Erol
EVCİL'i Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:
Hapishaneden yoldaşları anlatıyor:
'96'DAN 2000'E
ULAŞAN BAYRAĞIN MÜTEVAZİ
TAŞIYICISI
Devrim mücadelesi bir yanıyla uzun bir yol koşusuna
benzetilir hep. Bir maraton... Durup dinlenmeden koşulacak, menzile varmak için
nefesinin tükenmeyeceği bir maraton. Tek bir kişinin koştuğu bir maraton değil
bu... Ezilen tüm halklar var bu maratonda. En önde gidenlerin bayraklaştığı ve bayrağın
elden ele iletildiği bir maraton. İşte bu koşunun bir ayağıdır hapishane direnişlerimiz
ve ölüm oruçları... '84, '96 ve 2000... Bayrağın elden ele geçtiği, durmadan,
dinlenmeden on yıllardır süren zorlu bir koşudur hapishane direnişleri... Her
etabı bir çok değerle yüklüdür.
'96 ölüm orucu direnişi de bu koşunun bir çok değerlerle yüklü olan bir etabıydı. '84 zaferinden
devralınan daha da yükseklere 2000'lere devredildiği bir etabıdır '96... Bugün
bu etabı anlatmaktan çok, o koşuda çok istediği halde yer alamayan ama 2000
etabında bayrağı onurla taşıyan bir şehidimizi anlatmak ve anmak gerek. Onun
'96'dan 2000'e nasıl hazırlandığını ve ordan aldığı bayrağı
bugüne getirip kendisinden sonrakine devretmesini anlatmalıyız. 2000 ölüm
orucunda şehit düşen Erol Evcil'di bu şehidimiz.
Bugün hepimiz çok iyi biliyoruz, hücre hücre eriyerek bayrağı taşıdığımız bu koşuda yer almanın
nasıl bir yarış halini aldığını, önce ekiplerde yer almak, kavganın en önünde
olmak için yarışılır. Bunu başaranlar ise ipi ilk göğüsleyen olmak için ikinci
bir yarışa tutuşurken, geride kalanlar sonraki ekiplere girme umuduyla,
sabırsızlıkla sırasını bekler durur... Yüreklerin kıpır kıpır
attığı bir yarıştır bu; ölüm yarışı!.. Yaşama tutku
derecesinde bağlı, yaşamı güzelleştiren ve yaşanılır kılan bir dünya kurmak
için yanıp tutuşanların yarışı... Yaşamı gerçekten savunmanın, yaşama tutkuyla
bağlı olmanın omuzlara yüklediği en doğal ve sıradan bir görevi yerine getirmek
için girişilen bir yarış...
Bizim Erol da herkes gibi istekli ve de gönüllüdür.
Hatta ilk konuşulan ve görev alma olasılığı olanların içinde o da vardır. O
nedenle sevincinden ağzı kulaklarında, kıpır kıpır,
yerinde duramaz haldedir. Emekçi ve çalışkan bir kişiliği vardır Erol'un. Ama
zaman zaman ters, somurtkan yanları da ortaya çıkmıyor
değildi hani... O günlerde ters yanlarından eser kalmamıştı. Alabildiğine coşkulu
ve canlı ruh haliyle işlere sarılmaktaydı. Ki, herkesin adeta "talih kuşu
başımıza konar mı?" misali görevin kendine düşüp düşmeyecceğini
merakla beklediği bir dönemdir. Erol ilk konuşmanın ardından direnişçi olmayı
garantilemiş gibi düşünüyordu. Fakat öyle olmadı. İlk ekip 4 kişiydi ve Erol
yoktu içlerinde. Üzülmüştü bu duruma. Hatta biraz kırılmış, küskünleşmişti. Elbet
o da bilirdi herkesin en önde olamayacağını. Bunun bir görev olduğunu da bilirdi;
sırası gelenin omuzladığı, en önde yerini aldığı bir görev. Ve elbette geride
kalanlara da bir gün bir yerlerde böylesi bir görev düşerdi. Ve elbette geride
kalanların da en az önde gidenler kadar omuzlarında sorumluluk vardır. Bunları
da bilirdi. Ama işte bunu bilmek tek başına yetmiyor. Hele de bunu yüreğe
anlatmak o kadar kolay değildir. Görevine her an hazır olan ve de görev aşkıyla
dolu olan o yürek bazen laf anlamaz da olur. Sonuç olarak anlasa da anlamasa da
var olan görev paylaşımını kabullenmek ve diğer görevlerini eksiksiz yerine
getirmek de bir zorunluluktur. Çünkü görev adamı her an her türlü göreve hazır
olmak durumundadır. Yeri gelir savaşçı-komutan, yeri gelir cephe gerisinde ajitatör, yeri gelir ölüme gidenleri hazırlayan, onların ihtiyaçlarını
gören bir yardımcı, yeri gelir ölümün koynuna giren bir fedai olur.
İşte bu nedenlerden ötürü lokmalar boğazına
düğümlense de çaresiz açlık grevine ara verdi. Artık onun görevi ölüm orucu
savaşçılarına refakatçilik yapmak, onların her türlü ihtiyacını gidermektir.
Görevin büyüğü küçüğü olmaz. Hangisini aldıysan onu hakkıyla yerine getirmektir
asıl olan. Sayı azdır ve yapacak bir çok iş vardır.
Tüm işlerin güçlerin içinde ölüm orucu direnişçilerinin ihtiyaçları konusunda
oldukça titizdir. Onların sıvı vb. ihtiyaçlarını aksatmadan karşılamakta,
tuvalete veya herhangi bir yere gitmek üzere kalkan direnişçiyi asla yalnız
bırakmamakta, mutlaka onlara refakat etmektedir. Öyle ki, ölüm oruçcuları adeta birer çocuk, Erol da onlara kol kanat
geren bir baba-dır. Bu görev Erol'un o süreçteki yaşamının
doğal bir parçasıdır artık. Aldığı her görevi kendini yenilemenin, arındırmanın,
geçmişteki eksik ve zaaflarıyla hesaplaşmanın aracı olarak görmektedir. Ve bu yanıyla
da görevine daha bir sarılmaktadır.
Evet, o günlerin refakatçisidir Erol. Yoldaşlarının
hücre hücre eriyen bedenlerini biraz olsun
rahatlatarak onların gözleri önünde ölüme yürüme görevlerini fazla acı ve
sıkıntı çekmeden yerine getirmesini sağlamaya çalışmaktadır. Ölüme giden bir
yoldaşının ölümünü engellemek için hiçbir şey yapamamak kuşkusuz kolay değildir.
Ama ölümün onurlu bir görev haline gelmesi durumunda aynı şekilde bu göreve
hazır olanlar için bu da onurlu bir görev haline gelir. Yoldaşının rahat bir şekilde
görevini tamamlamasını sağlamak için canla başla çalışır.
İşte Erol da o süreçte bunu yapmıştır. Ölüm orucunun
zaferinden sonra da görevini unutmayıp, bu kez de yoldaşlarının yeni görevlere
hazırlanması için bir an önce iyileşmeleri konusunda da aynı titizlik ve özenle
görevini yerine getirmiştir.
*
Erol yoldaşla 1996 yılında Kayseri Hapishanesi'nden
Bartın Hapishanesi'ne gelmesiyle başlayan birlikteliğimiz, 19 Aralık 2000
tarihine kadar sürdü. F tipi hücrelerine geldikten sonra da hep selamlarını ve
haberlerini aldım.
Birgün bizim kaldığımız
hücrenin yan tarafının kapısı açıldı. Bir araba sesi duydum. Hemen pencereye
fırladım. Pencereye çıkınca gözlerime inanamadım. Erol karşımda duruyordu,
iyice zayıflamıştı. Zaten ufak tefek olan Erol iyice zayıflamıştı. Ama gözleri
çakmak çakmak parlıyordu. Erol yine aynıydı. Hafifçe gülümsemiş,
"canavar gibiyim" demişti.
Hastaneye gidene kadar yan yana hücrelerde kaldık.
Akşamları bağırarak hal hatır sorardı. Bandını kuşandığındaki coşkusu hep
sürüyordu. Coşkusunu notlarıyla hep bize taşıyordu. Biz de türkülerimizle ona
olan sevgimizi ifade ediyorduk. Cengiz'imizin bomba olup patlamasından sonra
Erol da kendini hazırlamıştı. Hastaneye götüreceklerinin bilinciyle kendini
hazırladı. Yaşamda nasıl inatçıysa, değerlerini korumada da öyle inatçıydı. Bu
inatçılığını düşmanın beyninde bir bomba olup patlamasıyla gösterdi.
'96 yılında Erol'un koğuşumuza gelmesinden sonra
insanın aklında kalan ve göze batan özelliği, çalışkanlığı, elinin
çabukluğuydu. Yaptığı işi öylesine, yapmış olmak için yapmazdı. Ona bütün emeğini,
hünerini katmaya uğraşırdı. Eli çabuk olduğu gibi ayağı da çabuktu. Deyim
yerindeyse "pire" gibiydi. Bazen mutfağa peşpeşe
malzeme gitmesi gerekirdi. Erol bu işin daimi müdavimlerindendi. Gitmesiyle
gelmesi bir olurdu.
Çabukluğuna, çalışkanlığına rağmen koğuşumuzun en
sessizlerinden biriydi aynı zamanda. Çalışmalarda sessiz sessiz
oturur, bıyıklarını çekiştirirdi çalışma bitene kadar. İkili sohbetlerimizde, voltalarımızda konuya ilişkin çok farklı fikirleri olurdu.
Biz, "Niye çalışmalarda bunları dile getirmiyorsun?" diye
sorduğumuzda, "Arkadaşlar konuşuyorlar ya, hem ben iyi bir
dinleyiciyim" diye espiriyle cevap verirdi.
Bir iş yapmadığı zaman ender olurdu Erol'un. Erol
koğuşumuzun hamalıydı aynı zamanda. Saati bozulan, çakmağının gazı biten Erol'u
bulurdu. Çamaşır makinası mi çalışmıyor, gözler hemen
Erol'u arar. Daktiloda bir işlem mi yapamadık, Erol'a seslenilir. Erol ise
yüksünmeden gelir, soruları cevaplardı.
Erol'un bir özelliği de koğuşumuzun en çok volta
atanı olmasıydı. İş yapmıyorsa bil ki voltadadır.
Saatlerce volta attığı olurdu. Niye böyle çok volta atıyorsun dediğimizde
gülerek; "Volta cezanın törpüsüdür. Sen Tatar Ramazan'ı izlemedin mi?"
diye cevap verirdi.
Onunla volta atmak bir zevkti aynı zamanda.
Çalışmalarda sesi çıkmayan Erol, voltalarda konuşur da
konuşurdu. Adeta dağarcığında ne bilgi varsa onu paylaşmak isterdi. Mavra yapmaktan tutun da parti perspektifine kadar onunla her
konuda sohbet edebilirdin voltalarda. Ama sadece voltalarda. Başka zaman sessizleşirdi. Onunla
atılan voltaların değişmez sohbetlerinden biri her
zaman gerilla ve dağlar olurdu. Sivas'ın, Tokat'ın hele de Karadeniz'in
dağlarına sevdalıydı. Sohbetlerimizde ne zaman dağları konu etsek, "Erken
düştük mapusa" diye iç geçirirdi. Karadeniz
dağlarının güzelliğini anlata anlata bitiremezdi.
"Bir gün yine Karadeniz dağlarına çıkacağım"
derdi. Biz de onun bu sözlerine "Eli bastonlu bir gerilla olursun artık"
diye takılırdık. Cevabı hemen hazırdı, "Önemli olan yaş değil ki, azim azim" derdi.
Yapmak istemediği, daha doğrusu zor yaptığı tek iş
yazı yazmaktı Erol'un. Akşama kadar taş taşıtsan of demezdi ya, bir yazı yaz
dediğinde yüz hatları değişmeye başlardı hemen. "Ben yazı yazmaktan ne
anlarım" diye söylenerek başlardı çalışmaya. Artık hummalı bir çalışmaya
girer, yazısını yazmaya yoğunlaşırdı.
Çalışkandı. Parti'ye bağlıydı. Bu bağlılığı sözde
değil özdeydi.
*
İşte, Erol bir çok yoldaı gibi bu okulun iyi bir öğrencisi olarak '96'daki bayrağı
alıp 2000'lere taşıyanlardan olmuştur.
O gün, 1996 ölüm orucunda refakatçi; onurlu görevin
tamamlayıcısı, yardımcısı... Bugün; onurun taşıyıcısı, kendinden sonra
gelenlerin yol göstericilerinden oldu.
O gün, belli sorunları, sıkıntıları da yaşarken
bugün; bir insanın mücadele edip çaba gösterdikten sonra her türlü sorunu,
sıkıntıyı, eksiği aşıp yenilenebileceğini ve kendini feda ederek en yüksek
mertebeye de erişilebileceğini gösterdi.
O gün, yani '96'dan 2000'e ulaşan ulaşan bir bayraktı bu yarış... Erol yoldaş sessiz, mütevazice ölümü yendi...