Fatma
ERSOY'u Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:
Yoldaşlarının anlatımlarından:
O ŞİMDİ MUNZUR'DA YAŞIYOR...
Sakarya'ya geldiğimde ilk tanıdığım arkadaşlardandı
Ersoy. Daha doğrusu ilk günlerde O'nun karikatürleri ve skeçleriyle
karşılaşınca biraz da ilgimi çekmişti. Ersoy hep kocaman gözlerini açmış,
korkulan hemşire olarak çiziliyor, oynanıyordu.
Daha sonrasında da Ersoy'un o kocaman gözleri ile
hemşireliğini birleştirdiği çok ana tanık oldum.
Birgün masada oturuyoruz, '98
olması lazım. Yemek yiyoruz. Ben salata yemem ama masanın ortasında bir salata
tabağı var. 6 kişi oturuyoruz yuvarlak masalarda. Ben yemeğimi bitirdim tam
ayağa kalktım, tabağımı alacam ki, tabağımın ortasına bir çatal indi. Başımı
kaldırdım; Ersoy. Kocaman açmış gözlerini, salata tabağını işaret ediyor. O
öyle bakınca ben "korkardım" zaten. Sessizce oturdum tabii ki yerime.
Yine başka bir gün havalandırma kapısına çıkan arada
soba başı sohbetteyiz. Ben alçak, küçük taburede oturuyorum. Meyve de yemem. O
gün de yemeyi düşünmüyorum. Önüme bir tepsi geldi. Başımı kaldırmadan sohbete
devam ederek "yok, almıyorum" dedim. Ama tepsi gitmiyor. başımı kaldırdım; Ersoy. "Olamaz" diyorum. "Yakalandım".
Elmaları Ersoy dağıtıyormuş meğer. "Emin misin almayacağından?"
diyor.
"Yoo
hiç de emin değilim" dedim, aldım tabii ki hemen bir elma.
- 0 -
Bölgeler çalışmasındayız. Ersoy'la birlikte
Kürdistan Bölgesindeyiz. Çalışmalar çok hareketli ve yoğun geçiyor. Ama bir de
Kürdistan ekibindeki arkadaşların kendi aşiretlerine, kendi memleketlerine
ilişkin hergün öğrendikleri yeni birşeyler
oluyor. Bunların en çok gündeme geleni aşiretlerin tarihi ve bugüne ilişkin
bilgiler. Bölgeler çalışmasına başlamadan önce hepsi "bizim aşiret" diye
başlayıp övünürlerdi ama çalışma başladıktan sonra hepsi kendi aşiretlerinin
korucu aşireti olduğunu ya da önemli ayaklanmalarda işbirliği yaptıklarını vb.
öğrendiler. Görüş kabinlerinde ailelerine soruyor hepsi "biliyor
muydunuz" diye. Aileler de bunu onaylıyorlar. Ersoyların aşiretine ilişkin
ilk başlarda böyle birşey öğrenmemiştik. Birgün elimde ayaklanmalarla ilgili yeni gelen bir kitap
var. Bir baktım, Ersoy'ların aşiretinin adı geçiyor. Hem de oldukça kötü bir
biçimde. Dersim ayaklanmasının işbirlikçi aşiretlerinden diye. Bunu kaçırmadım
tabii. Hemen Ersoy'a gittim.
- "Ersoy, sen de aşiretinle ilgili gerçekleri
öğren gel"
Ersoy gülüyor sadece
- "Ersoy sen bu kitaba baktın mı?"
- "Biraz"
- Sen buna daha önce öğrenmiştin değil mi?
- Öğrendim...
- Niye söylemedin?
- Bir anlaşma yapalım mı. Şu çalışma bitsin sonra
söyle herkese.
...
Biraz sonra herkes Ersoyların aşiretini konuşuyordu.
Ama en çok da 2 gün önce öğrenip de hiç sesini çıkarmamış olmasıydı olay olan.
- 0 -
Ersoy'la Sakarya depreminden sonra Çanakkale'ye
getirildiklerinde tanıştık. Ersoy 55 kişilik kalabalığın içinde sessizliği-
sakinliğiyle pek belli etmezdi kendini. Ersoy'u hep ya masabaşında
yazı yazarken ya da sağlık dolabının başında hatırlıyorum.
Coşkusunu, sevgisini öyle çok belli etmezdi, çok da
konuşmadığı için sürekli takılırdım "ya küçük abla, sana birşey olsa, anlatacak olsak birşey
diyemeyeceğim, sağlıkçıydı deyip geçmek zorunda kalacağız" diyerek. Ersoy
abla da ben böyle deyince güler "anlatırsın, anlatırsın" derdi.
Küçük abla diyordum ona. Normalde o vakitler
kendimce bir sınır koymuştum 30 yaşından büyük yoldaşlarıma abla, abi diyordum. Ersoy abla farklıydı. Duruşu, bakışı... Az
konuştuğu hallerde bile insan kendine çok yakın hissediyordu onu. Abla gibiydi.
Anlatırken, kavratmaya çalışırken kızıyorsa da onun seni sevdiği için kızdığını
bilirdin.
O sağlıkçıydı ben de marazlı bir hasta ve
doğallığında epeyce de kahrımı çekti diyebilirim. Hele o günlerde bir türlü
hasta oluşumu kabullenemiyordum ve hasta olmadığını düşündüğüm için önlem
almıyordum, önlem almayınca da sık sık yatağa
düşüyordum.
Ersoy abla gelirdi yatağımın başucuna, saatlerce
konuşurdu. Herşeyin iradede çözümleneceğini anlatır
kendinden de örnekler verirdi. Ben inatçıyımdır ama onun anlatma kavratma
çabası karşısında ikna oldum sonunda.
Ersoy abla ile çok birlikte çalışmadık, dolayısıyla
da paylaşımlarımız öyle çok fazla olmadı. Nöbetlerdeki sohbetler ve ortak
yaptığımız bir çalışma dışında.
Ülkemizdeki kayıplar ile ilgili bir broşür
hazırlıyorduk. Hepimizin genel huyudur, her işi son ana sıkıştırmak. Ersoy abla
ile çalışırken bunu yapmanın "zorluğunu" gördüm. Disiplinliydi ve
disiplinini yanındaki insanlara da taşırdı. Sürekli denetler, ne-nasıl
yapılmış, ona bakar yapılmamışsa çalışırdı. Bu çalışmamızda emeğini hep
hissetmiştim ve broşürü tam zamanında bitirmiş, teslim etmiştik.
İkili sohbetlerde Kemal abiyi
ve Konya köylülerini anlattırırdı bana. Konya köylülerinin onun için ayrı bir
yeri vardı. Onlardan hep sevgiyle söz ederdi. Anlatırken gözleri parlardı.
Konya'da ebe-hemşirelik yapmış Ersoy abla. Örgütlenip başka alana gitmesi
gerekince de ayrılmak zorunda kalmıştı.
Ayrılırken hem köylüler hem de Ersoy abla çok
üzülmüş. Köylüler;
- Ebe hanım, sana ihtiyacımız var, gitme demişler.
Sonra bütün köy onu uğurlamaya gelmiş. Ersoy abla o günü anlatırken;
"Bana çok ihtiyaçları vardı onun için gitmek
çok ağır geldi bana. Çok doldum, ağlayacak gibi oldum. Sonra onlar için
savaşmaya gidiyordum, bunu düşününce üzüntüm geçti" diye anlatmıştı. O
anlatırken kurduğu cümlelerdeki netlik gözlerindeki parlaklık gibiydi. İçindeki
halk sevgisinin gücünü hissetmiştim onun anlatımlarından.
Kemal abi için (Askeri)
öğretmenim derdi. Kemal abi derkenki sesi, yüzündeki
gülümseme; saygısını, sevgisini anlatırdı. Ersoy abla çok zayıflamış, Kemal abi ile aynı evi paylaştığı dönem. Önce "yemek
ye" diye kızmış. Ersoy yemeyince de hergün,
evlerinde bir tane büyük tavaları varmış, onunla yemek yapar Ersoy yiyip bitirmeden
de sofradan kalkmazmış. Eğitim çalışmalarından günlük yaşama- davranışlara
ondan çok şey öğrendiğini anlatırdı.
'96 Ölüm Orucu direnişimizin de onda ayrı bir yeri
vardı. Direniş başladıktan sonra sözleşmiştik bir gün spor salonuna çıkıp volta
atıp sohbet edecektik. Yanlarında refakatçileriydim, düşündüklerimi,
hissettiklerimi anlatmıştım, o da 96'da hissettiklerini.
'96 Ölüm Orucunda da gönüllüymüş. Seçilemediğinde
çok üzülmüş. 45. gün, Ölüm orucu direnişçileri açıklandığı güne kadar iyiymiş.
Rabbena abiden faks gelmiş. "asıl yük geride
kalanlarımızın omuzlarında" diyormuş. Bunun üzerine düşünmüş ve kendini
toparlamış, "Ana gibi hissediyorum kendimi, sanki onları ben doğurmuşum
gibi direnişçiler kusarken karnıma ağrılar giriyordu" diye anlatmıştı.
Hassastı benim küçük ablam. Direnişçi olduğu vakit
tansiyonunu, nabzını vb. alırken heyecanlanıyordum. Elim ayağım titriyordu.
Bunu paylaştım ve küçük ablam bu ne iştir anlayamadım, dedim. Yüzü değişti.
- Haklısın, dedi.
- İyi de, ben birşey
demedim ki abla, niye haklı olayım, dediğimde
- Alışmışım birşey demeden
duramıyorum. Şöyle böyle yap deyince siz kendinize güvenli yapamıyorsunuz
işinizi. Daha dikkatli olurum. Hem ben artık sağlıkçı değilim, direnişçiyim. Birşey demeyeyim desem de duramıyorum, diye devam etmişti.
O günden sonra da ne zaman tansiyonuna bakmaya gitsem gülerek uzatırdı kolunu
ve birşey demezdi.
Feda eylemlerinin genel kitleye açıklandığı zamandı.
Hepimiz aşağıya, direniş koğuşuna doluşmuştuk. "Artık sıra bizde"
diyorduk. "Biz olmalıyız" diyorduk. ziyaret
saati bittiğinde yanına gittim. Gözleri dolu doluydu. Ağlamamak için kendini
tuttuğu belliydi. "İşte güç bu, bu gücü kimse yenemez" dedi gururla.
Bu sözde yoldaşlarına, partisine güven vardı. Ersoy abla hep böyleydi zaten.
Ona bakınca insan güven ve huzur duyardı.
19 Aralık sonrası Kütahya'ya aynı ringde getirildik
9 saatlik yol boyunca da ayaklarını uzatarak oturtmayı kabul ettiremedik.
Açlığının 60 gününde daha da büyümüş kocaman gözlerindeki sevgiyle ağzından tek
bir söz çıkıyordu "Siz rahat oturun."
- 0 -
Ersoy sessiz ama coşkun akan bir nehir gibidir.
Onunla ilk tanıştığımızda dikkat çeken yanı gözleri olmuştu. Kocaman kara
gözler... Fatma Ersoy'un gözlerinde akan bir nehir...
Ersoy ebe-hemşiredir. Okulu bitirdikten sonra kısa
süreliğine Konya'nın bir köyünde çalışır. Sonra partinin verdiği görev...
Konya'dan ayrılır. O artık devrimin hemşiresidir.
Ersoy'un yaşamı Dersim'de
geçer. Yokluklar, yoksulluklara bir de yaşanan yoğun baskılar eklenmiş. Dersim'de çevresindeki gelişmelere duyarlı olmuş hep, sorgulamış.
Devlet eliyle geliştirilen yozluk karşısında öfkesini hep büyütmüş. Çocukluğunda,
ilk gençlik yıllarında da sessizmiş, öyle anlatıyordu. Küçük yaşta sorumluluklar
almış.
Sağlıkçımızdı Ersoy. Yoldaşlarının sağlığı konusunda
titizdi. Sadece ilaç vermek veya revir vb. işleriyle uğraşmak olarak ele
almıyordu görevini. Günün büyük bir bölümünü sağlık işleri alıyordu. Elinde tıp
kitapları her fırsatta oturup okuyordu. Hastalıkların nedeni, tedavisi...
Öğrendiklerini Özlem'e öğretiyor, sağlıkçılığın önemini anlatıyordu. Ersoy,
diyetlilerin yemeğini denetler. Ersoy, ilaçların zamanında alınmasını kontrol
eder; Ersoy sağlığına dikkat etmeyen yoldaşlarını eleştirir veya hastalıklarını
abartanlarla sohbet eder. Sağlık konusunda en ufak bir taviz vermez.
Daha gönüllülerin toplantıları devam ediyordu. Ölüm
Orucu tartışmaları başladığında "ben olacağım biliyorum" dedi.
Direnişçi olduktan sonrası bir sohbetimizde "Hiç aksini düşünmedim. Bu
sefer direnişçi olacağımdan emindim" dedi.
Bir gece spor salonunda sohbet ediyoruz. "Senden birşey
isteyeceğim" dedi. Güldüm, "Ne isteyeceksin?" "Bana
semah dönmeyi öğretir misin? Direnişçi olduğumda semah döneceğim" dedi.
Halay dışında onun herhangi bir yörenin oyununu oynadığını görmedim. Bir çok konuda olduğu gibi bu konularda da çok öne çıkan bir
arkadaş değildi. O her işte, sessizce verilen görevi yapanlardandı. Ama gördüğü
eksiklikleri, yanlışlıkları da affetmezdi. Sözü dolandırmaz, olduğu gibi söylerdi.
Ersoy eksikliklere, yanlışlara karşı liberal
davranılmasına ve asıl olarak da "kadınlar hep geç kalır"ın
bir şekilde kabullenişine sinirleniyordu.
Direniş başlamıştı. Hepimize SAG.deydik.
Ersoy sık sık sağlığımızla ilgileniyordu. Ö.O.
başladığında da Ersoy ayrı şekilde sağlık problemlerimizi merak ediyordu.
Özlem'e soruyor, neye nasıl dikkat edilmesi gerektiğini anlatıyordu.
Direniş boyunca hemen herkesle sohbet etmeye
çalışıyordu. Görüş günlerinde ise ailesini hazırlıyordu. Annesi ile sessiz bir
diyalogları vardı. Ersoy daha birşey söylemeden
annesi "biliyorum bu sefer sen olacaksın" dedi. Annesi ağlamaya başladığında
Ersoy direnişin nedenlerini anlattı ve güçlü olmasını söyledi. Annesi birşey demeden Ersoy'u dinledi. Bir sonra ki görüşte ise
annesi Ersoy'un çeyizliğini getirmişti.
- 0 -
Hücreler... Kütahya'ya geldiğimizde
hepimiz tek tek hücrelere konacağımızı, girişte bir çok sorun yaşayacağımızı düşünüyorduk. Ringten tek tek indiriyorlardı.
Sıra bana geldi. Parmak izi vb.'den sonra sıra aramaya
geldi. Gardiyanlar önce beni bir sandalyeye oturttu sonra üst araması yapıldı.
Gerçi üstümüzde doğru düzgün birşey yoktu. Kendi
aralarında hangi hücreye koyacaklarını konuştular.
- B-2'de boş yer var oraya verelim, dendi.
Hücre kapısındaydım. Kapı açıldı. Havalandırmaya
giriyorum. İçerden sesler geliyor. Karşımda yoldaşlarım. Sanki yıllardır
birbirimizi görmüyoruz gibi kucaklaşıyoruz. Ben 8. kişi olarak geliyorum
hücreye. Daha kapıda "Ersoy yukarıda" diyor bir yoldaş.
Merdivenlerden çıkıyorum Ersoy karşımda. Sarılıyoruz birbirimize. Ersoy hemen
bir sigara ikram ediyor. İlk iş olarak Ersoy'un yatağını hazırlıyoruz. Ersoy
sessiz. Öyle çok konuşmazdı, dinlemeyi tercih ederdi. Ama hücredeki ilk
günümüzde hepimiz onun çevresine oturmuştuk. Çanakkale'yi, direnişi, diğer
hapishaneye götürülen yoldaşlarımızı konuştuk.
Hepimizin saçları darma
dağınıktı. Ersoy'un saçları hem sık hem de kıvırcık olduğu için daha kabarık
görülüyordu. Kendi görüntümüze güldük. Bu halimizle tam "teröriste" benziyoruz
diye espri konusu oldu. Ersoy'un saçlarını parmaklarımızla açmaya çalıştık,
olmadı. Gardiyana kantinden alışveriş yapmak istediğimizi söyledik. Kantin
kapalıymış.
TV.'den 19 Aralık'a ilişkin haberleri seyrettik.
Fidan'ı gösteriyordu her kanal. Ersoy'la sohbetlerimizde o hep coşkuluydu.
"Fidan bizde yaşıyor" diyordu. Ersoy'la 29 Aralık'a kadar birlikte
kaldık. Her sabah erkenden kalktı, içtimayı aldırdı.
Ersoy Fidan'a benziyordu. Gün içinde yaşama dair sorunlarla ilgileniyor, morali
bozuk olanlarla sohbet ediyordu. Hücreye hergün gelen
doktorla tartışıyorduk. Ersoy, tedavi kabul etmediğini her seferinde
söylüyordu.
Ersoy, 19 Aralık sonrası daha farklıydı. "Çok
düşündüm. Sevgim daha da büyüdü. Katliamda bedenlerini bize siper eden
yoldaşlarım... Asıl kahraman sizdiniz. Feda, bağlılık, sevgi, tüm bu değerler
yoldaşlarımda öyle güzel boy veriyor ki..." diyordu. Sık sık "Sizin sevginizin gücüyle yürüyorum" diyordu.
Ersoy, mütevazi, sakin
adımlıyordu yolunda. "Fidan benim artık" derken Fidan'ı yaşatacağını
ifade ediyordu. Kararlılığı, sevgisi tüm yaşamına yansıyordu. Tek bir hedefi
vardı: Başarmak. Ama başaracağından emindi. Acaba vb. sorular yoktu.
Hücrelerdeki sakinliği bu tereddütsüzlüğünün bir sonucuydu.
29 Aralık'ta saldırı oldu. Hepimizi hücrelerden
sürükleyerek çıkardılar. Üçlü dörtlü şekillerde ayrı hücrelere koydular. Benim
bulunduğum hücreden direnişçilerin sesi duyulmuyordu. Ersoy ve Ayşe'nin sürekli
selamlarını alıyorduk.
- 0 -
19 Mart sabahı mazgal açıldı. "Başgardiyan görüşmeye gelecek" dedi. Sabah sabah nerden çıktı bu diye düşündük. Hazırlandık. Kapı
açıldı, başgardiyan içeri girdi. Başgardiyan, direnişçilerin durumunun
ağırlaştığını, o nedenle tek katlı hücrelere getireceklerini, eğer bizce bir
sakıncası yoksa bizimle direnişçilerin yerinin değişeceğini söyledi. Aramızdan
birinin refakatçi olacağını söyledi. Refakatçiyi biz belirledik. Ve benim
kalacağımı söyledik.
Şimdi yer değişikliğinin biran önce olmasını
bekliyoruz. Arkadaşlar hazırlandı. Hepimiz heyecanlıyız. Gidecek olanlar yolda
görüşürüz diye planlar yapıyor. Kapı açıldı. Bir tarafta ayrılık bir tarafta
kavuşma. Bir tarafta hasret diğer tarafta yine hasret.
Arkadaşlar gittikten sonra ben daha da
heyecanlandım. Kısa bir mesafede volta atıyorum ama heyecanımı bastıramıyorum. Maltadan sesler geliyor. Kapının önündeyim. Ayşe'nin sesini
duyuyorum. Gardiyanlarla tartışıyor. Kapıya vuruyorum. Kapı açılınca Ayşe'nin
neden tartıştığı anlaşılıyor. Gardiyanlar hücrenin önünde bir set oluşturmuş.
Ayşe'lerin diğer mazgallara gitmesini engelliyorlar. Onlar içeri girince
birbirimize sarılıyoruz. Gözlerim dolu dolu. Ayşe ve Ersoy da öyle. Ama "ağlamayacağız"
diyorlar. "Zafere kadar ağlamayacağız".
Ersoy sohbetlerinde hep "Ben bilincimin açık
kalmasını istiyorum" diyor. 96'yı anlatıyor "Organları yavaş yavaş eriyordu ama bilinçleri açıktı. ben
de onlar gibi olmak istiyorum. Ayakta ölmek istiyorum" diyordu.
23 Mart 2001'de Ersoy ilk kez kusuyor. İlk kez bugün
Ersoy'dan ölüm kokusunu alıyorum. Ersoy "Bahar kokuyorsun" diyorum.
Gülüyor. "Artık çok yakın" diyor. Ayşe'ye "Öne geçtiğimi kabul
et" diyor. Ayşe sessizce "Evet" diyor. Ayşe'nin
gözleri Ersoy'da.
Ersoy artık pek fazla yataktan kalkamıyor. Genelde
dinleniyor. Gözleri daha da büyüdü. Ama ışıl ışıl. "Zaferi merak ediyorum" diyordu Ayşe
ile zafer hayalleri kuruyor, sonra gülüyorlardı "Biz göremeyeceğiz. Biz
hedefe vardığımızda zafer olacak" diyorlardı.
Ersoy hastaneye götürüldüğünde de yürüyüşünü hızlandırdı.
O bir an önce hedefe varmak gerekir, diyordu. Çünkü zafer öyle gelecekti.
Ersoy'un üç gün cellatlarla
boğuştuğunu öğrendik. Üç gün zorla müdahale devam etmiş ama Ersoy hedefe
ulaşmıştı. Halkına, yoldaşlarına zaferi hediye etmişti. Yüzünde Ölüm orucunun
ilerleyen günlerinde oluşan çizgi için "buradan Munzur akıyor" demişti.
Ersoy şimdi Munzur'da yaşıyor.
Hücrelere ilk geldiğimizde anmadaki mesajı herşeyi anlatıyordu aslında. "Yoldaşlar Fidan şehit
düştüğünde benim adım Fidan demiştim..." Fidan gibi Ersoy abla da
ölümsüzler kervanına katıldı.
***
Fatma ERSOY’u
yoldaşı Fatma Tokay Köse Anlatıyor
Fatma, yani bizim yoldaşlarımızın Ersoy’u... Ersoy’umuz...
Nereden başlasam, nasıl anlatsam. Ersoyumuz
ilaç yoldaşımız. En ufak bir rahatsızlığımızda
başucumuzda olan, yaraları saran, sevgisiyle şifa dağıtan... Abartıya kaçmadan
sessiz, sakin tüm doğallığıyla anlayan, anlatan... Son günlerinde Ben Fidanım’ deyip yüzünü hiç
dönmediği güneşe doğru aldığı yolda artık hızlanan Ersoyumuz.
Nasıl anlatılmalı. Ben O’nu yaşamalı diyorum... Ersoyumuz,
Ersoyum.
Oy benim kara gözlü,
Munzur yüreklim
Ömrünü vatana can eyleyenim
Bir kına kardık murad
aldın
Bir kına kardın göz nuru,
Rengi kanından
şekli canından
Vatana murad eyledin
Oy Anadolulu nazlı selvim
Kara gözlü Munzur yüreklim
Ömrünü dağ dağ yürüyenim
Yürüyüş
güneşe
Yürüyüş umuda
Yürüyüş zafere dedin.
Toprağa düşen bedeninle
Zafer, çoktan müjdeledin.
Nasıl unutulur canımızdan çok sevdiklerimiz, en
iyilerimizi göremeyişimiz. Son bir kez alınlarından öpemeyişimiz, kelimelere
gerek kalmadan konuşan gözlerle bakamayışımız, eriyen ama bir volkan kadar
sıcak, irade yüklü bedenlere sarılamayışımız affedilebilir mi? Unutulabilir mi?
(Karalanmış)
Acılarımız çok, gömdük şimdilik yüreğimize, kine,
öfkeye dönüşüyor her biri. Hz. Eyüp sabrımız karşısında secdeye duruyor. O’nun
o sabrıyla bilinen, anılan peygamberin, sabır taşının sabrı çatladı da bizimki
çatlamadı. Tutuyoruz bir bir hesabını
yaşadıklarımızın, yaşatanların. Hayır, gözyaşı dökmüyoruz. Gökyüzünün bütün
ağlayışına, Nisan yağmurlarıyla ağlayan doğanın tersine biz akımadık
gözyaşı. Kutsadık gözyaşlarımızı, yere düşmemeli onlar. Görülmemeli... Karar
kıldığımız, and içtiğimiz o güne saklıyoruz hepsini.
Acıdan değil sevinçten süzülecekler yanaklarımızdan. O gün; aylardır sürekli
beslediğimiz toprak, tüm doğa doymuş olacak güzelliklere, bunun şenliğinde
olacağız. Güzelliklerin doruğunda. İşte o zaman akıtacağız sevinç
gözyaşlarımızı. Son bir kez yağmur diye sunacağız toprağa...
Fatma’yı ve diğerlerini anlatmak öyle kolay olmuyor.
Bir söz, bir davranış alıp götürüyor O’nunla
yaşadıklarımıza. Anılar bir bir geçiyor gözünün
önünden. Hayır ölmediler, gerçek anlamda yaşıyorlar.
F. Ersoy şimdi Fidan’la coşkulu bir Karaçov
halayında. Fidan mendil sallıyor durmadan. Fatma sımsıkı kenetlemiş parmaklarını
Fidan’ın kınalı parmaklarına. İki hayat taşıyan el, iki umut iki avuç
buluşmuştur şimdi. Hasret gideriyorlar. İstedikleri o ana kavuşmuş olmanın hazzındalar.
Halaya daha çokça katılanlar olacak. Biliyoruz. Fidan, Karaçov
oynamaya başlayınca hiç bitsin istemezdi. Ve onun coşkusuna o kadar çok katılan
olurdu ki. En oynamayı bilmeyenler dahi yerinde duramaz koşar girerlerdi halaya.
İşte hep oynadığımız Karaçov
gibi olacak belki yine. Bu kez dışarıda da kurulan halayla birleşecek...
Fatma KÖSE