Mahmut Gökhan Özocak'ı Yakınları,

Yoldaşları Anlatıyor:

 

                                                         

Bir yoldaşı anlatıyor:

 

O Koca Bir Çınardır

 

Sizleri bu defa '92'nin 1 Mayısına götüreyim diyorum. Eğer daha önce yazmış isem yaşlılığımıza verirsiniz artık.

'92 Nisanının son günüydü. Konak'ta eski 3 katlı bir binada olan büroda yine akşamüzeri toplanmış 1 Mayısı konuşuyorduk. Gökhan abi «yarına işçiler olarak bir sürprizimiz var» dedi. Merak ettik sorduk «sürprizdir söylenmez» dedi. Vakit ilerledi herkes ikişerli üçerli çıktı bürodan. Ben de Karataş'ta bir a

rkadaşın yanına gidiyorum. Doğum hastanesinin (Yahudi hastanesi) arka tarafındaki bir sokaktan geçerken bir tabelacı dükkanının duvarındaki «Yaşasın 1 ....» diye yarım kalmış bir pankart dikkatimi çekti. Durdum. Az sonra bir adam elinde fırça ile yanına geldi pankartın. Az sonra da adamın yanına Gökhan abi geldi. Durur muyum girdim dükkana.

Selam verip hemen sordum Gökhan abiye. «Abi, sürpriz bu mu»

Gökhan abi «Evet ama kimseye söyleme» dedi. Daha çok işleri olduğundan onları fazla meşgul etmemek için ayrıldım.

Ertesi gün Konak'ta toplanmaya başlamıştık. Benim gözlerim Gökhan abiyi ve birlikte geleceği Troleybüs Atölye işçilerini arıyor. Az sonra Troleybüs Atölye isçileri ellerinde gece gördüğüm pankartla göründüler. Kalabalıklardı, içlerinde Gökhan abiyi aradım göremedim. Tekrar pankartlarına baktım, «bu nasıl sürpriz ki, pankartın ebadı ve içeriği pek çok pankart gibi» diye düşünüyordum ki kortej yürüyüşe geçti.. Nidalarımızı coşkuyla haykırarak yürüyorduk. Mitingin yapılacağı eski balıkçı haline yaklaştıkça kulağımıza Grup Yorum'un müziği geliyordu. Coşkumuz artmıştı. Alana gelince coşkumuz ve şaşkınlığımız iyice arttı.

Gökhan abi kürsüden haykırıyordu:

«Geliyorlar, geliyorlar şanlı Dev-Gençliler geliyor. Haklıyız kazanacağız nidasını dağlarda, sokakta, zindanda haykıranlar geliyor. Mehmet Akif Dalcı'nın yoldaşları geliyor...»

Sevincimiz sonsuz. Gökhan abimiz kürsüden, biz olduğumuz yerden haykırıyoruz. Gökhan abimiz sırf bizi değil. Troleybüs Atölye işçilerini, Pektim işçilerini, Anbar işçilerini, Tekelcileri, Eshotçuları aynı coşkuyla selamlıyor kürsüden. Alanda 1 Mayısın gerçek sahipleri, kürsüde 1 Mayısın gerçek sözcüsü, İzmir'in işçi önderlerinden Gökhan abimiz. Kürsü etrafında sarı sendikacılar ve polisler «in in aşağı in» dese de Gökhan abimiz inmiyor. Miting sonuna kadar haykırıyor. O şimdi nice işçinin nice yoksulun ve bizlerin yürek kürsüsünden haykırmaya devam ediyor.

Salt alanlarda, fabrikalarda Ankara yollarında değildi Gökhan abimiz. Kondular da tanır bilir onu. Mukaddes anlatmıştır belki Adatepe'yi. '90 başlarında yıkmışlardı Adatepe kondularını. Ve bizler hemen ertesi gün Müjdat abi, Gökhan abi, Yusuf ve daha nicemiz ordaydık. «Geçmiş olsun» dedi Müjdat abimiz. Halk şaşkın, halk ser sefil, enkaz içinde. Anlattı Müjdat abimiz: «Biz desteğe geldik, yardımlaşmaya paylaşmaya geldik». Bizi önce çekinerek dinlediler. Sonradan ısındılar bize. Ve sonra çalı-çırpıdan yakılan ateşlerin etrafında daha bir ısındık. Neler yapilabileceğini konuştuk. Ve koyulduk işe. Kimi enkaz kaldırıyor, kimi sağlam olan tuğla ve briketleri ayırıyor, kimi harç karıyor, kimi duvar örüyor. Gökhan abi bir yandan çalışıyor, bir yandan yöresinde olan gecekondulularla sohbette. Ve tutturuveriyor o eski marşlardan.

Sen eski marşları bilir misin? Ozanlar-aşıklar '80 öncesinde Kızıldere, Denizler, Nurhaklar ve daha pek çok kahramanlık üzerine yakmış türkülerini. Ve Gökhan abimiz de almış getirmiş o türküleri bu günlere. Tabi pek çok değerle, güzellikle beraber. O yüzden koca bir çınardır O. Şimdi o çınarın filizleri, o çınarın adası boy veriyor. İşte 1 Mayıs, işte kondular. İşte meydan. Şimdi bu meydanda saflar daha belirgin. Bush tarif ettiye safları; «ya bizlerlesiniz, ya da onlarla.» Şimdi Şaron da teröristin kim olduğunu dünyaya gösteriyor. Birkaç kalemşor dışında bir çok aydın özellikler Filistinliler feda eylemlerinin doğruluğunu, haklılığını yazıyorlar. Söze de gerek kalmıyor.

Bu meydanda yaşananlar öğretiyor, saflaştırıyor. Safları sıklaştırıp ilmek ilmek örüp Anadolu'ya yaymak bizlerin elinde. Bizden başka alternatif yok. Ekmek ve adalet isteyenlere nasıl elde edileceğini bizden başkası da öğretemez değil mi?

Geçenlerde babam mektubunda diyordu ki, «oğlum bu ülkenin tek umudu sizsiniz.» Evvelden kavga gürültü edip 'oğlum boş ver bu işleri' diyenler şimdi bu işlerin doğruluğunu, umut vaat ettiğini yaşayarak görüyor. Daha da görecekler. Gördükçe de yapacaklar. Çünkü halk ekmeğe, adalete muhtaç.

 

***

 

Gökhan Özocak'a ait bir anı:

 

O gece...

O zamanlar...

 

O gece beş kişiydik evde...

Büyük bir şehirin hemen yakınında bir köy eviydi... Tuvaleti dışarıda, iki gözlü bir evdi... Sonraları moda olacak deyişle bir “hücre evi”ydi... O zamanlar “ölü ele geçirme” sonraki zamanlardaki kadar yaygın olmadığı için olsa gerek, beş kişi rahatça birlikte kalabiliyorduk... İki divan, bir küçük tüp, bir masa ve bir kaç sandalye evimizin eşyalarıydı... Buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon henüz “zorunlu ihtiyaç maddeleri” haline gelmemişti o zamanlar ve hala “lüks” sayılmaktaydı.... Hele ki, bir öğrenci evinde veya bir “hücre evi”nde bunların bulunması oldukça istisnai bir durumdu...

Geç vakte kadar sohbet ettik... Faaliyet yürüttüğümüz alanlardan konuştuk...  Diğer siyasetlerden konuştuk, bu işi biz yaparız dedik bir daha... O zamanlar devrimciler kendine güvenirdi...

Son olarak da sabah yapacağımız eylemin ayrıntılarını gözden geçirdik...

Arkadaşlar yattılar...

Eylemde kullanacağımız patlayıcının yapımını tamamladıktan sonra biraz kitap okuyayım dedim... Bazılarının söylediğinin tersine, o zamanlarda da hem bomba yapıyor, hem kitap okuyorduk...

Bir ara, radyodan kulağıma marş gibi türküler çalındı... Hani şu Hasan Mutlucan’ın adıyla özdeşleşen türden türküler...

O zamanlar televizyon şimdiki kadar yaygın değildi ve henüz Reha Muhtarlar çıkmamıştı ortaya... Özel kanalların “Az sonra” çığırtkanlığı keşfedilmemişti henüz... Radyo hala en önemli iletişim araçlarından biriydi. 

Allah Allah bu saatte bu marşları da nereden bulmuşlar dedim kendi kendime... İyi bir radyo dinleyicisiydim, gecenin o saatinde daha çok saat müziği çalınır, sabaha doğru, oyun havalarına geçilirdi... Radyonun sesini kıstım biraz.

Sonra bir ara, kulağıma “Milli Güvenlik Konseyi...” lafı geldi... Radyonun sesini açtım ama, asıl haberi kaçırmıştım, yine malum türküler çalmaktaydı...

Neyse yarım saat sonra beklediğim kelimeleri duydum yine... Silahlı kuvvetlerimiz emir komuta içinde el koymuştur diye başlayan açıklama, her yarım saatte bir tekrarlanmaktaydı..

...

Kalkın kalkın cunta oldu diye seslendim arkadaşlara...

“Ne cuntası ya...” diye sağa sola dönüp, yorganın altına saklanmalardan sonra hep beraber kalktılar...

Milli Güvenlik Konseyi imzalı açıklamalardan birinden anlaşıldığı kadarıyla sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti...

Aldı mı bizi bir telaş...

Ama o anki telaşımızın nedeni, başımıza bir şey gelecek olması veya evden çıkamayacak, şehre gidemeyecek oluşumuzdan değildi...

O zamanlar, kendi kuşca canımız için duyulan kaygılar yok denecek kadar azdı... O gün, NATO tatbikatına, ABD’ye karşı sürdürdüğümüz kampanyanın 4. günüydü... O gün sabah pek çok bombalı-bombasız pankart asılacak, baskınlar yapılacaktı...

O saatte bizim gibi radyo dinlemiş olan kaç kişi çıkardı ki...

Darbeden haberi olmayan arkadaşlar birer birer dışarı çıkıp askerin eline düşeceklerdi...

O an yapacak bir şeyimiz yoktu...

Şimdi belki bazılarınız “cepten arayıp uyarsaydınız ya” diye düşünüyordur, ama o zamanlar cepi bırakın, normal telefonlar da o kadar yaygın değildi henüz... Telefonları pek kullanmazdık zaten- ki sonraki yıllarda başımıza açtığı işleri gözümün önüne getirdiğimde iyi ki de kullanmazdık diye düşünmeden edemiyoruz.-

Neyse, sonra öğrendik ki, o sabah pek çok pankart asılmış, ama kimseye bir şey olmamıştı... Dışarı çıkan arkadaşlara askerler “hop hemşerim darbe oldu, dışarı çıkmak yasak” gibi şeyler söylemiş olsalar da, özellikle o geceyi pankartın asılacağı bölgelerde geçirmiş olanlar, ne yapıp edip pankartlarını asmışlardı... O zamanlar mazeretçilik pek de yaygın değildi... “Nasıl kaytarırım” diye değil, nasıl yaparım” diye düşünülmekteydi...

Köydeki iki günümüz, ülke geneliyle kıyaslandığında bayağı “özgürlük” içinde geçti... Ülke çapında uygulanan sokağa çıkma yasağı köyde geçerli değildi, herkes sokakta, meydandaydı, köyün iki kahvesi de açıktı... Evdeki ufak tefek şeyleri zulaladık bu fırsattan istifade... Akşama şehire gidemesek de, hep beraber başımıza bir iş gelmesin diye, bir kaçımız başka evlerde köylülerin misafiri olduk...

Geçmiş gün, çok da net hatırlayamıyorum, darbeden sonraki İkinci veya üçüncü gün, halkın günlük ihtiyaçlarını karşılaması için iki saatliğine sokağa çıkma yasağı kaldırıldı...

İki saatte ne yapabilirdik, kim kime nasıl ulaşabilirdi?

Herkes, yani bizim hareketin o bölgedeki üyeleri, taraftarları, bu soruyu sormuştu kendi kendine... ve çoğunluk aynı cevabı bulmuştu:

Bir kahvehane vardı... Bir zamanlar bizim buluşma yerimiz gibiydi... Yaklaşık 6-7 ay önce artık kullanılması yasaklanmıştı ve nicedir oraya gidip gelmiyorduk... Ama orası kadar da herkesin ortak bildiği başka bir yer de yoktu! Köyden vardık ki, hemen herkes orada...

Yani  o anda, bizi orda bir toplasalar, bölgedeki örgütlülüğümüz daha o günden büyük bir darbe yiyecek, ama olsun...

Orası yakalanma riskimizin olduğu bir yer, ama olsun... O zamanlar daha bir pervasızdık tabii ki... Kavga coşkusuyla doluyduk...   

Beşimizden biri cuntanın üzerinden iki ay kadar geçmişti ki, şehit düştü...

Diğer hepimiz hapislerden geçtik... Daha o zaman gençtik... Kimimiz üç, kimimiz beş, kimimiz on yılını hapislerde geçirdik...

Kayıp gençlik, yitik kuşak edebiyatıyla yaşlandık desek yeridir... Oysa ne kayıbız, ne yitik! Beşten ikisi, hala 12 Eylül öncesine dönmeye çalışıyor!... hala hareketin içinde... 

Demek ki tarih, pek çok zaviyeden yazılabilir, yazdığınız, onda ne görmek istediğinize göre değişebilir... Kayıp yıllar, yitik gençlik gibi edebiyatlar yılgınae, yorguna hoştur, ama gerçekte, devrim için boştur... Kaybolan yıllar var, yitip giden gençlerimiz de var... Lakin, son sözü hep direnenlerin söylediği bir tarihten sözetmekteyiz... Şimdi yaşlandık, netekim, hala o zamanlardaki gibi aynı şeyleri düşünmekteyiz... Hala, o zamanlar dediğimiz gibi, bu işi biz yaparız demekteyiz.. netekim...

 

(Bu ‘anı’ Yaşadığımız Vatan Dergisinin 18 Eylül 2000 tarihli, 57. sayısında yayınlanmıştır)

 

 

***

 

Bir yoldaşı Gökhan Özocak'ı anlatıyor:

 

YÜREK VE BİLİNÇ

 

Saçları kırarmış, elmacık kemikleri çıkmış ve alnında kızılbandıyla, gözleri ışıl ışıl... Bir eliyle zafer işareti yapıyor, bir eliyle de kafasını ve yüreğini gösterip; ‘burası ve burası ölürse işte esas o zaman ölür insan’ diyor tüm dünyaya...

İzmir’in, Ege’nin tanıdığı işçi, devrimci Gökhan’ı tüm dünya bu görüntülerle tanıyor ve tarih unutulmayanların hanesine kaydediyor bu anı... Aradan çok geçmeden 4 Temmuz 2001 günü kahramanların halayında yerini alıyor Mahmut Gökhan Özocak...

25 yıldır bu onurlu yolda yürüyen Gökhan, bir gün mutlaka bu halayda yerini alacağını bilerek girmişti bu kavgaya.

Daha çocuktu, devrimcilerle-devrimle tanıştığında. Anne-babasının ayrılığı sonrası Gökhan’ı İzmir-Bornova yetiştirme yurduna verirler. O artık övünerek anlatacağı bir ‘yurt çocuğudur’... ‘Biz yurt çocuğuyduk. Kimsesiz değildik. Bizi seven, bize sahip çıkan devrimci ağabeylerimiz vardı. Her şeyi onlardan öğrendik’... Evet, Gökhan anne-baba sevgisinden daha büyük sevgiyle, yoldaşlık sevgisiyle büyüdü, bu sevgiyle de devrimcileşti. O artık büyük bir ailenin küçük neferiydi. Lise çağında coşkusu kabına sığmayan Dev-Genç’lilerdendi. Hızla öğrenip, eylemden eyleme koşuyordu. Aynı yurtta kalan Mehmet Ali Mandal’la beraber büyüdüler devrim saflarında. Gökhan, yurtta ataklığıyla, arkadaşlarını sahiplenmesiyle, sıcakkanlılığıyla tanınır, sevilirdi. Bir de güzel futbol oynamasıyla tanınırdı. Onunla beraber Bornova stadında, yurdun sahasında birlikte futbol oynayan kimi arkadaşları sonrasında şöhretli futbolcular olmuş ama Gökhan tereddütsüz devrimciliği seçmiştir.

1970’li yılların ortalarından itibaren Mahirler’in yolundan yürüyenlerin öncülüğünde mücadele kitlesel bir şekilde gelişirken, Gökhan da coşkusunu ve inancını büyütmektedir. Devrimci mücadele büyüdükçe saflaşmalar hızlanmakta, ayrışmalar da yaşanmaktadır. İşte bu dönem Mahirlerin, THKP-C’nin mücadele çizgisinde yürüyenler içerisinde Devrimci Yol, Devrimci Sol ayrışması olur. Devrimci Yol tasfiyeciliğe soyunmuş ve Gökhan tavrını mücadeleyi büyüten Devrimci Sol’dan yana belirlemiştir. Artık hem bir Dev-Genç’li, hem de Devrimci Sol militanıdır. Faşistlerden hesap sormada amansızlığı, oportünizmin karşısındaki ideolojik netliği ve halkına, yoldaşlarına duyduğu sevgiyle Devrimci Sol’un örgütlülüğünü büyütmenin çabasındadır. Ömer Aydoğmuş’la, İbrahim Yalçın Arkan’la, Ahmet Fazıl Özdemir’le omuz omuzadır. Ömer Aydoğmuş’un en yaman öğrencisi, eylemden eyleme, korsanlara, halkın adaletini uygulamaya koşan Gökhan’dır. Yapılacak iş, sorulacak hesap, örgütlenecek insan çoktur, kampanyalar peşi sıra örgütlenir, İzmir’de, Ege’de... Bu kampanyalardan birinde bir emperyalist hedefe bomba yerleştirirken yıllarca çok şey paylaştığı yoldaşı Ayhan Pektaş şehit düşer.

12 Eylül faşist cuntası sonrası tutsak düşer. Tutsaklığında öğrenmeye ve direnmeye devam eder. Şirinyer Askeri Hapishanesi, Buca, Bursa hapishanelerinde direnişlerin içindedir. Tek tip elbiseye, ‘karıştır-barıştır’ saldırısına karşı direnir. Bu süreçte bazı olumsuzluklar nedeniyle örgütüyle bağı kesilir. Ancak bu süreçte gönderileceği Bursa hapishanesinde yine direniş saflarındadır.

Tahliye olduğunda askere gitse de, davasına bağlılığını yitirmez. Çocuk yaşta devrimciliği seçen Gökhan için “Devrimcilikten başka hayat yoktur çünkü. Hem bütün ülkede, hem de Ege’de örgütlülüğün yeniden yaratılıp, mücadelenin devam edeceğinden ve kendisinin de içinde yer alacağından emindir.

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde işçi olarak çalışmaya başlar bu dönemde. 1980 öncesi onunla beraber devrimcilik yapanların kimileri ‘biz eskiden...’ masalları anlatırken, Gökhan, her yerde mütevazıca devrimi ve devrimciliği anlatır. Dev-Genç’li Gökhan, işçi Gökhan’dır artık.

1988 yılında Yeni Çözüm dergisinin bürosu açılmıştır. Tereddütsüz hemen gider Gökhan... Müjdat Yanat’la, Recep Güler’le, Hüseyin Coşkun’la kucaklaşır, bir sıra neferi olarak sevdasını, umudunu büyütmeye başlar. Ne iş varsa koşar, gönüllü olur ‘ben eskiyim, şuyum, buyum’ demez... Büyük ailesiyle yeniden kucaklaşmanın coşkusuyla gider işyerlerine. Gerek çalıştığı troleybüs imal-tamir-bakım atölyesinde, gerek sendikada ve diğer belediye işletmelerinde mücadelenin gündemini, ülkenin gündemini işçilere onların anlayacağı dilde anlatır, kavratır. İşçilerden biri olmanın doğallığındaki davranışlarıyla, paylaşımlarıyla, sıcaklığıyla sevdirir, saydırır kendini... Atılım yıllarında İzmir’de Devrimci İşçi Hareketi’nin örgütlenmesini omuzlamıştır. Dergide (büroda) ya da eylemlerde gençliği gördüğünde heyecanlanır, gençlikle hemen kaynaşır, onlara özel bir önem verir. İş çıkışı her akşam, Mücadele dergisi bürosuna gelir, elinde de her zaman yoğurt ya da süt kutuları olur. İşyerinde dağıtılmıştır, ‘en güzeli yoldaşlarla paylaşmaktır’ der... Hiçbir şeyi esirgemez yoldaşlarından, kavgasından... dergi bürosunun kirası, tüpü, çayı-şekeri vb. ne gibi gideri varsa hemen halleder... Gökhan’ın sürece dair her konuda geçmişten bugüne anlattıklarıyla sohbetinin güzelliğine de doyum olmaz. Bilgisini, birikimini esirgemez hiç kimseden ve bunu görev bilip, her iş çıkışı mutlaka büroya gelir, birlikte dergi okunur, Gökhan abi ve Müjdat ağabeyin anlatımlarıyla yazılar üzerine sohbetler edilir. 1991’de emperyalistlerin Irak’a, Ortadoğu’ya saldırısına karşı örgütlenen kampanya da, ortak platformlarda, yapılan her eylemde yerini alır Gökhan. Sonra cezaevlerine direnen tutsaklara destek eylemlerinde, açlık grevlerinde, konserlerde, 12 Temmuz şehitlerimizin cenazelerinde... her yerdedir Gökhan.

‘90’lı yılların başında yüzlerce işçiyle beraber işten atılır Gökhan. Amaç bellidir, işyerlerinden devrimcileri tavsiye etmek, mücadelenin önünü kesmek, sendikalaşmayı bitirmektir. Gökhan’ın ve devrimci işçilerin öncülüğünde işçiler eylemlere başlar. Her gün eylem yaparlar, Konak Meydanı defalarca zaptedilir. Gün gelir Büyükşehir Belediyesi de işgal edilir, talepler haykırılır. Bu eylemlerin işe geri dönmelerine yeterli gelmeyeceğini bilen Gökhan, “daha büyük bir eylemle hem haklarımızı almalı, işimize geri dönmeli hem de işçi sınıfına bir miras bırakmalıyız” deyip, büyük Ankara yürüyüşünün kararını aldırır, örgütler yürüyüşü... “Gemileri yaktık geri dönüşü yok” diyerek yürürler Ankara’ya... Kışa-ayaza aldırmadan süren yürüyüşte Gökhan türkülerle, marşlarla ateş başı sohbetleriyle işçilere moral verir, yüreklerini ısıtır. Yürüyüş sırasında polisin-jandarmanın saldırılarına karşı omuz omuza direnip, çatışıp, barikatları aşıp, girerler Ankara’ya başarmanın sevinciyle Kızılay’da zaferlerini ilan ederler.

Bu zaferin coşkusu ve kararlılığıyla daha da sıkı sarılır görevlerine Gökhan. Özellikle darbe sürecinde, darbecilerin ve oligarşinin beyinlerine akıtmak istediği zehirlere karşı, gördüğü her insana hareketin nasıl, hangi bedellerle kurulduğunu, darbeciliğin ne olduğunu, neyi amaçladığını, uzun uzun anlatır. Önderimizi ve hareketimizi sahiplenir. 1993 yılının nisan ayında tutsak düşer. Tutsaklık onun için, yenilenmenin, inancı, bağlılığı büyütmenin adıdır. Yılların birikimini daha da büyütmek için mütevazi bir öğrencidir Gökhan.

Günü gelince ölümün üzerine yürümenin adı olur... 14 Aralık 2000 günü 3. ekipte kuşanır alın bandını... Bir yandan ölümün üzerine yürür, bir yandan da direnişin halka anlatılmasında, propagandasında yoldaşlarına öğretmen olur. Binlerce mektup, metin, çağrı yazılır. Halayların, toplu voltalarda marşların türkülerin örgütleyicisidir. İlk marşı hep o başlatır. 19 Aralık katliamıyla beraber, daha gür haykırır marşlarımızı... Coşku, moral kaynağıdır, hücrelerimizin.

Zorla hastaneye götürülürken Gürsel Efesiyle (Akmaz) beraber “Yoldaşlar sizi seviyoruz” diye haykırırlar... Sesleri yüreklerimize işler... Hastanede Apo’yu, Celal’i, Gürsel’i güneşe uğurlarlar Sevgi Ablayla... Tahliye rüşvetine cevabı “ben TAYAD’lıları istiyorum” olur ve Yamanlar’da bir gecekonduda devam eder direnişine. Ziyaretine gelenlerine, bıkmadan usanmadan umudu anlatır. Gelmeyenleri çağırır, mektuplar yazar, yazdırır. Ziyaretine gelen yüzlerce insana baş eğmezliğimizin sırrını anlatır; kızıl bandının altından gülümseyen gözleriyle bakarak, beynini ve yüreğini gösterir... bilinciyle yüreğiyle kahramanlarımızın arasında onurlu yerini alır.

 

 

Geri