Ercan POLAT'ı Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

 

Bir yoldaşı anlatıyor:

“doğru olandı, güzel olandı.”

 

Merhaba demeli ölümü yenenlere,

Ölümü gülerek halaylar eşliğinde karşılayanlara, kendini feda ederek yarınları aydınlatanlara.

Merhaba demeli yeni aydınlık günleri doğuranlara,

Güneş’e Ay’a, Yıldız’lara,

Toprağa, yeşile ve insana.

 

Merhaba demeli ölüme,

Ölümlerle gelecek zafere,

Hoş gele safa gele demeli

bize hayat veren her cana.

 

Merhaba Piro...

Ölünün ardından merhaba denmez ama, ben merhaba diyorum sana. Çünkü, her ne kadar bedeninle ayrılsan da aramızdasın, “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür” sloganımızda ölümsüzleştin. Ve, zafere kadar, zaferden sonra da inancımızda, bilincimizde ve gönlümüzde, senin gibi düşen her şehidimiz gibi yaşayacaksın.

Dersimli’ydin, Seyit Rıza’ların, Şeyh Sait’lerin soyundandın.

Alevi bir aşiretin evladıydın.

Alevilerde “Dedelik” geleneği, kültürü vardır. Siz de Dedelere “Pir” denirdi. Sen de bir Alevi Dedesi’nin torunuydun. O yüzden hep, kendine has üslubunla bizlere “Ben Pirim” derdin. Bu nedenle sana hep “Piro” derdik. Benim Ercan Abim’din. Ama sana Piro demek hoşuma giderdi. Çünkü, her Kürt evladının o sert asabiyetini taşısan da, aynı şekilde de sıcak kanlıydın, neşeliydin. Senin, o sempatik, kendine has üslubunla bana takılmalarını hiç unutmuyorum. Hala sesin kulaklarımda çınlıyor. Bana hep “Kör Musto” diye takılırdın. Her söyleyişinde, her ne kadar anlamını bilmesem de hitap tarzın beni hep güldürürdü.

Piro, hatırlıyor musun? 4 Ocak 96 Ümraniye Şehitlerini Anma Programı için hazırlıklar başlamıştı. Sen, ..... Abi’yle konferans salonunda anma programının kararı için türkü ve marşlarımızı hazırlamakla uğraşıyordun. Ben de, yakınınızda bir köşede elimde bağlamayla kendimce türküler çalıyordum. Benim bağlama çaldığımı gördüğünde yanıma gelip, ne zamandan beri çaldığımdan, nerede ve nasıl öğrendiğime kadar kimi sorular sormuştun. Sen benim ustamdın. Hapishanede senin üstüne bağlama çalan yoktu. Hiç aklıma gelmezdi beni birgün koroda saz çalmam için çağıracağın. Bir gün konferans salonunda öğle yemeği yerken, bir arkadaşla beni koroda bağlama çalmak için çağırman beni hem şaşırtmış hem de sevindirmişti. İlk defa böyle bir çalışmaya katılacaktım. Çok zorlanacağımı düşünüyordum. Koro için yetersizdim. Fakat sen, “ellerimi iyi kullandığımı ve kısa zamanda daha iyi çalmaya başlayacağımı” anlatmıştın bana.

İlk koro çalışmalarımızı hatırlıyorum da, ben, çalışmasını yaptığımız marşı çalmaya uğraşırken bir taraftan heyecandan kızarıyor, bir taraftan da soğuk terler döküyordum. Sen ise, o kendine has tarzınla hem gülüyordun bana, hem de sıkılmamamı, heyecanı bir kenara bırakıp rahat olmaya çalışmamı söylüyordun. Zamanla alışacağımı anlatıyordun. Vakit buldukça beni çalıştırmanı isterdim. Sense, bazen çalıştırırdın, bazen ise çok kızardın bana. “Hep yanıma gelme. Git biraz da kendin çalış. Kendin çalışırsan daha iyi çalarsın, öğrenirsin” derdin. Doğruydu. Bir bebek bir yere kadar kucakta taşınırdı. Ondan sonra kendi ayakları üzerinde durmaya çalışması gerekirdi, yürümeyi öğrenmesi için. Ve dediğin gibi de olmuştu. Kısa bir süre içinde koroya ayak uydurmaya başlamış ve eskisinden daha iyi çalıyordum. Tahliye olduğum gün ise bana espriyle “Faşizm, Ümraniye Cephe korosuna ağır bir darbe vurdu. Bunun hesabını soracağız” demiştin.

Evet Piro, sen doğru olandın, güzel olandın. Halkın için düştüğün devrim yolunda onuru, namusu ve adaleti temsil ediyordun. Aldığın kurşun yaralarıyla yere yığılan bedeninle, faşizmin ölüm hücrelerinde ve beyninde patlayan bir bomba oldun. Ölüm hücrelerine girmemek ve tüm demokratik insanca yaşam taleplerimizin kazanılması için yaptığımız ölüm orucu direnişimizde; Mecit, Rıza, Orhan ve Gültekinler’den devraldığımız, kurtuluş bayrağını bir kez daha Ümraniye’de oligarşinin burçlarına, Ahmet İbili’yle, Umut Gedik’le, A. Ata Akçayöz’le ve daha onlarcasıyla diktin.

And olsun ki; Dökülen her damla kanınızın hesabını soracağız.

And olsun ki; Devraldığımız kurtuluş bayrağını oligarşinin burçlarına dikeceğiz.

Ve and olsun ki; O zaman kazanan biz olacağız.

Kahramanlar Ölmez Halk Yenilmez.

 

Bir Yoldaşın...

 

***

 

Ümraniye'den yoldaşlarının toplu anlatımıdır:

ÜMRANİYE'NİN PİRO'SU... ERCAN POLAT

 

Dersim... İsyan deyince Dersim; Dersim denince isyan gelir akla... İsyanla haykırılan özgürlük ve bağımsızlık düşleri...

Dersim, Dersim olalı isyansız kalmadı Kürdistan. İsyan ateşi Kürdistan dağlarında, köylerinde yandıkça, harlandı kurtuluş kavgası...

Yiğitlikse "Dersim'e sefer olur, zafer olmaz" diyen Seyit Rıza'ların ayak izlerine basarak adımlamaktı kurtuluş yolunu. Her giden de adımlarını büyüterek gider ki, peşi sıra çoğaldılar onbinler...

Yüzyıllar boyu gün yüzü görmedi Dersim. Munzur aktıkça aktı, kızıla kesti halkın kanıyla. Kanı akanlar, asiliği ve hırçınlığı Munzur nehrinden, başeğmezliği geçit vermez dağlardan alır.

"Ercan deyince ilkin, Dersim’in doğası gibi asi, dik başlı hali canlanır gözümün önünde. Asurlular'dan kalma Feraa Kalesi ve orada dikilen abideler gibi yalın. Başı dik. Dersim sevdalısı bir yürek. Sohbetlerde “Bizim Feraa kulemiz var. Hıran Armudu nam salmıştır...!" deyişi gelir akla.

Ercan POLATımız da bu topraklardan beslenip boyveren yoldaşımızdır.

"Dersim'liydi, toprağına, kültürüne bağlı üzerinden çıkarmadığı pşusundan ve özellikle ayaklanmaya önderlik yapan 70'lik Seyit Rıza'yı dilinden düşürmüyordu. Her fırsatta onu anıyordu. Nasıl savaştığını ve nasıl şehit düştüğünü söylerken gözlerinin içi parlıyordu. Gözlerinde hem kin, hem de mutluluk yansıyordu. Dersim'in dağlarını, Munzuru, Ali Boğaz'ını, Kutu Deresi'ni tutku derecesinde seviyordu."

1974 yılında, Dersim'in Malazgirt ilçesi Darıkent Beldesi'ne bağlı, bugünkü adı Ataçınar olan Feraç Köyü'nde doğdu. Alevi ve Kürt bir ailedendir.

Aile çevresi geçmişten bu yana devrimcilerle içiçedir. Dersim'de yaşanan baskı, zulüm... vb, nedenlerle 90'lı yıllarda ailece göçederler İstanbul'a, Küçükçekmece'ye yerleşirler. Her ne kadar göç etmiş olsalar da, köyle olan bağlarını koparmamışlardır. Yoksul bir aile olmalarına rağmen, lise yıllarına kadar okur. Bir yandan da ailesinin geçimine katkıda bulunur, küçük yaştan itibaren konfeksiyonlarda çalışır.

Doğduğu topraklardan kilometrelerce uzaklarda, dejenerasyonun giderek boyutlandığı koşullarda, onyıllardır uygulanan asimilasyon politikalarına rağmen dilini, kültürünü, kimliğini korumuş, değerlerine sahip çıkmıştır. Adaletli olmayı, haksızlığa karşı olmayı ve onuruna sahip çıkmayı bilir. Küçük yaşlarda başlayan devrimcilere sempatisini hiç kaybetmez.

94 yılında askere gider "Aklın, mantığın bittiği" koşullarda, o, yine kişiliğini korumasını bilir. Devrimcilere sempatisi, askerliğini yaptıktan sonra 95 yılında Cephelilerle kurduğu ilişkilerle örgütlü bağa dönüşür.

O artık dağlardan akıp, yatağını bulan bir nehirdir. Örgütlü ilişkileri bu yıl içerisinde gidip geldiği Halkevi'nde tanıştığı Umut GEDİK'le başlar. Umut ise bu yıllarda liseliyken devrimciliğe adım atmış, mücadelesini sürdürmektedir.

Ercan'la Umut'un aynı mahallede başlayan yoldaşlıkları, ilerleyen aylarda mücadelenin farklı bir alanında silahlı bir grubun savaşçıları olarak sürer. Umut'un komutanlığında mücadelenin illegal alanında halkın adaletinin uygulayıcılarından biridir artık.

Gün gelip hapishanelerde yoldaşları katledilip işkencelerden geçirilirken, o, sorumluluk bilinciyle hesap sormanın, halkın adaletini uygulamanın yollarını arayandır.

1996 yılı Mayıs'ında Cem BOYNER'e yönelik eylem hazırlığı içerisindeyken Komutanı Umut GEDİK ve iki yoldaşıyla birlikte tutsak düşer İstanbul'da. Şubede geçirilen işkenceli günlerin ardından önce Metris hapishanesinde tutulur, daha sonra Eskişehir tabutluğuna götürülerek hücrelere atılırlar. Oligarşinin Eskişehir Tabutluğunu açarak hücre saldırısını tekrar gündeme getirdiği günlerdir.

Dışarıda başlattığı mücadelesi kısa sürse de, artık tutsaklık yaşamı başlamıştır O'nun için. Mücadele artık tutsaklık cephesinde devam edecektir.

20 Mayıs 96 günü başlayan genel Ölüm Orucu direnişi süresince Eskişehir Tabutluğunda açlık grevleriyle yerini alır. Burada toparlayıcılık yönüyle direnişi örgütleyenlerden olur. Yine aynı dönemde tutuklanan ve 2. ölüm orucu ekibi şehitlerimizden Sedat KARAKURT ve 5. Ö. orucu ekibi şehitlerimizden Zeliha Ertürk de buradadır. Direnişte birlikte yeraldılar.

Eskişehir Tabutluğu, onların direnişiyle, başeğmezliğiyle tabutluk olmaktan çıkmış, bir direniş mevzisine dönüşmüştür. Açlıksa açlık, cansa can denilerek devrimci kişiliğe, kimliğe, onura, ideallere sahip çıkmıştır.

12 şehit ve onlarca gaziyle kazanılan ö.orucu direnişi zaferiyle birlikte Eskişehir Tabutluğu kapatılır. Ercan POLAT, yoldaşlarıyla birlikte direnişin bir kazanımı olarak Ümraniye Hapishanesi'ne sevk olurlar.

Tutsaklık yaşamının ilk döneminde yaşadığı bu zorlu günlerden onurla başı dik çıkmanın gururu ve yoldaşlarıyla bir arada olmanın mutluluğunu yaşar. Mecit'lerin kanlarıyla, canlarıyla özgürleştirdikleri "Özgür Vatan" Ümraniye, yeni bir direniş mevzisidir onun için.

Dışarıda geçirdiği kısa mücadele sürecinde çok birşey yapmadan yakalanıp tutsak düşmenin kırıklığını yaşar. Ama bu durum uzun sürmez, o dönem içinde aşılır.

Eskişehir Tabutluğu saldırısı süreciyle geçirdiği bir kaç aylık dönem, asiliği ve hırçınlığından bir şey kaybettirmediği gibi, öfkesini bileyip daha da olgunlaşmasını sağlamıştır.

Bir yoldaşımız;

"Ercan'ın ilk başta göze yansıyan özelliği olgunluğuydu. Yaşı kaçtı şu an tam hatırlamıyorum ama ilişkilerindeki düzen ve ağır başlılık öne çıkardı. Saygılı, sözünü dinleten, sözü dinlenen, nerede nasıl davranması gerektiğini bilen biridir. Bu benim aklımda kalan öne çıkan ilk özelliğiydi" diyerek özetler Ercanımızın bu yanını.

Ümraniye'ye gelişinin ardından uzun bir dönem 5 Ekim 2000 tarihinde şehit düşen yoldaşımız Hüsamettin CİNER'le aynı eğitim grubunda yer alır. Ercan'da Hüsamettin'in yeri aynıdır. Hüsamettin'den çok şey öğrenmiş, O'na karşı özel bir sevgi ve bağlılık duyar. Yaşantıda örnek aldığı yoldaşlarımızdandır.

Ümraniye'de çeşitli görev ve sorumluluklar alır. Anma ve kutlama faaliyetlerinde koroda bağlama çalar, halk oyunlarında yer alır. Bu kültür-sanat faaliyetleri içinde koro çalışmasının sorumluluğunu üstlenir. Anmalarda, kutlama ve eğlence programlarında söylenecek türkü, marş ve okunacak şiirleri hazırlar.

Ümraniye'ye ilk geldiği günlerden itibaren başladığı bu faaliyetlerinde zamanla kendini geliştirir. Kendisini geliştirdiği gibi, koroda enstrüman çalan, türkü, marş söyleyen yoldaşlarının önünü açar. Onları çalıştırır, emek harcar, yetiştirir.

Yine 5. ekip şehitlerimizden Zeliha ERTÜRK’ü de koroya kazandırandır. Ercan Abi, Zelihamızın kendi deyimiyle o "bet" sesine rağmen O'nu koroya almış, emek harcayarak koroya kazandırmıştır."

Koro faaliyetleri denince Ercan, Ercan denince koro faaliyetleri gelir akla. Bütünleşmiştir bu göreviyle.

"Ben koroda çok az olmakla beraber, daha çok halk oyunlarında beraber oldum. Kendi sorumlu olduğu çalışmalarda disiplini elden bırakmıyordu. Hani bazen çekilmez oluyor’ düşüncesine kapılıyorsunuz ama, o işini en iyi şekilde yapmaya çalışıyordu. Ama mesela sorumluluğu altında olmadığı (mesela halk oyunu) çalışmalarında neşe kaynağıydı. Çok ciddi ve tam tersi çok neşeli olabiliyordu."

Ercan program sonlarında çekilen toplu halaylarda Karaçor oynamayı çok sever. Rıza POYRAZ halaybaşını ve Karaçoru iyi oynadığından, Ercan yerini ona bırakır, davulu eline alır çalar. Rıza POYRAZ da halayın başını çeker. Korodaki sıkı birliktelikleri burada da kendini gösterir, iyi bir ikili oluşturur.

Çok çabuk öğrenme ve kavrama yeteneğine sahip oluşu, O'na bu ve diğer sorumluluklarında kolaylık sağlar. İşlerini hızlı, pratik halleder.

Sorumluluğunu taşıdığı çalışmalarda sakin ve olgun kişiliğiyle, yerine göre tatlı-sert çıkışlarıyla genç-yaşlı herkesi etkiler. Olgunluğu ve disiplini elden bırakmamasıyla sözü dinlenir, yoldaşlarının saygınlığını kazanır.

Sadece koro faaliyetlerindeki eğiticiliği, yöneticiliğiyle değildi örnek oluşu. Olgunluğunun yanı sıra öne çıkan bir yanı da emekçiliğidir. Gerek günlük yaşamın akışında, gerekse sorumluluğunu taşıdığı işlerde emekçiliğiyle göze çarpar.

"Aklımda kalan diğer bir yanı, emekçiliğidir Ercan'ın. Bilirsin, yaptığı işlerin lafını çok edenler de olur. Ercan genelde sessiz-sakin bir halde işine bakanlardandı. Bazen mutfakta patates soymakta ya da dağ gibi bulaşığın içinde çebelleşmekte. Bazen koro çalışması için arkadaşları toplamakta ya da ranzasında kitap, dergi okurken çalışma için hazırlık yaparken görülmekteydi.

Öyle çok boş vakti olmayan, olanı da en iyi şekilde değerlendirmeye çalışandı."

Bir diğer özelliği disiplini ve örgütleyiciliğidir Ercan'ın.

"İyi bir örgütleyiciydi. Sorumlu olduğu grup ve çalışmalarda disiplini elden bırakmazdı. Sorumluluğunun bilincindeydi, işinin takipçisiydi. Koğuş koğuş dolaşır, tek tek arkadaşları arardı. Büyük mazereti olmadıkça hemen tüm arkadaşları çalışmaya katmak için herşeyi yapardı."

"İlk B-2'de beraber kaldık. Bir çok yönü hemen dikkatimi çekmeye başladı. Disiplinliydi. Sürekli not tuttuğu, okuduğu kitaplardan notlar aldığı bir defteri vardı. Bir defter işte’ denilemezdi buna. Çünkü çalışmaları, önemsediğinin, kitapları öğrenmek için okuduğunun ve kendini eğitmesinin göstergesiydi. Ve bunu kendime örnek aldım. Tabii bir bu değildi örnek aldığım yanı."

Kişiliğinin ölçülü ağır başlı yanı hep bilinen bir yanıdır. Ancak sessiz, çok suskunca bir Ercan anlaşılmamalıdır bundan. Ercan kimi yoldaşlarıyla uğraşmaktan özel bir haz duyar.

Zeliha ERTÜRK de, Ercan'a dair duygularını bir mektupta şöyle ifade ediliyordu;

“(...) Burada hava soğudu. Kar yağmadı. Geçen yıl oynadığımız kartopunu hatırlıyor musun? Sen varmıydın tam hatırlamıyorum ama, Ercan vardı. Beni yerlerde süreklediler o gün... Abi, Ahmet İbili, beni yere yatırıp kar doldurmuşlardı. En son Ercan "Tamam O'nun astımı var" demişti de beni bırakmışlardı. O'nu son gördüğümde O'na dedim ki "Yolun sonuna geldik Ercan. Bari gel sana yazımı okuyayım" dedim. Alıp okudu. Sonra gülümsedi. "Sen az değilsin, çok fenasın" diyordu. D-7/8'in havalandırmasına geliyorduk ya, sizin grubun da geldiği zamanlar. İkimiz merdivenlerin başında durup gözlerimizle resim çekiyorduk. Bu ikimizin sevdiği şeylerden biriydi. Beni yanına çağırıyordu. En son görüntümüz Ahmet İbili ve .... 'in hareketli tartışmasıydı. Ben ona sana dediğim gibi çok kabasın’ diyordum. Bir gün yanımdaydı. Çay içiyorduk. Ben her zamanki gibi sigara çıkardım. Hemen Ercan sigaramı yaktı. Ben de O'na kaba diyorum ama beni yanıltmak için elinden geleni yapıyorsun’ dedim. Bana dedi ki; Sana bir şey yapacağım çok şaşıracaksın’ dedi. Sakın kızacağım ya da üzüleceğim birşey olmasın’ dedim. "Şaşıracağın birşey üzüleceğin değil. Seni şaşırtacağım" dedi. Ben de "bekliyorum" dedim. O'nun güzel gülüşü gözümün önünden gitmiyor, O'na "Sen benim eski mahpus arkadaşımsın, yapma böyle" diyordum. 96 Temmuz'undan beri beraberiz. Eskişehir'den beraber aynı ringde geldik. Umut da öyle. Şimdi Ercan'la yaşadığım herşeyi hatırlamaya çalışıyorum. Hatırladıkça yazacağım. O'nu öyle güzel anlatacağım ki..."

Bir başka yoldaşı ise Ercan'ı şöyle anlatır:

"Sessiz, sakin, içine kapanık bir yanı vardı. Bu yönü, özellikle kollektif çalışmalar dışındaki boş zamanlarda tek başına koridorda volta atarken görürdük. Kapı nöbetlerinde de benzer yanları görebilirsiniz. Kimileri nöbet disiplinini umursamaz, yüksek dozda sesli kahkahalar atarak kendinden geçer. Ercan'la nöbet paylaşımlarımızda disiplini elden bırakmayan, fakat beraberinde mekanikliğe yönelmeyen, söz açıldığında paylaşan, cıvıl-cıvıl, karşısındakine samimiyeti hissettiren, doğal davranışlarıyla hatırlıyorum. O hep ölçülüydü. Ve yaşamda pek öne çıkmazdı. Sivrilmezdi, karşısındakini kolay kolay gücendirmezdi. Gücendirdiğindeyse mutlaka gönlünü alırdı. Bir yöntemini bulurdu."

Yine göze çarpan özelliklerinden biri de, karşısındakini eleştiren, onun eksikliklerini, yanlışlarını çekinmeden direk doğrudan söyleyen biri olmasıdır. Kim olursa olsun, hangi faaliyet olursa olsun, gerektiğinde eleştirir, söyleyeceğini açık söyler. Bu yanı hem sorumluluğunu taşıdığı çalışmalarda hem de günlük yaşamın akışı içinde kendini gösterir.

Ancak bu yanına rağmen hep kendisinin de aşmaya çalıştığı bir yanı vardır. O da kendisine yönelik eleştirilere karşı verdiği aşırı tepki ve kimi anlarda çıkan aşırı asabi davranışlarıdır.

Denilebilir ki hırçınlığı, asiliği, kırıp-dökmeleri en çokta futbol maçlarında gösterir. Bir çok yoldaşına göre iyi top oynar. Futbol maçı yapmayı çok sever, hızlı ve yerinde durmadan sertte oynar. Bazen hırçınlığından dolayı kırıp-döker, yoldaşlarıyla takışır. Yenilgiyi hazmedemez. Öyle ki, O'nun bu futbol aşkı, hırçınlığından dolayı bir dönem top oynamama cezası almasına bile vesile olur.

Kültür-sanat alanıyla ilgili olmasından dolayı TV, radyo, teyp, video.. gibi ortak kullanılan araçları denetleyenlerden biridir. Film, program, belgesel vs. takip edilir, izlenilebilecekler belirlenir ve toplu olarak izlenir. TV'deki gereksiz denebilecek film ve programlara takılıp kalınmasına karşı çıkar, izin vermez.

Birçok arkadaşla tartışır. Böyle bir çok tartışma yaşansa da, yaşantıdaki olgunluğu, kişiliğiyle insanlarımızın gönlünde yer edinmesi, bu konuda da sözünün dinlenmesini sağlar. Kararlarına uyulur Ercan'ın. Çünkü iyi ve güzel olanın izlenmesini, boşa vakit geçirmemesini istiyordu. O bir kere "hayır" dedi mi tartışma orada biter. Yine bu konuda bir yoldaşımız;

"Son dönemlerde ve 19 Aralık katliamına kadarki süreçte kültür işlerine yoğunlaşmıştı. Tv'den sorumluydu. Ercan'ın asiliğini bilen arkadaşlar, Ercan'ın korkusundan TV'ye yanaşmazlardı. İyi bir program varsa Ercan'ın gözünden kaçmışsa, özellikle Muharrem Karademir ve diğer arkadaşlar bana gelirdi. Ercan yalnız seni kırmaz söyle de TV'yi açsın" diyerek anlatır bu durumu.

Oligarşinin F tipi hücre saldırısı gündeme geldiğinde hapishanede tartışılmaya başlanmıştır. Bir yandan hazırlıklar yapılıp, tartışmalar sürdürülürken, diğer yandan da tüm kitlemiz direniş biçimi olarak Ölüm orucu eylemine kilitlenmiştir.

Bu süreçte nelerle karşılaşılacağı, neden ölüneceği, kısaca bu direniş için yapılan çalışmalarda yer alan arkadaşların "Gökkubbe'nin altında tartışılmadık bir şey bırakmadığı" günlerdir.

Ercan'ımız da bu tartışmalarda yerini alır. Ölüm orucu direnişcisi olmaya gönüllüdür.

"O süreçte aralarda voltalardık. Ercan, Zeliha ve ben. Özel bir şey yoktu tabii, tartıştığımız içeride o gün hangi konuyu tartışırsak onun sohbetini ederdik, dışarıdaki voltada. Ama ben voltaya uzun takılmazdım. Zeliha ile voltaya devam ederlerdi onlar. Zeliha Ercan'a "Pes" dedirtene kadar da volta atarlardı.

Esas olarak ekiplerin seçildiği (1. ekiplerin belirlendiği) zaman epey üzülmüştü. Ve de kızgındı tabii.

Ekipler ardı ardına yola çıkar... Ercan'ımız 2. ve 3. ekiplerde de seçilmemenin üzüntüsünü yaşasa da, kendini boşlamaz, her zamanki gibi yaşama, görev ve sorumluluklarına daha sıkı sarılır. 19 Aralık gününe böyle gelinir.

Devrimci tutsakları katlederek, işkence yaparak teslim alacağını düşünen oligarşi, devrimcilerin alev topuna dönen fedaileriyle, barikat savaşcısı özgür tutsaklarıyla karşı karşıya kalır.

Ercan da direnişte en önde tüm gücüyle barikattan barikata, siperden sipere koşar.

Kurşun ve bomba yağmuru altında ölümü hiçe sayarak bir dakika olsun yerinde durmaz.

"19 Aralık katliamının 2. gününde PKK'lilerin koğuşlarını boşaltmaları üzerine yan taraftaki PKK koğuşunu kontrol ediyoruz. Ercan da arkamda duruyordu. Karşımızdaki çatıda maskeli keskin nişancıyı fark ettiğimizde kurşun yanı başımızdaki köşeye isabet etti. Ercan farkında değil, beni geçip PKK koğuşuna girmek istedi. Çekip geri almak isterken dengesini kaybetti, düşer gibi oldu. Karşıdan ateş ediyorlar dememe fırsat kalmadan kurşunlar yanımızdan duvara isabet etti. O an Ercan'ı çekmeseydik belki de orada vurulacaktı".

Ancak ölüm kalleşti. Ölüm çatılardan, pencerelerden, malta boyundan yağmur gibi yağar tutsakların üstüne. Çatışmaların birinden ölümün kıyısından böyle dönse de, ertesi gün ölüm bulur Ercan'ı.

"Direnişin 3. günün akşamıydı. Düşmana direnişi sürdüren iki hapishane; Çanakkale, Ümraniye olarak biz kalmıştık.

Düşman bütün gücüyle yükleniyordu. Taramadık kurşunlamadık ve makinalarla yıkılmadık duvar kalmamış gibiydi.

Biz elimizden geldiğince bulunduğumuz yerleri düşmana kaptırmamak için direniyorduk. 3. günün akşamı C-8/C-9 koğuşlarının üst ara maltasındayız. Özel timler az önce C-9'un tavanını delmiş ve oradan içeriye gaz veriyordu. C-9'un kapısını o anda bulduğumuz dolaplardan barikat kurduk ve ara üst maltaya geçtik.

Elimizde savunma araçları var; demir çubuk vb. burada bekliyoruz. Biraz sonra düşman iş makinalarıyla bulunduğumuz yerin tavanını delmeye başladı. O anda bulunduumuz yerde Ercan, ...., ben ve 3. ekipten bir kaç direnişçimiz ve şimdi hatırlayamadığım bir kaç arkadaşımız vardı.

Tavan delindi delinecek. Ercan ve bir kaç arkadaş tam da deliğin açıldığı yerin altında duruyorlar. Ellerinde kendi imkanlarımızla yaptığımız bir savunma aracı var. Delik açılır açılmaz bunu düşmana atacaklar. Biz de çevrelerinde duruyoruz.

Ve delik açıldı. Keleş namlusunun rahatlıkla girebileceği büyüklükte küçük bir delikti. Delik açılır açılmaz da hemen bir keleş namlusu içeri uzatıldı. Şansızlık bu ya, Ercan ve O arkadaşın elinde savunma aracı çalışmadı.

Delikten o anda uzatılan keleş namlusundan bir iki el içeriye ateş açıldı. İlk ateşte Ercan (yanlış hatırlamıyorsam) karın bölgesinin sağ alt tarafından vuruldu. Kurşun önemli bir organa gelmiş olmalı ki bir anda oluk gibi kan aktı.

Ercan vuruldu diye geriye doğru bağırıp O'nu oradan sürükleyerek çekmeye başladık. Ateş edilmesinin ardından içeriye komprosör gibi bir şeyle gaz veriliyordu. Öyle ki içeride göz gözü görmüyordu. İçeriyi turuncu renkte bir gaz doldurmuştu. Yerden 2-3 karıştan tavana kadar içeri (20-25 metre uzunlukta ara malta) gaz doldu. Gözlerimiz yanıyor, yaşarıyor ve soluk alamıyorduk.

Ercan vurulduktan çok kısa bir süre sonra şehit düştü. Dediğim gibi vurulduğu anda hemen çekip aldık ve barikatın üzerinden arkadaşlara verdik. Ancak arkadaşların çok da birşeyler yapabileceklerini sanmıyordum. Çünkü çok aşırı kan kaybediyordu.

O gün komple konferans salonuna çekilmiştik. Ercan'ı da getirmişti arkadaşlar. Bayrağımızı sarmışlardı ve konferans salonunun sahnesinde hazırlanan katafalka konulmuştu. Ve o gün konferans salonunun çatısı, duvarları delinirken hemen bir çoğumuz Ercan'la vedalaştık. Alnından öpüp başında saygı duruşunda bulunduk."

"3. gün yoğun çatışmanın yaşandığı gündü. Onlarca arkadaşımız yaralanmıştı. Vakit akşama doğruydu. Ümit'le karşılaştık. Ercan şehit düştü demişti. Önce inanmadım. Çünkü 5-10 dakika önce Ercan yanımdaydı. Bir taraftan da konferans denen yere çekiliyoruz. Konferans salonuna gittiğimde Ercan'ın başında nöbet tutuyordu yoldaşları, yanına gittim. Kaşları çatık, sakindi yüzü, sanki uyuyordu. Sağ yumruğu sıkılıydı."

"Ben de konferansta sahnedeki katafalkta yatarkenki halini unutamam. Unutmam da. Bir yanda da çatışmalar devam ediyor, diğer yandan şehitlerimizle Ercan'a tören yapıyoruz."

19-22 Aralık katliamının hemen sonrasında 23 Aralık günü ilk cenazemiz kaldırılır. Ertesi gün 24 Aralık günü de Ercan POLAT'ımız son yolculuğuna uğurlanacaktır.

19-22 Aralık katliam operasyonlarıyla tüm yurtta törer estirilmesine rağmen halk şehitlerini sahiplenir. Cenazeler binlerle kaldırılır, omuzdan omuza taşınarak.

Ercan'ımız Gazi Cemevi'den son yolculuğuna hazırlanarak Habibler-Cebeci mezarlığına defnedilir.

Ve son sözü, cenazesine katılan bir yoldaşına bırakalım;

Naaşı hazırlanırken Piro'yu son kez görmek için içeri giriyorum. Boylu boyunca uzanmış, kaşları çatık ama dudaklarında bir tebessüm var. Sakalı uzamış, yakışmış da. Ümraniye'deyken O'nu sakallı görmemiştim hiç. Hep traşlı, özenli ve temiz yaşardı. Gülüşünde düşlerinin bembeyazlığı görülür, o sıcaklığı karşısındakini yaşatır, yansıtırdı.

"Piro" dedim O'na. Her fırsatta "Dede" soyundan geldiğini söyler, "Pir" olduğunu anlatırdı. Korodaki bağlama hocam Ercan Abi benim için "Piro"ydu. Bir tek ben duyardım Piroyu. Şimdi ise son yolculuğuna aylar sonra başucunda duruyor, O'nu izliyorum. Yaşadığımız paylaştığımız onca şeyden sonra, o gün o anı yaşamak zor geliyor. Dizlerinin bağı çözülür de hareketsiz kalırsın ya hani öyle. Ama insanı ayakta tutan nedenlerin vardır; uğruna öldüğün yoldaşlarının sıcaklığı, fedakarlığı, kahramanlığı... ve ortak davanın haklılığı, doğruluğu gibi.

Dışarıdayım ama, ölüm orucu ekiplerinin açıklanacağı günleri beklerken hep aklımdaydı Piro... O'nun da böyle onurlu bir göreve layık olduğunu düşünüyor, seçileceğini umuyordum. Ekipler ardı ardına açıklanmıştı, aralarında Piro'yu göremeyince, O'nun yaşadığı burukluğu hissediyor O'nunla yaşıyordum adeta. Çünkü o korodaki hocamdı, Piromdu. Öyle sıcak, öyle yakın hissediyordum O'nu.

Başucunda nöbet tutarken doldu  gözlerim. Ama akmadı yaşlar. Akıtmadım. bilirim istemez gözyaşını... Dökülecek her damla yaşın yerine, kavgaya daha sıkı sarılmamızı istiyordu. Karşımda duran bedeniyle ve yine sözünü dinledim. Metin olup içime akıttım gözyaşlarımı.

Alnından öpüp saygı nöbetine dururken Ümraniye'ye, bağlama çaldığımız günlere gidiyorum. Kare kare geçiyor gözlerimin önünden günler. "İlk"lerin yanı başımızdan ayrı bir yeri vardır ya; ilk koro çalışmam da öyle bir ayrıdır benim için. Önceden haberim olmadığı için hazırlıksız katıldığım ilk koro çalışmamdayım. İlk olmasının getirdiği sıkıntı, utangaçlık var üzerimde. Bu ruh haliyle bir de çalarken ayak uyduramayınca nasıl da kıpkırmızı olup, soğuk terler döküyordum. Piro kaş-göz işareti yapıp "Devam devam..." diyordu, beni rahatlatmak için. Arada nasıl çalmam gerektiğini gösteriyor, zamanla alışacağımı söylüyordu.

Biliyorum, daha fazla duramayacağım başucunda, yüreğim daralıyor. Dar geliyor o kapalı mekan. Bir ağırlık çökse de üzerime, son yolculuğunda yanı başında olmanın buruk rahatlığıyla son kez bakarak ayrılıyorum yanından.

Ak ketene sarılırken bedeni, göğsüne Parti bayrağı konarak hazırlığı tamamlanıyor. Kırmızı beze sarılı tabutun üzerinde umudumuzun yıldızı var.

Sloganlar, zılgıtlar, anaların ağıtlarına karışan gözyaşları arasında omuzdan omuza taşınıyor tabutu. Cadde boyunca yüzlerce metre omuzlarda taşıyarak uğurluyoruz Piro'yu.

Yürüyüş bitiminde tabutu cenaze aracına konuyor, biz de otobüslere binerek Piro önde, biz de peşi sıra Cebeci'ye yol alıyoruz.

Mezarlığa geldiğimizde umudun adının haykırılışı, Parti bayraklarımızın dalgalandırılması arasında defnediyoruz Ercan POLAT'ımızı.

Anısı önünde saygıyla, sonsuza dek eğiliyor, sevgi ve bağlılıkla anıyoruz.

 

 

Geri