Ailesiyle
beraber olduğu için mutlu olmuştu.
Yeğenleri her sabah gelip günaydın diyorlardı. Bu
onu çok mutlu ediyordu. Yeğenlerini çok seviyordu. Yeğenleri Güler ablaya “Bizde
senin gibi olacağız” diyorlardı. Güler ablanın zafer işareti yapması onları
etkilemişti, “Bak bizde senin gibi yapıyoruz” demişlerdi. Akşam haberlerde Fehriye Erdal’ı göstermiş onlar da koşarak gelip “Teyze oda
senin gibi yaptı. Oda mı senin gibi?” demişlerdi. Güler abla da gülerek evet
demişti ve çok mutlu olmuştu. Elazığ’dayken bunlar haber izlerken Fehriye Erdal çıkmış küçük yeğeni hemen televizyonun
karşısında zafer işareti yaparak annesini çağırıp “Anne oda mı teyzemin özgürlüğünü
istiyor?” demiş, kız yeğeni de “Teyzem
özgür sen anlamıyor musun? O başka bir şey için öyle yapıyor” demiş. Güler
ablaya anlatıklarında çok sevinmişti yeğenlerim
benden çok etkilendiler demişti.
***
Newroz' da Güler ablaya süpriz yapmak istemiştik ve yaptık da. Çok mutlu olmuştu
Akşam 20.30 da yapmıştık. O gün Güler
ablayı uyutmamak için elimden geleni yapmıştım. Kızıyordu, gün içinde “Niye
yavaşladın, sıkıldın mı?” diye söyleniyordu. Ben birşey
demedikçe yine kızıyordu. Akşam başlama saatine yakın ev hareketlenmişti ama
bir şey anlamamıştı. Evin önünde her şey hazırlanmıştı. Tam yatmaya
hazırlanırken slogan seslerini duydu çok heycanlandı.
“Bu ne?” diye sordu, “Hemen kaldır Sibel beni bakmak istiyorum” dedi. Kaldırdık
Güler ablanın cama çıkmasıyla ateşler yakıldı,
davul zurna çalmaya başladı. O da zafer işaretleriyle gelenleri selamladı. Üstünü giydirip dışarı çıkartım. Ağrılarının çok olduğu
dönemlerdi, kendini çok zorlayarak çıktık. Kısa bir konuşma yaptı herkesi çok
sevdiğini söyledi
Arkasından “Senin işlerini niye geciktirdiğimi
anladın mı abla dediğimde, elimi sıkıca tutarak “Sizleri çok seviyorum, herkese
çok teşekür ettiğimi söyle” dedi. Uzun bir süre
seyretti arkasından eve girdinde “Çok mutlu ettiniz beni” diyerek sevindiğini
söyledi. Dışarda kalan gruptan Cemo’yu
ve şu Dersim’in Dağları’nı söylenmesini istedi ve
söylendiğinde dinlenmek için yatağına yattı.
***
30 Mart’ta herkes gibi bizde bir şeyler yaptık. Evde
Güler abla da bizimle beraberdi. Küçük bir yazı yazdı verdi. Saygı duruşunda
bizimle beraberdi. Dayısının kızı şiir okudu çok mutlu olmuştu. Bu dönemlerde
durumu ağırlaşmıştı, konuşmakta zorluk çekiyordu ama böylesi özel günlerde
kendini zorluyor bizimle oluyordu.
Kızıldere'ye giden arkadaşlara
bağlanmıştık telefonla. Arkadaşlar “Güler Zere Onurumuzdur!” diye slogan
attıklarında çok mutlu olmuştu. “Kendimi Kızıldere'
de hissetim, beni çok mutlu ediyorsunuz” diyordu.
Durumunun
Ağırlaştığı dönemlerde sanatçılar ziyarete gelmişlerdi çok ağrısı olduğunu söylemişti.
Kendini zorlayarak kalkarak gelenlere “Hasta
tutsaklara ellerinizi uzatın benim gibi olmasınlar” demişti. Onlara “Kusura bakmayın sizlere daha çok şey
söylemek isterdim sağlığım elverdiğince anlatmaya çalıştım” diyerek
bitirmişti.
(Bu yazı, Bağımsızlık Demokrasi Sosyalizm İçin Yürüyüş Dergisinin 23 Mayıs 2010 tarihli 217.
Sayısında yayınlanmıştır)
***
Süreyya Karacabey (Ankara
Üniversitesi Öğretim Görevlisi)...
GÜLER ZERE ve Tüm Haksızlığa Uğramış Olanlar
İçin
Onunla benim aramda ne vardı, bilmiyorum? Ben
güvenli bir hayat sürerken, o hayatını adadığı bir dava yüzünden hapse
düşmüştü, hayatını bir davaya adayanlara, aynı düşüncede olmasam da hep saygı
duydum, haklarında konuşurken dikkatli olmaya çalıştım çünkü bizim konuştuğumuz
yerden hep çok uzaktaydılar, kendini başkaları için feda etmenin gücüne sahiptiler,
kendinden vazgeçmenin gücüne. Yakıcı bir sınırda hayatlarını sınayanlar
karşısında ahkam kesemeyeceğimi bilecek kadar anlardım
onları, genç ömürlerini verdikleri şeye kimi zaman öfkelensem de onlara
öfkelenmek aklıma bile gelmezdi hiçbir zaman. Korkak bir ikiyüzlülükle bezenmiş
hayatların ortasından çıkıp, bizi utandırarak, canımızı yakarak, kolektif bir
iyi için savaşarak ve ölerek -ölerek yaşayanlara söz söylemenin en azından
güvenli bir hayatı her şeyin üzerine koyanların hiç hakkı olmadığını düşündüm.
Ölüm oruçları sonunda gerçekleştirilen «hayata
dönüş» operasyonları sonrasında,
onları ölü sevicilikle suçlayan Alatlı’yı bu yüzden
hiç bağışlamadım. Ölmenin dışında hiçbir yol bırakılmamış insanlara, sadece
bir örgütün piyonu olarak bakılmasında, korkunç bir aşmışlık ve değmezlik duygusu
dışında hiçbir şey görmedim. Kendi hayatında en ufak risk almamış olanların,
onlar hakkında konuşma hakkı olmadığını düşünüyorum. Bizim adımıza cesaret gösterenlerin,
kendilerini ateşe atanların karşısında utançla boğazımız düğümleneceği yerde,
serinkanlı bir biçimde “değmez” eleştirisi
yapılmasını aklın olmasa da vicdanın sustuğu yer olarak okuyorum. Buna karar
verecek olan biz değiliz, hiç risk almamış olanlar, şiddete doğrudan maruz
kalmayanlar, kalpsiz bir gerçekçiliğin ortasında yaşayıp hiç bilmedikleri hayatları
yargılayanlar, buna karar veremezler.
Güler Zere ile benim aramda ne
vardı bilmiyorum, onun ölümü karşısında sadece insanlığımdan utanıyorum.
Sanıyorum ki onu göre göre ölüme götüren koşulların
ben de bir parçasıyım, onu ve başka tutukluları ölüm halinde içeride tutan
düzene yeterince güçlü bir ses çıkarmadığım için, elimden bir şey gelmediğine
kendimi inandırdığım için, sadece ölümüne yandığım için.
Onunla benim aramda ne vardı bilmiyorum, otuz yedi
yaşındaydı, benden gençti ama kısa ömrünü benim gibi geçirmedi. İçerideydi,
hastaydı ve yaşamasına izin verilmedi. Onun hayatından korkanlar bizim
hayatımızdan korkmuyorlar, demek ki onun yaşaması bizimkinden daha önemliydi.
Gençken, daha gençken özgürlük duygusunu her şeyin
üstüne koyduğumu hatırlıyorum, şimdi öyle düşünmüyorum, adalet duygusunun olmadığı yerde özgürlüğün hiçbir anlamı olmadığını
biliyorum. Bu ülkede, hatta dünyada adalet duygumuz sürekli incitiliyor ve
bununla aldığımız nefes sürekli zehirli. İnsanları içeri attıkları
yetmiyor, en temel insani haklarına el koyuyorlar; aralıksız, aralıksız
öldürüyorlar ve insanlara, astıktan sonra bir de işkence eden ortaçağ papazlarına
benziyorlar.
Güler Zere’yi
astıktan sonra bir de işkenceyle ölümünü ikizlediler. Bunu nasıl sindireceğiz, kendimize
nasıl insan diyeceğiz, bilmiyorum. Onun sayesinde hasta tutuklulardan haberimiz
olmuştu, hapisanelerde süren zulümler bileşkesine bir
iki gazete bizi tanık etmişti. Ve biz hala bu bilgiyle yaşayabiliyoruz, hiçbir
şey yapmadan, sadece üzülerek, birkaç sözle duruma ortak olarak, vicdanımızı
susturarak.
Onunla benim aramda ne vardı, gerçekten bilmiyorum
ama tanık olduklarımız yüzümüze yapıştı diye aynadan korkuyorum. Biz rahat uykulara soyunurken üstelik bizim
adımıza acı çekenleri düşünüyorum ve bu kadar zulme susmanın zalimle işbirliği
olduğunu düşünüyorum. Her şeyi aştık, kendini feda etmeyi edebiyatın konusu
yaptık, kendini ateşe atanları siyaseten yargıladık ama ölen Güler Zere’ler,
biz değiliz. Onun yaşadıkları bizim sokaklarımızdan bile geçmiyor, oturduğumuz
kafelere uğramıyor onların hayatı, biz sadece
konuşuyoruz bize radikal başka hayatlar hakkında. Her şeyi aşmış, uzlaşmış
halimize politik bir eda vererek üstelik, ölümler hakkındakonuşuyoruz. Ve onları tıpkı astıktan sonra
kurşunlayanlar ya da işkence edenler gibi bir kez daha öldürüyoruz.
Güler Zere, ondan korkanlar
tarafından öldürüldü; Zere onları korkutacak güce sahipti, iyileşmesine bile
izin vermediklerine göre, vaktinde en temel insani hakkını kullanmasına izin
vermediklerine göre, ölesiye korkuyorlardı ondan. Demek ki hepimizden daha
kuvvetliydi.
Ne vardı, onunla benim aramda bilmiyorum. Sadece
bütün ölümleri aniden anlamsızlaştırdığını biliyorum ve en zayıf göründüğü
noktada bile onun hepimizden çok güçlü olduğunu biliyorum.
(Bu yazı, Bağımsızlık Demokrasi Sosyalizm İçin Yürüyüş Dergisinin 23 Mayıs 2010 tarihli 217.
Sayısında yayınlanmıştır)
***
Tayad’lı Nagehan
Kurt'tan Güler Zere'ye:
“Güler Zere demek özgürlük demek”
Canım Güler! sana geldik
biz. Yoldaşlarına yazdığın mektupta demişsinya; "karşınızda acılarla boğuşmak beni
utandırdı" diye. Haklısın Güler,
"ancak bizler birbirimizi böyle sevebiliriz" Ancak bizler
birbirimizin acılarını böyle yürekten hissedebiliriz. Asla silinmiyecek
bende bıraktığın iz. Asla!
Boğazımda bir yumru var Güler.
Canımı acıtıyor... Bunu söylemeye de utanıyorum aslında; sen aylardır fiziken boğazını sıkan o lanetle yaşamaya çalıştın. Bir gün
bile şikayet etmedin. Kafanı başka yöne çevirmek
durumunda olduğun zamanlarda çektiğin acıyı görmek öyle zordu ki... Hastalığın
konusunda gösterdiğin sabır, mütevazi suskunluğun, bir
yanıyla eziyor, bir yanıyla gururlandırıyordu beni. Sana bunları yaşatanlara
lanet ediyordum. Ve lanet etmeye devam edeceğim yaşadığım sürece. Öyle yoğun duygular
yaşadım ki seninle... İnsana dair, acı tatlı ne kadar duygu varsa, hepsini,
hepsini yaşadım seninle.
"Kızın
mı?"
diye sormuştu hastanede bir teyze, kızım demiştim gururla, kızım! Hatırlıyor
musun? Eminim sende yaşamıştın aynı gururu, hissetmiştim. Sadece bana ait değil elbette bu duygu, halkımızın kızı oldun sen.
Güler Zere demek özgürlük demek, zafer demek, umut demek. Tüm direngenliğinle,
sıcacık kara gözlerinle, zafere durmuş parmaklarınla, kırmızı şalınla, en önde
yürümeye devam edeceksin. Hasta tutsaklar gelecek ardından. Ta ki, Özgür
Tutsaklarımızın önündeki demir kapılar tümden yıkılıncaya kadar.
Canım! Hoşçakal
diyorum sana şimdilik. Görüşeceğiz! Bu mektup devam edecek ve ben cevap alacağım
senden. Bunun için postacı yolu gözlememe gerek yok; Her hasta tutsak haberinde,
her Cuma günü Taksim'de Özgürlük Yürüyüşü'nde, her özgürlüğüne kavuşmuş hasta
tutsak haberinde, sen konuşmaya devam edeceksin.
(Bu yazı, Bağımsızlık
Demokrasi Sosyalizm İçin
Yürüyüş
Dergisinin 30 Mayıs 2010 tarihli 218. Sayısında yayınlanmıştır
***
Dayısı Anlatıyor:
“Göstermiş olduğu o büyük, onurlu ve baş
eğmez mücadelesinden çıkaracak dersler var”
Merhaba Ben Güler’in
Dayısıyım.
Yürüyüş dergisi aradı. Bize Güler’i
anlatır mısın dedi. Ben de anlatırım dedim.
Çünkü bugün
yaşadığımız bu yozlaşmış ülkemizde göstermiş olduğu o büyük, onurlu ve baş eğmez
mücadelesinde çıkaracak dersler var. Düşünsenize bugün yaşadığımız belki
dünyanın en güzel ülkesi ama bu ülkeyi yöneten Amerika, IMF kafalı iktidarların
dayattığı yoksulluk ve çirkefçilikten değildi. Bugün sokaklar tinerci ve balici çocuklarla dolu. Ama bu faşist iktidar bunlar için
kılını kıpırdatmıyor. Onlar kendi çocukları değil, halkın çocukları. Onlarda
bunu istiyor. O çocuklar tinerci değil de okuyup devrimci olsalar Güler gibi faşizm karşısında dursalar ve bu insanlar
oligarşinin karşısında gelseler bu ülkeyi böyle sömüremezler.
İnsanların gözüne bakarak yalan söyleyebilirler
mi? Onun için Güler ve Güler gibi devrimcileri iyi anlatmalıyız. Anlatırken insanların
gözüne bakarak beyinlerine yazarak anlatmalıyız. Güler o incecik bedeniyle
faşizmin karşısında boyun eğmediğini gibi ayakta durarak gösterdi. Evet Güler faşizmin yoğun olduğu 1972’de dünyaya geldi. O
yıllarda insanlar ve ülke yoksuldu. O yıllarda Mahirler direnerek şehit
düştüler. İşte Güler o zorlu yıllarda büyüdü. 1978’lerde Güler
pırıl pırıl bir kız çocuğuydu. İşte o yıllarda devrim
bayrakları yükseltilmişti. Halk direniyor haklarını arıyordu. 1980’lerde faşist
darbe olmuştu. Faşist dikta yönetim, insanları toplayıp işkence yapıyordu.
Güler 8 yaşındaydı. O faşist darbe insanlar üzerinde baskı ve korku kılmayı
başarmıştı.
Her gün evler basılıyor insanları alıp götürüyorlar,
işkence yapıyorlardı. Bu süreç devam ederken Güler
büyüyor, ama bunları hafızasına kazıyordu. 1984’lere gelindiğinde Türkiye
tarihinde yeni bir sayfa açılıyordu. Ve yeni bir cephe başlatılıyordu. Açlık
grevleri başlamıştı. Güler 12 yaşında ve olayları daha iyi anlıyordu. Çünkü
Haydar Başbağ annesinin dayı oğluydu.
Onun serptiği tohumlar, Güler’den yetişiyordu. Çünkü
böyle bir direniş Türkiye tarihinde bir ilkti. Güler her gün Grup Yorum
dinliyor, bu yapılan büyük direnişi izliyordu. Askerler evleri basıyor aileye
bunların vazgeçmesi için baskı yapıyordular. İşte Güler bunları gördükçe kavgası
böyle içten içe büyüyerek güçleniyordu. Açlık grevi 65. günlere gelidiğinde sırayla Haydar, Fatih, Apo,
Hasan birer birer şehit düşüyordu. Devrim meşalesi,
daha gür yanarak büyüyordu. Güler bu mücadeleyi görerek içindeki devrim inancını
güçlendirerek pekiştiriyordu. Güler ve arkadaşları Fevzi Çakmak Mahallesi’nde
devrim mücadelesine katılıyordu. 1990’a gelindiğinde Güler
artık bir devrim neferiydi.
(Bu yazı, Bağımsızlık
Demokrasi Sosyalizm İçin
Yürüyüş
Dergisinin 30 Mayıs 2010 tarihli 218. Sayısında yayınlanmıştır