Dursun
KARATAŞ'I Yakınları, Yoldaşları
Anlatıyor:
Güle güle demiyoruz sana
Ezeli
isyanımızın Spartaküs'ü
Anadolu'nun
bilgesi
Bedreddin
yiğidi
Güle güle demiyoruz sana
Alnımızın
ışığı
bayrağımızın
yıldızı
yolumuzun
öncüsü...
Uşak Hapishanesi Özgür Kadın Tutsaklar.
***
Bir yoldaşı
anlatıyor:
Reber Xalo, Devrimdir, Sosyalizmdir
Merhaba,
Sevgili Dayımızla yaşama, paylaşma onuruna
sahip olduğum ve bende derin izler bırakan, bilince dönüşüp ayrılmaz bir parçam
olmuş anılarımdan bazılarını Yürüyüş okurlarıyla paylaşmak istiyorum.
Dayımızın şehit düşmesinin ardından çektiği
başsağlığı faksında bir arkadaşımız isyanını şöyle ifade etmişti: "Biliyor musun, doğanın diyalektiğine
ilk kez lanet okudum... Dayının ruhuna verdiği gücü bedeninden esirgediği için.
Bu yaşlı dünyaya güzellikler katan, insanlığa umut ve moral kaynağı olan bir
bilge insanı bizden koparıp aldığı için...”
Haksız da değil. Ne kadar isyan etsek az,
çünkü O, yerinin doldurulması zor bir cüret abidesi ve çelikten bir irade
olarak BİZ'im Dayımızdı. Sırdaşımız, yoldaşımız, öncümüz,
önderimiz, en koyu karanlıklarda yolumuzu aydınlatan ışığımız ve başöğretmenimizdi.
Güzellikler yaratmada nadide bir ustaydı. Herkes kendi dilinde Dayı derdi O'na.
Ben de kendi dilimizde Kürtçe Xalo derdim.
Biliyorum fiziki yokluğu bir gerçek. Ama hala
O'nu kaybettiğimize inanmak istemiyorum. Çünkü en çok O'nun hakkıydı düşünü
kurup 38 yıl boyunca sabırla, emekle, var gücüyle çalışarak büyüttüğü devrimin
ve sosyalizmin zaferini görmek. Ama olmadı. Yaşlı dünyaya güzellikler nakşeden
sevgili Xalomuzun yaşlanmasına izin vermedi doğa.
Daha halklara sunacağı, kavgaya katacağı çok
şey; ülkemizin, halkların ve dünyanın geleceğine dair kuracak çok düşümüz, öğrenecek
çok şeyimiz vardı O'ndan; isyanımızın esas yanı bu. Diğer
yanı ise, yaşamımın en mutlu anları, yanında bulunduğum ve O'nunla
paylaştığım anlar olan, sesini duyduğumda bile büyük bir coşku duyduğum, yüzünü
gördüğümde ve sarıldığımda mutluluktan uçacak gibi olduğum o bilge sesin, dost
ve yoldaş sıcaklığının sahibi Xalomuzu dünya gözüyle
bir daha görüp sarılamayacak, baş başa Kürtçe konuşup espri yapamayacak
olmaktı.
Dayımızın ülkemiz sınıflar
mücadelesinde olduğu gibi, konuştuğu, yaşamı paylaştığı her insanda derin ve
silinmez izler bıraktığının onlarca örneğinin tanığıyım. Tepeden tırnağa her
şeyimizin O'nunla ete kemiğe büründüğü, halk kurtuluş
savaşımızın her aşamasının ve umudumuzun O'nun olağanüstü çabası ve emeğiyle
şekillendiği gibi, ben de O'nun emeğiyle şekillendim.
Tüm yoldaşlarım gibi ben de O'nun
öğrencisi ve yoldaşı olduğum için kendimi dünyanın en şanslı devrimcilerinden
sayıyorum; şahsen tanımış olmayı büyük bir onur, beraber kurduğumuz düşleri
ise, yaşam gerekçem olarak görüyorum. Önceleri
okul arkadaşımın dayısı olarak bildiğim Xalo ile
siyasi ve yoldaş olarak ilk tanışmam Elazığ'da lise çağında olmuştu..
1977'de
İstanbul'da karşılaşma fırsatım oldu Dayı ile. Ben haftada bir gittiğim
Balıkesir yurdunda O'nu görüyor, sohbet ediyor, anlattıklarını dinliyordum. Burada
da daha yakından tanıdığım, feodal arkadaşlık ilişkim olan pek çok insanımız olmasına
rağmen Dayı' nın yeri, yaklaşımı, sıcaklığı daha bir
başkaydı. İnsanı mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Olayları öyle ikna edici
ve net ortaya koyuyordu ki, kafanda cevapsız soru kalmazdı. Konuşan o ise istemesen bile anlattıklarının beynine
kazınmasına engel olamazdın. Çünkü o başkaları gibi değildi. Birşey anlatmaya başladığında yüreğini de görürdü. Üstünlük
taslamayan, kendini senden farklı görmeyen mütevazi
bir öğretmen sıcaklığı ve samimiyeti sizi sarıp sarmalardı. İşte O'nu aranılır
kılan da; duyulan hayranlığı, saygıyı, sevgiyi daha büyüten de bu özellikleriydi.
Uzun yıllar sonra bu kez 1989 yılında “Engin
Kaya operasyonu”nun ardından tutuklanıp getirildiğim Sağmalcılar
hapishanesinde karşılaştım Dayı ile. İdarenin bizi başka bir koğuşa vermek
istemesi üzerine yaşanan kısa bir kargaşa ve gösterilen sert tepkinin ardından
biz Dayıların koğuşuna alındık. Bu kez hapishanede kucaklaşmak nasip oldu, hem
de uzun yıllar sonra.
Yıllar önce gördüğüm Dayımız burada bana daha
coşkulu, daha bir bilge ve daha bir enerjik geldi. Yaşadığı onca işkence, ölüm
orucu, geçirdiği tüberküloz, katıldığı onlarca açlık grevi, enerjisini bitirememiş,
aksine arttırmıştı. Bir yıla yakın beraber kaldık. O süre zarfında Dayı' yı hep çalışan, üreten olarak, gördüm. Doğrusu ne zaman
yatıp ne zaman kalktığını bile farkedemiyor, gece
gündüz hep çalışır halde görüyorduk. Parçalı olarak 4-5 saatten fazla uyuduğuna
hiç şahit olmadım. Böylesine yoğun bir çalışma da yürüttüğü için karşı çıkıp
razı olmamamıza rağmen hepimiz gibi komün nöbeti de tutardı. Muaf tutma
çabalarımıza kızar ve bu isteğimizi; "Kimse
babasının hayrına devrimcilik yapmıyor. Kimsenin kimseden farkı yok. Diğerleri
gibi bu da bir görev ve sorumluluktur. Herkes sorumluluğunu şu iş, bu iş
demeden yerine getirmek zorundadır... Bu konulardaki ayrıcalıklı tutum devrimci
ilke ve değerlerle bağdaşmaz. Değerleri dejenere eder,
yıpratır, bireyciliği geliştirir...” diyerek reddederdi.
Bu durum zorumuza giderdi. Biz otururken O'nun
masamızı temizleyip, ekmeğimizi, suyumuzu getirip, çayımızı doldurmasına fırsat
vermemeye çalışırdık...
Dayı ile Balıkesir yurdunda, hapiste,
dışarıda, Kongre sürecinde bir süre aynı mekanı
paylaşmıştım, yaşamına tanık oldum. Çalışma yoğunluğu bazılarımızı savurur,
temiz, tertipli, düzenli, disiplinli yaşamaktan uzaklaştırır. Dayı'da ise tam
tersidir. O çalışma yoğunluğu arttıkça disiplinini de arttıran çelikten bir
irade örneğidir. Hapiste yatanlar çok örneğini görmüş veya yaşamıştır. Bir çoğumuz sıklıkla kalem, defter gibi eşyalarımızı nerede
bıraktığımızı unuttuğumuz için onları arayan durumuna düşmüş; çalıştığımız masanın
karman çorman olmasından, kül tablalarımızı kirli bıraktığımızdan, nöbetçilerin
eleştirileriyle karşılaşmışızdır. Bu durumlarda savunma mekanızmamızda
hep; "işi yetiştirme telaşıyla
unuttum!" gibi gerekçeler üretmiştir. O ise, bizim yaptığımız işlerin
onlarca mislini yapmasına, yaptıklarımızı mutlak gözden geçirip denetlemesine
ve hepimizden fazla sigara içmesine rağmen bir gün kül tablasının kirli,
çalışma masasının dağınık, tertipsiz, düzensiz olduğunu görmedim. Nöbetçilere
iş bırakmazdı. Bir eşyasını bir yerde bıratığına unuttuğuna
şahit olmadım, olmadık. Hep derdi, “bir
işi yapıyorsan kuralına, disiplinine uygun yapacaksın. İş kuralına, disiplinine
uygun olarak yapılırsa harcanan emeği karşılar. Aksi, işi bozmak, emeğe
saygısızlıktır. Bir işi, eylemi geliştirecek olan disiplindir. Disiplin de;
istemektir, yoğunlaşmaktır, uyanıklıktır, yaratıcılığı zenginleştirmek, başarıyı
yakalamak için yapılan planlamadır, gösterilen özveri ve iradedir".
Yaşamının her anında, yaptığı her işte devrim
ve sosyalizm tutkusunu görmek, hissetmek mümkündü. Tek lüksü bu uğurda daha
fazla çalışmaktı.
İstanbul dışında birçok Anadolu
Hapishanesi'nde yatmış, buralarda bir dönem, bizler için ulaşılması zor, ileri,
önder düzeyde insanlarla aynı hapishanede kalmıştım. Örneğin Samsun'dan
Malatya'ya sevkimiz çıktığında Deniz'in, Mahir'in arkadaşlarıyla aynı mekanı, aynı direniş havasını soluyacağız diye sevinmiştik.
Ama büyük bir hayal kırıklığına uğradık. Direnişe yabancılaştıklarını,
oluşturdukları teslimiyet statüsü içinde düzenle çatışmamak için ellerinden
geleni yapmalarına rağmen yine de cuntanın saldırılarından kurtulamadıklarına
tanık olmamız uzun sürmedi.
Öyle ki,
işkence saldırılarına karşı “insanlık onuru işkenceyi yenecek” ya da başka bir
slogan atmak bile çok “siyasi”(!) görülüyordu. Tutsakların direnişe geçmesini
de kurdukları ne olduğu belirsiz “Sendika”larıyla engelliyorlardı. İnsanların
siyasi yapısı, kimliği bir kenara itilmiş, resmen bireycilik örgütlenmişti. Bir
yandan tavır alma cesaretleri olmadığından direnişin bir parçası olamıyor, bir
yandan da insanların direnenlere duyduğu saygının karşısına da çıkamadıkları
için, direnenlere dair "kaliteli
azınlık, saygı duymak gerekir” gibi teorilerle durumu kurtarmaya çalışıyorlardı.
Sağmalcılar Hapishanesi ise bambaşkaydı. Daha
attığınız ilk adımda farkı görebiliyor, teslimiyete karşı adım adım örgütlenmiş direnişin gücünü hissediyor, devrim ve
sosyalizm havasını soluyor, mücadeleyi büyütme coşkusunu duyuyordunuz.
Bu bile burada bir önderin, öğretmenin,
başkomutanın varlığını gösteriyordu. İşte bu, bulunduğu her alanda her şeyi
devrime göre örgütleyen Dayı farkıydı.
Birgün çay sohbeti
sırasında Dayı bana, bizim masanın yakınında çalışan bir grup arkadaşı
göstererek "nasıl bizim
insanlarımız?” diye sormuştu. Ben de “iyi,
üretken, paylaşımcı, çalışma ve yoldaşlık sıcaklığı solunduğu belli ama...”
diyerek, Malatya'da tanık olduğum 68'lileri, Mahir ve Denizler'le
yaşam süreçlerini ve son durumlarını anlatarak, arkadaşların en azından
bazılarının yalnız kaldıklarında burada sergiledikleri direnci, coşkuyu,
üretkenliği gösterebileceklerinden şüphe duyduğumu belirtmiştim.
Dayı, "bizim
insanlarımız iyidir. Hepsi değerlidir” demişti. Dayı'nın kalkmasının
ardından, sonradan darbeci olacaklardan biri, bana “Dayı'nın yanında nasıl konuşuyorsun?..”
diye bir eleştiri getirdi. Aklısıra beni uyarmıştı.
Yaptığımda bir saygısızlık olmadığını, sorduğu soruya ilişkin samimi olarak düşüncemi
söylediğimi, Dayı'nın yanında her türlü sırrımı, düşüncemi kaygısız, hesapsız
paylaşacak bir rahatlığa sahip olduğumu, doğrusunun da bu olduğuna inandığımı
belirttim. “Sorumluma, önder bildiğim
yoldaşıma karşı aldatıcı, yapmacık davranma yerine intiharı tercih edeceğimi,
belirttikleri şekilde bir davranışı kendimi Dayı'dan, Dayı'yı da kendimden
uzaklaştırmak olarak gördüğümü” söyleyince bozulmuştu.
Aynı günün akşamı, voltada
Dayı'ya öğlenki bu tartışmayı da aktardım. Çay sohbetinde sana
söylediklerimden, arkadaşlar şöyle bir sonuç çıkarmış diye konuşmayı aktardım.
Arkadaşların duyarlılığı, hassaslığı tamam, ama bu mantık bana çarpık geldi.
Bir saygısızlığım oldu mu? Senin ya da ileri bir sorumlunun yanında rahatça
duygularımı anlatıp düşüncelerimi paylaşamamak bana iki yüzlü,
kendine yabancılaşma gibi gibi geliyor deyince
«Arkadaşlar neden o sonuca varmış bilemem.» Benim anlatımımda, düşüncemde bir
olumsuzluk olmadığını belirterek rahatlatmıştı beni.
Tabii, bu arada, insanların zayıf yanlarının
nasıl giderileceğine dair de hala aklımda olan dersler vermişti; «İnsanlarımız mücadele kültürünün ürünü
olduğu için çok değerli. Elbette pratik mücadelede gerileyen, savrulan da
olacaktır. Ama hiç beklemediğin insanlardan da ileri atılanlar olacaktır.
Devrimcilik, devrim mücadelesi böyledir... Ama her şeye rağmen insanlarımıza
güvenmeliyiz. Bilimsel tedbirlerimizi elbette alacağız. Ama güvende kusur
etmemeliyiz...»
Uzunca anlatmıştı Xalo.
Zira bu O'nun temel özelliklerinden de biriydi. Bir konuyu kavradığına emin
olana kadar anlatırdı. Başladığı işi yarım bırakmaz, kesinlikle ertelemezdi.
Hasta da olsa, imkanlar zorlasa da her türlü kişisel fedakarlığı
yaparak başladığı işi sonuçlandırırdı. Onun için de iş aksatılmasına,
ertelemeciliğe çok kızar ve hep "zamanında
yapılmayan işi, ihtiyacı karşılamayan, amaca hizmet etmeyen, mücadeleyi
gerileten bir zaaf olarak görmeliyiz” derdi. O'nun işlerdeki bu titizliği
randevuda ise dakiklikti. Örneğin telefonda arayacağım demiş ve sana bir saat
vermişse, önce mutlaka saatleri kendi saatiyle seninkini birbirine göre ayarlar, ve saniyesi saniyesine de o saatte arardı. Xalo'nun yaşamında geciktim, unuttum, trafiğe
takıldım, saatim ileri gitmiş-geri kalmış gibi mazeretlere yer yoktur. Hiç
tanık olmadım... Bu konularda çok titiz, ilkeli ve özel bir duyarlılığa
sahipti. Onca yoğunluk içinde şaşmaz biçimde hayata geçirdiği bu dakiklik ve titizliğin
O'ndan aldığım en önemli derslerden, O'na duyduğum saygının, hayranlığın kaynaklarından
biri olduğunu özellikle belirtmeliyim.
Xalo bilimsel
doğruların, acımasız gerçeğin, halkın değerlerine bağlılığın, adaletin
sembolüydü. Döne döne hep "Başarının olmazsa olmazı, ne kadar acımasız olursa olsun gerçeği
görmek, esnetmeden, sağa, sola bükmeden bilimsel doğruları, değerleri
ortaya koymak, yanlışın karşısına dikmektir.” derdi.
Özgürlük eyleminden sonra Xalo'yla
beraber dışarıda pratik mücadelenin havasını soluma olanağı yakalamıştım. Ancak
bu süre içinde hiç yüz yüze görüşmemiz, buluşmamız olmamıştı. İlişkimiz hep ya
notlaşmayla, ya da telefonla sürmüştü, 1990 baharında tahliye olmuştum ve
Niyazi Dayı'yla ilişki içindeydim. Kısa sürede çok şeyin değişip geliştiğini
görünce, bunu, "Ne oldu, bayağı
gelişim olmuş. Her şey atılım sürecine girmiş?" diye Niyazi Dayı'ya sordum.
Cevabı; "Evet, evet, hiçbir şey olduğu gibi kalmıyor. Ama birileri gelip
senin göremediğini sana gösterip çığır açtığında çok şeyin değiştiğini, hızla
geliştiğini görüyorsun. Bu da önder yoldaşın gücü, bizlere kattığı moral değer.”
olmuştu.
Gerçek de tamı tamına böyleydi. Çünkü, kavgada cüretkar bir irade olan Xalo,
bizim yaratıcılıkta sınır tanımayan moral değerimizdi de. Bunun 12 Temmuz
katliamında ve darbe döneminde bire bir tanığı da oldum. 12 Temmuz' da Niyazi
Dayıların katledilmesinin ardından ortaya çıkan olumsuzluklara Dayı hemen
müdahale etmiş, gerekli yerlere birebir ulaşıp kısa sürede toparlamıştı...
Dayı yaptığı her şeyi alternatifli düzenler,
mutlaka sağlamasını yaptırır ve bunun öncesinde de senin güvenliğini sorar,
sorgular. Bir boşluk, eksik yan varsa, onu tamamlamak için yol-yöntem sunardı.
Bizi sürekli uyarırdı: "Ne olursa olsun randevularınızda mutlaka 2'nci, 3'üncü
alternatifleriniz olmalı. Telefonun, randevu yerinin, saatinin, şifrelerin
mutlaka sağlamasını yapın, yaptırın. ‘Tamam', ‘anladım', ‘yazdım' deyip ayrılmayın.
Karşı tarafın da eksiklik yapabileceğini düşünün. Bunu bir alışkanlık, bir
refleks haline getirmelisiniz...”
Dayı'nın önem verdiklerinin başında gelen bir
başka konu da kolektivizm ve alternatif yetiştirme meselesiydi. “Çalıştığınız
her alanda mutlaka kendinize alternatif insan yetiştirin. Komite tarzında çalışın.
Unutmayın, komite tarzında çalışmak hem sizi hem mücadeleyi geliştirir.
Kadrolaşmada sürekliliği sağlar. Devrim için yeni olanaklar yaratır. Ben değil
BİZ olmanın yolu da buradan geçer... Aksi, devrimi istememek, insanlara
güvenmemek, kendini korumaktır. Ki bu da devrimci değil, risk almaktan korkan
küçük burjuva aydın-memur kişiliğidir. Alternatifli çalışan, komiteleşerek
yukardan aşağıya alternatiflerle örgütlenen insan devrimci, riskten korkmayan
insandır.”
Hazırcılığa da çok kızdığını, devrim için
olanak tüketen değil olanak yaratan insanlar olmak gerektiğini sürekli
vurgulamıştır.
16-17 Nisan'da, Sabolar'ın
katledilmesinden bir süre sonra bizimle ilişki kuran telefon birden bire cevap
vermez oldu. Daha doğrusu her aradığımızda yabancı dilden cevaplar verilip
kapatılıyordu. Hatta bir iki kez yabancı dilden cevap verildiğinde o mekanda Türkçe konuşma sesleri gelince, ne oluyor, orada
Türkçe konuşan var, onları çağır dediğimde de hemen kapatılmıştı. Bunların
üzerine deşifre olmuştur, sakıncalı olur düşüncesiyle uzun bir süre o numarayı
aramadık.
Tam
sekiz ay ilişkimiz kesildi. Ta ki Dayı'nın darbecilerin elinden kurtulup
darbeyi açıklamasına kadar hiç arayan soran olmadı. 8 aydır bütün çabalarımıza
rağmen ilişki kurmayanlar, şehit verip çatışmalar yaşamamıza rağmen arayıp
sormayanlar Dayı'nın darbeyi ülkeye haber vermesinden iki gün sonra, dağın kış
koşullarında bize ulaşıp "önce aradıkları telefon numarasını arasınlar”
haberini göndermişlerdi. Aylarca yaptığımız onca aramada tek kelime Türkçe
duyamadığımız telefonda bu kez Haydar'ın sesini duyduk. Daha “hayırdır?”
dememize fırsat vermeden "ya aylardır
arayıp soramadık, nasılsınız, ne yer ne içersiniz, bir şeye ihtiyacınız var mı?
Hemen Avni'yle beraber iki gün içinde İstanbul'a gelin. Şu telefonu arayın,
arkadaşlar sizi alacak” deyip, soru sormamıza bile fırsat vermeden telefonu
kapattı.
İki günde dağın zirvesinden İstanbul'a güvenli
bir şekilde nasıl gideceğimiz adamın hiç umurunda değildi. Hayatı bilmeyen
birinin söyleyeceği bir şey olur ancak bu. Yıllarca Dayı'dan hiç böyle bir şey
duymadık biz, “ne zaman yapabilirsiniz,
kaç günde olur...” önce bunu sorar, sonra tartışır, elbette hızlandırmaya
çalışır ama asla böyle söylemezdi. Kendi olanaklarımızla, ancak bir haftada denilen
yere ulaştık.
Yolculuk
zordu, ama çağrıyı parti kongre faaliyetinin başlamasına yorduğumuz için çok da
sevinçliydik. Ama karşılaştığımız manzara bu sevincimizi öfkeye dönüştürmüştü.
Çünkü Niyazi, Sabo, Sinanlar'ın yokluğunu da fırsat bilen
Haydarlar'ın, tüm kadroların inisiyatif
verdiği ve parti çalışmalarına yoğunlaşan önderimizi tutsak alıp darbe
yaptıklarını, kadrolardan habersiz aylarca örgütü yönettiklerini öğrendik.
Bu sürede, on'ları aşan şehitler verilmiş
olmasının, özellikle kırla ilişkilerin kopmuş olmasının sorumlularının,
önderlik ellerinden kurtulup yaptıkları darbeyi ifşa etmese, bir fırsatını
bulup O'nu katletme hesabı yapmış olmalarının, hiç de uzak ihtimal olmadığını
düşününce öfkemiz daha da kabardı, büyüdü.
Sonuçta tüm alan ve kadroların, tekrar
önderliğe inisiyatif ve yetki vermesiyle kontra
çetesinin aşağılık darbe emellerini boşa çıkardık. Eğer Dayının devrimci
adaletteki tavizsiz tutumu ve ilkesel bakışı olmasaydı, kontra çetesini
öfkemizle siler süpürürdük. Öyle ki, ilk anda ülkedeki tüm darbeciler elimizin
altındaydı. Hepsini tutuklamayı önerdiğimizde Dayı, harekete ve kendisine
yapılan onca kötülüğe rağmen olmaz deyip durdurdu.
"Kesinlikle öfkelerinize yenik
düşmeyecek, bireysel, fevri tavır ve davranışlarda bulunmayacaksınız. Örgütsel
hukukumuzu işleteceğiz... Kadroların toplantısını en kısa sürede sağlayacağız.
Ben de dahil kimin suçu varsa kadrolar önünde hesabını
verecek, eleştirisini, özeleştirisini yapacak. Kesinlikle kimse yapılan yanlışa
aynı yanlışla cevap vermeyecek.. Örgütsel ilke ve
kurallarımız tanımamazlık edilmesin."
Adaletten,
ilkelerden iktidar hedefinden -ne olursa
olsun- şaşmayan bir
irade!
(...)Bir
çoğumuz Sol'un sergilediği tavrın devrim cephesinin hukukuna, ahlakına
uymadığını, tahammül sınırını çoktan aştıklarını, bunlara bir tavır almamız
gerektiğini önerdiğimizde, Dayı yine devrimin uzun vadeli çıkarlarını esas
alan, bize aynı zamanda ideolojiye ve kendine güveni öğreten şu tavrı alıyordu:
“Hayır, kesinlikle sabırlı olacağız.
Sol'a ideolojik mücadele dışında hiçbir tavır alınmayacak... Sol eski sol.
Grupçu çıkarları nevirlerini döndürmüş... İktidar bilincinden yoksun, insan
hakkı savunuculuğuna saplanmışlar... Tavırları şaşırtmamalı. Evet, sol
kendisinden beklenen, alması gereken devrimci tutumu göstermedi. Biz, devrimin
dış ve iç düşmanlarına karşı uzlaşmaz devrimci tutumumuzla yolumuza devam
ederek kendimizle beraber sol'u da eğiteceğiz.. Sol'a
ideolojik mücadele yöntemleri dışında yöntemlerle cevap vermek devrime, iktidar
mücadelesine bir şey kazandırmaz, aksine kaybettirir. Biz iktidar mücadelesi
bilincinde, iddiasında olan bir hareketiz. Onun için ne olursa olsun Marksizm-Lenizmin değerlerinden, ilkelerinden, hukukundan
sapmayacağız.. Sol darbecileri sahiplenmekle bizden
çok kendisine en çok da devrime zarar veriyor... Bu ahlaksızlığı sahiplenmeleri
kendilerini vurmaya başlar. Darbecileri de iyi tanıyorum. Birkaç aya kalmaz
birbirine darbe yaparlar..."
Böyle demişti ve Dayının bunları
söylemesinin üzerinden daha aylar geçmeden, hem solda, hem darbecilerde yaşananlarla
hepsi bir bir doğrulandı.
Dayımızın temel telkinlerinin
başında hep: "Hangi şart ve koşulda
olursanız olun, eylemde, düşüncede, savaşta çevrenize karşı sabırlı, soğukkanlı
ve adaletli olacaksınız..” öğüdü gelirdi.
Eleştiri, özeleştiri silahını çok
önemser ve ısrarla; "Biz düşmanlarımızı ne eleştiririz, ne
özeleştiri veririz. Onlara proleteryanın devrimci
şiddetiyle yaklaşırız. Biz sadece değer verdiklerimizi, sevdiklerimizi
eleştirir, onlara özeleştiri veririz. Çünkü eleştiri özeleştiri sahiplenmedir,
değer vermedir. Mücadelenin gelişim bilimidir. Bu bilimi iyi kullanın”
derdi.
Düşmanla olduğu gibi zaaflarla
uzlaşma anlayışını da devrim ve sosyalizm düşmanı, karşı-devrimcilerin güç
aldığı bir tutum olarak görürdü. Özellikle altını çizerek, “Devrimci kişilik emekçi sınıfın kurtuluş olanağı, sömürücü sınıfın en
amansız düşmanıdır. Bu kişilik burjuvalarla da, onlardan etkilenen anlayışlarla
da uzlaşmaz... Proleteryanın temsilcisi olarak O'nun
burjuvaziden esirgemediği tek şeyi proleteryanın
devrimci şiddetidir... Biz burjuvazi ile de, burjuva anlayışlarla da, zaaflarla
da uzlaşmayız. Çünkü biz Marksist-Leninistiz,
yanlışların düşmanı, doğruların dostuyuz” derdi sürekli.
Politikleşmiş
Askeri Savaşımızın kurmayı, komutanı, üretkenliğin, özverinin, paylaşımcılığın
emsalsiz örneği; ulaşılması zor bir irade gücü ve sınıf bilincinin taşıyıcısı Reber Xalo, devrimdir,
sosyalizmdir. Kongre sürecinde bunu çok daha net gördüm. Çünkü O'nun felsefesinde
umutsuzluk yoktu, umut vardı. Güvensizlik yoktu, güven vardı. Bilinmezlik
yoktu, bilinç vardı. O'nun yaşamında gerekçe, gizem yoktu, halkına, yoldaşlarına
açıklık ve kavgaya bağlılık vardı. Disiplinsizlik, ilkesizlik, kuralsızlık
yoktu, disiplinli, ilkeli kurallı yaşam vardı.
O'nun yaşamında ben yoktu, BİZ
vardı. Devrim, devrimin ihtiyaçlarını karşılama sorumluluğu, sıra neferliği
bilinci, sarsılmaz inancı ve sınırsız fedakarlığı
vardı. Bu nitelikleri sayesinde Mahir'den devraldığı devrim bayrağını her
türden düşman saldırılarını, en sinsi oportünist ve
revizyonist kuşatmaları yara yara bugünlere taşıdı.
Zaferlerde rehavete, yenilgilerde yılgınlığa meydan vermeden;
"bittiler", “bitirdik” denilen her noktada daha güçlü adımlarla ayağa
kalkıp hızımızı arttırarak umutsuzluğu umuda dönüştürdü.
“Bugün, kim Leninizmin
yüce bayrağını hem teoride, hem sosyal pratikte emperyalizmin ve oportünizmin saldırılarını göğüsleyerek yükseklerde
tutuyorsa, Türkiye' deki Marksist hareketin tarihi zincirinin haldeki halkası
olur; devamı olur" diyordu Mahir. Dayı, BİZ'e Kızıldere'nin ardından işte bu onuru kazandırdı. Devrimci
hareketi adeta küllerinden yeniden yaratarak halkımızın kurtuluş umudu,
ülkemizdeki bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin tartışmasız öncüsü
haline getirdi.
O'nun yokluğuna hiç alışamayacak
olsak da, en büyük tesellimiz bıraktığı bu eşsiz miras, yaratıkları, lekesiz
yaşamı ve öğrettikleri olacak. Ve O, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da
bizimle olmayı, sönmeyen bir meşale gibi, yolumuzu aydınlatmayı sürdürecek.
Çünkü o, halkımızın öncüsü öfkesi; emperyalizm ve işbirlikçi oligarşinin
korkusu ve kabusu; Mahir' in yoldaşı, öğrencisi;
Denizlerin, İboların can dostu, geleceğimizin umut
güneşi bir önder olarak, diğer tüm önderler gibi ölümsüzleşmiştir.
Hiçbir güç onu toprağa
sığdıramaz. Dayımız, her doğan günle yeniden doğarak yine kavgamızı harlamaya,
inanç ve moral kaynağımız olmaya, şaşmaz kılavuzumuz olarak bize yol göstermeye
ve kavgamızda yaşamaya devam edecek. Çünkü önderler sınıf savaşının en politik,
en bilimsel, en savaşcı, en üretken ve kimsenin
göremediğini görebilen, herkesin hissedip de tanımlayamadığını teorileştirip,
pratikleştiremediğini en doğru ve tam şekilde tanımlayıp pratikleştiren, inisiyatifli, özgüven ve irade sahibi yaratıcı
yeteneklerdir.
Bıraktığın
mirastan güç alarak yürüyeceğiz
Onları mücadelede öne çıkaran da
zaten bu olağanüstü iradeleri cüretleri ve yetenekleridir. İşte Xalomuz, öğretmenimiz de böyle güçlü bir iradenin ve
emsalsiz bir yeteneğin sahibiydi. İnanıyorum ki, sınıflar mücadelesi
ilerledikçe gerek ülkemiz, gerekse dünya halkları tarafından Dayı'nın önemi daha
iyi anlaşılacak ve kavranacaktır. Hiç kuşkumuz, kuşkum yok ki, Xalomuz da halklar tarafından baş tacı edilecek, O'nun
savaş tarzı ve bıraktığı mirasla özgürlüğe yürüyecektir. Şimdi görevimiz bu
süreci hızlandırmak için Xalo'yu bir bütün olarak
daha iyi anlamak, O'ndan öğrenme hızımızı arttırmaktır. Çünkü Xalo'yu anlamak devrimi anlamaktır; Xalo'yu
anlamak, kendimizi tepeden tırnağa devrime adamak, kendimizde düzene dair ne
varsa kökünden söküp atmaktır. Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesini
daha iyi kavrayarak zafer yürüyüşümüzü hızlandırmaktır.
Kongre sonrası ayrılık vakti
gelip çattığında Dayı sarılıp kucaklarken; "Dikkat
eder, ilkeli, disiplinli savaşıp ölmezseniz yine buluşuruz” demişti. Fiziki
olarak tekrar buluşma umudumuzu da alıp götürdü beklemediğimiz bu lanet olası
ölüm.
Evet bundan sonra fiziken hiç kucaklaşamayacağız. Kendi dilimizde espriler
yapıp kahkahalar atamayacağız. Ama inan Xalo, yine
seninle ve senden, bıraktığın eşsiz mirastan güç alarak yürüyeceğiz devrimin
sarp ve dolambaçlı yollarında. Söz sana Xalo: Sana,
sana layık olarak geleceğiz. And olsun ki, senin
fiziki varlığından mahrum olsak da, bundan sonra da yine senden öğrendiğimiz
gibi umudu büyüterek; hayalini kurup, bizden de hep istediğin ve uğruna 38
yılını verdiğin dünyayı bir kez de Anadolu' dan sarsma
düşünü bir gün mutlaka gerçek kılmış olarak seni selamlayacağız.
20 Ekim 2008
(Yukarıdaki anlatım, Bağımsızlık Demokrasi
Sosyalizm İçin Yürüyüş dergisinin 7-14 Aralık 2010 tarihli, 166. Ve 167.
sayılarında yayınlanmıştır.)
***
TAYAD'lılar anlatıyor:
‘Bizim
için gözünü kırpmadan mücadele ettiğini
gördüğümüz
için o bizim kalbimizde her zaman.'
Kezban Bektaş (TAYAD'lı)
Bu seferkine de inanmadık. Ne zaman
kendi kendimizden haber aldık o zaman inandık. Daha böyle bir insan gelmez.
Millet onun ölümüne bile nasıl
saygı duydu. Mahir bitmediği gibi Dursun'um da
bitmeyecek. Nesilden nesile devam edecek. Biz, ana
olarak beş kadın durduk naaşının başında. Hepimiz de
böyle saygıyla durduk. Cenazeyi gören herkes tabutunu öpmek istedi. Cenaze
töreni çok güzel de oldu. 7 yaşından 70 yaşına kadar herkes de cenaze törenine
katıldı. Ben ne hissettim biliyormusun?.. Bir daha göremiyeceğim yavrumu
diye çığlık attım. Dayanamadım!..
«Dursun'um yavrum, fedakar yavrum ben sana dayanamam»
dedim. Kapıdan girince bağıra bağıra yanı başına dolandım.
Bizim çocukların gözlerine bakınca öyle anca kendime geldim. Sağ olsaydı da var
ya ‘ana ne yapıyorsun' derdi. Yüzümüze gülümsüyordu. Sanki hiç böyle ölmüşe
benzemiyordu. Öyle gülüyordu ki... Üzüntümden bayılacaktım ben orada ama Dursun'umun hatırına dinç kaldım. Kendimize bir güç geldi
orada. Mezarlığa da varınca dedim ki; 'yavrularım
getirdim, liderinizi getirdim' dedim... Onlar onur duyulacak insanlar.
Halkı için gittiler onlar. Halka bir mucize göstermek için. İnsanlar iyiyi
doğruyu görsün diye uğraştılar. Nasıl büyük bir ailesi varmış ki. Ne kadar
mutludur şimdi Dursun'um. Bize büyük bir miras
bıraktı yavrum. Yani babamız anamız vermedi bize bu mirası Dursun
bıraktı bu mirası. Tanımaktan da çok mutluyum onu. Uğrunda ölürüm ben o adamın.
70 yaşındayım ama ben ne yoruldum ne bir şey ettim Dursun'umun
yavrumun başında bekledim.
Ben Dursun'umu
ilk Atatürk Öğrenci Yurdu'nda mahkemede tanıdım. Bütün çocuklar savumalarını yaptı, en son Dayı çıktı konuşmaya. Dayı
çıkınca askerler saldırmaya başladı ama nasıl dövüyorlar biliyor musun? Öyle
olunca diğer çocuklar da koştular Dayı'yı korumaya. Orası karıştı, hepimiz
çığlık çığlığa, gücü yeten askere saldırdı. Ben Dayı'yı işte o zaman tanıdım. O
zamana kadar Dayı Dayı diyorlardı ama ben hiç
tanımazdım.
Benim ile ilk konuşması ben
ameliyat oldumdu bel fıtığından, o zaman konuştuk ilk. Ben 7 ay yattım,
ameliyattan sonra açık ziyaret geldi, ben ayağa kalktım gittim. Sonra orda beni
yanına aldı. ‘Özür dilerim ana' dedi ‘sen
hastalandın bir ziyaretine bile gelemedik mektupla' dedi. Ben dedim ki, 'yavrum haberiniz olmadıysa ne olur'
dedim. Sonra böyle benim elimi tuttu yamacına oturttu. Öyle konuştuk yavrum.
Öyle bir konuştu... Ama paha biçilmez biri, ben öyle bir insan daha tanımadım.
Öyle yani çok iyi bir insandı, insanların üstünde iz bırakan, öyle dikkat eden,
herkesin hayranlıkla baktığı bir insandı. Hayranlkla
herkes onu seyrediyordu mahkemelerde. Biz öyle bir insan görmedik daha.
Ölümüyle de bizi çok sarstı. Kaç zamandır düşman yazdı yazdı,
'şu zaman öldü, bu oldu' diye ama biz
hiç inanmadık.
Ben hiçbirini birbirinden ayırdedemem de, hepsi benim yavrularım, hele İbo'mun (şehidimiz İbrahim Erdoğan) şöyle bakışı varya nasıl etkiliyordu bizi, bebek yüzlü Sinan'ımı
(şehidimiz Sinan Kukul) nasıl ayırayım. Ama Dursun
daha başkaydı. Yani onu anlatacak birşey bulamıyorum.
Mahkemeye girerdik böyle. Dayı savunma yapmadan önce herkesi bir gözden
geçirirdi, ondan sonra selamlardı, sonra savunma yapardı.
Onların ayağında şort,
sırtlarında atlet, ayaklar çıplak, ellerinde zincirler. Biz aklımızı kaybettik.
Biz öyle bağıra bağıra girdik mahkemeye. Onlar nasıl
neşelilerdi. O zaman mahkemede tek tek böyle konuştu
hepimizle. ‘Bizi merak etmeyin. Biz
buraya onurumuzla gururumuzla geldik. Biz onların dediğini yapmıyor, elbise
giyinmiyoruz. Onun için böyle geldik' demişti. Onlar orada sloganlarını ata
ata moralleri o kadar düzgün: biz de varınca bizimki
de düzgün oluyordu. Dayı da orada çıkıp herkesi savunuyordu. Askerler onu
itmeye çalışıyor, engellemek istiyordu ama o hiçbirini dinlemiyordu. ‘Siz bizi
yargılayamazsınız biz sizi yargılayacağız. Tarih yazacak bunları' derdi. Dursun
onları yargılıyordu yani.
*
Zöhre Yalçın (TAYAD'lı)
Dayının şehit haberini duyunca
tabii, inanmak çok zor oldu. Çünkü düzenin basınının, TV'sinin her zaman
yaptığı işlerden biridir diye düşündüm önce. Açıklama gelene kadar da bu
düşüncemi korudum. Dayı'nın baş ucunda beklerken, ona
o anki görevimi yerine getirirken, bir taraftan inanmanın ne kadar zor olduğunu
düşündüm. O an gözümün önüne Metris'te ki, duruşma salonundaki günleri
hatırladım. Diğer taraftan «iyi ki seni
tanımışım, ne mutlu bana» diye düşündüm. Seninle ne kadar onur, gurur
duysam bana az gelir. Abi oldun, yoldaş oldun, yeri
geldi öğretmenimiz oldun. Seni unutmak mümkün değil.
*
Gülsen Kargın
(TAYAD'lı)
Ben 1994'den beri TAYAD'lıyım. Dayı'yı ezilen halkların, sömürülen insanların,
aç susuz kalan insanların yanında mücadele eden ve onların hakkını savunan,
nice işkencelere baskılara maruz kalarak halkının yanında olan, halkını seven
bir lider olarak okuduklarımdan, anlatılanlardan, duyduklarımdan, gördüklerimden
öğrendim, tanıdım. O bizler için mücadele ediyordu. Bizim için gözünü kırpmadan
mücadele ettiğini gördüğümüz için o bizim yüreğimizde, o bizim kalbimizde her
zaman.
Dayı, Türkiye devriminde büyük
bir önderdi. Türkiye devriminin yaratıcısıydı. Tüm halkın yüreğindedir o bizler
için. O ölmedi... Yine halkının yanında, halkın yine önderi. Onun
bıraktığı mirası dimdik, ölüm pahasına da olsa, ona layık olarak yerine
getirecek binlerce insan bıraktı geride...
14 Ağustos günü, sabahleyin
ailelerle onurlu ve gururlu, ona layık olarak, gözlerimizin yaşını içimize
akıtarak, dimdik ayakta onu karşılamaya gittik. TAYAD'lı
aileler olarak havaalanının önüne geldik. Polisler çok yoğun bir güvenlikle
etrafımızı sardılar. Bizi havaalanı kapısından uzaklaştırmaya, sokmamaya
çalıştılar. Bizim kararlılığımız sonucunda otobüsümüzü içeri almak zorunda
kaldılar. Saat 16.30'da Dayı havaalanına geldi. İçimden «kendi topraklarına, kendi ülkesine geldi, başını kaldırıp bizleri bir
görsün» istedim. Onu yüreğimizde yaşattığımızı görsün istedim. Gözlerimiz
sürekli cenaze arabasındaydı. Türkiye bir önderini, bir evladını yitirdi.
Hepimizin başı sağolsun. Böyle bir önderi, Türkiye
devrimini yaratan evladımızı kaybettik. Herkesi yanımızda olmaya çağırıyoruz
diyerek TAYAD'lı aileler olarak böyle yiğit bir
evladımızın, böyle kahraman bir evladımızın cenazesini biz göğüsledik ve 15000
kişi ile uğurladık.
Ben Dayı'yı mahkemelerde,
görüntülerde, dergilerde, kitaplarda, insanların anlatımından tanıdım.
Hapishane'ye görüşe gidip gelen, mahkemelere gidip gelen insanların
anlatımlarından tanıdım. Onun düşmana karşı haykırışları, hapishanede ki o
baskılara, o işkencelere, tektip elbiseye, 12 Eylül
Cuntasına karşı direnişinden tanıdım. Onu göremedim ama bu şekilde tanıdım.
Böyle, ülkesini, halkını,
yoldaşlarını seven Dayı'nın cenazesine katıldık. Onu ölümsüzlüğe uğurladık.
Dayı'ya yakışır bir şekilde bir sahiplenme vardı. Kitlenin sonunu görmek mümkün
değildi. Herkes onu görmek istiyordu, ona dokunmak istiyordu herkes onun önünde
and içip sevgisini gösteriyordu ve onu Gazi'de halkla
birlikte coşkuyla sonsuzluğa uğurladık.
(TAYAD'lıların yukarıdaki anlatımları, Emperyalizme Ve
Oligarşiye Karşı Yürüyüş dergisinin 24 Ağustos 2008 tarihli, 1. sayısında
yayınlanmıştır.)
***
Yoldaşları
anlatıyor:
Mehmet
Doğan, DHKP-C Önderi Dursun Karataş'la Sultanahmet, Sağmalcılar Özel Tip,
Metris ve Sağmalcılar Kapalı Hapishanelerinde birlikte kaldı. Mehmet Doğan'ın
anlatımından:
‘Tek başına
kalmayı o kavrattı'
Dayımızın şehitliği haberinden
sonra, onunla ilgi bir anlatımda bulunmak çok zor. Her zaman zehirli okların hedefi
olmasına, hakkındaki karalamalara karşı, o hep ışıklı bir yoldu bizler için...
Rotatifler yalanlar için döndü,
basın ve TV'ler birbirleriyle yarıştılar on yıllarca... İşkencehanelerde
manyetolar dönerken, falakalar atılırken bir de beyinler saldırıya uğruyor,
işkenceciler onu karalamak için birbirleriyle yarışıyordu.
(...)
Abartısız, herşeyi
mercek altındaydı. Metris –Baştabya'daki Devrimci Sol
davası duruşmalarında tüm basın, kameralar her duruşma Dayı'ya odaklanmıştı,
bir açığını bulup sansasyonel bir haber yapmak için
yıllarca onu izlediler. Bu saldırıları da; O'nun, kontrgerillacılar, emperyalistler
ve işbirlikçilerini nasıl korkuttuğunun birer kanıtıydı.
(...)
Dayı demek güven demekti. Onun
olduğu her yerde bu güven ve bağlılık vardı. Örgütlü mücadeleye ilk adım attığım
12 Eylül öncesi yıllarda da, bir çok sorunumuz vardı.
Devrimci Yol tasfiyeciliğinin yaşandığı yıllarda, sonrasında yeni bir hareket
olarak çıkmanın zorluklarında, hep «Dayı
ne diyor?» sorusu gündeme gelirdi.
Henüz Dayı'yı tanımadığım bir
dönemdi. Mücadele içinde yeniyim ve öğrenci yurdunda kalıyorum. Hemen herşeyin tartışıldığı bir dönem, “Sosyal Emperyalizm”, “ulusal
sorun”, “Anti Faşist mücadele” gibi... Tartışmalarda arkadaşlar sık sık “Dayı ne diyor,
onunla konuştun mu?” diye soruyordu. Bu tür şeyleri duydukça “Dayı kim, nerede?” diye sormuştum. Ve
doğrusu benim kafamda “herşeyi bilen”, “herkesin çok sevdiği” bilge
bir kişilik canlanmıştı.
Dayı'yı tanıyanlar bu yanları ile
birlikte, çalışkanlığını, militanlığını, kitle mücadelesi anlayışını sürekli
anlatırlardı.
Tutsaklık koşullarında, o sürece
ilişkin bir arkadaşımızın sorusu üzerine, Dayımız o süreci Cephe sempatizanlığından başlayarak çok ayrıntılı anlatmıştı. O
anlatımda da mütevaziliği belirgindi.
Devrimci
Sol yaratılırken eşsiz bir demokrasiye de tanık olmuştuk. Tüm engellere,
tasfiyeciliğin saldırılarına karşın, her konuyu günlerce tartışabildik. ‘71
silahlı devrim hereketini, THKP-C'yi,
anti-faşist mücadeleyi... her şeyi tartıştık, sürece
katıldık. Bu daha en başta farklı bir kültürün, bir devrim iddasının
kendisi idi. Aynı koşullarda, tasfiyeci Devrimci Yol anlayışı, tartışmaları
engelliyor, kendi düşüncelerine ve insanlara güvenmeyerek, ayrışmayı gizliyordu.
Dayı'nın önderliği altında
mücadele etmek, anlamlı ve güzeldi...
Genç kadrolara güven politikası
sonucu, ben ve benim gibi yüzlerce Dev-Genç'li mücadelenin içinde görevler aldık.
Belki çok şeyi bilmeyen, yepyeni ama cıvıl cıvıl olan
gencecik insanlara güvenildi, değer verildi, önleri açıldı.
Diyebilirim ki, onun
yaratılmasında katkıda bulunduğu yeni kültür ve bu ilkelerle birlikte, “okul devrimciliği” dönemi kapandı. Zira
okul devrimciliğinde, okul tatil olunca devrimcilik de tatil olur, okul
bittiğinde devrimcilik de biterdi. Mücadele sanki okul dönemlerine göre endekslenmişti.
İşte bu yanlış bakış açısı sonucudur ki, yüzlerce insan düzen saflarına döndü.
O, bu kültürü yerle bir etti.
Mücadelenin daha en başında, “devrimci teoriye” verdiği önemi, nasıl
bir hareket olacağımızın da ayrımı olarak görüyorum. 12 Eylül öncesi yoğun
anti-faşist mücadele içinde okumaya zamanın olmadığı günler yaşandı. Yoğun pratik
ve günlük görevler vardı. O koşullarda; devrimci teorinin kavratılması, çizgimizin
içselleştirlmesi, Marksist-Leninist bilimin
öğrenilmesi için ısrarlı bir çaba harcanmıştı.
Okuma programları yapıldı, dergi
ve broşürler çıkarıldı, yurtlarda ve okullarda seminerler örgütlendi. Kısacası
yoğun bir teorik eğitim ve tartışma dönemi yaşadık.
Dayımızın bu konudaki
hassasiyetini, tutsaklık koşullarında da gördüm. 12 Eylül yılları aynı zamanda
Marksizm-Leninizm'i inkar etmenin, çürümenin revaçta
olduğu yıllardı. Değişik örgütlerden tutsakların karışık kaldığı koşullarda,
bulunduğumuz koğuşlarda da böyleleri çokça vardı.
Ancak, 1987 yılında ilk kez uzun
direnişler sonucu Metris hapisanesinde bir araya
gelmiştik. İlk işimiz süreci, dünü, tüm yaşananları tartışmakla, konuşmakla işe
başlamak oldu, merkezi bir eğitim programı oluşturuldu.
Dayımız ile aynı koğuştaydık.
Karşımızdaki koğuşta şehitlerimizden Sinan Kukul,
Cavit Özkaya vardı. Şehitlerimizden İbrahim Erdoğan
üst koğuşumuzdaydı. Koğuşumuzdaki yoldaşlarımızdan biri de şehidiimiz
Mete Nezihi Altınay'dı. Aklımda kalan en iyi
tartışmacılardan birisiydi Mete. Havalandırma süresi sınırlıydı ve o sınırlı
sürede, havalandırmaya bu tartışmaları hep birlikte taşırdık.
Dayımız tüm tartışmalara
katılıyor, izliyor ve birçok noktada tartışmayı yönlendiriyordu. Öngörüsü ve
birikimiyle tartışmaları zenginleştiriyor yön veriyordu. Tartışma süreci
hepimiz açısından eğitici, geliştirici ve ufuk açıcıydı. Adeta tartışılmadık
hiçbir şey kalmadı diyebilirim. İdeoolojik ve politik
olarak daha güçlenmiştik. Tutsaklık koşullarındaki mücadeleyi, Dayımızın önderliğinde
12 Eylülün kimliksizleştirme politikalarını boşa çıkartarak, kazanmıştık. Bize “Haklıyız
Kazanacağız” dedirten de bu güçtü.
Öngörülüydü. Konuşmalarında;
umut, bilimsellik ve Marksizm-Leninizm'e güven vardı. Yıllar sonra bile o sohbetlerin
derinliği bizi güçlü kılmaya devam etti ve yaşananlar bir daha gösterdi ki,
Dayımız yıllar sonrasını o gün bizlere resmetmeye çalışıyordu.
O
yıllarda örgüt ve sosyalizm düşmanlığına karşı barikat olan da bizdik, bizim
düşüncelerimizdi. Kuşkusuz bu barikatın mimarı Dayımızdı.
Gerekirse doğruları savunmak için; “Tek başına olmayı”, “Tek başına kalmayı”
bize o kavrattı. Onun içindir ki, '84 ölüm orucu direnişinde, Metris'te,
2000-2007 ölüm orucu direnişinde “tek başına” iken tereddüt etmedik.
Dayımızın hapishane yıllarında ki
üretkenliğini, bazen günde iki-üç saat uyku ile yetindiğini, zamanını çalışmak,
üretmek ve insanlarla ilgilenerek geçirdiğini gördüm. Bu yanıyla da biz
tutsaklara hep örnek olmuştur. O bizlere emekçiliği, sabrı, emeğin ve
çalışmanın anlamını öğretmiştir. Bir çok yoldaşımız
onun çabalarıyla her konuda yazı yazabilecek duruma gelmiştir.
Gelişmeleri mutlaka takip ederdi.
Yeni çıkan her kitabı mutlaka incelemiş okumuştur. Basını izler, okur ve kimi
tartışmalarla paylaşırdı.
Yirmidört saati birlikte geçirilen
bu yaşamda Dayımız sadece bizim öğretmenimiz, Önderimiz değil, aynı zamanda abimiz, arkadaşımızdı. Biz ona teklifsizce ve hiç
zorlanmadan herşeyimizi anlatırdık. Onca işinin
arasında bizleri dinler yardımcı olurdu. Bir çoğumuzun
aile fertlerini bilir, tanırdı. Ziyaretlerde onlarla ilgilenir, sohbet ederdi.
İnsan ilişkilerinde özenli
saygılı ve inceydi. Günlük yaşamımıza ilişkin kimi işleri, saygımız ve
sevgimizden dolayı Dayı'ya yaptırmak istemezdik. Ama O yine de masa silmekten,
çay dağıtmaya kadar günlük yaşama ilişkin işleri de yapmaktan geri durmazdı.
Her şey mücadele içindi ve alışkanlıklarımız, davranışlarımız buna göre
şekillenmeliydi.
Şehit ve tutsaklarımıza özel bir
önem ve değer verirdi. Sık sık “şehitlerine ve tutsaklarına sahip çıkmayanların geleceği olamaz”
derdi. Kaçkın ve döneklere karşı da bir o kadar uzlaşmazdı.
Hapishanelerde geçirdiğimiz
yıllarda Dayı'nın kızdığı bir çok şeye de tanık oldum.
Ama kızdığında da eğiticiydi. Mavracılığa, boş boş oturmaya, tembelliğe, vurdumduymazlığa çok kızardı.
Sağmalcılar Özel Tip hapishanesinde, okuduğumuz günlük gazetelerden bir kısmı ‘kaybolmuş'tu. Dayımız bu duruma kızmış gazetelerin
bulunmasını istemişti. Bugün önündeki gazeteyi kaybedenler, yarın halkın ve hareketin
değerlerini kaybeder sahip çıkamaz diyordu. O günden sonra tek bir gazeteyi
kaybetmedik.
Hapishane yıllarında emeğinin
geçmediği kimse yoktur. İnsanlara emek vermeyi sabırlı olmayı ondan öğrendik.
Zaafları olan, saldırılar karşısında sallantıda olan kimselerin bir kenara
itilmesine asla izin vermez onlarla ilgilenir ve ilgilenilmesi isterdi.
Dayı ilk tutsak düştüğünde
Davutpaşa Askeri Hapishanesinin işkenceci müdürü onu “bağımsızların” (direniş
saflarını terkedenler) bulunduğu bir koğuşa koymuştu.
Davutpaşa'yı teslim almak için hemen her gün işkence ve saldırıların olduğu bir
dönem yaşanmaktaydı. Tutsakların silahla tarandığı da, yaralıların olduğu
dönemler de olmuştu. Amaç “bağımsızların” sayısını artırarak, teslim almaktı.
Dayımız, bağımsız koğuşta tutularak, etkisizleştirilmeye çalışılıyordu. Ancak
idarenin hesapları tutmadı. “Bağımsızlar”dan bir çok tutsak bile, Dayı'nın varlığı ve ilgilenmesi ile
kendisini toparlamış, idareye tavır alacak duruma gelmişti. Dayı'nın gelmesi
süreci tersine çevirmiş, Davutpaşa'daki direniş büyütülerek idarenin saldırıları
boşa çıkarılmıştı.
(...)
Dayı hapishane personeliyle de
ilgilenirdi. Nitekim Metris hapishanesi (sivil) personelle yönetilmeye
başlanıldığında Dayımızı görmek için, onunla sohbet etmek için koğuşlarımıza
gelen personel olurdu. Hatta geliş-gidişleri sık olmaya başladı bazılarının.
Onlar da “Dayı” diye hitap etmeye başladılar. Kimi zaman ‘fırça' yerlerdi bazı
yanlış davranışları nedeniyle. Dayı'nın ‘fırça' larını
da sevmişti personel.
Gerek hapishanedeki işkence operasyonlarında
gerekse mahkemelerde onun düşmana verdiği korkuyu görmek mümkündü. Çoğu zaman
tartışma ve polemiklerde işkececi
subaylar, mahkeme başkanları susmak zorunda kalırlardı.
Yaşamın her alanında onun ayak
izlerini görmek mümkündür. Bilgeliğiyle bizlere hep yön vermeye, yol göstermeye
devam edecek. Her daim yolumuzu aydınlatan ışıktır O...
(Yukarıdaki anlatım, Emperyalizme Ve
Oligarşiye Karşı Yürüyüş dergisinin 24 Ağustos 2008 tarihli, 1. sayısında
yayınlanmıştır.)
***
DAYI'ya
seninle yürüyoruz
devrime...
Bu
halk seni sevdi Bilge usta,
Biz
seni sevdik...
Gördük,
bildik, tanıdık
Yüreklerimizi
fethettin
Dayı
dedik..
Seni
sevmek Mahir gibi
Seni
sevmek Hüseyin, Ulaş...
Seni
sevmek Niyazi, Sinan..
Seni
sevmek sabo...
Seni
sevmek destan destan
Seni
sevmek BİZ!
Seni
sevmek,
Şafaktan
önce düşmek yola
Ve
“ne mutlu” diyebilmek ilk ölüme..
Seni
sevmek,
Çeliğe
su verilir gibi
Gün
gün katılaşmak kavgada...
Seni
sevmek,
Zincir
sevmezliğidir bileklerimizin
Başeğmezliğimizdir..
Seni
sevmenin fiili halidir
Mavzeri
omuzlayıp
Dağlara
çıkmak...
Seni
sevmek;
Hakikate
avaz
Hürriyete
şarkı,
Zorbalığa
sövgü olmaktır...
Seni
sevmek,
Her
daim umutlu yaşamaktır...
Seni
sever gibi seviyoruz
Halkımızı,
yurdumuzu.
Ve
seninle yürüyoruz devrime...
***
Yoldaşları
anlatıyor:
Zeynel
Polat, DHKP-C Önderi Dursun Karataş'la birlikte 1984 Ölüm Orucu direnişinde yer
aldı. Zeynel Polat'ın anlatımından:
‘Müthiş bir
iradeydi'
Yeri doldurulamayacak bir
yoldaşı, bir önderi anlatmak, hele de aramızdan ayrıldıktan sonra anlatmak hiç
de kolay değildir. Ben, 1984 Ölüm Orucu direnişinde hastanede birlikte
geçirdiğimiz günlerden söz etmek istiyorum.
Bu günler, aynı zamanda Dayı ile
ilk defa geceli gündüzlü aynı ortamı paylaştığımız günlerdi. Bu yanıyla da
benim için ayrı bir anlamı var. Direnişin 45. gününde Ölüm Orucu'nda yer alacak
direnişçilerin isimleri açıklanmıştı. Aynı gün mahkemeden dönen arkadaşlardan
Dayı'nın hastanede olduğunu öğrenmiştik. Dayı ile ayrı hapishanelerde kalıyorduk.
Ertesi gün şehidimiz Avni Turan ile
beni Metris'ten Haydarpaşa Askeri Hastanesi'ne sevk ettiler.
Dayı
ile karşı karşıya geldiğimde müthiş bir heyecan, sevinç hissetmiştim. Bu
duygularla kucakladım. Dayı ve diğer yoldaşlarla kucaklaştıktan sonra ne
yorgunluk kaldı ne de ring aracının çilesi. O gün yataklara oturarak topluca
sohbet ettik. Bu hastanedeki ilk toplu sohbetimizdi.
Dayı ile birlikte kaldığımız
günlerde, Dayı'nın bazı yanlarını farketmemek mümkün
değildi. Öncelikle yoldaşlarına çok değer veriyor ve sahipleniyordu. Direnişin
başarısı için elinden geleni fazlasıyla yapıyordu. Düşmana karşı tavrı çok
netti. Oradaki faşist subayların bize baskılarına, saldırılarına karşı tavrı,
Mengele kılıklı doktorlara karşı tavrı, kararlıydı, yol göstericiydi.
Program gereği Ölüm Orucu'nda
olmayan yönetici yoldaşlardan Sinan Kukul'la hastahane'deki karşılaşmamızda kendisiyle sohbetim olmuştu.
Sinan'ın, Dayı ile ilgili bir anlatımına değinmek istiyorum. Sinan, Dayı'nın ölüm orucuna girmesinden
yana olmadıklarını anlatmıştı: “Dayı'ya
sen girme biz varız, biz ölüm orucuna girelim dedik ama ikna edemedik. Kendisi
girdi. Dayı'nın yerini doldurmak mümkün değil ama ikna edemedik” dedi.
Bugün düşündüğümde, Sinan'ın bu konuda ne denli isabetli bir tespit yaptığını
anlıyorum.
Evet
hastahane'de Dayı yoldaşlarını çok sahiplendi. Günlük
olarak bizleri tek tek sorması, sohbetleri,
yardımları, yol göstericiliği, gücü yettiğince hiç eksik olmadı. Ağırlaşan Apo, Haydar ve diğer arkadaşların durumunu takip etmesini,
hep yanıbaşlarında olmasını unutmak mümkün değildir.
Tabi bunu derken Dayı'nın da zaten direnişin içinde olduğunu belirtmeye gerek
yok. O müthiş iradesiyle, bir çok şeyin üstesinden
geldiğine tanık oluyorduk.
Direnişte 50 gün devam edip
program gereği bırakacak arkadaşlardan durumu iyi olmayanların bazılarını da
hastaneye getirmişlerdi. Dayı bu arkadaşlarla da özel olarak ilgilendi. Bu
arkadaşlardan biri hapishaneye gitme sırasında Dayı ile vedalaşırken kendini
tutamayarak ağladı. Dayı, ağlamaması, duygusal davranmaması gerektiği üzerine
konuştu. Dediğim gibi Dayı bir Ölüm Orucu direnişçisiydi ama Ölüm Orucu'nda
olan, olmayan oradaki tüm yoldaşlarıyla ilgileniyordu.
Dayı'nın
bu yaklaşımı aslında harekette yaratmayı başardığı bir ruh haliydi. 1992'de
Sabo'nun kendisi kuşatma altında iken, kendisinin ölümüne dakikalar kalmışken,
Sinan ve Fazıl'ın sağlığını sorması, onu öğrenmeye çalışması bunun bir
örneğiydi. Sabo'nun bu tavrını öğrendiğimde aklıma Dayı gelmişti. Dayı da ölüme
giderken yoldaşlarını düşünüyor, yoldaşlarının sağlığı kendisini
kaygılandırıyordu.
Dayı programlıydı, eğiticiydi.
Hastanede en zor koşullarda bile yoldaşlarıyla ilişkilerini, günlük yaşamını
bir program çerçevesinde sürdürmeye çalışıyor, bunu zorluyordu. Yoldaşlarına
yaklaşımında hep eğitici oldu. Yatağından kalkamasa bile bunu yapma iradesini
gösterdi.
Hastaneye gittiğim günden
itibaren Dayı'yı bulmuşken bir çok konuda Dayı'yla
konuşmak, Dayı gibi bir bilgi deryasından yararlanmak için çaba sarfettim. Dayı kendisi de direnişteydi, üstelik mide kanaması
geçirmişti. Ama bu tür şeyler kendisi için hiçbir zaman sorun teşkil etmedi. Kah yatağında, kah bir başka arkadaşın yatağında, kah büyük
olan pencerelerden birinde oturarak yoldaşlarıyla hep bir şeyler paylaştı.
Dayı'nın sabrına, enerjisine, birikimine, öngörüsüne hayran olduğumu da
belirteyim. Müthiş bir iradeydi.
Dayı,
o hastane günlerinde hep başı dik, hep paylaşımcı, yol gösterici bir önder
oldu. O büyük insan, O büyük Önder fiziken erken
ayrılmış olsa da, bundan sonra da yol gösterici olmaya devam edecektir.
(Yukarıdaki röportaj, Emperyalizme Ve
Oligarşiye Karşı Yürüyüş dergisinin 24 Ağustos 2008 tarihli, 1. sayısında
yayınlanmıştır.)
***
Öğrencileri
anlatıyor:
«Ustamızdan
küçük bir ders
Mehmet Akif Dalcı'yı
şehit verdiğimiz 1989 yılının Mayıs'ında tutuklanan yüzlerce kişiden biri de
bendim. 16'sından 40'ına kadar, her yaştan 20'nin üstünde kadın yoldaşımızla
birlikte Bayrampaşa hapishanesine götürüldük. Erkek ve kadın yoldaşlarımız bizi
bekliyorlardı. Bir yandan yaralarımızın, berelerimizin acısı, diğer yandan
Mehmet Akif Dalcı'yı şehit vermenin öfkesi ve sokak sokak çatışarak direnmenin gururunu taşıyorduk. Tutuklanma
pahasına da olsa, ortak kararımızı bozanlar gibi "oradan geçiyorduk,
Taksim'de işim vardı" demeyip 1 Mayıs'ı savunduğumuz için dimdikti her
birimizin başı.
Dayı ve önder yoldaşlarımız
karşımızdaydı. Artık aynı hapishanedeydik. Metris Baştabya'daki
duruşmalardan sonra Dayı'yı ikinci kez görüşümdü. Dayı, direnişimizden ve 1
Mayıs'ı savunmamızdan dolayı her birimizi, tek, tek tebrik ederken, 'İşte,
devrimi böyle sokak sokak çatışarak kazanacağız!' demişti. Hepimiz çok coşkulu ve
gururluyduk ama Dayı'nın sözleri bizi daha da onurlandırmıştı.
Erkek yoldaşlarımızla iç görüş
günümüzün olduğu bir gün, Dayı beni işaret ederek, yanındaki erkek yoldaşımıza birşeyler anlatıyordu. Kısa bir süre sonra beni çağırdı.
Önce halimi hatırımı, sonra da kadınlar koğuşundaki 1Mayıs'tan tutuklanan
arkadaşlarımızın moral durumlarını, eğitim durumlarını sordu ve arkasından
anlatmaya başladı:
"Bu
süreyi iyi değerlendirmelisiniz. Şimdi hem öğretmen, hem öğrenci olacaksın.
Genç arkadaşlarımızla savunmamızı, Haklıyız Kazanacağız'ı
satır satır okumalı, anlatmalısın. Diğer yandan da 1
Mayıs'ta tutuklanan bütün arkadaşlarımız kendi meslek durumuna uygun tarzda
savunmasını yazmaya başlamalı. 1 Mayıs'ın meşruluğunu ve bir mücadele günü
olarak kutlama hakkımızın olduğunu oligarşinin mahkemelerinde de haykırmalıyız.
Her bir yoldaşımız savunmasını gayet akıcı, kendinden emin ve vurgulu okumalı.
Bunun için çalışmalısınız. Tıpkı tiyatro çalışır gibi. Size bir teyp ile boş
kasetler göndereceğiz. Herkes savunmasını teybe kaydedip kendini dinlemeli.
Birbirinizi dinlemelisiniz. Hatalarınızı düzeltmelisiniz. Biz toplu davaya
böyle hazırlanıyoruz."
demişti...
Eğitim çalışması konusunda
söylediklerinde ciddi olduğunu ama savunma için teyp konusunda espiri yaptığını düşünüyordum. Bu düşüncemi anlamış olmalı
ki "İkna olmadın galiba?"
diye sordu. Ayıp ettiğimi düşünerek "Yok,
anladım" dedim. Sonra araya başka sohbetler girdi.
Ertesi gün, erkek arkadaşlardan
bir teyp ve dört, beş adet kaset geldi. Nöbetçi arkadaş alır almaz "Arkadaşlar! Yoldaşlarımız müzik dinlememiz
için teyp ve kaset göndermişler!" diye coşkuyla bağırıyordu. Bir den
aklıma, Dayı ile yaptığımız sohbet geldi. Arkadaşlara anlatmaya çalışıyorum; "Bu teyp ve kaset müzik için değil, 1
Mayıs savunmalarını okumamız için gönderildi." diye. Ama kimse bana
inanmıyordu. Hatta erkek arkadaşların bana espiri
yaptığını ve benim de bunu anlamadığımı düşünerek "daha ne şakalarla karşılaşacaksın, alışırsın! Teybe kaydı sadece beste
yaparken kullanıyor arkadaşlar" diyorlardı. Bir an "Acaba?" diye geçti kafamdan.
Ama Dayı söylemişti. Söylerken de çok ciddi anlatmıştı. "Biz de böyle
yapıyoruz" demişti.
Bu arada kasetleri tek tek teybe koyan arkadaşın "aaaa... bunlar
boş kaset, yanlış göndermişler galiba!" diyen şaşkın sesi geliyordu.
İnanmayan arkadaşlar, biraz şaşkın, biraz mahçup,
"doğruymuş, ses kaydı için
göndermişler" demeye başladılar.
İlk teybe okuma işini şehidimiz Satı Taş yapmıştı. Sonra tek tek hepimiz defalarca okuduk. Hepimiz ilk okumalarımızın ne
kadar kötü, tutuk ve kekeleyerek olduğunu duyduğumuzda, hem kendimize, hem
birbirimize gülüyorduk ama, temiz ve ajitatif bir okumanın emek vermeden olamayacağını, Dayı'nın
ne kadar haklı olduğunu da görmüştük. Daha sonra Dayı'ya, «savunmalarımızı teybe okuma» konusuna inanmakta zorluk çektiğimizi
anlattığımızda;
«Oligarşinin
mahkemelerinde 1 Mayıs'ı savunmak çok önemli bir iştir. Önce buna inanacaksınız.
Yaptığınız işi ciddiye alacaksınız. Basit ve kolay, 'ben nasılsa yaparım' diye
düşünmeyecek, hazırlık yapacaksınız." demişti. Mahkemeye çıktığımızda,
haklılığımızı ve meşruluğumuzu anlatan savunmalarımızı okurken kendinden emin
ve güçlü seslerimiz doldurdu mahkeme salonunu.
Ustamızın verdiği, küçük ama
anlamlı derslerinden sadece biriydi 1Mayıs savunmasına nasıl hazırlamamız gerektiği...
O ders şuydu; «Yaptığınız
işi ciddiye alacaksınız!» ...
(Yukarıdaki
anlatım, Yeni Kurtuluş dergisinin 21 Eylül 2008 tarihli, 3. sayısında
yayınlanmıştır.)
***
SÖZ VERDİK
Söz verdik meydanlara
Seni kurulan barikatlarda
Atılan taşlarda,
Yakılan molotoflarda
Tahrip edilen panzerlerde
Haykırdığımız sloganlarda
yaşatacağız
Söz verdik dağlara
Seni Karadeniz'in yeşilinde
Torosların doruklarında
Kürdistan'ın isyanlı dağlarında
Çapraz fişek göğsümüzde
Yoksul köylümün ve fasında
Mavzerimizin namlusunda
yaşatacağız
Söz verdik yüreğimize
Umut diye her çarptığında
Sevda diye her büyüdüğünde
İnanç deyip her düştüğümüzde
Yürüyüş eyleyip her aktığımızda
Kavga deyip her vuruştuğumuzda
Seni devrim diye yüreğimizde
yaşatacağız.
***
Yakınları
anlatıyor:
Abisi Reşat
Karataş ve yengesi Zeliha Karataş'ın
anlatımından:
“Keşke,
onun gibi bir kardeşim daha olsaydı”
Yürüyüş:
Başınız sağolsun. Dursun KARATAŞ herkesin Dayı'sı öğretmeniydi,
peki Dayı sizin için ne ifade ediyor.
Reşat KARATAŞ: Teşekkür ederim.
Benim kardeşimdi. Ondokuz yıllık bir ayrılık vardı,
ama ben onu her gün yanımda görüyordum. Benimle hergün
konuşuyor gibiydi. İlkokuldan, liseye gelinceye kadar, benim yanımdaydı. Çalışkan,
zeki biri olduğu o zamandan belliydi. Yapısı daha değişikti onun, çok daha
değişikti, çok değişik...
Yürüyüş: Mesala
en çok göze çarpan yanları nelerdi?
Reşat KARATAŞ: İşte başka gençler
gibi farklı bir yere gitmezdi. Yapı bakımından çok olgundu. Daha o zamanlar devrimcilik, veyahut da solculuk diye bir şey yoktu. Biz de
pek bilmezdik. Haklıya, haksızlık yapıldığı zaman, karşısındaki babası da olsa,
kardeşi de olsa, kim olursa olsun karşısında olurdu. Küçükken yaramazlık
yaparsın, kavga dövüş yaparsın, ama onun böyle şeyleri olmazdı. Bizde iki
kardeş bir arada, dövüş, kavga hiç olmadı. Tabii çok çok
bilgiliydi, gerçekten çok bilgiliydi. Tabii ben büyük olduğum için, yanımda
fazla şey konuşmazdı, yani saygı vardı halen devam eder o saygı...
Yürüyüş:
Dayı'yı en çok, en sık, sanırım tutsaklık
döneminde görmüş oldunuz. O dönemden sizde en çok iz bırakan davranışları
nelerdi, o dönemden iz bırakan anılarınız?
Reşat
KARATAŞ:
Şimdi o kadar zaman tutsaklık döneminde, o kadar sorunlar çıktı ki, hangisini
anlatalım. Kış günlerinde mahkemeye çok zaman don atlet, çıplak gelmek zorunda
bırakıldılar. Onlara verilen yemeklere, pislik atılıyordu, kıl, kum,
tuvaletlerini atıyorlardı. Çok zaman açlık grevlerine şahit oldum, ölüm orucuna
şahit oldum. Zaman zaman
görüşü oluyordu, orda onun boğazındaki kemiklerini görüyorsun. Devlet bir
taraftan, “onlar battaniye altında
bisküvi yiyor” diye anons yapıyordu. Haydarpaşa hastanesinde yapıldı,
kulağımla duydum bunları. Kötü örneklerdi.
Yürüyüş:
Dayı'yı Ölüm Orucu eylemi içindeyken gördünüz,
değil mi?
Reşat
KARATAŞ:
O zaman da gördüm, 45. günündeydi. Ben dilekçe
yazmıştım Genelkurmay'a. Görüş kapanmıştı, benim görüşümü sağladılar. İçeri
gittik, arkadaşlarından o gün ayırmışlardı, tecrit etmişlerdi. Dedi ki; “artık su da içmiyorum”. Ama çok
kötüydü, ben kendisine söz verdim duygusal olarak, “gel kardeşim siz öleceksiniz, zaten bunlar sizi öldürmeye çalışıyor
gelin bir şey düşünün” dedim. Bana şu lafı dedi: “biz ölürüz bizim yerimizi dolduracak çok kişi var” .
Bu arada o kadar sinirlenmişim ki, duvar o
eski duvara tahta çakmışlar, içini doldurmuşlar çamur, yumruğumu vurmuşum tahta
kırılmış elim duvara gömülmüş. Şimdi tabii artık bir çare arıyoruz kendi
kendimize. Gittik Başsavcıya, Askeri Başsavcı da o zaman korgeneraldi. Gittik, “çocuklar ölüyor, siz bunlara bir çözüm bulun”
diye. Bunu öğrenince, bize, “paşa
olmuşsun ama adam olmamışsın diye bir söz var, onun için bunlardan bir şey
çıkmaz” dedi. Ölüm orucuna devam etti...
Birgün sabaha geldik
ki, Sağmacılara götürmüşler. O hafta bizim görüşler kesildi. Sağmalcılar'a gidip geliyoruz. Öldü mü kaldı mı, kimisi
öldü diyor kimisi kaldı...
Ankara'dan bir heyet gelmiş, aralarında
anlaşmışlar. Ölüm orucu bitirilmiş. Aileler öyle yoğun şartlar yaşıyor ki,
gittim Mecdiyeköy'de bal buldum, bir de arı sütü. Bu
sefer getirdim, sütü, balı idare almıyor içeriye, yasak diyor. Zorla verdik içeriye.
Bu arada görüşemiyoruz ama her gün hapishane kapısına gidiyoruz, soruyoruz.
Görüşleri başladı. Onbeş
gün sonra görüşe gittik. Hala kötü, zaman zaman
Çamlıca hastanesine götürüyor, getiriyorlar. Bir süre Çamlıca hastanesinde yattı,
daha sonra tekrar Sağmalcılar Hapishanesi'ne getirdiler. Ama bu haldeyken o
kadar olgun tarafları vardı ki, o bizi ikna etmeye çalışıyor, o bizi yatıştırmaya
çalışıyordu. İşte ağlamayın, iyi olacak derdi. Evet
bunlar çok büyük olgunluklardır. Ne bileyim, daha pek çok şey var anlatacak...
Yürüyüş:
“Haklıyız
Kazanacağız” isimli savunmayı ilk okuduğu zamanı anlatır mısınız?
Reşat
KARATAŞ:
Orada, tabii ki, çok haklı görünüyorlardı. Konuşmak istediklerinde, mahkeme
başkanı konuşamazsınız diyordu. Bu sefer ne yapıyorsun çıldırıyorsun, ayağa
kalkıyorsun. Asker geliyor jopla bekliyor başında, şimdi
burada ne yapabilirsin ne olur tutumun? İçeriye götürüyorlardı, yüz tane joplu asker başında, sanki ne götürüyorlar. Yani biz o
günleri yaşadık, o günler çok zor günlerdi.
(...)
Yürüyüş: Onun önder özelliklerini
görüyor muydunuz?
Reşat KARATAŞ: Bana sorarsanız,
her tarafı önder görünür. Haksızlığa dayanmıyorsa, her şeyi dupduru, su gibi
konuşursa, onda iyi bir önder yönü vardır. Arkadaşlarla münakaşalarım olmuştu, beni
eleştirmişti, sen haksızsın demişti. Bu gerçek, kardeş, baba, arkadaş derdi
yok, gerçek neyse onu söylüyor. Daha bundan büyük önder olur mu?
Yürüyüş:
Düzenin
bu kadar çok saldırısına karalamasına hedef olan, aynı zamanda canını verecek
ölçüde sevilen bir önderin yakını olmak sizde nasıl bir duygu yaratıyor?
Reşat
KARATAŞ:
Yapılan çok çirkin şeyler, yakıştırmalar vardı diye görüyorum. Hala
karalıyorlar, “terörist başı” diyerek. Diyemezsin, terörist başı kardeşim.
Terörist demek, hakları gasp eder, hak hukuka uymaz, o zaman terörist denir. Bu
adam kimsenin hakkını yememiş, insanın malını kaçırmamış, kimsenin parasını
zorla almamış.
Yürüyüş:
Bir
önderin yakını olmak nasıl bir duygu?
Reşat
KARATAŞ:
Benim için ne mutlu, ne mutlu kardeşim. Ne mutlu, hiçbir şeyinden pişman
değilim. Niye pişman değilim, yaş 65-66 yaşındayım zaten, bu zamana kadar
hiçbir kötülük yapmadı, aileme, bir büyüğüne bir kötülük yapmadı. Ben bir
kardeş olarak gurur duydum. Keşke bir kardeşim daha olsaydı, onun gibi.
Yürüyüş:Cenaze töreninde neler
hissettiniz, böyle bir sahiplenme bekliyor muydunuz?
Reşat
KARATAŞ:
Şok oldum... Elbette, insanlarımızın, arkadaşlarının davranışları beni çok
memnun etti. Çünkü insanlarımız çok sıcaktı. Bunlar beni çok düşündürüyor, hala
düşündürüyor. Bu kadar saygı, bu kadar sevgi, yaklaşım. Biz
cenazeyi bir camiye, bir de cemevine götürdük.
Geleneklere göre kaldırmaya çalıştık. Ama bazı kişileri görüyorum, lüzumsuz
laflar kullanıyorlar, insanları ayırmaya, bölmeye çalışıyorlar.
Ben diyorum ki kardeşimi devlet
öldürdü. Niye, işte ölüm oruçları sonucu bu devlet kanser etti. Hapishaneler'de tecrit etti. İşkenceler, açlık grevleri,
ölüm oruçları baskılar sonucu kansere neden oldu. Ondan sonra yurt dışına çıkmaya
zorladılar. Yurdundan uzak yaşamak kolay mı? Tabii ki kanser olur. Onun için
ben diyorum ki, devlet katletti. Devlet öldürdü...
Cenaze günü, 80 belki 90 yaşındaki bir adam,
25 yaşındaki delikanlı gibi harekete geçti. O yaştaki bir adam 50 yaşındaki bir
adama saygı duyuyor, bunu düşünmek lazım. O sadece benim kardeşim değil. Tüm
insanlara mal olmuş, onu görüyorum. Onlar benden fazla ağladılar. Benden fazla
çaba sarf ettiler. Demek ki, benden çok kardeşi varmış. Kurban olurum ben
onlara yılarca mahkemelerini izledik dediler.
Gazide bir genç atölyede çalışıyormuş.
Cenazenin olduğu gün patronuna, “izin ver ben cenazeye katılacağım” demiş, yok
demiş patron izin vermemiş. Üç defa izin istemiş patron vermemiş. Çocuk kendi
makinesini kapatmış. Biz çalışmıyoruz demiş cenazeye gelmiş. Anlatacak çok şey
var, o kadar çok şey var ki mümkün değil, sonsuz selam ve sevgilerimi
yolluyorum.
(Yukarıdaki röportaj, Yeni Kurtuluş
dergisinin 7 Eylül 2008 tarihli, 1. sayısında yayınlanmıştır.)
***
Cenazesinde
80-90 yaşlarında biri ve altı yedi yaşlarında bir çocuk... Hem slogan atıyor,
hem yürüyordu. Ne kadar sevilen bir insan olduğunu gördüm.
Yürüyüş:
Başınız sağolsun. Dursun KARATAŞ herkesin dayısı öğretmeniydi. Peki Dayı sizin için ne ifade ediyor?
Zeliha
KARATAŞ:
Herkesin de başı sağolsun. Tüm onu sevenlerin de başı
sağolsun. Dayı, benim bir evladım gibi, 4-5
yaşlarında kendi çocuğumdan üstün tutarak büyüttüm. Sevgiyle büyüttüm. Elazığ'da
üniversite vardı, hangi bölümü olduğunu unuttum. İstanbul Üniversitesini de
kazanmıştı. Kayınvalidemle konuştuk, dedik ki, “anne İstanbul'a Dursun'u gönderme” dedim. O da bana, “kızım Dursun İstanbul'a gitmeyi çok istiyor dedi.” İstanbul'a
gönderdik onu...
İşte 12 Eylül geldi. Dursun'un
yakalandığını duyduk. Ama niye yakalamışlar, Dursun kimseye bir kötülük yapacak
bir insan değil ki, o çok zeki, akıllı bir insandı. Abisi kalktı, İstanbul'a
geldi. Dursun'un çok işkenceler gördüğünü duydum.
Oturduk konuştuk, biz Dursun'un yanında olalım dedik.
Koca marangoz atölyesi vardı, abisi boşalttı, sokağa döktü, kalktık geldik Dursun'un yanına İstanbul'a.
Geldik hapishane yolları açıldı bize. İdamlar
var, işkenceler var, sürgünler var, her şey var, ama o onu hak edecek bir insan
değildi. Çünkü, dediğim gibi o insanları seven, haksızlığı
kabul etmeyen, adaletsizliği kabul etmeyen, eşitliği savunan bir insandı. Onun
için ben ona asla o yakıştırdıkları kelimeleri, ağzıma almak bile istemiyorum.
Onu söyleyenler gelsinler bana sorsunlar desinler ki ‘Dursun nasıl bir insandı, sen onu anne gibi büyüttün, baktın buralara getirdin,
nasıl bir insandı' diye bir sorsunlar bana... Hapishane'lerde ölüm oruçları
başladı, ben sabahtan evimden çıkardım, akşam karanlığında evime giderdim.
Haberini alabilmek için, sokaklarda, hastane kapılarında bekledim günlerce.
Birgün hiç
unutmuyorum, hapishane'ye gideceğim, abisi Ankara'ya gitmiş idamlar için.
İdamlar da gündemde. Kar yağmış, diz boyu. Camdan oturdum, baktım. Dedim ben
giderim, duramam. Gittim, beni gördü. “Yengeciğim
dedi, sen niye geldin”, dedim ki “ben
sana kurban olayım ben seni görmeden nasıl durayım sana bir şey olur sahipsiz
mi kalacaksın buralarda.” O, bir
zeytinini arkadaşlarıyla paylaşan yüreği insan sevgisiyle dolu olan bir insandı.
Biliyordum ki, görüyordum ki, en doğrusunu yapıyordu. Yurtdışına gitti,
haberim olmadı. Telefonda sesini duymadım, tek sağ olsun da, insanlarının
yanında olsun da sesini duymayalım dedim. O sadece kendi ülkesinin halklarını
değil, bütün dünya haklarını seven bir insandı. Onun fikirlerini dinlemediler,
fikirlerinden korktular, çünkü çıkarlarına ters düşüyordu. Çünkü akıllı adamdı,
zeki adamdı.
Yengeciğim diyordu, “gelecek nesile toprak bırakmıyacaklar,
ormanları bırakmıyacaklar, bir yer bırakmıyacaklar.” Bunları söylediği zaman 40 sene önceydi.
Konuşurduk, lisedeydi o zamanlar. O çocukluğunda her şeyi görüyordu. Bugünkü
pislikleri, çirkin şeyleri o zaman söylüyordu. Ben onun yaptığı her şeyle gurur
duyuyorum. Gerçekten çok mutluyum, bu kadar sevenleri var, bu kadar güzel
insanları var, onun arkasında ve zaten o da hep onları düşünüyordu. Yalnız
ailesini, anasını, babasını, bacısını, kardeşini değil, bütün toplumu düşündü.
Bütün halkı düşündü...
Yürüyüş:
Sanırız
Dayıyı en çok tutsaklık döneminde gördünüz. O süreci anlatır mısınız?
Zeliha
KARATAŞ:
Onun çok özellikleri vardı, çok temiz, çok titiz bir insandı. Saygılı,
anlayışlı, bilgili bir insandı. Üstüne, başına çok özen gösteren bir insandı.
Eli, ayağı temiz, titiz bir insandı... Ona ördüğüm kazağın yakası iki parmak değilde, üç parmak olmuş diye askerler içeriye almadılar.
Orada, onu söktüm iki parmağa indirdim, öyle verdim içeriye. Yetkililere; “siz gerçekten geri zekalı
insanlarsınız ki, hala bu çaputla uğraşıyorsunuz ya, utanın ya çaputla
uğraşmayın” dedim. Geri zekalı insanlar, beyinleri
çalışmıyor.
Tutsak düştüğünü duyduğumda, dedim ki allahım benim evime ateş düşeydi, ben çocuklarımın elinden
tutaydım, Dursun'un yanında olaydım, tek ben bunu
duymasaydım, tutsak düşmeseydi. İkincisi'de
Haydarpaşa Hastanesi'nde ölüm orucundayken, abisi ile beraber gittik, gördük. O
zamanlar çok kötü dönemlerdi, ben onu gördüğüm zaman dedim ki “kurban olayım
masaya su getirmişler koymuşlar” dedim. “Ne olur bir bardak, bir yudum iç,
öldürecekler bunlar sizi.” dedim. “Yok yengeciğim, ben ölürüm, ama geridekiler rahat etsinler,
ben ölürüm önemli değil” dedi. Ben hangisini anlatayım, işte böyle yaşadık
bunları. O hep yiğitti, babayiğitti, dünya görüşü açık, nutku açık yani dünyayı
kendi avucunun içinde görüyordu, öyle bir insandı.
Yürüyüş:
Düzenin
bu kadar çok saldırısına karalamasına hedef olan, aynı zamanda geniş kesim
tarafından canını verecek kadar ölçüde sevilen bir önderin yakını olmak size
nasıl bir duygu yaşatıyor?
Zeliha
KARATAŞ:
Yavrum şimdi onların o saldırıları benim için hiç önemli değil, ama ben onla
gurur duydum. Zaten cenazesinde gördüğüm kadarıyla, onu o kadar çok seven
insanı var ki, sevmeyenleri azınlıkta kalıyor. Onun için ben çok mutluyum, bu
kadar bilgili insan var olduğunu gördüm, çok mutlu oldum. Tabii benim acım ölüm
acısı, çok yordu. Fakat bir yanı da baktığın zaman, dünyanın en mutlu insanı
benim ki, Dursun, bu insanlara kendini sevdirmiş. Valla o sevgiyi onların
arasındaki bağlardan pekiştiğini düşünüyorum.
Yürüyüş:
Cenaze
töreninde sizi en çok etkileyen ne oldu?
Zeliha
KARATAŞ:
En çok beni etkileyen neydi kızım? Seksen, doksan yaşlarında biri cenaze
arabasında benim yanımda idi. Bir de altı, yedi yaşlarında bir çocuk, babasının
elini tutmuş, hem slogan atıyor, hem yürüyor. Ben bundan çok etkilendim. Ne
kadar sevilen bir insan olduğunu orada hissettim, gördüm. Benim görüşüm, eğer o
katılım bir tatil gününde olsaydı bir o kadar daha fazla olacaktı.
(Yukarıdaki röportaj, Yeni Kurtuluş
dergisinin 7 Eylül 2008 tarihli, 1. sayısında yayınlanmıştır.)
***
Yeğenleri Dayı'yı Anlatıyor:
“Anlattıkları
yıllar içinde hep doğru çıktı”
Yürüyüş: Başımız sağolsun. Dursun Karataş, herkesin dayısı, öğretmeniydi. Peki dayı sizin için ne ifade ediyor?
Ayfer KARATAŞ:
Herşeyden önce o benim amcam. Çocukluğum birlikte
geçti. Bu nedenle duygusal olarak, gönül olarak O'na çok yakınım. İlkokulu
bitirdiğim yıl ortaokula kaydımı amcam yaptırmıştı. Dedemlerle aynı binada,
ayrı katlarda oturuyorduk. Amcam liseyi bitirinceye kadar da hep birlikteydik.
Ayrı bir odası ve çok kitapları vardı. Lise yıllarından kalan bazı kitaplarını,
defterlerini almıştım, hala saklarım. Mesela, lise dönemindeki defterlerindeki
tüm yazılarını dolmakalem ve el yazısıyla yazmıştı. Hiç silmeden, nasıl bu
kadar seri ve iyi ifadelerle yazdığına çok şaşırırdım.
Çocukluğumuzdan bu yana aramızdaki aile bağı o
kadar sevgi dolu, o kadar saygılı ve o kadar güçlü oldu ki, hiç kırılmadık, hiç
incinmedik. O'nu her zaman çok sevdik. Bunun için de O'nun hakkında söylenen en
ufak olumsuz bir sözden çok rahatsız olduk.
Amcam benim
için öncelikle çok değerli bir insanı ifade ediyor. Kelimelerim onun değerini,
bende bıraktığı derinliği ve nasıl güzel bir insan olduğunu anlatmama yeterli
gelmez. Ailenin çok sevilen bir üyesiydi. Söylediğini yapan,
yaptığını söyleyen, her koşulda düşüncelerini açıkça ifade eden bir insan. Geleceği
şimdiden gören, sohbetlerinde anlattıklarının yıllar içinde hep doğru çıktığını
gördüğümüz insan. Bütün yaşamını ülkesinin bağımsızlığı, halkının daha iyi
yaşaması amacına adadı. Yıllar yılı hasret kaldığımız, doyamadığımız, fiziki
mesafe olarak hep uzakta ama yaşamımızın tam ortasında, yüreğimizi titreten bir
insan oldu.
Şimdi artık
fiziki olarak da çok yakın. Mezarına gideceğim, başucuna karanfiller koyacağım.
‘Seni çok özledim, o çok uzun yılların
acısını çıkarmaya, seninle saatler boyu sohbet etmeye geldim' diyeceğim.
Yürüyüş: Biliyoruz ki, çok uzun
yıllardır görmüyorsunuz onu... Yine de siz onu bize kısaca anlatın desek hangi
yanları ile, hangi özellikleri ile anlatırsınız?
Ayfer KARATAŞ:
Öncelikle O bir düşünce adamıdır. Fikir önderi, siyasi bir düşüncenin
temsilcisidir. Türkiye ve dünya siyasi tarihine teorisi ve pratiği ile miras
bırakan bir insandır. Analiz eden, yorumlayan, tavır alan ve öngörüleri ile
geleceği bugünden görebilen bir vizyon adamıdır.
Yaşamını en
iyi koşullarda sürdürme imkanına sahipken;
düşünceleri, inançları için yıllar boyunca ağır bedeller ödedi. Tutuklandığında
gidip hapishane'de gördüğümüzde, yapılan işkenceden ayaklarının tabanları
patlamıştı, terlik giymişti ve yürüyemiyordu.
Sonraki
zamanlarında hapishanelerin durumunun iyleştirilmesi
mücadelesi vardı. Tep tip elbise giymedikleri için görüş yasakları konuldu.
Kendileri ölse bile, tüm tutsakların insani standartlarda yaşamalarını sağlamak
için yıllarca açlık grevleri, ölüm oruçları yaşadı.
75 gün süren
ölüm orucunda, saniye saniye ölümü yaklaşırken,
protesto için masasında duran bardaktan bir yudum su dahi içmedi.
Haydarpaşa'da, günlerce kapıda bekleyip görüşemediğimiz günlerden bir gün,
verdiğimiz dilekçelere istinaden aileye görüş izni çıktı. Tekerlekli sandalye
ile getirmişlerdi ve demir parmaklıkların arkasından görebildik. Konuşmakta
güçlük çekiyordu. Ancak ölüme o kadar kararlıydı ki, şunu söyledi: “Biz
ölsek de bizden sonrakilerin rahat yaşaması için haklarımızı alıncaya kadar bu
direnişimiz devam edecek.”
Güçlü olmayı
O'ndan öğrendim. Ülkesine ve halkına olan sevgisinin büyüklüğünü, ödediği onca
ağır bedeli düşündüğümde anladım. Bedeller ödenmeden hiçbir hakkın insanların
önüne sunulmadığını tüm bu yaşadıklarını gördükten sonra farkedebildim.
Hakkında yapılan o kadar çok çirkin spekülasyonlara
rağmen, O'nun kendisinden ne kadar emin, ne kadar inançlı ve yaşama karşı ne
kadar dik durduğunu gördüm. Çirkinlik salgılayanların da aslında ne kadar
yalancı, ne kadar ahlaki değerden yoksun ve basit olduklarını düşündüm.
Yürüyüş: O'nu, en çok ve en sık yine sanırız tutsaklık
döneminde görmüş oldunuz. Tutsaklık yıllarına ilişkin sizde en çok iz bırakan
yanları, davranışları nelerdir?
Bülent KARATAŞ: İz bırakan o kadar çok
konu var ki... En çok da tutsaklık yıllarına ilişkin. Sultanahmet,
Bayrampaşa, Metris hapishaneleri, Baştabya'daki
mahkemeler...
Sultanahmet
Adliyesi'ndeki bir duruşmaya bir tek amcam getirilmişti. Ancak adliye bölgesi,
cadde, duvarların üstü, adliyenin içi dahil yüzlerce
polisten oluşan bir kuşatma vardı. Olağanüstü bir gündü, insanlar tek tek aranıyordu. Asker ve polis çemberinin arasından mahkeme
salonuna geldiğimizde, amcam çok sakindi. Bir tek amcam vardı ve yüzlerce
polis, asker...
Her zaman
kararlı ve inançla konuşurdu. Her kim olursa olsun, söylenmesi gereken sözünü
söylerdi.
Tutsaklığı
döneminde görüşmenin hiç olmadığı zamanlar yaşadık. ‘Sevgili ağabeyim, yengem ve yeğenlerim' diye başlayan ve o günleri
anlatan mektupları... Bizim amcama yazdığımız mektuplar... Tek tip elbiseye
karşı yapılan direnişte, mahkemeye gelmek için kar'ın üzerinde don-atlet,
yarı-çıplak o dondurucu soğukta kaldıkları günleri... Hapishane'ye bir kitabın
dahi alınmadığı günleri... 1984 yılındaki ölüm orucunda İstanbul, Haydarpaşa'da
hastahane kapısında beklediğimiz o ölüm anları...
Yazdığımız dilekçeler, telgraflar... Sonra kazanılan haklar ve o ilk açık görüşdeki bayram sevinci.
Bir hapishane'den taşınırken bazı eşyalarını aldık.
Tuttuğu notları, küçük bir günlüğü... Hepsini satır satır
okudum. Bir görüş sohbetinde biz yeğenleri için ‘siz çölde çiçek olmalısınız' demişti. Bu sözünü de hiç unutmadık.
Hepsi iz bıraktı.
O günlerden
birisinde, babaanem amcamı görmek için gelmişti.
75'li yaşlarındaydı. Amcamı çok severdi. Sevmenin ötesinde sanki her saniyesini
O'nunla yaşardı. ‘Bu
çocuğa bu kadar bağlı olma, senin bu sevgin ona zarar verecek' derdi annem.
Öyle ki, sürekli haber dinler, gazetelere bakar, bizim yüzümüzdeki ifadeden,
kötü birşey olup olmadığını anlamaya çalışırdı.
Hapishane'de
saldırıların sürdüğü günlerden bir gün, biz eve gecikince, babaannem ne
olduğunu anlamak için, nereye gideceğini bile tam bilmeden, hiç bilmediği
İstanbul sokaklarına tek başına çıkmıştı. Bunun anlamı o kadar büyük ve o kadar
derin ki...
Cenazesine katılan herkes ailesi gibiydi!..
Yürüyüş: Düzenin bu kadar çok saldırısına, karalamasına hedef
olan ama aynı zamanda da yine geniş bir kesim tarafından canını verecek ölçüde
sevilen bir önderin yakını olmanın, sizin hayatınızdaki yansımaları nasıl
oluyor?
Bülent KARATAŞ: Çok kolay olmadığını
söyleyebilirim. Bir tarafta ailenizin bir parçası, diğer tarafta çok çirkin bir
şekilde yapılan karalamalar... İnsanın dayanma gücünü zorluyor. Burda da güçlü olmalıydık. Çünkü,
tarih doğruları yazacaktır.
Yürüyüş: Cenaze töreninde neler hissedip yaşadınız?
Böyle bir katılımı bekliyor muydunuz? Tören boyunca sizi en çok etkilyen ne oldu?
Ayfer
KARATAŞ:
O'na yakışır, görkemli bir cenaze
töreniydi. O'nun bizim gibi binlerce seveni olduğunu görmenin mutluluğunu
yaşadık bu törende. 7'den 70'e, uğruna bütün hayatını verdiği her yaştan halkı,
bütün samimi duyguları ile O'nun yanındaydı. Halkın omuzlarında, ellerinin
üstündeydi. Katılan herkes cenazenin sahibiydi, hepsi ailesi gibiydi, hepsi çok
seviyordu, hepsi çok saygı duyuyordu ve hepsi çok inanıyordu.
Ölüm haberinin her anı zordu. Ancak en zor an, onun
mezara yatırıldığı ve üzerinin toprakla kapatıldığı işte o andı. Yılların
baskılarına, işkencelerine, açlık grevlerine, ölüm orucuna ve ülkesinden uzakta
geçirdiği yıllara bedeni dayanamadı. Hayat O'nu bizden erken aldı. Bir yaşam
boyu biz O'na hasret, sonsuz yolculuğuna karanfillerle uğurladık. Bütün
sevenleri yanındaydı ve inanıyorum ki, O bunu hissediyordu. Sevgisi içimizde
daima yaşayacak...
(Yukarıdaki röportaj, Emperyalizme Ve
Oligarşiye Karşı Yürüyüş dergisinin 24 Ağustos 2008 tarihli, 1. sayısında
yayınlanmıştır.)
***
Dayı'nın Şehitliği Üzerine Türkiye
Solu'ndan
Cephelilere Başsağlığı ve Dayanışma
Dilekleri:
Dursun Karataş'ın
şehit düşmesi üzerine, çeşitli siyasi hareketler adına, Dursun Karataş'a
saygılarını ve Cephelilere dayanışmalarını sunan açıklamalar yayınlandı.
Aşağıda bu açıklamaları özet olarak yayınlıyoruz:
PKK Meclisi:
‘'DHKP-C'nin Önderi Dursun
Karataş'ın uzun süren bir hastalık nedeniyle yaşamını yitirmiş olduğunu
üzüntüyle öğrenmiş bulunuyoruz. Yetmişli yıllardan son nefesine kadar,
Türkiye'de ve yurtdışında mücadele içerisinde bulunmuş, önemli zorlu
süreçlerden geçmiş olan Dursun Karataş'ın Türkiye sol hareketine daha çok katkı
sunacağı bir aşamada yaşamını yitirmesi nedeniyle tüm DHKP-C üye ve sempatizanlarına ve ailesine başsağlığı diliyoruz. Anısına
demokrasi ve özgürlük cephesini güçlü örgütleyerek, Kürt ve Türk halkları
arasında birlik ve dayanışmayı güçlendirip mücadeleyi daha fazla yükseltmek gerektiğini
belirtiyoruz.''
MLKP: Dursun Karataş Ölümsüzdür
Faşizme ve emperyalizme karşı mücadelenin devrimci
önderlerinden; faşist işkenceci katillerden ve tekelci burjuvaziden hesap soran
pratiğin liderlerinden; zindanların dört duvarlarına sığmayacak kadar özgürlüğe
sevdalı DHKP-C lideri Dursun Karataş yakalandığı amansız hastalık nedeniyle
aramızdan ayrıldı.
O, tüm
devrimci yaşamı boyunca mücadeleyi büyütmek, verilen büyük kayıplara rağmen
Partisini ve devrim davasını sürdürmek için çalıştı.
O, sürdürdüğü
onurlu ve baş eğmez mücadele bayrağını şimdi yoldaşlarına devretti. Bayrağı
devralan yoldaşlarının devrim davasını başarıyla yöneteceklerine olan inancımız
tamdır.
O,
ezilenlerin sevgisini, ezenlerin nefretini ve kinini kazanan devrimci bir
liderdi. Ezilenler ve devrimci dostları onu asla unutmayacaklardır.
Partimiz MLKP
ve savaşçıları, devrimci siper yoldaşlığının gereklerine göre davranacaklardır.
Her yerde dayanışma içinde olarak, uğurlama törenine kitlesel katılarak, tüm
ezilenlerin sahiplenmesini ve katılımını sağlayarak devrimci görevlerini yerine
getireceklerdir.
Başta tüm
ezilenler olmak üzere lideri olduğu partisi DHKP-C ve yoldaşlarına baş sağlığı
dileriz.
Dursun Karataş ölümsüzdür
Yaşasın devrim!
Marksist Leninist Komünist Parti (MLKP) Merkez
Komitesi:
Devrimci Yol:
DHKP'li dostlara;
Dünyada
devrime dair her şeyin boy hedefi yapıldığı, geleceği kazanma inancının zayıf
düşürüldüğü günümüzde; devrimci olmak, örgütlü olmak, hele ki önder olmak büyük
önem taşıyor. Bu bilinçle; genel sekreteriniz, önderiniz Dursun Karataş'ı
yitirmiş olmanızın acısını sizlerle paylaşıyor; dostluk ve dayanışma
duygularımızı iletiyoruz.
12 Ağustos 2008
DEVRİMCİ YOL
TKP/ML-YDK:
DEĞERLİ DHKP-C'Lİ DEVRİMCİ DOSTLARIMIZA
Parti genel
sekreteriniz devrimci önder Dursun Karataş'ın 11
Ağustos 2008 günü vefat ettiğini büyük bir üzüntüyle öğrenmiş bulunuyoruz.
Kaybınızın büyük olduğunu biliyoruz. Bu vesile ile,
başta DHKP-C merkez komitesi olmak üzere tüm DHKP-C militan, kadro ve taraftarlarına
başsağlığımızı iletiyor, acınızı paylaşıyoruz.
Değerli
dostlar,
Devrimci dost
Dursun Karataş'ın 38 yıllık devrimci mücadelesi her
şeyi anlatmaya yetmektedir. Dursun Karataş, devrimci mücadeleye atıldığı günden
aramızdan ayrıldığı güne kadar sürdürdüğü kesintisiz mücadele onun devrimci
mücadeledeki kararlılığının açık bir ifadesi olarak örnek alınması gereken en
büyük özelliğidir. O bütün varlığıyla atıldığı devrimci mücadelede DHKP-C'ye teorik katkılarıyla da partinizin bu seviyelere
gelmesinde de belirleyici bir konumdaydı. Sizler için büyük olan bu kaybın
yeri, önderinizin yetiştirmiş olduğu kadrolarla yerinin doldurulacağını
biliyoruz. Kızıldere geleneğine sahip bir parti
olarak Mahirlerden bu yana kesintisiz süren devrimci mücadelenizde yüzlerce
kadrosunu ve militanını şehit vermiş DHKP-C'nin
kaldığı yerden devrimci mücadeleyi devam ettireceğine olan inancımızla bir kez
daha acınızı paylaştığımızı bildirir, devrimci mücadelenizde başarılar dileriz.
TKP/ML-YDK
Maoist Komünist
Partisi:
DHKP-C Şahsında Devrimci-Demokrat
Kamuoyuna!
Türkiye-Kuzey
Kürdistan Devrimci Hareketi İyi Bir Kadrosunu Ve Devrimci Demokrat Bir Önderi
Daha Yitirdi!
Dostlar:
Yakalandığı talihsiz bir hastalık sonrası 11 Ağustos
2008 tarihinde, DHKP-C'nin kurucu önderi Dursun KARATAŞ'ın... şehit düştüğünü... öğrenmiş
bulunuyoruz.
Bu elim olay, DHKP-C açısından talihsiz bir an
olduğu gibi; ailesi, bizler ve tüm devrimci camia tarafından büyük bir acı ve
üzüntüyle karşılanmıştır. DHKP-C şahsında, tüm dostlarının acısını acımız olarak
paylaşıyor, baş sağlığı dileklerimizi iletiyoruz. Kaybınız kaybımızdır.
... Dursun KARATAŞ ve O'nun şahsında ülkemiz ve
dünya devrim ve komünizm şehitlerini saygıyla anıyor, devrettikleri
mücadelelerini sürdürenlere başarı inancımızı iletiyoruz.
DURSUN KARATAŞ ÖLÜMSÜZDÜR
DEVRİMCİLER ÖLÜR DEVRİMLER BÜYÜR!
Maoist Komunist
Partisi
Merkez Komitesi-Siyasi Bürosu
Ağustos 2008
(Yukarıdaki mesajlar, 24 Ağustos 2008 tarihli, Emperyalizme Ve
Oligarşiye Karşı Yürüyüş dergisinin 1. sayısında yayınlanmıştır.)
***
Öğrencilerinden Önderlerine:
Seninleyiz
Seni Seviyoruz
- Bir numaralı düşmanımızın emperyalizm olduğunu
asla aklımızdan çıkartmayacağız.
- Emperyalizme karşı bağımsızlık,
faşizme karşı demokrasi,
sömürüye karşı sosyalizm
için; TÜM DÜNYAYA MEYDAN OKUYACAĞIZ.
- Adalet çözmektir; bunu unutmayacağız. Her sorunun
çözümünü bulacağız, halkımızı adaletsiz bırakmayacağız.
- Adalet intikamdır; intikam duygumuzu büyüteceğiz.
Şehitlerimizi adaletsiz bırakmayacağız.
- Zor da olsa, hep adil olacağız.
- Adaletsizlik yapanlar kendi içimizdense, onlara
karşı çok katı olacağız.
- Örgüt içinde örgütsüz davrananların
asalaklıklarına İZİN VERMEYECEĞİZ.
- Direnenleri hiç kimsenin yok edemeyeceği defalarca
kanıtlandı, TESLİM OLMAYACAĞIZ.
- Ortalama solcu değil, DAVA ADAMI OLACAĞIZ.
- Eleştiri-özeleştiri savaşmaktır; SAVAŞDAN
KAÇMAYACAĞIZ.
Acılarımıza duvar olmayı öğreneceğiz, bizi yıkamayacaklar,
aşamayacaklar.
Zaferimiz için, tüm acılara katlanmaya hazır
olacağız.
- Düşman ne diyorsa tersini düşüneceğiz. Onlar asla
doğruyu söylemez, biliyoruz.
- Düşman bizim için iyi bir şey söylerse kendimizden
kuşku duyacağız, merak etme.
- Dünyada temiz kalan tek yer devrimdir,
devrimciliktir, kirletilmesine izin vermeyeceğiz.
- Devrimci saflığımızı yitirmeden, ama siyasi
uyanıklığımızla düşünecek ve savaşacağız.
- Her aklımıza geleni değil, olanaklarımız ölçüsünde
doğruyu yapacağız.
- Şartlar zorlaşıyorsa sızlanmayacağız, şartlardan
daha güçlü olmanın yollarını arayacağız.
- Kurallarımız bizi düşmandan koruyan siperlerdir,
ilkelerimiz tek silahımızdır. İlkesiz ve kuralsız davranarak, düşmana hedef
olmayacağız.
- Olmazcılık yılgınlıktır, her şeyin bir yolunu
bulup, oldurtacağız.
- Çaresizliği yenmeye yarayacak tek güç kendimize
güvendir. Kendimize güven; örgüte güvendir, örgüte güven; ideolojimize
güvendir. BU GÜVENİ BÜYÜTECEĞİZ.
- Umut, kendini bile yeniden yaratır; UMUDUMUZU
BÜYÜTECEĞİZ.
Kendi gücümüzden başka, hiç kimseye güvenmeyeceğiz.
Dahi olmamız beklenmiyor biliyoruz, yürekli ve
dikkatli olacağız.
Ertelemeyeceğiz, programlı olacağız, zamana
yenilmeyeceğiz.
Panik ve telaş içinde değil; soğukkanlı ve kararlı
olacağız. Telaşlarımız içinde boğulmayacağız. Tehlikeleri hiç aklımızdan
çıkartmayacağız, sonuç olumsuz bile olsa “yapılabilecek mutlaka bir şey vardır”
doğrusuna sıkı sıkı sarılacağız. Yanılabiliriz,
anlayamayabiliriz, ama hergün hergün
yeniden başlama ve kazanma inancımızı kaybetmeyeceğiz.
Bir devrimcinin ilk görevi kendine karşı dürüst
olmaktır. Kendi yanlışlarımızdan kaçmayacağız, onları aşacağız.
Düşmana sırtını dönmek intihardır: zafere kadar onu,
aklımızın ortasında, gözümüzün önünde, yüreğimizin en soğuk yerinde tutacağız.
Tereddüt yenilmektir, direnmek ve savaşmakta asla tereddüte düşmeyeceğiz.
Ve sen hiç merak etme, birbirimizin gözünün içine
bakarak savaşacağız.
Birbirimizi gözbebeğimiz bilerek direneceğiz.
Eğer ki, bunlarda bir tereddüt edersek hakkını helal
etme bize.
BÜYÜK BİR ACININ SESİ,
BÜYÜK BİR DİRENİŞİN SESİ,
BÜYÜK BİR İNADIN SESİ,
BÜYÜK BİR İNANCIN SESİ,
BÜYÜK BİR HAYATIN SESİ...
olarak kulaklarımızda,
yüreklerimizde, beynimizde olacaksın.
Gittin.
Gidişinle ebedi bir sınav başladı. Bu sınav için hep
çalışacağız, bir ilkokul öğrencisi gibi saatlerce, günlerce çalışacağız.
Öğrettiklerini ne kadar aklımıza yazarız, hayata
işleriz bilemeyiz. Ama bu uğurda ölmeyi
becerebileceğimizden emin ol.
(Yukarıdaki yazı, Bağımsızlık Demokrasi Sosyalizm için Yürüyüş
dergisinin 16 Ağustos 2009 tarihli, 193. sayısında «Öğretmenimiz» köşesinde
yayınlanmıştır.)