Dursun ÇAKIR’ı yakınları, yoldaşları anlatıyor:

 

 

Bir yoldaşı anlatıyor:

Kaygı ve Tereddütleri Aşmasını Bilmeyenlere Cevap:

DURSUN

 

Alevi Türkmenleri'nden yoksul bir emekçi ailenin ortanca çocuğudur. Ailesi İstanbul'a göç ettiğinde okuyan tek çocukları Dursun'dur. Babası da İETT'de şofördür. Aynı zamanda sendikada çalışan demokrat bir insandır.

Dursun '89'da İÜ Mühendislik Fakültesi'nde okula başlar. Okula geldiği ilk yıl Dev-Genç'lilerle tanışır. İlk tanıştığı Dev-Genç'li de Buluthan Kangalgil'dir. Bu dönem Mühendislik'te yürütülen faaliyetlerin, eylemlerin hepsine katılır. Duvar gazetelerinin, afişlerin asılmasında, sınıf konuşmalarında, Mühendis fakültelerinin ortak olarak kullandığı Hergele meydanında yapılan her forumda O da vardır.

'90 Newroz'unun ardından "öğrenciler silahlanıyor" bahanesiyle okula yerleşen polis bir daha da buradan çıkmayacaktır. Artık kapıda öğrenciler polis tarafından aranıyor kimlik kontrolünden geçiriliyor, mimlenmiş olanlar gözaltına alınıyordu. Dursun da Mühendislik'teki mimlenmiş Dev-Genç'lilerden biridir. Ama onlar Dev-Genç'lidirler. Onlar için polis işgali, aramalar, gözaltılar bahane olamazdı. Her şeye rağmen okula girecek, faaliyetlerini sürdüreceklerdi. Bu dönem onları tanıyan herkes Bulut ve Dursun'u mutlaka kah Edebiyat kapısında, kah Mühendislik kapısında bir şekilde içeriye girmek için çabalarken görmüştür. Kimi zaman ellerinde bir dolu kitap ve deney aletleriyle aradan kaynayarak girmeye çalışırlar. Kimi zaman taşıdıkları büyük karton kutuları kamuflaj olarak kullanırlar. Artık Mühendislik kapısından girmelerinin hiçbir koşulu kalmadığında bu kez hemen yandaki Edebiyat kapısından başka öğrencilerin kimlikleriyle girerler. Polis işgalinin en yoğun olduğu bu dönem hiçbir şey Bulut ve Dursun’un o kapılardan içeri girmesini engelleyemedi.

'90 yılında bir gösteriden tutuklanarak Bayrampaşa Hapishanesi'ne konuldu. Kısa bir tutsaklık yaşadı. Çıkınca yine Dev-Genç'e koştu Dursun. Çok sevdiği değer verdiği Bulut ve tanıdığı bazı yoldaşları yeraltına çekildiğinde artık Mühendislik’te bütün yük O'nun omuzlarındaydı.

‘90-’91’ öğretim yılında Mühendislik Fakültesi Avcılar Kampüsü’ne taşındı. Dursun bu dönem yaşadığı bazı tereddüt ve kaygılardan dolayı geriledi. Ama O bir çoğunun yaptığı gibi ailesini terk edip gitmedi. Hep yanıbaşında oldu. Her an yardıma koşmaya hazırdı. Evet, tereddütleri vardı. Çeşitli kaygılar taşıyordu. Ama O nankör değildi. Vefasız hiç değildi. O’na emek verenler vardı. O’na Dev-Genç ruhunu kazandıran, paylaşımı, yoldaş sıcaklığını, sevgisini yaşatanlar vardı. O’nu örgütleyen, O’nunla aynı ekmeği bölüşen, Onunla omuz omuza çatışan, polis barikatlarını yaran Bulut gibi korkusuz, yiğit yoldaşları vardı. Ve O’nu bu sıkıntılı günlerinden çıkaran yine onlar oldu. Bulut’un şehit düştüğü haberini aldığında örgütlü mücadeleden uzak kalmanın yakıcı ağırlığını daha fazla taşıyamadı. “Ben Dev-Genç’ten vazgeçemem” diyerek geldi ve Bulut’a duyduğu vefayı yerine getirmek istercesine onun bıraktığı yerden omuzladı kavganın yükünü.

İlk yaptığı iş Mühendislik Fakültesi’ne ait bir anfiye Bulut’un adını vermek oldu. Anfinin açılışında kapıya “Buluthan Kangalgil Anfisi” tabelasını kendi elleriyle astı. 92 yılında bir İYO-DER’liydi. Onu her piknikte, şenlikte Malatya türküleri söyleyip halay çekerken görmek, İYÖ-DER’in her faaliyetinde rastlamak mümkündü. O Dev-Genç’in Sarı Dursun’uydu. İYÖ- DER için eylemden eyleme koşuyor, İYÖ-DER’e maddi gelir sağlamak için akşamları Makine Mühendisleri Odası’nda çalışıyor, irtibatta, kantinde yeni insanlarla konuşuyordu.

Savaşın ağır bedellerle geliştiği, kayıpların arttığı bir süreç yaşanıyordu. Bir dönem sorumlusu olan bir kaç kişinin mücadeleyi bırakmasının olumsuz etkisi, kendi eksiklikleriyle bütünleşince Dursun için yine sorunlu bir süreç başladı. Ancak Dev-Genç'lilerden yine kopmadı. Darbecilik sürecinde örgütlü ilişkisi olmamasına rağmen bulunduğu her yerde darbecilere tavır aldı. Devrimci Sol'a laf söyletmedi. Her yerde Dayı'yı anlattı. Aktif mücadeleden uzak kaldığı süreç boyunca parasını pulunu, evini, ilişkilerini, hemen her olanağını örgüte sunmaya devam etti. Böylesi dönemlerinde dahi bu tip çekinceler taşımaktan uzaktı. Aktif mücadele içinde yer almasa da kendisini ailenin parçası olarak görmeye devam ediyor, gücünün yettiği kadarıyla yapılması gerekenlere ortak oluyordu. Zaten hareketine duyduğu vefa daha fazla uzak kalmasına izin vermedi. Mücadele etme isteği ve örgütün yardımlarıyla kendini aşmasını bildi.

'95 yılında bir süre SPB'lerde istihdam edildi. Görevler aldı. Bazı özel nedenlerden dolayı beklemek zorunda kaldı. Bu bekleyişin sonunda da her zaman sevgiyle bahsettiği Malatya dağlarına giderek gerillaya katıldı.

Dursun'un şehitliğe uzanan yaşamında insanlarımızın öğreneceği pek çok şey vardır. Dursun bir insanın onurlu yaşamak istedikten sonra bunu mutlaka başarabileceğinin ifadesidir. Bu savaşta korkular da, kaygılar da yaşanır. Ama sorun onlara rağmen halka, yoldaşlara, vatana ihanet etmemektir. Kaygıları ne zaman Dursun'u devrimci saflardan koparmaya çalışsa O bunların karşısına vefayı, yoldaşlarına duyduğu bağlılığı, emeğe duyduğu saygıyı çıkardı. Ve bunlarla Parti-Cephe'nin kahraman bir şehidi olarak ölümsüzleşmeyi başardı. Zorlandığı, sıkıntılar yaşadığı he anında şehitlere sarıldı. Onlardan güç aldı. Biliyordu ki, şehitlere bağlılık; nostaljik sohbetlerde onları yadetmek değildir. O, şehitlerin adını duyunca iç geçiren, gözleri dolan ve “çok iyi insanlardı” demenin ötesine geçmeyenlerden olamazdı. Kavganın şehri İstanbul’u terk edip Malatya dağlarına çıktığında aklında Bulutlar, Ali Rızalar, Hakkılar; yüreğinde büyük bir huzur ve dinginlik vardı. Evet yoldaş, sen kavgamızın şehrinden zafer şarkılarıyla geçenlerdensin. Sen birçoklarına vefanın ne demek olduğunu öğretenlerdensin. Emin ol, şimdi tanıyan tanımayan yoldaşların aynı vefayla bağlanacak sana. "Bekle bizi İstanbul" en çok sevdiğin kavga türküsüydü, onunla uğurluyoruz seni. Ant olsun ki; o günler gelecek, haramilerin saltanatını yıkacağız, sana ve tüm şehitlerimize layık olacağız.

 

***

 

Bir Yoldaşı Anlatıyor:

 

"Malatya Malatya

Bulunmaz eşin..."

Bizim de bir türkümüz olsun dedik. İki Malatya'lımız vardı; Uğur ve Dursun. Biraz da doğal olarak bu türküden esinlenerek "Avcılar Avcılar bulunmaz eşin..." diye başlamıştı türkümüz. Sonra biraz da cesaretlenerek Fatih'teki İrtibat büromuzda da söylemiştik. Sonrasını tahmin etmek güç değil, gelen tepkilerle de birlikte konuşup artık bu türküyü söylemememizin doğru olacağına karar verdik.

92-93 öğretim yılıydı. Dursun'un 4. yılıydı, Avcılar Mühendislikte İYÖ-DER'liydi. Bizi kendi çocuğu gibi seven sahiplenen bir ailenin çocuğuydu.

Üniversiteye başlayan her yeni genç gibi umutlarla gelmiştim. İlk geldiğim günden itibaren de duvarlarda asılı onlarca afişi, pulu gördüğümde şanslıyım diye düşünmüştüm. Ama kimseyi de bulamıyordum. Sonra güzel bir tesadüf sonucu olmuştu İYÖ-DER'lilerle tanışmam. Bu tesadüf, yaşamımı belirleyen en güzel şans olmuştu benim için. Dursun ilk tanıştığım İYÖ-DER'lilerdendi okulda. Yeni bir yaşamın kapısını açan, elimden tutan, yürümeme yardımcı olandı. Herkes bilir, ailemizi hiç tanımayan birine devrimciliği öğretmek, yürüme, konuşma bilmeyen bir çocuğun yürümesini, konuşmasını öğretmek gibidir. Bir anne titizliğinde olsun ister herşey. Sevgi, emek, sabır ve inançla yücelir insan. Yeniye olan güvenle gelişir. Dursun'da bunu görmüştüm. Daha önce hiç bilmediklerimi, duymadıklarımı öğretiyor, hiç soru sormasam da sıkılmadan hep anlatıyordu.

Devrimciliğe yeni adım attığımız, herşeyin bilimsel temellerde değil de daha çok duygularla örgütlendiği dönemlerde ilk elimizden tutanların farklı bir yeri olur bizde. Böylesi bir saygı duyuyordum Dursun'a. Sonrasında olanlara ise anlam verememiştim önce. Her aralıkta beni bulup yanıma gelenler gelmez, ben de bulamaz olmuştum. Aralarında Dursun da vardı. Uğur da yeni sayılırdı o zaman, ama inatla bu boşluğu doldurmaya çalışıyordu. Bizi örgütleyen, devrimcileştiren o saygı duyduğumuz insanların kendilerini böyle geri çekmeleri anlaşılması zor bir şeydi o zamanlar. Çözümlemeye çalışıyorduk Uğur'la. O hep moralimizin bozulmaması gerektiğini, birilerimiz geri düşse de yolumuza devam etmemiz gerektiğini, onların bize doğruları öğrettiğini, şimdi kendilerinin yanlış yaptığını ama bizim o doğruların peşinden yürümemiz, hem de "canavar" gibi yürümemiz gerektiğini söylüyordu.

Ülkemizi yeni baştan yaratmanın hayalini kuruyorduk. O zaman söz vermiştik. Sonra o sözünde durmakta acele etti. Okulun altını üstüne getirmeliydik, duymayan kimse kalmamalıydı. Uğur, o ay içinde Hakkı Karahan'dan sonra ikinci şehidi olmuştu okulumuzun. Gözlerim Dursun'u aramıştı önce ve diğer arkadaşları. Tereddütler o gün yerini öfkeye bırakmalı, sesimizin çıktığınca hep birlikte haykırmalıydık. Tüm yaşananlara rağmen yanımızdaydı Dursun, ama o gün bulamadım. Okulun üst katlarında bir pencerenin önüne oturup, aşağıda olan biteni seyrettiğini öğrendiğimde o güne kadar duyduğum kızgınlık artık patlama noktasına gelmişti. Belki yüzüne söylemeliydim o gün, ama içimden bağırıyordum "bu kadarına da hakkınız yok ki" diye.

Zamanla daha da anlamını kavradığım şeyler olmuştu. Savaşta moral değerlerimiz kalıcılığımızdaki en büyük etkenlerden biriydi. Bunun zayıflaması tereddütleri, geri duruşları, savruluşları getiriyordu. Dönemsel değil, hep ayakta tutmalıydık, zorlukların üzerine yürümede ışık yapmalıydık bunu. Karamsarlık bir kere sarmaya başladığında insanı, iradi davranmazsak esir dalıyor, tüketiyordu. Uğur'a layık olmadığını, onun boşluğunu doldurmaya çalışmadığını düşünüyordum. Ama "yine de gönül bağı var, Dursun bizimle" diyordum. Okuldan ayrıldıktan sonra, İstanbul'a her geliş gidişimde "ne yapıyor" diye sorduğum ilk insanlardan biriydi ve hep bir yerler boş kaldı diye düşündüm.

Gazetemizde şehitlerimizin arasında resmini gördüğümde bu boşluğun dolmasının verdiği duyguydu hissettiğim.

Tereddütlerin, çelişkilerin devrimci irade karşısındaki zayıflığıydı. Evet, güçlü olan ailemize bağlılığımız, geleceğe olan inancımızdı. Kendini sunmak, her şeyiyle bu bütünün bir parçası olmak, asıl anlamını burada buluyordu. Bunu bir kere daha bilincimize kazıyanlardan oldun şimdi sen.

Bir zamanlar Uğur'a verdiğim söz hep bir terazi gibi oldu benim için. Yaptığım, yapacağım herşeyi düşünürken, ölçüp tarttığım bir terazi gibi. Doğruları yanlışları hep o sözde en net gördüm, bundan yola çıktığımda hesaplaşmaların olumlu sonuçlarını yaşadım. Bu söz Bağımsız, Demokratik, Özgür bir ülkeyi kuracağımızın sözü. Bu sözü bir de sana veriyoruz şimdi Dursun Yoldaşım. Borçluyuz size.

 


Geri