Fatma ERSOY'u Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

 

Yoldaşlarının anlatımlarından:

 

O ŞİMDİ MUNZUR'DA YAŞIYOR...

 

Sakarya'ya geldiğimde ilk tanıdığım arkadaşlardandı Ersoy. Daha doğrusu ilk günlerde O'nun karikatürleri ve skeçleriyle karşılaşınca biraz da ilgimi çekmişti. Ersoy hep kocaman gözlerini açmış, korkulan hemşire olarak çiziliyor, oynanıyordu.

Daha sonrasında da Ersoy'un o kocaman gözleri ile hemşireliğini birleştirdiği çok ana tanık oldum.

Birgün masada oturuyoruz, '98 olması lazım. Yemek yiyoruz. Ben salata yemem ama masanın ortasında bir salata tabağı var. 6 kişi oturuyoruz yuvarlak masalarda. Ben yemeğimi bitirdim tam ayağa kalktım, tabağımı alacam ki, tabağımın ortasına bir çatal indi. Başımı kaldırdım; Ersoy. Kocaman açmış gözlerini, salata tabağını işaret ediyor. O öyle bakınca ben "korkardım" zaten. Sessizce oturdum tabii ki yerime.

Yine başka bir gün havalandırma kapısına çıkan arada soba başı sohbetteyiz. Ben alçak, küçük taburede oturuyorum. Meyve de yemem. O gün de yemeyi düşünmüyorum. Önüme bir tepsi geldi. Başımı kaldırmadan sohbete devam ederek "yok, almıyorum" dedim. Ama tepsi gitmiyor. başımı kaldırdım; Ersoy. "Olamaz" diyorum. "Yakalandım". Elmaları Ersoy dağıtıyormuş meğer. "Emin misin almayacağından?" diyor.

"Yoo hiç de emin değilim" dedim, aldım tabii ki hemen bir elma.

- 0 -

Bölgeler çalışmasındayız. Ersoy'la birlikte Kürdistan Bölgesindeyiz. Çalışmalar çok hareketli ve yoğun geçiyor. Ama bir de Kürdistan ekibindeki arkadaşların kendi aşiretlerine, kendi memleketlerine ilişkin hergün öğrendikleri yeni birşeyler oluyor. Bunların en çok gündeme geleni aşiretlerin tarihi ve bugüne ilişkin bilgiler. Bölgeler çalışmasına başlamadan önce hepsi "bizim aşiret" diye başlayıp övünürlerdi ama çalışma başladıktan sonra hepsi kendi aşiretlerinin korucu aşireti olduğunu ya da önemli ayaklanmalarda işbirliği yaptıklarını vb. öğrendiler. Görüş kabinlerinde ailelerine soruyor hepsi "biliyor muydunuz" diye. Aileler de bunu onaylıyorlar. Ersoyların aşiretine ilişkin ilk başlarda böyle birşey öğrenmemiştik. Birgün elimde ayaklanmalarla ilgili yeni gelen bir kitap var. Bir baktım, Ersoy'ların aşiretinin adı geçiyor. Hem de oldukça kötü bir biçimde. Dersim ayaklanmasının işbirlikçi aşiretlerinden diye. Bunu kaçırmadım tabii. Hemen Ersoy'a gittim.

- "Ersoy, sen de aşiretinle ilgili gerçekleri öğren gel"

Ersoy gülüyor sadece

- "Ersoy sen bu kitaba baktın mı?"

- "Biraz"

- Sen buna daha önce öğrenmiştin değil mi?

- Öğrendim...

- Niye söylemedin?

- Bir anlaşma yapalım mı. Şu çalışma bitsin sonra söyle herkese.

...

Biraz sonra herkes Ersoyların aşiretini konuşuyordu. Ama en çok da 2 gün önce öğrenip de hiç sesini çıkarmamış olmasıydı olay olan.

- 0 -

Ersoy'la Sakarya depreminden sonra Çanakkale'ye getirildiklerinde tanıştık. Ersoy 55 kişilik kalabalığın içinde sessizliği- sakinliğiyle pek belli etmezdi kendini. Ersoy'u hep ya masabaşında yazı yazarken ya da sağlık dolabının başında hatırlıyorum.

Coşkusunu, sevgisini öyle çok belli etmezdi, çok da konuşmadığı için sürekli takılırdım "ya küçük abla, sana birşey olsa, anlatacak olsak birşey diyemeyeceğim, sağlıkçıydı deyip geçmek zorunda kalacağız" diyerek. Ersoy abla da ben böyle deyince güler "anlatırsın, anlatırsın" derdi.

Küçük abla diyordum ona. Normalde o vakitler kendimce bir sınır koymuştum 30 yaşından büyük yoldaşlarıma abla, abi diyordum. Ersoy abla farklıydı. Duruşu, bakışı... Az konuştuğu hallerde bile insan kendine çok yakın hissediyordu onu. Abla gibiydi. Anlatırken, kavratmaya çalışırken kızıyorsa da onun seni sevdiği için kızdığını bilirdin.

O sağlıkçıydı ben de marazlı bir hasta ve doğallığında epeyce de kahrımı çekti diyebilirim. Hele o günlerde bir türlü hasta oluşumu kabullenemiyordum ve hasta olmadığını düşündüğüm için önlem almıyordum, önlem almayınca da sık sık yatağa düşüyordum.

Ersoy abla gelirdi yatağımın başucuna, saatlerce konuşurdu. Herşeyin iradede çözümleneceğini anlatır kendinden de örnekler verirdi. Ben inatçıyımdır ama onun anlatma kavratma çabası karşısında ikna oldum sonunda.

Ersoy abla ile çok birlikte çalışmadık, dolayısıyla da paylaşımlarımız öyle çok fazla olmadı. Nöbetlerdeki sohbetler ve ortak yaptığımız bir çalışma dışında.

Ülkemizdeki kayıplar ile ilgili bir broşür hazırlıyorduk. Hepimizin genel huyudur, her işi son ana sıkıştırmak. Ersoy abla ile çalışırken bunu yapmanın "zorluğunu" gördüm. Disiplinliydi ve disiplinini yanındaki insanlara da taşırdı. Sürekli denetler, ne-nasıl yapılmış, ona bakar yapılmamışsa çalışırdı. Bu çalışmamızda emeğini hep hissetmiştim ve broşürü tam zamanında bitirmiş, teslim etmiştik.

İkili sohbetlerde Kemal abiyi ve Konya köylülerini anlattırırdı bana. Konya köylülerinin onun için ayrı bir yeri vardı. Onlardan hep sevgiyle söz ederdi. Anlatırken gözleri parlardı. Konya'da ebe-hemşirelik yapmış Ersoy abla. Örgütlenip başka alana gitmesi gerekince de ayrılmak zorunda kalmıştı.

Ayrılırken hem köylüler hem de Ersoy abla çok üzülmüş. Köylüler;

- Ebe hanım, sana ihtiyacımız var, gitme demişler. Sonra bütün köy onu uğurlamaya gelmiş. Ersoy abla o günü anlatırken;

"Bana çok ihtiyaçları vardı onun için gitmek çok ağır geldi bana. Çok doldum, ağlayacak gibi oldum. Sonra onlar için savaşmaya gidiyordum, bunu düşününce üzüntüm geçti" diye anlatmıştı. O anlatırken kurduğu cümlelerdeki netlik gözlerindeki parlaklık gibiydi. İçindeki halk sevgisinin gücünü hissetmiştim onun anlatımlarından.

Kemal abi için (Askeri) öğretmenim derdi. Kemal abi derkenki sesi, yüzündeki gülümseme; saygısını, sevgisini anlatırdı. Ersoy abla çok zayıflamış, Kemal abi ile aynı evi paylaştığı dönem. Önce "yemek ye" diye kızmış. Ersoy yemeyince de hergün, evlerinde bir tane büyük tavaları varmış, onunla yemek yapar Ersoy yiyip bitirmeden de sofradan kalkmazmış. Eğitim çalışmalarından günlük yaşama- davranışlara ondan çok şey öğrendiğini anlatırdı.

'96 Ölüm Orucu direnişimizin de onda ayrı bir yeri vardı. Direniş başladıktan sonra sözleşmiştik bir gün spor salonuna çıkıp volta atıp sohbet edecektik. Yanlarında refakatçileriydim, düşündüklerimi, hissettiklerimi anlatmıştım, o da 96'da hissettiklerini.

'96 Ölüm Orucunda da gönüllüymüş. Seçilemediğinde çok üzülmüş. 45. gün, Ölüm orucu direnişçileri açıklandığı güne kadar iyiymiş.

Rabbena abiden faks gelmiş. "asıl yük geride kalanlarımızın omuzlarında" diyormuş. Bunun üzerine düşünmüş ve kendini toparlamış, "Ana gibi hissediyorum kendimi, sanki onları ben doğurmuşum gibi direnişçiler kusarken karnıma ağrılar giriyordu" diye anlatmıştı.

Hassastı benim küçük ablam. Direnişçi olduğu vakit tansiyonunu, nabzını vb. alırken heyecanlanıyordum. Elim ayağım titriyordu. Bunu paylaştım ve küçük ablam bu ne iştir anlayamadım, dedim. Yüzü değişti.

- Haklısın, dedi.

- İyi de, ben birşey demedim ki abla, niye haklı olayım, dediğimde

- Alışmışım birşey demeden duramıyorum. Şöyle böyle yap deyince siz kendinize güvenli yapamıyorsunuz işinizi. Daha dikkatli olurum. Hem ben artık sağlıkçı değilim, direnişçiyim. Birşey demeyeyim desem de duramıyorum, diye devam etmişti. O günden sonra da ne zaman tansiyonuna bakmaya gitsem gülerek uzatırdı kolunu ve birşey demezdi.

Feda eylemlerinin genel kitleye açıklandığı zamandı. Hepimiz aşağıya, direniş koğuşuna doluşmuştuk. "Artık sıra bizde" diyorduk. "Biz olmalıyız" diyorduk. ziyaret saati bittiğinde yanına gittim. Gözleri dolu doluydu. Ağlamamak için kendini tuttuğu belliydi. "İşte güç bu, bu gücü kimse yenemez" dedi gururla. Bu sözde yoldaşlarına, partisine güven vardı. Ersoy abla hep böyleydi zaten. Ona bakınca insan güven ve huzur duyardı.

19 Aralık sonrası Kütahya'ya aynı ringde getirildik 9 saatlik yol boyunca da ayaklarını uzatarak oturtmayı kabul ettiremedik. Açlığının 60 gününde daha da büyümüş kocaman gözlerindeki sevgiyle ağzından tek bir söz çıkıyordu "Siz rahat oturun."

- 0 -

Ersoy sessiz ama coşkun akan bir nehir gibidir. Onunla ilk tanıştığımızda dikkat çeken yanı gözleri olmuştu. Kocaman kara gözler... Fatma Ersoy'un gözlerinde akan bir nehir...

Ersoy ebe-hemşiredir. Okulu bitirdikten sonra kısa süreliğine Konya'nın bir köyünde çalışır. Sonra partinin verdiği görev... Konya'dan ayrılır. O artık devrimin hemşiresidir.

Ersoy'un yaşamı Dersim'de geçer. Yokluklar, yoksulluklara bir de yaşanan yoğun baskılar eklenmiş. Dersim'de çevresindeki gelişmelere duyarlı olmuş hep, sorgulamış. Devlet eliyle geliştirilen yozluk karşısında öfkesini hep büyütmüş. Çocukluğunda, ilk gençlik yıllarında da sessizmiş, öyle anlatıyordu. Küçük yaşta sorumluluklar almış.

Sağlıkçımızdı Ersoy. Yoldaşlarının sağlığı konusunda titizdi. Sadece ilaç vermek veya revir vb. işleriyle uğraşmak olarak ele almıyordu görevini. Günün büyük bir bölümünü sağlık işleri alıyordu. Elinde tıp kitapları her fırsatta oturup okuyordu. Hastalıkların nedeni, tedavisi... Öğrendiklerini Özlem'e öğretiyor, sağlıkçılığın önemini anlatıyordu. Ersoy, diyetlilerin yemeğini denetler. Ersoy, ilaçların zamanında alınmasını kontrol eder; Ersoy sağlığına dikkat etmeyen yoldaşlarını eleştirir veya hastalıklarını abartanlarla sohbet eder. Sağlık konusunda en ufak bir taviz vermez.

Daha gönüllülerin toplantıları devam ediyordu. Ölüm Orucu tartışmaları başladığında "ben olacağım biliyorum" dedi. Direnişçi olduktan sonrası bir sohbetimizde "Hiç aksini düşünmedim. Bu sefer direnişçi olacağımdan emindim" dedi.

Bir gece spor salonunda sohbet ediyoruz. "Senden birşey isteyeceğim" dedi. Güldüm, "Ne isteyeceksin?" "Bana semah dönmeyi öğretir misin? Direnişçi olduğumda semah döneceğim" dedi. Halay dışında onun herhangi bir yörenin oyununu oynadığını görmedim. Bir çok konuda olduğu gibi bu konularda da çok öne çıkan bir arkadaş değildi. O her işte, sessizce verilen görevi yapanlardandı. Ama gördüğü eksiklikleri, yanlışlıkları da affetmezdi. Sözü dolandırmaz, olduğu gibi söylerdi.

Ersoy eksikliklere, yanlışlara karşı liberal davranılmasına ve asıl olarak da "kadınlar hep geç kalır"ın bir şekilde kabullenişine sinirleniyordu.

Direniş başlamıştı. Hepimize SAG.deydik. Ersoy sık sık sağlığımızla ilgileniyordu. Ö.O. başladığında da Ersoy ayrı şekilde sağlık problemlerimizi merak ediyordu. Özlem'e soruyor, neye nasıl dikkat edilmesi gerektiğini anlatıyordu.

Direniş boyunca hemen herkesle sohbet etmeye çalışıyordu. Görüş günlerinde ise ailesini hazırlıyordu. Annesi ile sessiz bir diyalogları vardı. Ersoy daha birşey söylemeden annesi "biliyorum bu sefer sen olacaksın" dedi. Annesi ağlamaya başladığında Ersoy direnişin nedenlerini anlattı ve güçlü olmasını söyledi. Annesi birşey demeden Ersoy'u dinledi. Bir sonra ki görüşte ise annesi Ersoy'un çeyizliğini getirmişti.

- 0 -

Hücreler... Kütahya'ya geldiğimizde hepimiz tek tek hücrelere konacağımızı, girişte bir çok sorun yaşayacağımızı düşünüyorduk. Ringten tek tek indiriyorlardı. Sıra bana geldi. Parmak izi vb.'den sonra sıra aramaya geldi. Gardiyanlar önce beni bir sandalyeye oturttu sonra üst araması yapıldı. Gerçi üstümüzde doğru düzgün birşey yoktu. Kendi aralarında hangi hücreye koyacaklarını konuştular.

- B-2'de boş yer var oraya verelim, dendi.

Hücre kapısındaydım. Kapı açıldı. Havalandırmaya giriyorum. İçerden sesler geliyor. Karşımda yoldaşlarım. Sanki yıllardır birbirimizi görmüyoruz gibi kucaklaşıyoruz. Ben 8. kişi olarak geliyorum hücreye. Daha kapıda "Ersoy yukarıda" diyor bir yoldaş. Merdivenlerden çıkıyorum Ersoy karşımda. Sarılıyoruz birbirimize. Ersoy hemen bir sigara ikram ediyor. İlk iş olarak Ersoy'un yatağını hazırlıyoruz. Ersoy sessiz. Öyle çok konuşmazdı, dinlemeyi tercih ederdi. Ama hücredeki ilk günümüzde hepimiz onun çevresine oturmuştuk. Çanakkale'yi, direnişi, diğer hapishaneye götürülen yoldaşlarımızı konuştuk.

Hepimizin saçları darma dağınıktı. Ersoy'un saçları hem sık hem de kıvırcık olduğu için daha kabarık görülüyordu. Kendi görüntümüze güldük. Bu halimizle tam "teröriste" benziyoruz diye espri konusu oldu. Ersoy'un saçlarını parmaklarımızla açmaya çalıştık, olmadı. Gardiyana kantinden alışveriş yapmak istediğimizi söyledik. Kantin kapalıymış.

TV.'den 19 Aralık'a ilişkin haberleri seyrettik. Fidan'ı gösteriyordu her kanal. Ersoy'la sohbetlerimizde o hep coşkuluydu. "Fidan bizde yaşıyor" diyordu. Ersoy'la 29 Aralık'a kadar birlikte kaldık. Her sabah erkenden kalktı, içtimayı aldırdı. Ersoy Fidan'a benziyordu. Gün içinde yaşama dair sorunlarla ilgileniyor, morali bozuk olanlarla sohbet ediyordu. Hücreye hergün gelen doktorla tartışıyorduk. Ersoy, tedavi kabul etmediğini her seferinde söylüyordu.

Ersoy, 19 Aralık sonrası daha farklıydı. "Çok düşündüm. Sevgim daha da büyüdü. Katliamda bedenlerini bize siper eden yoldaşlarım... Asıl kahraman sizdiniz. Feda, bağlılık, sevgi, tüm bu değerler yoldaşlarımda öyle güzel boy veriyor ki..." diyordu. Sık sık "Sizin sevginizin gücüyle yürüyorum" diyordu.

Ersoy, mütevazi, sakin adımlıyordu yolunda. "Fidan benim artık" derken Fidan'ı yaşatacağını ifade ediyordu. Kararlılığı, sevgisi tüm yaşamına yansıyordu. Tek bir hedefi vardı: Başarmak. Ama başaracağından emindi. Acaba vb. sorular yoktu. Hücrelerdeki sakinliği bu tereddütsüzlüğünün bir sonucuydu.

29 Aralık'ta saldırı oldu. Hepimizi hücrelerden sürükleyerek çıkardılar. Üçlü dörtlü şekillerde ayrı hücrelere koydular. Benim bulunduğum hücreden direnişçilerin sesi duyulmuyordu. Ersoy ve Ayşe'nin sürekli selamlarını alıyorduk.

- 0 -

19 Mart sabahı mazgal açıldı. "Başgardiyan görüşmeye gelecek" dedi. Sabah sabah nerden çıktı bu diye düşündük. Hazırlandık. Kapı açıldı, başgardiyan içeri girdi. Başgardiyan, direnişçilerin durumunun ağırlaştığını, o nedenle tek katlı hücrelere getireceklerini, eğer bizce bir sakıncası yoksa bizimle direnişçilerin yerinin değişeceğini söyledi. Aramızdan birinin refakatçi olacağını söyledi. Refakatçiyi biz belirledik. Ve benim kalacağımı söyledik.

Şimdi yer değişikliğinin biran önce olmasını bekliyoruz. Arkadaşlar hazırlandı. Hepimiz heyecanlıyız. Gidecek olanlar yolda görüşürüz diye planlar yapıyor. Kapı açıldı. Bir tarafta ayrılık bir tarafta kavuşma. Bir tarafta hasret diğer tarafta yine hasret.

Arkadaşlar gittikten sonra ben daha da heyecanlandım. Kısa bir mesafede volta atıyorum ama heyecanımı bastıramıyorum. Maltadan sesler geliyor. Kapının önündeyim. Ayşe'nin sesini duyuyorum. Gardiyanlarla tartışıyor. Kapıya vuruyorum. Kapı açılınca Ayşe'nin neden tartıştığı anlaşılıyor. Gardiyanlar hücrenin önünde bir set oluşturmuş. Ayşe'lerin diğer mazgallara gitmesini engelliyorlar. Onlar içeri girince birbirimize sarılıyoruz. Gözlerim dolu dolu. Ayşe ve Ersoy da öyle. Ama "ağlamayacağız" diyorlar. "Zafere kadar ağlamayacağız".

Ersoy sohbetlerinde hep "Ben bilincimin açık kalmasını istiyorum" diyor. 96'yı anlatıyor "Organları yavaş yavaş eriyordu ama bilinçleri açıktı. ben de onlar gibi olmak istiyorum. Ayakta ölmek istiyorum" diyordu.

23 Mart 2001'de Ersoy ilk kez kusuyor. İlk kez bugün Ersoy'dan ölüm kokusunu alıyorum. Ersoy "Bahar kokuyorsun" diyorum. Gülüyor. "Artık çok yakın" diyor. Ayşe'ye "Öne geçtiğimi kabul et" diyor. Ayşe sessizce "Evet" diyor. Ayşe'nin gözleri Ersoy'da.

Ersoy artık pek fazla yataktan kalkamıyor. Genelde dinleniyor. Gözleri daha da büyüdü. Ama ışıl ışıl. "Zaferi merak ediyorum" diyordu Ayşe ile zafer hayalleri kuruyor, sonra gülüyorlardı "Biz göremeyeceğiz. Biz hedefe vardığımızda zafer olacak" diyorlardı.

Ersoy hastaneye götürüldüğünde de yürüyüşünü hızlandırdı. O bir an önce hedefe varmak gerekir, diyordu. Çünkü zafer öyle gelecekti.

Ersoy'un üç gün cellatlarla boğuştuğunu öğrendik. Üç gün zorla müdahale devam etmiş ama Ersoy hedefe ulaşmıştı. Halkına, yoldaşlarına zaferi hediye etmişti. Yüzünde Ölüm orucunun ilerleyen günlerinde oluşan çizgi için "buradan Munzur akıyor" demişti. Ersoy şimdi Munzur'da yaşıyor.

Hücrelere ilk geldiğimizde anmadaki mesajı herşeyi anlatıyordu aslında. "Yoldaşlar Fidan şehit düştüğünde benim adım Fidan demiştim..." Fidan gibi Ersoy abla da ölümsüzler kervanına katıldı.

 

***

 

Fatma ERSOY’u yoldaşı Fatma Tokay Köse Anlatıyor

 

Fatma, yani bizim yoldaşlarımızın Ersoy’u... Ersoy’umuz... Nereden başlasam, nasıl anlatsam. Ersoyumuz ilaç yoldaşımız. En ufak bir rahatsızlığımızda başucumuzda olan, yaraları saran, sevgisiyle şifa dağıtan... Abartıya kaçmadan sessiz, sakin tüm doğallığıyla anlayan, anlatan... Son günlerinde Ben Fidanım’ deyip yüzünü hiç dönmediği güneşe doğru aldığı yolda artık hızlanan Ersoyumuz. Nasıl anlatılmalı. Ben O’nu yaşamalı diyorum... Ersoyumuz, Ersoyum.

 

Oy benim kara gözlü,

Munzur yüreklim

Ömrünü vatana can eyleyenim

Bir kına kardık murad aldın

Bir kına kardın göz nuru,

Rengi kanından

şekli canından

Vatana murad eyledin

Oy Anadolulu nazlı selvim

Kara gözlü Munzur yüreklim

Ömrünü dağ dağ yürüyenim

Yürüyüş güneşe

Yürüyüş umuda

Yürüyüş zafere dedin.

Toprağa düşen bedeninle

Zafer, çoktan müjdeledin.

 

Nasıl unutulur canımızdan çok sevdiklerimiz, en iyilerimizi göremeyişimiz. Son bir kez alınlarından öpemeyişimiz, kelimelere gerek kalmadan konuşan gözlerle bakamayışımız, eriyen ama bir volkan kadar sıcak, irade yüklü bedenlere sarılamayışımız affedilebilir mi? Unutulabilir mi? (Karalanmış)

Acılarımız çok, gömdük şimdilik yüreğimize, kine, öfkeye dönüşüyor her biri. Hz. Eyüp sabrımız karşısında secdeye duruyor. O’nun o sabrıyla bilinen, anılan peygamberin, sabır taşının sabrı çatladı da bizimki çatlamadı. Tutuyoruz bir bir hesabını yaşadıklarımızın, yaşatanların. Hayır, gözyaşı dökmüyoruz. Gökyüzünün bütün ağlayışına, Nisan yağmurlarıyla ağlayan doğanın tersine biz akımadık gözyaşı. Kutsadık gözyaşlarımızı, yere düşmemeli onlar. Görülmemeli... Karar kıldığımız, and içtiğimiz o güne saklıyoruz hepsini. Acıdan değil sevinçten süzülecekler yanaklarımızdan. O gün; aylardır sürekli beslediğimiz toprak, tüm doğa doymuş olacak güzelliklere, bunun şenliğinde olacağız. Güzelliklerin doruğunda. İşte o zaman akıtacağız sevinç gözyaşlarımızı. Son bir kez yağmur diye sunacağız toprağa...

Fatma’yı ve diğerlerini anlatmak öyle kolay olmuyor. Bir söz, bir davranış alıp götürüyor O’nunla yaşadıklarımıza. Anılar bir bir geçiyor gözünün önünden. Hayır ölmediler, gerçek anlamda yaşıyorlar. F. Ersoy şimdi Fidan’la coşkulu bir Karaçov halayında. Fidan mendil sallıyor durmadan. Fatma sımsıkı kenetlemiş parmaklarını Fidan’ın kınalı parmaklarına. İki hayat taşıyan el, iki umut iki avuç buluşmuştur şimdi. Hasret gideriyorlar. İstedikleri o ana kavuşmuş olmanın hazzındalar. Halaya daha çokça katılanlar olacak. Biliyoruz. Fidan, Karaçov oynamaya başlayınca hiç bitsin istemezdi. Ve onun coşkusuna o kadar çok katılan olurdu ki. En oynamayı bilmeyenler dahi yerinde duramaz koşar girerlerdi halaya. İşte hep oynadığımız Karaçov gibi olacak belki yine. Bu kez dışarıda da kurulan halayla birleşecek...

Fatma KÖSE

 

 

Geri