Faruk Kadıoğlu'nu Yakınları, Yoldaşları

Anlatıyor:

 

 

Faruk Kadıoğlu’nun son anlarını yoldaşları anlatıyor:

 

Son mesajlarını da yazdıktan sonra kalemi bıraktı masanın üzerine. Heyecanlıydı. Ama bir o kadar da sakin... Bant takma törenindeki duygularını sorduklarında da böyle anlatmıştı. Ayağından başlayıp tırnaklarının ucuna kadar her hücresini saran bir heyecanla sesi titremişti o gün. “Sözümüz söz yoldaşlar...” diyebildikten sonra eklemişti: “Sözümün eri olacağım. Şerefimle yemin ediyorum ki, başaracağım... Şerefli yaşayıp, şerefli öleceğim. Şerefsizce bir yaşamın dayatıldığı günümüz dünyasında şerefli olmak en erdemli davranışların başında geliyor”.

O an’ın coşkusundan hiç sıyrılmadı günlerce, o gün sıktığı sol yumruğunu hiç gevşetmedi. Şakağında atan kan, parmaklarının ucuna yürüyordu onyedi gündür, ha boşaldı boşalacaktı.

Havalandırmaya çıktı, yoldaşlarına yazdığı son kısa notu top’a sarıp fırlatacaktı. Etrafı gözledi, düşmanın haberi olmamalıydı. Bedeninden yükselecek alevin sıcaklığıyla uyanmalı, Feda’nın zalimin yüreğine saldığı korkuyu hissetmeliydiler tenlerinde. Yanmalıydılar, kendi zulümlerinin aleviyle. Çıldırtan bir umutsuzlukla dövünmeli, “bir gece yatağından” uyanıp, “tanrım bu ne zor bilmece” diyen celladın çaresizliğindeki gibi; “Öldürdükçe çoğalıyor adamlar, oysa ben tükenmekteyim öldürdükçe.” diye düşünmeliydiler.

Güzel konuşmanın bir “sanat” olduğu söylenir hep. Ölümleriyle konuşmak zorunda kalanların, ölümlerini de bir sanatçı inceliğinde işleyip, tarifsiz inançlarına yeni anlamlar yüklüyor olmalarında şaşılacak hiç bir şey olmamalıdır. Halkın en yiğit evlatlarının ölümlerinin sıradanlaştırılmak istendiği, insana dair bütün erdemlerin, inancı uğruna bedel ödemenin yok sayılmaya çalışıldığı bugünlerde, birileri kendi ölümlerini zalime vurulan bir darbeye, uyuyanları uyandıran bir gök gürültüsüne dönüştürmek için, canıyla birlikte yaratıcılığını da sürüyor mevziye. Bu büyük direnişte kaç kez verdiler bunun örneklerini. Kurşun yağmurları altında halaya durduklarında da, bedenlerini tutuşturup zebanilerin üzerine yürüdüklerinde de, bulundukları mekanların her karesinde düşman gözleri fır dönüyorken saklı kuytularda birden tutuşturdukları alevlerin ortasına bağdaş kurup oturduklarında da, hücre hücre erirken de... tek bir amaçları vardı. Yaşatmak.

O da öyle yapacaktı.

Dün gece bütün ayrıntıları kafasında yeniden değerlendirmiş, sıraya koymuştu. 12. ekibinin neferlerinden olduğu büyük direniş gibi sabırla, eli titremeden yerine getiriyordu şimdi.

Küçük kağıda yazılmış, “önderime, partime, halkıma selamlarımı iletin. Halkımı çok seviyorum. Görüşeceğiz. Zafer...” sözlerinin yer aldığı notu gönderdi yoldaşlarına.

Yoldaş...

Başka hangi kavram bu kadar titretir yürekleri. Başka hangi kelimeyle anlatılabilir, bu tek kelimenin anlattığı o büyük sevgi. Yoldaşlar; gözüm arkada kalmayacak...’ diyerek kaç yiğit fırladı siperlerinden de ölümü kucakladı yoldaşları uğruna. Yok yok, bir ananın sahiplenmesinden de öte bir şey bu. Kan değil aralarındaki bağ, göbek bağı hiç değil. Aynı kavgaya baş koymaktan, aynı idealler için gerektiğinde ölümü kucaklayabilmekten, aynı hedefe ulaşabilmek için gösterilen sınırsız fedakarlıktan beslendi onyıllar boyu. Zafer olup kucakladı bazen birbirini, kimi zaman da sıkılı bir yumruk oldu gidenin ardından.

Daha uzun bir mektup da, “tüm yoldaşlarına!” bıraktı. Son veda gibi değildi, yapılacak işleri, örgütlenmenin gerekliliğini anlattı umut yüklü satırlarında. Birkaç saat sonra ölüme gidecek birinin satırları olduğuna kimsenin inanması mümkün değildi. Olsa olsa, bir öğretmenin son dersi, öğrencilerine son öğüdü...

Yatağın üzerine bir de dilekçe bıraktı. Son “arzuhâli” değil, suçluyu yargılayan son satırlarıydı bunlar da. Neden bedenini ölüme yatırdığını, şu son onyedi günde neler yaşadığını ve neden şimdi kendini feda ettiğini anlattı. TECRİT’ dedi, benim katilim odur, başka suçlu aramayın, beklemeyin bizden boyun eğmemizi bu zulme. Ölürüz de düşüncelerimizden vazgeçmeyiz, yanarız da tecrit altındaki bir yaşamı sineye çekmeyiz...

Onlar da biliyordu, bu direnişte daha bir öğrenmişlerdi özgür tutsakların başeğmezliğini. Dört duvar arasından yükselen çığlıkları, ölümlerin haykırışını sansürün kalın duvarları arasında kaybettiklerini düşünüyorlar, kimsenin duymamasından cesaret alarak sürdürüyorlardı bu zulmü. Yasalar çıkarıyorlar, direnişçileri moralmen çökertmek için akla gelmedik yöntemlere başvuruyorlardı. 1 Haziran’da da yeni bir yasa çıkacak, direnme hakkına müdahale faşizmin yasası olarak tarihe geçecekti.

Faruk bunları düşündükçe öfkesi daha bir arttı. Ölüm orucuna başladıktan sonra yoldaşlarıyla, dışarıyla bütün ilişkilerini kesmeye çalışmışlardı. Ailesine yaptığı hediyeler yok olmuş’, önceki görüşte amcasının oğlu ile görüştürülmemişti. Amcasının oğlunun izin almak için savcıya gittiğinde, odasında siyasi şube polisini gördüğünü de sonradan öğrenmişti. Hiçbir mektubunu gönderemiyordu onyedi gündür, yüzlerce tutsaktan ve dışarıdan gelen mektuplarını da alamamıştı. Moral verir’ diyordu Yankilerin çocukları. Moralsiz olmalı bu mekanın insanları. Talimat büyük yerdendi. Hapishaneleri “konuk evimiz” diye anlatıp, konuklarını öldürenler böyle buyurmuştu.

Egemenlerin yüzyıl önceye dayanan, deneylerinden öğrenmişlerdi tecritin nasıl uygulanacağını. Dört duvar arasına kapatmak yetmiyor, insani ve sosyal bütün ilişkilerini yok etmek gerekiyordu tutsağın. Düşüncelerinden vazgeçirmeye zorlamanın en ince detayları geliştirildi yıllar boyu. Amerikan emperyalizmine hizmet etmiş Dr. Schein “Tutsaklar yeterince tecrit edilen bölümlere yerleştirilmeli”  diyordu, 24 Maddelik Beyin Yıkama Programı’nda. Çünkü böylece, “duygusal ilişkiler başarılı bir şekilde koparılabilir.” buyuruyordu. Ne bilsindi ki, fiziken ayrı olsalar da devrimciler yürekleriyle o ilişkiyi dipdiri tutarlardı. “Tutsaklara gelen postanın sistemli olarak denetlenmesi ve saklanması” gerektiğini de bu deneylerden öğrenmişti oligarşinin tecrit uzmanları. Ama daha pervasızdılar 1950’li yıllara göre. Çağımız; hukukun ayaklar altına alındığı, halkların binyıllara dayanan değerlerinin ve kazanımlarının yokedilmek istendiği, muhalif olanların bombalarla yokedilip, tecritle susturulduğu, bir pervasızlık çağıydı. Bu yüzden saklamıyorlar, “imha edilmesine karar verdik. Çünkü bu mektuplar tutuklulara moral veriyor” diyorlardı.

Son olarak, tutsakların ürettiği Aile Postası isimli dergi hakkında, içinde Faruk’un röportajı var, “uyduruk cümleler geçiyor” diye imha kararı vermişlerdi. “Uyduruk cümleler”; F tiplerinde tecrit gerçeğinden başka bir şey değildi. Ölümüyle tecriti anlatanların, bir dergi sayfasındaki sözlerini sansürleyince, gerçeği gizleyeceklerini düşünecek kadar cahil ve acizdi tecritçiler.

İşte tüm bunlara cevap vaktiydi bugün. 118 yoldaşı her saldırıya nasıl cevap olmuşsa, o da direnme hakkını yok etmek isteyenlere, tecritte ısrar edenlere cevap olacaktı.

Havalandırmada ağır ağır voltalamaya başladı. Bu arada koridordan “akşam yemeği”ni dağıtan el arabasının sesi duyuldu. O’nun açlığı özgürlüğeydi, yoldaşlarıyla birarada yaşamaya; neylesindi o çağrıyı, dönüp bakmadı. Saatine göz attığında “vaktin yaklaştığını” düşündü. Yeniden girdi daracık hücresine. İnsanın hücreye sığmayacağını bir kez daha duyumsadı bütün benliğiyle. “Yıkacağız seni...” dedi, öfkeyle hücre duvarlarına bakarak.

Feda eylemini nasıl gerçekleştireceğini önceden belirlemiş, gerekli malzemelerini hazırlamıştı. Malzemelerini özenle alt kata indirdi ve öbeği’ hazırladı. Planı oydu ki, öbeğin ortasına oturup bedenini alevleştirmekle kalmayacak, devrimin en duyarlı “sanatçılarından” biri olduğunu gösterecekti.

Hazırladığı dövizleri, yüzü içeriye dönük şekilde alt katın duvarlarına astı. Mazgaldan görülmemeliydi şimdilik dövizler. Az sonra alevleriyle söyleyeceği sözleri işlemişti dövizlere: “Tecriti kaldırın”, “Yaşasın Feda Eylemimiz.”

Saat 18:00...

Tarihi kanlarıyla yazanların soyundandı, kanıyla yazacaktı bir kez daha bu gerçeği.

Önce sol serçe parmağını ve yüzük parmağını keserek, yüreğinin orta yerinde adeta milyonluk bir ordu tarafından haykırılıyormuş gibi yankılanıp duran sloganları yazmaya çalıştı. Olmadı... Günlerdir parmaklarının ucuna yürüyen kan yetmiyor, soğuk duvarın arasında eriyip gidiyordu. İlk kez açtı yumruğunu, sol bileğini keserek akıttı kanını. Bu arada yirmi dakika geçmişti eylemine başlayalı. Kimselere farkettirmeden, düşmanını sarsacak hazırlıklarını sürdürüyordu. Kentin gecekondularından burjuva karargahlarına sessizce  süzülen bir militandı bu anda.

Bileğinden iki dakika boyunca kan aktı. Acıyordu canı dayanılmaz bir şekilde. Ama dayanıyordu O. 118 yoldaşının acısından daha büyük bir acı olamazdı ki...

Damarından bir isyan fırtınasıyla boşalan kanıyla, megafon ve butonun olduğu duvara, “Halkım herşey sizin için” yazdı. Karadeniz’in fındık, tütün, çay bahçelerinde çifte sömürüye tabi tutulanlara, Çukurova’nın pamuk tarlalarında alınterine karışan sıtmaya direnen mevsimlik işçilere, gecekonduların yoksullarına, fabrikada demiri döven işçiye, faşizmin kimliksizleştirme politikalarına ısrarla direnen gençlere... seslendi. Sözünü kanıyla imzaladı.

Sonra mutfak dolabının üstüne yöneldi. Burası, mazgaldan bakınca görülecek ilk yerdi. Revire çıkan yoldaşları görecekti sonra bu yazıyı. “Kanla yazılan tarih silinemez” yazdı kanıyla. Kanı suyla yıkamaya çalışacaklara da, uğraşlarının beyhude olduğu mesajı veriyordu.

Saat 18:40...

Gülümsedi... Çakmağı çaktı... Öbek tutuştu bir ucundan. Gün batmadan güneşin sofrasına oturur gibi, oturdu ateşin ortasına. Börklüceydi şimdi; Bedreddin’in karşısında bağdaş kurup, yarın yanağından başka her şeyde, her yerde hep beraber demek için” kavgaya tutuşmadan önce son öğütlerini hatmediyordu. Vietkong’du şimdi; yeraltı sığınaklarında Ho Amca’nın emperyalizmi perişan eden taktiklerini dinliyordu dikkatle. Kızıl bir partizandı; faşizme karşı direnme suçunu işlediği için Auschwitz’de yakılıyordu. Halkının aydınıydı şimdi; Madımak’da küllerini göğe savuruyordu. Stalingrad siperlerinde yoldaşlar arasında kurşun sıkıyordu faşizme. Sabo’ydu; Nisan şafağını sosyalizmin kızıl bayrağıyla selamlıyordu tarakalar eşliğinde. Ve özgürlüktü tepeden tırnağa; alevlere karışıp firari bir isyana dönüşmeye hazırlanıyordu...

Ateş ateş iken yakmaya kıyamıyordu. Tutup alevlerin elinden, koynuna doldurdu Faruk. Yüreğinde yanan kavga ateşinin koruyla bütünleştikçe daha bir yükseldi göğe alevler.

Ses telleri tutuşana kadar “Bize ölüm yok!” marşını söyledi. Hiç olur muydu, böyle bir ölüme, ölüm! Yaşatmak için ölenler, yoldaşlarının bilincinde, halkın yüreğinde hep yaşamaz mıydı zaten...

Karadeniz’de hamsi avına çıkan takalar gibi bir o yana bir bu yana dalgalandı hafifçe ateşin ortasında. Hamsi avına çıkmadan önce ya da sonra horon deperdi Karadeniz uşağı. Eyleminin yarıda kesileceği kaygısını taşımasa kalkıp horon depecekti alevlerle elele tutuşarak.

Bilinçle almıştı eyleminin kararını, alevlerin bilincini yakmasına son ana kadar izin vermedi. Her çarpışmada galebe çaldı ona. Bağırmadı, etlerini yakan alevin verdiği acıyla. Zamanı gelmeden atmadı o sloganı, duyan olur da feda’m yarıda kalır, diye.

Nasıl bir irade bu! Bu nasıl, acıyı bilinçle yenmek...

Sarkmaya başlayan etlerine baktı ateşli gözleriyle... Zamanıydı şimdi... İki kez “Yaşasın Feda Eylemimiz” sloganını attı ateşten sesiyle.

Saat 18:45...

Tesadüfen, hücreden çıkan dumanları gören gardiyanlar, toplaştılar alevlerin başına. Biraz olsun beynini satmamış olanları; “Yanan kimdi, kül olan neydi gerçekte?” sorularını sordu, amirlerine göstermeden.

Ateş söndüğünde ağır yanıklarla kaldırıldı revire. Şaşkındı zulmün sahipleri. Daha 17 gün olmuştu ölüm orucuna başlayalı. Düşünmediler elbette, biz bu insanlara nasıl bir zulüm uyguluyoruz ki... diye. Onlar düşünmedi ama gizleyemediler de kimselerden. Herkes düşündü, “tecrit nasıl bir işkencedir ki, insanlar böyle pervasızca ölüme yürüyorlar...” diye.

Hapishane müdürleri, savcılar, “neden bu kadar erken olduğunu...” aralarında tartışırken, ölümsüzleşti ateşin oğlu. Aynı hücrede bulunan yoldaşını sorguya çekip, tek kişilik hücreye attılar. “Gördün, neden zile basmadın” diyordu, oligarşinin savcıları ve müdürleri. Oysa görmemişti O da. Ama biliyordu o çakmağı kimin çaktığını. Kendi suçlarını örtbas etmek için “sanık” arayanlara verdi cevabını: “Sorumlusu tecrittir, tecriti kaldırın...”

Analar ağıt yakarken, yoldaşları ateşler yaktılar o gece. Tekirdağ F tipinin bütün havalandırmalarının tepesindeki tellere ateşler asıldı. Gökyüzü kızıllaştı. İnanç, isyan, kararlılık oldu alevler, tutuşturdu dikenli telleri. Oysa, tecriti koyulaştırmak, tutsaklar arasındaki haberleşmeyi kesmek için yapmışlardı o dikenli telleri. Haberleşmişler, örgütlenmişlerdi işte. Aynı anda tutuşan alevler “Faruklar oldukça örgütlülüğümüzü engelleyemezsiniz” diye haykırdılar.

Ve bir türkü yükseldi bütün F tiplerinin hücrelerinden:

Kim demiş ölüm var diye bize / kardeş kardeş atan bu yürek bizim/ Bize ölüm yok... Bize ölüm yok... Bize ölüm yok... / Bu yürek hiç durmayacak / Bize ölüm yok... Bize ölüm yok... Bize ölüm yok... / Bu yürek hiç susmayacak...

 

(Yukarıdaki anlatım, Yürüyüş dergisinin 12 Haziran 2005 tarihli 4. sayısında yayınlanmıştır.)

 

 

Geri