Mahmut
Gökhan Özocak'ı Yakınları,
Yoldaşları
Anlatıyor:
Bir yoldaşı anlatıyor:
O Koca Bir Çınardır
Sizleri bu defa '92'nin 1 Mayısına götüreyim
diyorum. Eğer daha önce yazmış isem yaşlılığımıza verirsiniz artık.
'92 Nisanının son günüydü. Konak'ta eski 3 katlı bir
binada olan büroda yine akşamüzeri toplanmış 1 Mayısı konuşuyorduk. Gökhan abi «yarına işçiler
olarak bir sürprizimiz var» dedi. Merak ettik sorduk «sürprizdir söylenmez»
dedi. Vakit ilerledi herkes ikişerli üçerli çıktı bürodan. Ben de Karataş'ta
bir a
rkadaşın yanına gidiyorum. Doğum
hastanesinin (Yahudi hastanesi) arka tarafındaki bir sokaktan geçerken bir
tabelacı dükkanının duvarındaki «Yaşasın 1 ....» diye
yarım kalmış bir pankart dikkatimi çekti. Durdum. Az sonra bir adam elinde
fırça ile yanına geldi pankartın. Az sonra da adamın yanına Gökhan abi geldi. Durur muyum girdim dükkana.
Selam verip hemen sordum Gökhan abiye. «Abi, sürpriz bu mu»
Gökhan abi «Evet ama
kimseye söyleme» dedi. Daha çok işleri olduğundan onları fazla meşgul etmemek
için ayrıldım.
Ertesi gün Konak'ta toplanmaya başlamıştık. Benim
gözlerim Gökhan abiyi ve birlikte geleceği Troleybüs
Atölye işçilerini arıyor. Az sonra Troleybüs Atölye isçileri ellerinde gece
gördüğüm pankartla göründüler. Kalabalıklardı, içlerinde Gökhan abiyi aradım göremedim. Tekrar pankartlarına baktım, «bu
nasıl sürpriz ki, pankartın ebadı ve içeriği pek çok pankart gibi» diye
düşünüyordum ki kortej yürüyüşe geçti.. Nidalarımızı
coşkuyla haykırarak yürüyorduk. Mitingin yapılacağı eski balıkçı haline
yaklaştıkça kulağımıza Grup Yorum'un müziği geliyordu. Coşkumuz artmıştı. Alana
gelince coşkumuz ve şaşkınlığımız iyice arttı.
Gökhan abi kürsüden
haykırıyordu:
«Geliyorlar, geliyorlar şanlı
Dev-Gençliler geliyor. Haklıyız kazanacağız nidasını dağlarda, sokakta,
zindanda haykıranlar geliyor. Mehmet Akif Dalcı'nın yoldaşları
geliyor...»
Sevincimiz sonsuz. Gökhan abimiz
kürsüden, biz olduğumuz yerden haykırıyoruz. Gökhan abimiz
sırf bizi değil. Troleybüs Atölye işçilerini, Pektim işçilerini, Anbar işçilerini, Tekelcileri, Eshotçuları
aynı coşkuyla selamlıyor kürsüden. Alanda 1 Mayısın gerçek sahipleri, kürsüde 1
Mayısın gerçek sözcüsü, İzmir'in işçi önderlerinden Gökhan abimiz.
Kürsü etrafında sarı sendikacılar ve polisler «in in aşağı in» dese de Gökhan abimiz inmiyor. Miting sonuna kadar haykırıyor. O şimdi
nice işçinin nice yoksulun ve bizlerin yürek kürsüsünden haykırmaya devam
ediyor.
Salt alanlarda, fabrikalarda Ankara yollarında
değildi Gökhan abimiz. Kondular da tanır bilir onu.
Mukaddes anlatmıştır belki Adatepe'yi. '90 başlarında
yıkmışlardı Adatepe kondularını.
Ve bizler hemen ertesi gün Müjdat abi, Gökhan abi, Yusuf ve daha nicemiz ordaydık. «Geçmiş olsun» dedi
Müjdat abimiz. Halk şaşkın, halk ser sefil, enkaz
içinde. Anlattı Müjdat abimiz: «Biz desteğe geldik,
yardımlaşmaya paylaşmaya geldik». Bizi önce çekinerek dinlediler. Sonradan
ısındılar bize. Ve sonra çalı-çırpıdan yakılan ateşlerin etrafında daha bir
ısındık. Neler yapilabileceğini konuştuk. Ve koyulduk
işe. Kimi enkaz kaldırıyor, kimi sağlam olan tuğla ve briketleri ayırıyor, kimi
harç karıyor, kimi duvar örüyor. Gökhan abi bir
yandan çalışıyor, bir yandan yöresinde olan gecekondulularla sohbette. Ve
tutturuveriyor o eski marşlardan.
Sen eski marşları bilir misin? Ozanlar-aşıklar '80 öncesinde Kızıldere, Denizler,
Nurhaklar ve daha pek çok kahramanlık üzerine yakmış türkülerini. Ve Gökhan abimiz de almış getirmiş o türküleri bu günlere. Tabi pek
çok değerle, güzellikle beraber. O yüzden koca bir çınardır O. Şimdi o çınarın
filizleri, o çınarın adası boy veriyor. İşte 1 Mayıs, işte kondular. İşte
meydan. Şimdi bu meydanda saflar daha belirgin. Bush tarif ettiye
safları; «ya bizlerlesiniz, ya da onlarla.» Şimdi Şaron
da teröristin kim olduğunu dünyaya gösteriyor. Birkaç kalemşor dışında bir çok aydın özellikler Filistinliler feda eylemlerinin doğruluğunu,
haklılığını yazıyorlar. Söze de gerek kalmıyor.
Bu meydanda yaşananlar öğretiyor, saflaştırıyor. Safları sıklaştırıp ilmek ilmek örüp
Anadolu'ya yaymak bizlerin elinde. Bizden başka alternatif yok. Ekmek ve
adalet isteyenlere nasıl elde edileceğini bizden başkası da öğretemez değil mi?
Geçenlerde babam mektubunda diyordu ki, «oğlum bu
ülkenin tek umudu sizsiniz.» Evvelden kavga gürültü edip 'oğlum boş ver bu
işleri' diyenler şimdi bu işlerin doğruluğunu, umut vaat ettiğini yaşayarak
görüyor. Daha da görecekler. Gördükçe de yapacaklar. Çünkü
halk ekmeğe, adalete muhtaç.
***
Gökhan Özocak'a
ait bir anı:
O gece...
O zamanlar...
O gece beş kişiydik evde...
Büyük bir şehirin hemen
yakınında bir köy eviydi... Tuvaleti dışarıda, iki gözlü bir evdi... Sonraları
moda olacak deyişle bir “hücre evi”ydi...
O zamanlar “ölü ele geçirme” sonraki zamanlardaki kadar yaygın
olmadığı için olsa
gerek, beş kişi rahatça birlikte kalabiliyorduk... İki divan, bir küçük tüp, bir
masa ve bir kaç sandalye evimizin eşyalarıydı... Buzdolabı, çamaşır makinesi,
televizyon henüz “zorunlu ihtiyaç maddeleri” haline
gelmemişti o
zamanlar ve hala “lüks” sayılmaktaydı....
Hele ki, bir öğrenci evinde veya bir “hücre evi”nde bunların bulunması oldukça istisnai bir durumdu...
Geç vakte kadar sohbet ettik... Faaliyet
yürüttüğümüz alanlardan konuştuk... Diğer
siyasetlerden konuştuk, bu işi biz yaparız dedik bir daha... O zamanlar devrimciler
kendine güvenirdi...
Son olarak da sabah yapacağımız eylemin
ayrıntılarını gözden geçirdik...
Arkadaşlar yattılar...
Eylemde kullanacağımız patlayıcının yapımını
tamamladıktan sonra biraz kitap okuyayım dedim... Bazılarının söylediğinin
tersine, o zamanlarda da hem bomba yapıyor, hem kitap okuyorduk...
Bir ara, radyodan kulağıma marş gibi türküler
çalındı... Hani şu Hasan Mutlucan’ın adıyla
özdeşleşen türden türküler...
O zamanlar televizyon şimdiki kadar yaygın değildi
ve henüz Reha Muhtarlar çıkmamıştı ortaya... Özel kanalların “Az sonra” çığırtkanlığı keşfedilmemişti henüz... Radyo hala en
önemli iletişim araçlarından biriydi.
Allah Allah bu saatte bu
marşları da nereden bulmuşlar dedim kendi kendime... İyi bir radyo dinleyicisiydim,
gecenin o saatinde daha çok saat müziği çalınır, sabaha doğru, oyun havalarına
geçilirdi... Radyonun sesini kıstım biraz.
Sonra bir ara, kulağıma “Milli
Güvenlik Konseyi...” lafı geldi... Radyonun sesini açtım ama,
asıl haberi kaçırmıştım, yine malum türküler çalmaktaydı...
Neyse yarım saat sonra beklediğim kelimeleri duydum
yine... Silahlı kuvvetlerimiz emir komuta içinde el koymuştur diye başlayan
açıklama, her yarım saatte bir tekrarlanmaktaydı..
...
Kalkın kalkın cunta oldu
diye seslendim arkadaşlara...
“Ne
cuntası ya...” diye sağa sola dönüp, yorganın altına saklanmalardan sonra hep beraber
kalktılar...
Milli Güvenlik Konseyi imzalı açıklamalardan
birinden anlaşıldığı kadarıyla sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti...
Aldı mı bizi bir telaş...
Ama o anki telaşımızın nedeni, başımıza bir şey
gelecek olması veya evden çıkamayacak, şehre gidemeyecek oluşumuzdan değildi...
O zamanlar, kendi kuşca
canımız için duyulan kaygılar yok denecek kadar azdı... O gün, NATO
tatbikatına, ABD’ye karşı sürdürdüğümüz kampanyanın 4. günüydü...
O gün sabah pek çok bombalı-bombasız pankart asılacak, baskınlar yapılacaktı...
O saatte bizim gibi radyo dinlemiş olan kaç kişi
çıkardı ki...
Darbeden haberi olmayan arkadaşlar birer birer dışarı çıkıp askerin eline düşeceklerdi...
O an yapacak bir şeyimiz yoktu...
Şimdi belki bazılarınız “cepten
arayıp uyarsaydınız ya” diye düşünüyordur, ama o zamanlar cepi bırakın, normal telefonlar da o kadar yaygın değildi henüz...
Telefonları pek kullanmazdık zaten- ki sonraki yıllarda başımıza açtığı işleri
gözümün önüne getirdiğimde iyi ki de kullanmazdık diye düşünmeden edemiyoruz.-
Neyse, sonra öğrendik ki, o sabah pek çok pankart
asılmış, ama kimseye bir şey olmamıştı... Dışarı çıkan arkadaşlara askerler “hop hemşerim darbe oldu, dışarı çıkmak yasak”
gibi şeyler söylemiş olsalar da, özellikle o geceyi pankartın asılacağı bölgelerde
geçirmiş olanlar, ne yapıp edip pankartlarını asmışlardı... O zamanlar
mazeretçilik pek de yaygın değildi... “Nasıl kaytarırım” diye değil, nasıl yaparım” diye
düşünülmekteydi...
Köydeki iki günümüz, ülke geneliyle kıyaslandığında
bayağı “özgürlük” içinde geçti... Ülke çapında
uygulanan sokağa çıkma yasağı köyde geçerli değildi, herkes sokakta,
meydandaydı, köyün iki kahvesi de açıktı... Evdeki ufak tefek şeyleri zulaladık bu fırsattan istifade... Akşama şehire gidemesek de, hep beraber başımıza bir iş gelmesin
diye, bir kaçımız başka evlerde köylülerin misafiri olduk...
Geçmiş gün, çok da net hatırlayamıyorum, darbeden
sonraki İkinci veya üçüncü gün, halkın günlük ihtiyaçlarını karşılaması için
iki saatliğine sokağa çıkma yasağı kaldırıldı...
İki saatte ne yapabilirdik, kim kime nasıl
ulaşabilirdi?
Herkes, yani bizim hareketin o bölgedeki üyeleri,
taraftarları, bu soruyu sormuştu kendi kendine... ve
çoğunluk aynı cevabı bulmuştu:
Bir kahvehane vardı... Bir zamanlar bizim buluşma
yerimiz gibiydi... Yaklaşık 6-7 ay önce artık kullanılması yasaklanmıştı ve
nicedir oraya gidip gelmiyorduk... Ama orası kadar da herkesin ortak bildiği
başka bir yer de yoktu! Köyden vardık ki, hemen herkes orada...
Yani o anda, bizi orda bir toplasalar,
bölgedeki örgütlülüğümüz daha o günden büyük bir darbe yiyecek, ama olsun...
Orası yakalanma riskimizin olduğu bir yer, ama
olsun... O zamanlar daha bir pervasızdık tabii ki... Kavga coşkusuyla
doluyduk...
Beşimizden biri cuntanın üzerinden iki ay kadar
geçmişti ki, şehit düştü...
Diğer hepimiz hapislerden geçtik... Daha o zaman
gençtik... Kimimiz üç, kimimiz beş, kimimiz on yılını hapislerde geçirdik...
Kayıp gençlik, yitik kuşak edebiyatıyla yaşlandık
desek yeridir... Oysa ne kayıbız, ne yitik! Beşten ikisi, hala 12 Eylül
öncesine dönmeye çalışıyor!... hala
hareketin içinde...
Demek ki tarih, pek çok zaviyeden yazılabilir,
yazdığınız, onda ne görmek istediğinize göre değişebilir... Kayıp yıllar, yitik
gençlik gibi edebiyatlar yılgınae, yorguna hoştur,
ama gerçekte, devrim için boştur... Kaybolan yıllar var, yitip giden
gençlerimiz de var... Lakin, son sözü hep direnenlerin
söylediği bir tarihten sözetmekteyiz... Şimdi
yaşlandık, netekim, hala o zamanlardaki gibi aynı
şeyleri düşünmekteyiz... Hala, o zamanlar dediğimiz gibi, bu işi biz yaparız
demekteyiz.. netekim...
(Bu ‘anı’ Yaşadığımız Vatan Dergisinin 18 Eylül 2000 tarihli, 57.
sayısında yayınlanmıştır)
***
Bir yoldaşı
Gökhan Özocak'ı anlatıyor:
YÜREK VE
BİLİNÇ
Saçları kırarmış, elmacık
kemikleri çıkmış ve alnında kızılbandıyla, gözleri
ışıl ışıl... Bir eliyle zafer işareti
yapıyor, bir eliyle de kafasını ve yüreğini gösterip; ‘burası
ve burası
ölürse işte esas o zaman ölür insan’ diyor
tüm dünyaya...
İzmir’in,
Ege’nin tanıdığı işçi, devrimci Gökhan’ı
tüm dünya bu görüntülerle tanıyor ve tarih unutulmayanların hanesine kaydediyor bu
anı... Aradan çok geçmeden 4 Temmuz 2001 günü kahramanların halayında yerini
alıyor Mahmut Gökhan Özocak...
25 yıldır bu onurlu yolda
yürüyen Gökhan, bir gün mutlaka bu halayda yerini alacağını bilerek girmişti bu
kavgaya.
Daha çocuktu,
devrimcilerle-devrimle tanıştığında. Anne-babasının ayrılığı sonrası Gökhan’ı İzmir-Bornova
yetiştirme yurduna verirler. O artık övünerek anlatacağı bir ‘yurt çocuğudur’... ‘Biz yurt çocuğuyduk. Kimsesiz
değildik. Bizi seven,
bize sahip çıkan devrimci ağabeylerimiz vardı. Her şeyi onlardan öğrendik’...
Evet, Gökhan anne-baba sevgisinden daha büyük sevgiyle, yoldaşlık sevgisiyle büyüdü,
bu sevgiyle de devrimcileşti. O artık büyük bir ailenin küçük neferiydi. Lise çağında
coşkusu kabına sığmayan Dev-Genç’lilerdendi. Hızla öğrenip, eylemden eyleme
koşuyordu. Aynı yurtta kalan Mehmet Ali Mandal’la
beraber büyüdüler
devrim saflarında. Gökhan, yurtta ataklığıyla, arkadaşlarını sahiplenmesiyle, sıcakkanlılığıyla
tanınır, sevilirdi. Bir de güzel futbol oynamasıyla tanınırdı. Onunla beraber
Bornova stadında, yurdun sahasında birlikte futbol oynayan kimi arkadaşları
sonrasında şöhretli futbolcular olmuş ama Gökhan tereddütsüz devrimciliği
seçmiştir.
1970’li yılların ortalarından
itibaren Mahirler’in yolundan yürüyenlerin öncülüğünde mücadele kitlesel bir şekilde
gelişirken, Gökhan da coşkusunu ve inancını büyütmektedir. Devrimci mücadele
büyüdükçe saflaşmalar hızlanmakta, ayrışmalar da yaşanmaktadır. İşte bu dönem
Mahirlerin, THKP-C’nin mücadele çizgisinde yürüyenler içerisinde Devrimci Yol, Devrimci Sol
ayrışması olur. Devrimci Yol tasfiyeciliğe soyunmuş ve Gökhan tavrını
mücadeleyi büyüten Devrimci Sol’dan yana belirlemiştir. Artık hem
bir Dev-Genç’li, hem de Devrimci Sol
militanıdır.
Faşistlerden hesap sormada amansızlığı, oportünizmin karşısındaki
ideolojik netliği ve halkına, yoldaşlarına duyduğu sevgiyle Devrimci Sol’un örgütlülüğünü büyütmenin çabasındadır. Ömer Aydoğmuş’la,
İbrahim Yalçın Arkan’la, Ahmet
Fazıl Özdemir’le omuz omuzadır. Ömer Aydoğmuş’un en yaman öğrencisi,
eylemden eyleme, korsanlara, halkın adaletini uygulamaya koşan Gökhan’dır.
Yapılacak iş, sorulacak hesap, örgütlenecek insan çoktur, kampanyalar peşi sıra
örgütlenir, İzmir’de, Ege’de... Bu kampanyalardan
birinde bir emperyalist
hedefe bomba yerleştirirken yıllarca çok şey paylaştığı yoldaşı Ayhan Pektaş şehit düşer.
12 Eylül faşist cuntası
sonrası tutsak düşer. Tutsaklığında öğrenmeye ve direnmeye devam eder. Şirinyer Askeri Hapishanesi, Buca, Bursa hapishanelerinde direnişlerin
içindedir. Tek tip elbiseye, ‘karıştır-barıştır’ saldırısına
karşı direnir.
Bu süreçte bazı olumsuzluklar nedeniyle örgütüyle bağı kesilir. Ancak bu
süreçte gönderileceği Bursa hapishanesinde yine direniş saflarındadır.
Tahliye olduğunda askere
gitse de, davasına bağlılığını yitirmez. Çocuk yaşta devrimciliği seçen Gökhan
için “Devrimcilikten başka hayat yoktur”
çünkü. Hem bütün ülkede, hem de Ege’de
örgütlülüğün yeniden yaratılıp,
mücadelenin devam edeceğinden ve kendisinin de içinde yer alacağından emindir.
İzmir Büyükşehir
Belediyesi’nde işçi olarak çalışmaya başlar
bu dönemde. 1980 öncesi
onunla beraber devrimcilik yapanların kimileri ‘biz
eskiden...’ masalları anlatırken,
Gökhan, her yerde mütevazıca devrimi ve devrimciliği anlatır. Dev-Genç’li
Gökhan, işçi Gökhan’dır artık.
1988 yılında Yeni Çözüm
dergisinin bürosu açılmıştır. Tereddütsüz hemen gider Gökhan... Müjdat Yanat’la, Recep Güler’le, Hüseyin Coşkun’la kucaklaşır, bir sıra neferi olarak sevdasını,
umudunu büyütmeye başlar. Ne iş varsa koşar, gönüllü olur ‘ben
eskiyim, şuyum, buyum’ demez... Büyük ailesiyle yeniden kucaklaşmanın coşkusuyla gider işyerlerine.
Gerek çalıştığı troleybüs imal-tamir-bakım atölyesinde, gerek sendikada ve
diğer belediye işletmelerinde mücadelenin gündemini, ülkenin gündemini işçilere
onların anlayacağı dilde anlatır, kavratır. İşçilerden biri olmanın
doğallığındaki davranışlarıyla, paylaşımlarıyla, sıcaklığıyla sevdirir,
saydırır kendini... Atılım yıllarında İzmir’de
Devrimci İşçi Hareketi’nin
örgütlenmesini omuzlamıştır. Dergide (büroda) ya da eylemlerde gençliği gördüğünde
heyecanlanır, gençlikle hemen kaynaşır, onlara özel bir önem verir. İş çıkışı
her akşam, Mücadele dergisi bürosuna gelir, elinde de her zaman yoğurt ya da
süt kutuları olur. İşyerinde dağıtılmıştır, ‘en
güzeli yoldaşlarla
paylaşmaktır’ der... Hiçbir şeyi esirgemez
yoldaşlarından, kavgasından...
dergi bürosunun kirası, tüpü, çayı-şekeri vb. ne gibi
gideri varsa hemen halleder... Gökhan’ın sürece dair her
konuda geçmişten bugüne
anlattıklarıyla sohbetinin güzelliğine de doyum olmaz. Bilgisini, birikimini esirgemez
hiç kimseden ve bunu görev bilip, her iş çıkışı mutlaka büroya gelir, birlikte
dergi okunur, Gökhan abi ve Müjdat ağabeyin
anlatımlarıyla yazılar üzerine sohbetler edilir. 1991’de
emperyalistlerin Irak’a, Ortadoğu’ya saldırısına karşı örgütlenen kampanya da, ortak
platformlarda, yapılan her eylemde yerini alır Gökhan. Sonra cezaevlerine
direnen tutsaklara destek eylemlerinde, açlık grevlerinde, konserlerde, 12
Temmuz şehitlerimizin cenazelerinde... her yerdedir
Gökhan.
‘90’lı
yılların başında yüzlerce işçiyle beraber işten atılır Gökhan. Amaç bellidir, işyerlerinden
devrimcileri tavsiye etmek, mücadelenin önünü kesmek, sendikalaşmayı bitirmektir.
Gökhan’ın ve devrimci işçilerin
öncülüğünde işçiler eylemlere
başlar. Her gün eylem yaparlar, Konak Meydanı defalarca zaptedilir.
Gün gelir Büyükşehir Belediyesi de işgal edilir, talepler haykırılır. Bu
eylemlerin işe geri dönmelerine yeterli gelmeyeceğini bilen Gökhan, “daha büyük bir eylemle hem haklarımızı almalı, işimize geri
dönmeli hem de işçi sınıfına bir miras bırakmalıyız”
deyip, büyük Ankara yürüyüşünün kararını aldırır, örgütler yürüyüşü... “Gemileri yaktık geri dönüşü yok” diyerek yürürler Ankara’ya... Kışa-ayaza aldırmadan
süren yürüyüşte Gökhan türkülerle, marşlarla ateş başı sohbetleriyle işçilere
moral verir, yüreklerini ısıtır. Yürüyüş sırasında polisin-jandarmanın
saldırılarına karşı omuz omuza direnip, çatışıp, barikatları aşıp, girerler
Ankara’ya başarmanın sevinciyle Kızılay’da zaferlerini ilan
ederler.
Bu zaferin coşkusu ve
kararlılığıyla daha da sıkı sarılır görevlerine Gökhan. Özellikle darbe
sürecinde, darbecilerin ve oligarşinin beyinlerine akıtmak istediği zehirlere
karşı, gördüğü her insana hareketin nasıl, hangi bedellerle kurulduğunu,
darbeciliğin ne olduğunu, neyi amaçladığını, uzun uzun
anlatır. Önderimizi ve hareketimizi sahiplenir. 1993 yılının nisan ayında
tutsak düşer. Tutsaklık onun için, yenilenmenin, inancı, bağlılığı büyütmenin
adıdır. Yılların birikimini daha da büyütmek için mütevazi
bir öğrencidir Gökhan.
Günü gelince ölümün
üzerine yürümenin adı olur... 14 Aralık 2000 günü 3. ekipte kuşanır alın bandını... Bir yandan ölümün üzerine yürür, bir yandan da
direnişin
halka anlatılmasında, propagandasında yoldaşlarına öğretmen olur. Binlerce
mektup, metin, çağrı yazılır. Halayların, toplu voltalarda
marşların türkülerin örgütleyicisidir. İlk marşı hep o başlatır. 19 Aralık
katliamıyla beraber, daha gür haykırır marşlarımızı...
Coşku, moral kaynağıdır,
hücrelerimizin.
Zorla hastaneye götürülürken Gürsel Efesiyle (Akmaz)
beraber “Yoldaşlar sizi seviyoruz” diye haykırırlar... Sesleri yüreklerimize işler... Hastanede Apo’yu, Celal’i, Gürsel’i güneşe uğurlarlar Sevgi
Ablayla... Tahliye rüşvetine cevabı “ben TAYAD’lıları
istiyorum” olur ve Yamanlar’da
bir gecekonduda devam
eder direnişine. Ziyaretine gelenlerine, bıkmadan usanmadan umudu anlatır.
Gelmeyenleri çağırır, mektuplar yazar, yazdırır. Ziyaretine gelen yüzlerce
insana baş eğmezliğimizin sırrını anlatır; kızıl bandının altından gülümseyen
gözleriyle bakarak, beynini ve yüreğini gösterir... bilinciyle yüreğiyle
kahramanlarımızın arasında onurlu yerini alır.