Gülay Kavak'ı Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

 

Bir ölüm orucu direnişçisinin Gülay'la ilgili yazısı:

Gülay'ın Düğünü

 

Anadolumuzun her köşesinde vardı efsaneler. Bunların pek çoğu da sevdalar üzerinedir. Birbirine kavuşmak için dağları delenler, kendini yakanlar, zulme göğüs gerenlerin hikayeleridir bunlar. Ama kavuşanlar da vardır, işte o zaman bir düğün kurmuşlar ki dillere destan, unutulmayan.

İşte böylesi bir sevdanın düğünü vardı. Bu sevda da düğünden çok farklıydı, çok daha görkemli, çok daha büyüktü. Ne Ferhat'ın uğruna dağları deldiği Şirin'e duyduğu sevdaya, ne Mecnun'un uğruna çöllere düşdüğü Leylasına duyduğu sevdaya, ne de başka birine benziyordu. Onlardan çok daha büyüktü bu sevda... Yıllar önce, bedeni zalimlerce delik deşik edilen, kara toprak altındaki ideallerini, mücadelesini, onurunu sahiplendiği sevdiğine duyulan özlemle büyüyen sevdaydı bu. Ve bu özlemi sona erdi, Gülay’ın düğünleri kuruldu, Erol ile Gülay'ın. Özlemini çektiği hasretini büyüttüğü Erol'una kavuştu Gülay. Bir an önce kavuşabilmek için aylardır sabırsızlanıyordu, bunu birçok defa da dile getirmişti zaten.

"Yeter artık aylar geçti hala nefes alıp veriyorum. Toprak acıktı ama bir türlü bizi almıyor" diyordu. Günler ayları, aylar mevsimleri kovaladı. Ama hala kavuşamadı Gülay özlemine. Ve artık neredeyse bir yılı dolduracaktı ki kuruldu düğün alayı. Ve o huzurla, gülümseyerek hazırlandı Gülay'ın gelinliği, özenle giydirildi. Rengini en sevdiklerimizin, en güzellerimizin kanından alan kırmızı gelinliği takıldı başına, üstünde umudumuzun pırıl pırıl parlayan yıldızının olduğu tacı ile süslendi. Üzerine direnç, özlem sembollerimiz karanfiller. Ve yola çıktı düğün alayı. Gülay özlemine kavuşmanın mutluluğuyla her zaman olduğundan daha güzel gülümsüyordu alayın en önünde. Onun düğünüydü bu çünkü. Yanında Erol'unun resmini de unutmamıştı. Ona gidiyordu, birlikte öğrenmişlerdi, "sonuna kadar sevmeyi, Sevdikçe yiğitleşmeyi, yiğitliğin kavgadan geçtiğini". Sonra da birlikte büyütmüşlerdi.

Sevglerini umuda çevirmişlerdi,

"Yüreğimin yerini

yürek saklı aşkı

ben sevdayı yani

yani adam gibi sevmeyi

partimden öğrendim

ama bir kez, bir kez öğrenince sevmeyi

öğrenince anlayınca görünce

sevdim seni

sevebildiğim kadar

Sevdim seni umudum onurum

Sevdiğim seni umudum onurum

Sevdiceğim

sevdim seni umut kadar"

sözleriyle sevgilerinin özünü dile getirdiler. Gülay düğün alayıyla dolaştı Armutlu'nun sokaklarını. Sabırsızlıkla ama bir o kadar da mutlu. Dolaşırken halaya durmuşlardı adeta, O karanfillere bürünmüş karanfilli kız halayın başındaydı. Bu halay karanfil halayı idi zaten.

Yılların özleminin, hasretinin sona erdiğinin mutluluğuyla, görkemiyle yapıldı Gülay'ın düğünü. Gülay kavuştu Erol'una, en çok sevdiklerine, başı dik onurla koştu yanlarına... kavuştu muradına.

HOŞÇA KALIN!

SİZLERİ ÇOK SEVİYORUM!...

Gülayımız da gülümsüyordu. Sevgimiz gibi, Cananımız, Zehramız gibi... Büyük ailesine, Partisine ve yoldaşlarına hoşçakal diyerek... Sol yumruğu sıkılı. Sizleri çok seviyorum diyerek...

Tarih: 7 Eylül 2001'i gösteriyordu.

Saatler: 19:50'yi...

Gülaydı bu. Büyük Ölüm Orucu taarruzumuzun 323. gününde şehit düştü. 64. şehidimizdi.

Ahmet İbili Müfrezesinin ilk kadın Ölüm Orucu Savaşçısı olarak şehit düşüyordu.

Bizim ki bir serüvendi. Kandıra'nın üzerine bir güneş gibi doğuyoruz. Pamuk dedemiz Veli Güneşiz. Ümraniye-Kandıra-Armutlu ile Osman abimizdik işte. Ümraniye-Kartal-Armutlu ile de Gülay oluyoruz işte. Biz böyle bir ekibiz.

Komutanımıza yaraşır bir ekip... Düşüyoruz düşman ormanının ortasına, yangın yerine çeviriyoruz. Bizim ki bir serüven işte... Özgür Vatan Ümraniye'den Kartal'a, Kandıra'ya zaferle giriyoruz. Zafer Parti-Cephe geleneğidir. Kartal'dan, Kandıra'dan zaferle çıkıyoruz,

Armutlu'ya, yola koyuluyoruz. Bizim ki mevziler yaratmaktır. Özgür vatan toprakları yaratmak. İşte Gülsüman Ananın, Şenay ablanın, Cananımızın, Zehramızın, Sevgimizin ve Osman amcamızın yolundayız. Armutlu'yu özgür vatan toprağı yapıyoruz. Düşmanın korkulu rüyası haline getiriyoruz. Gülay, İstanbul Dev-Genç'in komutanı Erol Yalçın yoldaşımızın eşiydi. Erol'un şehit düşüşüne tanık olmuştu. Karanlığın cellatları Erolumuzu katledip havaya ateş ederken, Gülay da Hasköy'de o sokaktaydı. O alçakların kalleş gülüşlerine tanık olmuştu. Hesap sorulacaktı. Yoldaşının, can yoldaşının hesabını soracaktı. İşte şehit düşerek bunu da başardı. Ona verdiği sözü tuttu. Yoldaşlarına, Partisine, halkına verdiği sözü tuttuğu gibi. Düşman onu ve yoldaşlarını tutsak düşürerek teslim alamadı. Hücrelere koyarak teslim alamadı. O, dışarı çıktığında Partim, yoldaşlarım, halkım diyenlerden oldu. Ve tereddütsüz Ölüm Orucunu kaldığı yerden devam etti.

Zafer yürüyüşümüz sürüyor... Sevgilerin, Osmanların, Gülayların yolunda yürüyenlerimiz olacaktır. Mutlaka ama mutlaka, zafer koparılıp alınacaktır.

Zafer halklarımıza armağan edilecektir. Zafer bir kez daha halklarımıza kutlu olsun. Devrim yolundayız, zafer yolundayız.

Ya Zafer Ya Ölüm!

Kahramanlar Ölmez Halk Yenilmez!

Yaşasın Ölüm Orucu Direnişimiz!

 

(Bu yazı, kendisi de Armutlu’da ölüm orucunda olan ve Gülay’ın ardından şehit düşen Ali Rıza Demir tarafından kaleme alınmıştır.)

 

***

 

Yoldaşları anlatıyor:

BİR KIR ÇİÇEĞİ... GÜLAY KAVAK

 

Tarih 4 yıldır eşi-benzerine rastlanmayan bir destan yazıyor sayfalarına. Öyle bir destan ki, kendi içinde destanlarla dolu. Romanlara konu olacak yaşam öyküleri, öykülere konu olacak anılar; şiirler-ağıtlara sığmayacak büyük adanmışlıklar... yazıcıları ise şehitlerimizdir.

Gülay bu şehitlerimizden biridir.

Gülay şehitliğiyle düşüp de kalkmanın, kalkıp da koşmanın ve inanmış bir devrimcinin aşamayacağı hiçbir engel olmadığının adı olmuştur.

Gülay yoldaş, kendini yeniden yaratan, zor zamanlarda açan bir kır çiçeğidir.

1 Şubat 1972'de Bartın-Amasra'da 6 çocuklu yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Karadenizlidir. İlkokulu ve ortaokulu memleketinde okur. Çocukluğunda çobanlık yapıp davar güderken pilot olmayı hayal eder. Bu yıllar Gülay'ın arayış içinde olduğu, zeki, araştıran, sorgulayan yapısıyla yaşamına yön vermek istediği yıllardır.

Bunun sonucu olarak üniversite sınavlarında İstanbul'da bulunan bir okulu seçerek İstanbul'a gelir. Artık Gülay'ın önünde yeni bir yaşam vardır. Anadolu insanına has saflığıyla yoksulluk içinde geçen yılların kişiliğinde yarattığı doğal sezgiler, emekten yana adaletli bir dünya arayışı onu büyük ailemizle tanıştırır.

Bartın'da, Antakya'da geçen yılların ardından gerçek dostlukları, paylaşımı bulduğunda O artık Dev-Genç'lidir.

"O bir Dev-Genç'liydi. 90'lı yılların başında Dev-Genç'lilerle tanışmış ve dört elle sarılmıştı mücadeleye. Ailesi "ya mücadele ya biz" demişti. Ve O tereddüt etmeden büyük ailem-kavgamız demişti. Hem de ailesiyle bağlarını koparmak pahasına. Böyle başlamıştı yıllar sürecek kavga yolculuğunun ilk adımları..."

'90'lı yıllar Devrimci Gençliğin mücadelesinin geliştiği, güçlendiği, ülke çapında örgütlenmeleri ile YÖK ve ülkenin diğer sorunlarına yönelik mücadelesinin yükseldiği yıllardır.

İşte Gülay yoldaş devrimci gençliğin yükselen bu mücadelesinde örgütleyen, yöneten kadrolardan biridir. Onun emeği de vardır bu tabloda.

Gülay Dev-Genç içerisinde bir yandan ideolojik-politik olarak kendini geliştirirken, bir yandan da soğukkanlılığı, mütevazi oluşu ve yönetici vasıflarıyla öne çıkmaya başlar.

Devrimcilikte tercihini netleştirmiş, ailesini-düzen bağlarını elinin tersiyle itmiş, her şeyini hareketine sunmuştur. Ve kısa zamanda sorumlulukları da artar Dev-Genç içinde.

‘92 yılında gözaltına alınarak tutuklanır. İlk hapishane deneyimi örgütümüzü daha yakından tanıdığı, değerlerimizi öğrendiği ve ihtiyaçlarımızı daha iyi kavradığı bir dönem olur. Kısa tutsaklığının ardından yeniden mücadeleye, kavganın ortasına koşar. Ancak bu kez daha donanımlı, daha iddialı, kararlı bir Gülay vardır artık. Yeni görevler, sorumluluklar onu beklemektedir.

"93 yılına Gülay Dev-Genç'in yeraltı örgütlenmesinin yeniden oluşturulması ve şekillendirilmesinde sorumluluklar üstlendi. Olanaksızlıklar içinde olanak yaratmak, insan örgütlemek, örgütlenmeyi şekillendirmek ona düşüyordu. Nişanlısı Erol Yalçın yoldaşımız şehit düştüğünde Dev-Genç'li sayılı yöneticilerden biriydi."

Gülay mücadele içinde kavgayı birlikte soludukları nişanlısı, yoldaşı Erol Yalçın'la ömürlerini birleştirmenin ilk adımını halk kurtuluş mücadelesi içinde atmışlardı. İkisi de Dev-Gençlidir, ikisi de mücadelenin yöneticileri, kadrolarıdırlar.

Erol şehit düştüğünde: "Her zaman sevgi, onur anlamını taşıdı, büyük bir özlemi yaşattı" diye anlatır duygularını.

Zorlu günlerdir... Ardarda gelişen merkezi operasyonlar, şehitlikler, tutsaklıklar...

Düşmanlarımızın sevinç çığlıkları attığı; sözde dostlarımızın, mezar kazıcılığını üstlendiği günler... Ve en sonunda darbe ihaneti...

Dev-Genç ve Dev-Gençlilerin tavrı nettir elbette. Haretimizi-önderimizi tereddütsüz savunmuş, darbeyi mahkum etmiştir. Gülay yoldaşımız da bu zor günlerde bir Dev-Gençli olarak, Dev-Genç'in yöneticilerinden biri olarak darbe ihanetiyle hesaplaşandır.

İstanbul sokakları tanır onu... Gecekonduları, merkezi caddeleri, üniversite kampüsleri... Hızlı, dolu dolu geçen günlerin, ayların ardından Gülay'ın tutsaklık yılları başlayacaktır.

"94 yılında şehitlerimizden Cengiz Çalıkoparan ve A. Rıza Demir'in de aralarında olduğu birçok yoldaşımızla birlikte Dev-Genç'in yeraltı örgütlenmesine yönelik operasyonlarda tutsak düştü. 7 yıl sürecek tutsaklık koşullarındaki mücadelesine ilk adımı Bayrampaşa Hapishanesi'nde attı.

1996 4 Ocak katliamından sonra Mecitlerimizin kanlarıyla özgürleştirdikleri Ümraniye Hapishanesi'ne sevk olan ilk bayan yoldaşlarımızdandı.

Gülayımız "Mayıs Genelgeleri» ile zulüm bir kez daha teslimiyeti dayattığında tereddütsüz en öne atıldı. Düşmanın hedefi açık ve netti. Devrimci mücadele kitleselleşmiş, halk kitleleri devrim yürüyüşüne Parti-Cepheli savaşla daha hızlı akmaya başlamıştı.

'95 Gazi Ayaklanması ve 1 Mayıs 1996 bunun açık görüldüğü süreçlerdi. Devrimci tutsaklar nezdinde tüm bir halka yönelik sindirme-susturma düşmanın hedefiydi. Görev belliydi: Halkımızın devrime yürüyüşü durmayacaktı, gündemde Ölüm Orucu vardı.

Gülay hiçbir kaygı duymadan ölüm orucu gönüllüleri arasında yerini aldı. Ve ekipler açıklanmaya başlandığında Ölüm Orucu direnişçilerimiz arasında onun da ismi vardı.

Halkına olan sorumluluğunu yerine getireceği için huzurlu, mutluydu. Ama biraz da buruktu. Burukluğu en öne atılma, ipi ilk göğüsleyenlerin arasında olmamasıydı. İlk ekipte yer alamamanın burukluğu olsa da 2. Ekipte zafere kadar bayrağı onurla taşıdı."

Tutsaklık ve mücadele. Birbiriyle et ve kemik gibi olan bu iki sözcük Gülay için tutsaklıkta daha fazla sorumluluk alması, öne çıkma, daha çok yük taşımak anlamına gelir.

"96 Ölüm Orucu zaferimizin ardından daha fazla sorumluluklar, görevler üstlendi. Kabin görevlilerimizden biri de Gülayımızdı. Artık her Cuma (ziyaret günü) kabinlerde ailelerimizle birlikteydi. Kimi zaman onu tanımayan ailelerin ters tepkisiyle karşılaşma pahasına da olsa ısrarcılığından, sabrından vazgeçmezdi. Tek amacı tutsaklık koşullarında da olsa yeni ilişkiler, yeni olanaklar yaratmaktı. Tanısın-tanımasın kabinlerde sohbet etmediği aile yok denecek kadar azdı.

Gülayımızı kovan ailelerden biri de İbrahim Erler'in annesidir. Malum o da bir Karadeniz kadını, inatçıdır yani. Bizim İbo'ya diklenen, kafa tutan bir Karadeniz kadını. Yine bir ziyaret günü bizim Gülay çat-kapı dalar kabine. Kabinin karşısında İbo'nun annesi vardır. "Nasılsın ana" der. Anamız sert bir biçimde "niye soruyorsun, sen de kimsin, ne istiyorsun?" diye Gülay'ı tersler.

Ve Gülay sabrı, ısrarıyla daha sonraki ziyaretlerde anamızla iyi bir ilişki kurar. Hem de İbo'dan daha iyi bir ilişki yakalar annesiyle.

Evet Gülay tutsaktır belki ama bunun bir hükmü yoktur. Tutsak da olsa "sıcak mücadelenin" havasını her daim soluyandır. Deyim yerindeyse "Kavganın kokusunu herkesten önce alandır."

Gülay tarihsel sürecin tarihsel yükünü omuzlamış, bundan büyük bir onur duymuş, alnına kızıl bandını kuşanmıştır. Devrimi, devrimciliği yoketmek isteyenlerin karşısına "önce ben" diyerek atılmıştır. Yine en önde koşmanın heyecanı vardır ve istediğini de almıştır bu sefer...

"2000 Ölüm Orucu tartışmaları başladığında Gülayımız ilk gönüllü grubun arasındaydı. O grup aynı zamanda 1. Ekipte yer alacakların ve öleceklerin grubuydu diyebiliriz. Kadın ve erkek Ölüm Orucu gönüllüleri haftanın iki günü istisnasız toplanıp süreç, Ölüm Orucu ve daha bir çok konuda sohbet ederlerdi. Nerdeyse tartışılmadık konu yok gidibidir. Gülay'ın en büyük hayali olan 96'da alnına kuşandığı kızılandı bu defa ilk ekipte kuşanmak ve boran olmaktı.

Gün gelmişti artık. Gün onun günüydü. Bu kez ilk ekipteydi. Kürsüde yaptığı konuşma görülmeye değerdi. Gülayımız sanki devleşmişti kürsünün ardındı."

Ve cellat kanlı elleriyle dolaşır 20 hapishanenin üzerinde. Tarih 19 Aralık 2000'dir. Bir destandır yazılan. Zulmün en koyusuna, vahşisine alçağına karşı halkımızın en yiğitleri yazarlar tarihe; "Ya Zafer Ya Ölüm" diye... 28 devrimci katledilir. F tipleri işte böyle "açılır"

Gülay Kartal'a sürgün edilir.

"19 Aralık sonrası Kartal Hapishanesi'nde açlığın ilerleyen günlerine rağmen, götürüldüğünde geride kalan yoldaşlarına birşeyler bırakabilmek için elişleri yapıyordu. Umutlarını özlemlerini, sevdasını işliyordu nakış nakış. Yazabildiği kadar mektup yazmaya çalışıyordu yine bu arada.

19 Aralık sonrasıydı, bizi Kandıra'ya bizim bayanları da Kartal'a sürgün etmişlerdi. Tabii biz de ne kağıt ne kalem hak getire. Bir hafta falan sonrasıydı bir mektup geldi. Baktım Gülay Kavak yazıyor. Mektubun birisi şöyleydi:

'Merhaba

Ses ver yoldaşım ses ver. Bizi merakta bırakma"

Bu söz beni aldı ta Ümraniye 20 Ekim öncesine götürdü. Direnişe hazırlandığımız süreçteyiz. Eteğimizdeki bütün taşları dökmüşüz ortaya ve tartışıyoruz. Kimler yok ki: İbili'miz, Ercan'ımız, Bülent'imiz, Sedat'ımız, daha kimler yok ki... Veli Dayımız, Osmanımız, Gülayımız, Ümüşümüz, Zeynep, Ali Rıza... Gazilerimiz Alişan, Serdar, Yıldız...

Hemen herkes nasıl bir süreç yaşayacağımızı nelerle karşılacağımızı biliyor. Sayımız kalabalık ve biliyoruz ki herkes seçilmeyecek. Ama herkes de seçilmek istiyor. İşte böyle bir ortam. Gülay yine orada sessiz ve mütevazi bir şekilde oturuyor. Sırası geldiğinde, söz verildiğinde konuşuyor. Sessiz ve mütevazi her zamanki gibi... Ve Gülay'la aynı dönemin insanları neredeyse aynı cevabı veriyor: "Her P-C'li böylesi bir süreçte en önde olmalı" diyor.

O tartışmalarda hiç unutamadığım olay ise "Seni aldılar götürdüler ve koluna serum taktılar, elin kolun bağlı ne yapacaksın?" sorusuna Gülay "klasik" bir cevap vermişti. Bu klasik cevap üzerine yönetici yoldaşımız "Gülay klasik bizim tayfanın söyleyeceklerini söyledi" demişti. Tabii ondan sonra Gülay'a "bizim tayfa" diye takılmaya başlamıştık. O da her zamann ki gibi kendine has tutumuyla mutluluğunu belli ederdi...

1. Ekiplerin kına gecesi olmuştu, tabi ben katılamamıştım. Daha sonra bayanlar koğuşuna Tülay'a bir şey söylemeye gitmiştim. Baktım Gülay'ın sesi geliyor "Tamam sen de gelebilirsin" dedim. Sonra "ellerini açsana bakayım" dedim. Böyle bir şeyi beklemediği için biraz şaşkın ama çocuklar gibi mutlu iki elini açıp bana doğru uzatmıştı."

Devlet hücreleri katliamla açmış ama direnişi kıramamıştı. Direniş tüm hızıyla kesintisiz yeni mekanlarda sürmekteydi. Bu dönemde direnişçileri zorla müdahale için hastanelere taşırlar...

19 Aralık sonrası direnişi kıramayan düşman direnişçilerimizi hastaneye kaçırmaya ve sakat bırakmaya başlamıştı. Gün geçmiyordu ki bir direnişçimizin hastaneye kaçırıldığı haberi gelmesin. Günler ilerliyordu. Ölümler kapıya dayanmıştı. Ve kimse bir insanın bu kadar uzun açlığa dayanacağını düşünmemişti. 100. gün... 150 gün... 200 gün... Ümüş, Zeynep, Yıldız, Gülay hastane hastane zorla müdahale için dolaştırılıyorlardı. İhtiyaçlarını karşılamak için çok çaba harcamak gerekiyordu. Onları tanımıyordum, isimlerini direnişle duymuştum. İlerleyen günlerde Gülay'ın bıraktığı haberi geldi.

Gülay hastaneye kaldırıldıktan sonra su ve şeker almayı da kesmiştir. Çünkü böyle kararlaştırmışlardır. Zorla müdahale edilirse su-şeker almayacaklardır. 200'lü günlerdir... Bilinci gidip gelmektedir. Bilincinde yer eden Ümraniye'deki yoldaşlarıyla sohbet eder, sonra dışarıda olduğunu zanneder; Erol'la eylem planları yapmaktadır. İşkenceci "Mengele doktorlar" Gülay'ın bilincini yitirdiği anlarda müdahale eder.

"Gülay'dan haber alamıyorduk. Ailesi ziyaretine gitmiyordu. Direnişi bırakmıştı. Ama nasıl olmuştu bu? Bilinci yerinde miydi?.. Ne yaptığını biliyor muydu?.. Cevapsız birçok soru vardı kafamızda. Avukatlar görmüşler. Ailelerden görenler olmuş. O zaman Şişli Etfal'den Bayrampaşa Devlet Hastanesi'ne kaldırılmışlardı. Burada günlerce zorla müdahale işkencesi altında tutuldu direnişçilerimiz. Gülay ise hesaplaşıyordu kendisiyle."

Direniş içeride ve dışarıda Armutlu'da şehitler veriyor, hükmünü sürdürmeye devam ediyordu. Direnişi zorla müdahale işkencesiyle kıramayan devlet bu sefer tahliye rüşvetini gündemine alır.

Direnişçiler, sakat bırakılan gaziler tahliye edilmeye başlanır. Amaç ihanet karşılığında "ödüllendirmektir".

Gülay umudun mayasıyla yoğrulmuş bir Dev-Gençliydi. İhaneti kaldıramayacak kadar soylu bir ailenin ferdiydi...

O’nun elleri, yüreği, bilinci halkın adaletini uygulayandı. Bir savaşçıydı ve yapması gerekeni biliyordu. Buna hazırlandı. Adım adım gücünü topladı. Hesaplaşması derin ve kesin olmalıydı.

İhanetin o ağır havasını üzerinden attı. Mücadele yılları, eşi, şehit yoldaşı Erol'u, 19 Aralık'ı ve yoldaşlarını düşündü...

Verdiği sözleri, onurun, namusun, erdemin vefa ve bağlılığın somut ifadesi olan şehit yoldaşlarını düşündü.

Silkindi, artık yeniden ayağa kalkma zamanıydı. Yoldaşlarının, büyük ailesinin ona bu fırsatı tanıyacağından emindi...

"Bir sabah uyandım telefonda sorumlu arkadaş Zeynep'lerin tahliye olabileceğini, erkenden Bayrampaşa Cezaevinin önüne gitmemi ve duruma göre haber iletmemi istedi. Armutlu'da direnişçilerimizin yerleri çoktan hazırlanmaya başlanmıştı bile.

Sabah erkenden cezaevinin önündeydim. Kahvede oturmuş çay içerken, insanların günlük koşturmasını izlerken bir bir gelip geçiyordu aklımdan o günler. Berdan, İlginç, Yemo. Sonra bu aileyi en iyi tanıdığım o günler... Tahliye oluşum ve 19 Aralık. Şimdi de o kapının önünde boranlarımızı almak için bekliyordum.

İlk önce Yıldız'ın annesi geldi. Malum annesi ve ablası Yıldız'ı kaçırmanın hesaplarını o günlerden beri yapıyorlardı. Bizi de yanlış yönlendirmek için ‘Tahliye vs. olmayacakmış’ diyordu. Ardından Zeynep'in annesi Fatma ana geldi. O gün tahliye olacaklarını böylece netleştirdik. Arkadaşlara haber verip durumu anlattım.

Ne pahasına olursa olsun Ümüş, Zeynep, Yıldız'ı Armutlu'ya götürecektik. Hesapta Gülay o ana kadar yoktu. Düşman tüm tahliyeleri bizim almamızı istemiyordu. Gülay'ın ailesi gelmemişti ve içinin kıpır kıpır olduğunu duymuştuk. Sorumlu arkadaş Zeynep'ler dışında sadece Gülay'ı alacağımızı iletti.

Gecenin bir yarısına doğru içerden önce bir minibüs çıktı. Dışarıda ise öğlen saatlerinden başlayıp o an gelinceye kadar süren gergin bir bekleyiş vardı. Ailelerle konuşulmuştu. Karar direnişcilerindi. Onlara güveniyorduk. O arabadan ilk inen Gülay oldu. Onu tanımıyorduk. Saçları üç numara kesilmiş, bir deri bir kemik kalmış üzerinde sadece pijamaları vardı. Bir şeyler söylemeye çalışıyordu, anlaşılmıyordu. Yürekten gelen bir sesti o... Elini zafer işareti yaparak bir şeyler demeye çalışıyordu.

Adeta ‘alın beni yoldaşlarım, canlarım’ der gibiydi. TAYAD'lı analarımızla sarılırken duygulu anlar yaşandı. O incecik bedeniyle öyle bir attı ki kendini analarımızın kucağına. Kim acaba? diye kalabalık meraklı gözlerle birbirine bakarken Gülay Kavak dendi. Evet Gülay tercihini böyle yapmıştı. Analarımızla birlikte, onların sıcacık kucağında Armutlu’ya yol aldı..."

Gülay hareketine, düştüğü zaafı tüm içtenliğiyle anlatır. Bir şans daha ister. Bir süre bekledikten sonra kızıl bandını tekrar kuşanır. Eziktir, hüzünlüdür ama artık gönlü de rahattır. Yoldaşlarının, halkının arasında yeniden kazanacağı onuruyla yolculuğuna sessiz ve mütevazice başlar.

"Gülay ablayı Armutlu'da tanıdım. İlk geldiğinde çok suskundu. Tabi daha sonra güler yüzlülüğüyle ve neşesiyle etrafına moral veren bir gül çiceği gibiydi. Kızdığında bile güler, güleryüzlülüğüyle bir şeyleri ifade etmeye çalışırdı. Bize öğretme ve öğrenme arzusuyla dopdoluydu. Sohbetleriyle İstanbul'u adım adım gezdirirdi. Çok severdi İstanbul'u ve çok iyi bilirdi.

Paylaşmayı da çok severdi. Nöbet tutarken sigara ikramını hiç geri çevirmezdik. Sigarası az olduğunda biraz almak istemezdik, zorla aldırırdı. Bizi düşünürdü. Kapıda gece-gündüz nöbetteyiz, eve vs. gitmiyoruz. Haliyle üstümüz başımız çok da düzenli değildi. Hatta biraz da pasaklıydık. Gülay abla bize elbiseler almıştı. Sonra da bize bakıp "yakışıklı" oldunuz diyerek sevincini, mutluluğunu bize verdiği değeri hissettirmişti. Kolyeden tutun da içlerine kadar titizlikle el emeğiyle hazırladığı hediyelerden verirdi.

Gülay ablam son anına kadar moral veren, sevgi dolu olan, paylaşımı ve mütevaziliğiyle bana örnek olmuştu. Son anda bile bizleri düşünüyordu."

Gülay Armutlu'da ilk dönemler o alt-üst oluşları kişiliğinde-benliğinde yerli yerine oturtmak için suskundu. Bir yanı ezikliği olsa da asıl olarak hedefe daha hızlı koşmanın, öne atılmanın ağır bastığı bir suskunluktu bu...

"Gülay'ı çok sık göremedim. Çünkü onların direniş evi bize biraz uzaktaydı ve ancak işimiz olduğunda belli anlar karşılıyorduk. Onda gördüğüm ilk özellik hareketin bize, insanlarına karşı bir ezikliği ile beraber güvenini, sevgisini, ışıl ışıl gözleriyle o yüz ifadesiyle iletmesi olmuştu. Sessizdi, mütevaziydi. Direniş boyunca kendisine bir şey istemedi. Hediyeler aldırır, kendisi yapar ve bunları yoldaşlarına, direnişçi yoldaşlarına, refakatçilere, ziyaretçilere tanıdık vb. hediye ederdi. Bu paylaşımı içten yaparak örnek olmuştur. Sahibinden duymadıkken kimse bilmezdi Gülay'ın yaptıklarını.

Özellikle daha önce bulunduğu alanlarda tanıdığı, bir biçimde hareketten kopmuş insanlar çok ziyarete gelirdi. Ve bundan çok mutlu olur onlarla özel ilgilenirdi. Böylesi sohbetlerine tanık oldum. Anlatır yeniden ilişki kurmaya, örgütlemeye çabalardı.

Peşpeşe şehitler verildiği günlerdi. Dilden dile birbirleriyle yarışan boranlarımızı konuşuyorduk. İşte öylesi bir zamanda bir sabah kalktık ve Gülay'ın şehit düştüğünü öğrendik.

Gülay'ımız, Ümüş ve Zeynep'e çalımını atmıştı. Sessiz, sakin üçü bir odada, elini zafer işareti yaparak "Sizleri çok seviyorum" diyerek gözlerini yumdu hayata..."

O çok sevdiği İstanbul'da kavgayı adım adım soluduğu, her yerde özgürlüğe koştu. İstanbul'a da çalımını attı...

"Sevgili...

Biraz önce havalandırmaya çıktım, hava güzel bugün, kimbilir sokaklar ne güzeldir. Ortalık cıvıl cıvaldır. İstanbul başka şehir. İstanbul'da doğdum ben asıl. Gözlerim İstanbul sokaklarında açıldı. İnsanlarını sevdim, çocuklarını, yoksul kadınlarını, otobüs duraklarında bekleyen o gözleri ışıl ışıl halkımızı çok özledim. Halkımızı tanıdım bizim şehirde.

Gültepe'nin, Çağlayan'ın deresinden inip Yıldız tabya, Bağcılar derken Üsküdar Pınarbaşı... Fikirtepe'de dolandım dört bir yanı. Her yönde özgürlüğe koştum. Koştukça ufkum açıldı, özgürleştim.

Eyyy İstanbul, senin boğazında demirleyen gemilerin gibi sakin ve durgun değiliz şimdi. Senin hiç durmadan akan suların gibi gürül gürülüz. Gemiler yol aldı çoktan, uzanıyor yeni limanlara. Vapurların bir başka, teknelerin bir başka, Haliç'in kokusunun bile başka bir tadı var...

Seni çok özledim İstanbul, seninle sevgileri yaşadım, en sevdiklerimi senin kızıllığın için akşam üstü tan atışı gibi şafakların sökmesi için senin boğazına uğurladım. Seni sıksam her yerinden benim insanım yoldaşlarımın kanı fışkırır. Bu yüzden bereketlisin böyle, bu yüzden bizim olmaya hazırlanıyorsun.

Senin sokaklarında kavga ettim, hesap sorup, sorulmadık hesabımızda kalmadı ama biliyorum.... Sana, senin bağrına yakışmayan zulüm kaleleri de bir bir yıkılacak. O gökdelenlerin tepelerinde bizimkiler yıldız olacak. O villalarında, lüks semtlerinden bizimkiler koşacak. Mutlu, umutlu...

Bunun için diyorum ki İstanbul, aç artık bağrını bize. Senin toprağın acıkmış. Daha ne bekliyorsun İstanbul!.. Ben ölümü özledim, senin bağrında ölümsüzleşmeyi özledim. Senin bahçelerinde bir tohum olmak istiyorum geleceğe. Hasköy'den umut olmak istiyorum gençliğe, gencecik yüreklere.

Sevdiklerime kavuşmak istiyorum İstanbul. Nice yiğitler umudu, inancı, özgürlüğü doldurdular heybeye... Güneşin yolcularıyız ışığa kavuşmak istiyoruz. Ercan'la saz çalıp, türkü söylemek, Rıza ile halaya durmak, Fidan'la yeni ateş topları yapmak istiyoruz. Bekliyoruz İstanbul. Bizi alabildiğine pervasızız bir yandan ve bir yandan sabırlıyız. Bekle bizi geliyoruz. Selam sana İstanbul, selam bizim kavganın yiğit neferlerine, selam sana İstanbul, dağına taşına..."

Evet Gülayımız;

Böyle seslendiğin İstanbul'un gecekondularından birinde, küçücük bir evde son sözünü söyledin ve kavuştun sevdiklerine...

Ama İstanbul'a bile çalım attın giderken. Güneş ışığını sana uzatttığında "aşk olsun Gülay" der gibiydi İstanbul.

Evet kırçiçeğimiz, Gülayımız senin dediğin gibi; "Hepimiz serüvenciler olarak dolanıyoruz. Taa ki menzile kadar.

Kararlılık gösterileri bizim tarafımızdan boşa çıkartılacaktır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Bu küçük kağıda sığdırılabilir mi bizim hasretimiz, sevgimiz, bağlılığımız... Bu kağıtlara sığmaz. Ama tarih tanıktır mührü basıyoruz. Mutlaka görüşeceğiz.

Mekan önemli değil, şimdilik hoşçakal..."

Sevgi ve bağlılıkla...

 

Geri