Canan
KULAKSIZ'ı Yakınları, Yoldaşları
Anlatıyor:
Yoldaşlarının, arkadaşlarının, refakatçılarının
anlatımından:
Karadeniz'in asi kızı Canan
"İki kız kardeş, iki yürek, iki yoldaş, iki
sevgi abidesi, başeğmez iki direniş sembolü" sözleriyle
başlıyor babalarının yazdığı ve Canan'la Zehra'yı anlattığı kitap... Dünyada
eşi benzeri görülmemiş bir yaşamın gerçek hikayesini
anlatan kitap...
Eski çağlarda, savaş, göç ve afet gibi önemli
olaylar etkisiyle söylenmiş-anlatılmış yiğitlik hikayeleri
vardır, adına destan dediğimiz. Yurt sevgisi, insanlık gibi temaların yiğitlik
duygusuyla anlatıldığı epik hikayelerdir bunlar. Her
ulusun kendisine ait değerleriyle ortaya çıkmıştır.
İlyada, Şehname, Kelevala, Ramahana ve daha nice
destanlar yazılmıştır... Kimileri efsanedir; kimileri yaşanan olayların efsaneleştirilmesidir.
Nasıl yazılırsa yazılsın, her birinin içinde yaşanan kahramanlıklar vardır.
Anlatılan her kahramanlık kendi içinde bir destan özelliği taşır.
Dört yıldır yaşanan büyük destanımızın içerisinde
Canan'la Zehra'nın öyküsü de işte böyle büyük bir sevdadır; Kahramanlık anlatımıdır...
Büyük direniş içinde iki bacının destanı...
"Ben bir devrim hamalıyım yine işsever/ Güzel umutlar taşırım yine yurtsever/ ortasındayım
halkım için kavganın"... Zor çıkan sesiyle mırıldanıyordu Canan... Tekrar tekrar aynı nakaratları söylüyordu.
"Gidenin ardından/ Analar ağıt yakarmış bizim
ellerde..."
Türküler söylüyordu Canan, ölüme yürürken. Yürümek
değil koşmaktı onunkisi...
"Ben ölüm orucu direnişçisiyim! Ölüm orucu
direnişi içerisinde yer alıyorum..." sayıklıyordu son nefesine
yaklaşırken... İdilce yürüyordu... "Mitralyöz!..
Mitralyöz!.." diyordu İdil, dünya tarihindeki ilk
kadın ölüm orucu şehidi...
Beş yıl sonra Canan sesleniyordu: "Ben ölüm
orucu direnişçisiyim!.."
Sabaha kadar defalarca tekrarladı bu iki türküyü.
Açlığın tahribatı vücudunu sarmıştı. Elleri, başı istemdışı
hareket ediyordu. Özlem ellerini tutuyordu zarar görmesin diye... Aynı yaşlardaki
bu iki genç kızdan biri direnişçi, diğeri refakatçiydi. Biri ölüme koşuyor,
diğeri ölüme koşmayı öğreniyordu. Birkaç ay sonra bayrağı devralacaktı, bu
koşuda Özlem...
Sabaha karşı ellerinin ve başının istemsiz
hareketleri yavaşladı Canan'ın. Kusmaları yeniden başladı. Sıvı alamıyordu.
Pamukla bir damla su değdirildi dudağına... kabul
etmedi vücudu, dudaktan öte geçemedi damlalar...
Oysa İstanbul'da güzel bir pazar sabahı yaşanıyordu.
Baharın tüm güzellikleri güne yansıyordu. Sokaklar Pazar günü sessizliğindeydi.
O gün pazardı, tatildi!.. Ama ölüme tatil yoktu! ölüm işbaşındaydı...
Sabah erkenden Canan'ın yanı başındaydı
refakatçileri. Gece boyunca ayrılmamışlardı. Artık yeni bir başlangıca iyice
yaklaşılmıştı...
Canan'ın iniltileri kesilmişti. İstemsiz hareketleri
de... Elini Canan'ın eline uzattı refakatçi yoldaşı. Canan'ın nabzını yokladı
ve saate baktı. Nabzı atmıyordu... "Canan şehit düştü!..."
dedi Özlem Durakcan'a. Özlem "Hayır!" dedi.
"Bir daha bak" Kabul etmiyordu ölümü Özlem. Canan ölümsüzleşmişti
çünkü... ölümsüzlüğün derinliğinde atıyordu yüreği...
....
Tarih 15 Nisan 2001, Saat 09.10...
17 Kasım 1981'de Rize'de dünyaya gözlerini açtı
Canan. Dar gelirli bir ailenin ikinci çocuğuydu.
Canan doğduğunda ablası Zehra 2,5 yaşındadır.
Herkes Canan'a isim önerirken, babası, onun ismini
tutsak olan akrabalarının koymasını ister. Erzincan Hapishanesi'nden Rize'ye
haber gelene kadar bir ay geçer. Canan bir ay ismini bekler. Ve bir ay sonra
gelen isim önerisiyle adını koyarlar; Canan!..
İlkokul 3. sınıfa kadar Rize'de yaşarlar. 3. sınıfa
devam ederken, ekonomik nedenlerden dolayı İstanul Esenyurt'a göçerler. Bu göç sonucu gelinen İstanbul, Canan
ve ablası Zehra'nın yaşamlarında önemli gelişmelerin de mekanı
olur.
İstanbul'a geldiklerinde yerleştikleri yer, emekçi
halkın yoğun olarak yaşadığı bir yerdir. Canan ve Zehra burada yoksulluğu daha
iyi tanıyacak, halkımızın çektiği acıları, yakından göreceklerdir. Çünkü
kendileri de bu acıdan paylarını düşenleri yaşıyorlardı. Öyle ki, kimi zaman
soğuk kış günlerinde yakacak odun dahi bulamazlar...
Canan Esenyurt İlkokulu'nu
bitirdikten sonra aynı ilçede orta ve lise öğrenimine devam etti.
Devrimcilikle, devrimcilerle daha yakından tanışmasın da lise yıllarında olur.
Aslında yabancı değildir devrimcilere ve devrimciliğe. Babası yıllarca siyasetin
içinde olmuştur. Şimdi ise amcası devrimci mücadelenin içindeydi...
Esenyurt'ta yaşadıkları evde
amcaları da onlarla birlikte kalıyordu. Amcalarıyla ilişkileri amca-yeğen
olmaktan çok, arkadaş-dost ilişkisindeydi...
Lise yıllarında ilk olarak Zehra mücadeleye katıldı.
Zehra demokratik lise mücadelesi verirken, Canan biraz daha mesafelidir mücadeleye...
Fakat mesafeli de olsa, onlara yardım ediyor, zaman zaman
da beraber eyleme gidiyordu.
Amcası Mehmet Kulaksız'ın
o yıllara ilişkin anlatımları şöyle;
"...Canan'ın ilk eylemi 1995 yılında 16-17
Nisan anmasına gitmek oldu... Canan'la Zehra beraber gidiyor anmaya. Yolda bir
aksilik oluyor ve araba bir süre bekliyor... Canan'ın hayatta yanlışlıklara tahammülü
yoktu. Herşeyi açık söylerdi. Harbiydi yani! Lafı eveleyip
gevelemezdi.
O gün de öyle oldu. Bizi acayip fırçaladı... of ki, of...
İnatçıydı, birşeyi istedi
mi yapardı. Yeterki o işe başlamasın... Küçükken de
öyle inatçıydı. Bir o kadar da şefkatli... Ne zaman başımız sıkışsa ona giderdik.
Para yardımında bulunurdu bize. Canan biraz tutumluydu. Para biriktirirdi. Hem
de döviz cinsinden!.. Babasının kırtasiye dükkanında beyanname doldururlardı Zehra'yla... Babaları ve
ben anlamazdık bu işten, iyi para kazanırlardı....
Canan, para almaya gittiğimizde, önce 'yok' derdi.
Her defasında böyle naz yapardı....
Canan, hem de çok duygusaldı. Ama belli etmezdi...
Sibel Yalçın'ın cenaze evine gelmişti. Cenazeden
önce evin önündeki barikatta bir gün kaldı. Zehra ise gün boyunca barikattaydı.
Geceli-gündüzlü nöbet tuttu barikatta Zehra, Canan'ı o gün gönderdik ama
cenazeye geldi..."
Devrimcilikle daha yakından ilişki kurduğu ilk
yıllardır bunlar. 1995 yılının Aralık ayında amcasının tutuklanmasıyla aileleri
için yeni bir dönem başlar... Artık tutsak yakınıydılar... Zehra da, Canan da
sık sık hapishaneye görüşe gidiyor ve tutsaklarla görüş
kabinlerinde birçok şeyi paylaşıyorlardı.
Zehra üniversitedeyken Canan da üniversite giriş
sınavına hazırlanır. Ancak ilk yıl kazanamaz sınavı. Sonraki yılda sınava girmeden
önce ablası Zehra, Gazi Ayaklanması'nın yıldönümü anmasına giderken, yolda
yapılan çevirme sonucu 12 Mart 1999'da gözaltına alınır ve tutuklanır.
Canan ve ailesi için zor bir dönemdir bu süreç.
İstanbul'un bir yakasında amcası; diğer yakasında ablası tutsaktır...
99 yılı bu zorluklarla geçerken, Canan hayatının
önemli dönemeçlerinden birini de aynı yıl yaşar... İkinci kez girdiği
üniversite sınavında Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü'nü kazanır.
"Üniversiteyi kazandığı ilk günlerde yine bir
hapishane ziyaretine geldi Canan. O gün sınavların açıklandığını unutmuşum.
Canan da sormamı bekliyormuş, hani nereyi kazandın diye... Tabii ben sormayınca
Canan kızdı. Güzelce bir fırçaladı. Küstü bir süre. Tabii bana karşı öyle fazla
küsemezdi. Ben de hemen gönlünü aldım. (Araya epey bir arkadaş soktuk da ancak!..)"
Canan, sınavı kazanmasının ardından yaşamının önemli
kararlarını alacağı İzmir'e gider...
İzmir'de aldığı önemli kararın ilki, örgütlü
mücadele içinde yer alma; ikincisi ise, bu kararından çok kısa süre sonra alacağı,
ölüm orucu direnişçisi olma kararıydı...
İzmir'e gittiği ilk günlerde DEV-GENÇ'lilerle
tanışır Ve böylelikle gençlik mücadelesi içindeki yerini alır. İzmir'deki ilk
günlerini şöyle anlatır;
"İzmir'in havasından mıdır nedir, oradakiler ne
kadar ağırlar... Gittim rehberlik masasına, orada bekliyorum ki, bir şeyler desinler
bana... Yok, demiyorlar..."
2000 yılının başından itibaren örgütlü hareket
etmeye başlar Canan. Hapishane ziyaretlerini de aksatmaz. Her ziyaretinde
İzmir'de yaşadıklarını, oradaki çalışmaları büyük bir coşkuyla anlatır...
"İzmir'de çalışmalar yoğunlaşınca ziyaretlere
sürekli gelememeye başladı. Bu sefer düzenli olarak mektuplaşmaya başladık.
Çok, çok güzel mektuplar yazardı. Mektuplarını Bayrampaşa'da toplu okurduk. Bu
mektubunda Serkan Eroğlu'nun anmasını anlatmıştı.
Öyle güzel anlatmıştı ki...
18 Aralık günü Aşur
abisine mektup yazmıştı...
Canan Aşur abisini çok
severdi. Açık görüşte sütlaç ısmarlamıştı Canan'a....
19 Aralık'tan sonra da Edirne'deyken yazmıştı
bana...
Aşur (KORKMAZ) abisine yazdığı
mektupta "Siz içerden biz dışarıdan yıkacağız bu hücreleri..."
diyordu..."
...
Canan okuldaki ilk yılında gençlik içerisinde
çeşitli çalışmalarda yer alıyordu. Hapishane ziyaretlerinde mahallelerde dergi
satmaya başladıklarını coşkuyla anlatır, eleştirilerini de esirgemezdi.
Yaşamında yanlışlara karrşı tutumu bulunduğu her
yerde aynı olmuştu.
Okulunun hazırlık yılı bitiminde İstanbul'a gelir.
İstanbul'da amcasını ve tutsakları ziyaretini daha da arttırır. Aynı dönemde 'F
Tipi Hapishaneler' gündemi teşkil etmekte ve bu konuda TAYAD'ın
başlatmış olduğu kampanya çalışmaları sürmektedir. İstanbul'daki öğrenci
gençlik de bu kampanya çalışmalarında yerini alıyordu.
2000 yazı yoğun bir şekilde F tipi kampanyalarıyla
sürmektedir. Bu kampanyanın gençlik içinde örgütleyicilerinden biri de Zehra'dır.
Zaman zaman Canan da bu çalışmalara katılır. Yaz
ayları onun için mücadeleyi daha da içselleştirdiği dönem olur.
Anadolu'dan İstanbul'a gelen gençlikle birlikte
çalışmalara katılır.
"Canan tutsakları çok seviyordu. Tutsakların
onun yaşamında çok önemli bir yeri vardı. Canan amcasını asıl tanımasının bu
görüşlere olduğunu söylerdi. Kabinlerde yaşadığı duyguları anlatırdı hep. Düzenli
olarak görüşe gitmeye çalışırdı. Hapishane ziyaretlerindeki kabin sohbetlerinde
daha da iyi tanımıştı devrimcileri. Sevgisi daha da artmıştı. Görüş sonrası
gençliğe geldiğinde gözlerinin içi gülerdi... Coşkuyla anlatırdı görüşte
yaşadıklarını..."
Eylül ayı geldiğinde Canan yeniden İzmir'e gitmek
üzere hazırlıklarına başlar. Bu öğretim yılı daha nettir mücadele konusunda. O
artık bir DEV-GENÇ'lidir!..
Okulların açıldığı ilk aylar '6 Kasım'
çalışmalarıyla geçer. TÖDEF'in 6 Kasım 2000'de
Ankara'da gerçekleştireceği YÖK protestosu eyleminin çalışmalarını İzmir'de
yürütenlerden biridir Canan.
Aynı günlerde ülkemizde önemli bir dönemeç de
yaşanır... 20 Ekim 2000 tarihinde hapishanelerde devrimci tutsakların
başlattığı ölüm orucu direnişiyle ülke gündemini belirleyecek direniş süreci
başlıyordu...
Canan bu süreci hem tutsak yakını olarak, hem de
daha önemlisi bir devrimci olarak karşılıyordu.
Bu konuda en çok işin kendisine düştüğünü
düşünüyordu.
Direniş yirmi hapishanede başlatılmış ve direnişin
etkileri dışarıya yansımıştır. Artık dışarıda direnişe destek olmanın ötesinde
direnişi dışarıya taşımak konuşuluyordu. Bu düşüncelerin sonunda dışarıda da
ölüm orucuna başlanılması kararı alınmıştır.
Dışarıda TAYAD'lıların
başlattığı 'Ölüm Orucu'nun direnişçilerinden biri de Zehra olur.
Zehra'nın direnişçiler arasında yer alması Canan
için apayrı bir durum ifade ediyordu... Ablası, yoldaşı Zehra ölüm orucundaydı.
Daha fazla sorumluluk taşıyordu artık...
İçeride direniş sürerken dışarıda da aydın ve
sanatçı dostlarının evinde direnişi sürdüren ölüm orucu direnişçileri, Taksim TAYAD'ın açılmasıyla direnişi burada sürdürmeye başlar.
Bu süreçte İzmir'de de dışarıdan ölüm orucuna
başlama kararı alınır. İzmir'deki gönüllüler arasında Canan da vardır... Ve bir
süre sonra da, Canan direnişe başlayanlar arasında yerini alacaktır...
O günleri yaşayan yoldaşlarının anlatımı şöyledir;
"Dışarıda da Ölüm Orucu Direnişi'nin
başlayacağı günlerdi. İstanbul dışında Bursa, Ankara, İzmir'de de ölüm oruçları
başlayacaktı.
İzmir'de direnişe başlayacaklar arasında Canan'ın
ismini duyduğumuzda şaşırmıştık doğrusu...
Babası '80 öncesinden bu yana hep devrimcilikle iç
içe olmuştu. Ablası Zehra DEV-GENÇ'liydi. Amcası
tutsaktı. Küçüklüğünden beri devrimcilikle iç içe olmuştu.
Ancak örgütlülükle arasına hep bir mesafe koymuş,
üniversiteye başlayıncaya kadar da ilişkisini geliştirip, bağlarını güçlendirmişti.
Ama her zaman devrimcilerin yanındaydı...
İzmir'e gittikten sonra ise farklılaşmıştı Canan.
Okuldaki DEV-GENÇ'lilerle tanışmış, kaynaşmıştı.
Artık yalnızca devrimcilerin dostu değil, onlardan biri olmuştu.
Belki aylarla ifade edilebilecek örgütlü yaşam
içerisinde çok, ama çok hızlı bir gelişme göstermişti. Dürüst, saf ve sevecen kişiliğiyle
İzmir'de kendisini sevdirmiş, saydırmış, güven vermiştir..."
Canan gönüllüdür, ancak arkadaşları onun ölüm
orucuna katılmasını doğru olmayacağını düşünüyorlardı. Zira Zehra, İstanbul'da
ölüm orucundaydı. Aynı aileden iki direnişçinin olması daha önce hiç yaşanmamıştı.
Ama Canan bu konuda
"Böyle bir direnişte ablamı yalnız bırakamam,
şimdiye kadar hiç ayrılmadık; birbirimizi yalnız bırakmadık. Şimdi de böyle olmalı..."
diyordu.
Bu gönüllülüğü ve verdiği güven, direnişçi olmayı en
çok onun hak ettiğini gösteriyordu.
ölüm Orucu direnişçisi olmuştu. Ama
önünde daha zor bir görev duruyordu; Babasını bu konudan haberdar etme işi...
Canan İzmir'den telefon eder babasına... Kısa bir
konuşmanın ardından babasına kararını açıklar... Bir süre sessizlik olur. Ahizenin
diğer tarafından ses gelmez!.. Bir kızı ölüm orucunda
olan bir babanın böyle bir haberle karşılaşması kolay olmaz elbette...
Bir müddet sonra Canan'ın
- "Baba beni duyuyor musun, orada mısın?"
sesiyle kendine gelir babası...
- "Sen de mi kızım; sen dem i Canan'ım!.." der. "Ablandan sonra sen de mi başladın ölüm
orucuna!.. Peki beni hiç düşünmediniz mi!.. Babamız nasıl dayanır, nasıl katlanır bu kadar ağır bir
sorumluluğa diye düşünmediniz mi?"
Canan "Düşündük babacağım!.. Benim babam güçlüdür, dayanıklıdır. Buna da katlanır"
diyerek cevaplar.
Ve Canan'ın ölüm yürüyüşü başlar...
İlk olarak İzmir ÖDP'de
sürdürürler direnişi. Bu sürede Zehra'yla telefonda sık sık
görüşürler. Babası bir gün ziyaretine gelir... Uzunca dertleşirler... Babasını
İstanbul'a uğurladıktan birkaç gün sonra hapishanelere yönelik düzenlenen
katliam operasyonu yaşanır.
Canan'ın Bayrampaşa Hapishanesi'nde tanıştığı,
konuştuğu, çok sevdiği abileri-ablaları
katlediliyordu. Yüreği derya olmuş taşıyordu...
19 Aralık Katliamı'nın ardından, devlet terörü
dışarıya da yansır. TAYAD başta olmak üzere, çok sayıda dernek-kuruluş basılır,
kapısına kilit vurulur. En demokratik eylemlere katılanlar dahi tutuklanır.
Sıkıyönetim uygulamalarını aratmayan saldırı dalgası uygulanır, halka ve
devrimcilere yönelik...
Bu saldırı dalgası nihayetinde Anadolu'da
direnişlerin sürdürüldüğü yerlere de uzanır. Ve İzmir'de direnişin sürdürüldüğü
ÖDP'nin basılmasıyla Canan ve diğer direnişçiler için
direnişi başka bir yerde sürdürmek kaçınılmaz olur...
Babası Canan'a direniş konusunda bir şeyler söylese
de yüzündeki ifade tedirginliğini saklamayamıyordu.
Canan babasının bu durumunu anlıyor, ama başladığı yolun gerekliliğini yerine
getirmenin sorumluluğu da kafasında nettir.
Nakliyat-İş sendikasında sürdürürler direnişi. Bu
süre zarfında babası iki defa daha ziyaretine gelir. Artık ailesi daha da tedirgindir.
Günler ilerlemekte ve direnişin kaçınılmaz gerçekleri daha da belirginleşmektedir.
Nakliyat-İş sendikasında da fazla kalamazlar.
Çıkarılan anti-demokratik, hukuk dışı yasalarla, yalnız direnişçiler değil
direnişçilere bir tas su verenleri dahi tutukluyor, yargılıyor, hapse
atıyordu... Bu durum etkili oluyor, kendisine demokrat, sol misyonu
biçen niceleri kapısını kapatıyordu direnişçilere... Ve direnişçiler için yeni
bir süreç başlıyordu. O günlerde direnişçilerin yeni mevzileri olarak "direniş
evleri" kuruluyordu.
İstanbul'daki direnişçiler, kendisi de direnişçi
olan TAYAD'lı Şenay Hanoğlu'nun
Küçük Armutlu'daki gecekondusuna yerleşerek eylemlerini
sürdürürken; İzmir'deki direnişçiler ise, İzmir Yamanlar'daki
bir gecekonduya yerleşirler...
Yamanlar'da direnişi sürdürürken
Canan'ın ziyaretine bu sefer babaannesi gelir. O'nu Rize'ye götürmek ister.
Ancak Canan babaannesine direnişin hangi boyutta olduğunu; direniş içinde
olmanın onur meselesi olduğunu anlatır. Fakat babaanne Canan'ı ikna etme çabasını sürdürür. Canan'ın bu sefer ki cevabı babaannesinin
daha iyi anlayacağı şekilde olur; "sen bize, başladığın işi yarım bırakma dimemiş miydin? İnsan kendi öğrettiğinden cayar mı?" der, ve ekler "Seni çok seviyorum babaanne..."
Günler ilerlemektedir. İktidarın zulümle yarattığı
suskunluğun hakim olduğu günler yaşanmakta, direnişi
yok saydırmaya çalışmaktadır...
Ancak bu durum da uzun sürmez ve Sincan F Tipi
Hapishanesi'nde Ölüm Orucu Direnişcisi olan Cengiz
SOYDAŞ şehit düşer. Tüm yalan perdeleri yırtılır ve direniş gerçeği bir kez
daha ülke gündemine oturur.
Cengiz SOYDAŞ'ın ardından
peş peşe ölüm haberleri gelir. Artık dışardaki direnişçiler
için de bu süreç yaklaşmaktadır. Canan'ın ölüme yürüyüşü hızlanmıştır...
Bu günlerde, babasının ayrı illerde direnişi
sürdüren iki kızının bir arada olmasını istemesi üzerine Canan'ın İstanbul'daki
direniş evine getirilmesi düşünülür.
O günleri yaşayan bir yoldaşı Canan'ın İstanbul'a
gelişini şöyle anlatır:
"Canan İzmir'de, ablası Zehra İstanbul'da ölüm
orucundaydı. Direnişin ilerleyen günlerinde ailesi ölüm orucunda olan her iki kızının
da İstanbul'da bir araya getirilmesi talebinde bulunmuştu. Bu talep üzerine
önce Canan'a soruldu, ne diyorsun bu duruma, ablanın yanına gitmek istiyor
musun diye... Canan'ın cevabı ise, "... burada
direnişe birlikte başladığım arkadaşlarım bilir. Onlar ne derse öyle
olur..." demek oldu.
Bu cevap önemliydi. Çünkü henüz aylarla ifade
edilebilecek bir örgütlü süreci olan Canan'ın ablasını ne kadar sevdiği ve
onunla beraber olma isteği biliniyordu. Ama buna rağmen cevabı örgütlük düşüncesini
ve yoldaşlarına bağlılığını yansıtıyordu...
Direnişe birlikte başladığı arkadaşlarına soruldu.
Hepsi de Canan'ı tanıyor, biliyordu. Ablasının yanında direnişe devam edebileceğini
söylemeleri üzerine, Canan İstanbul'a getirildi..."
Aylar sonra ablasına kavuşacaktı Canan. Ve artık
direnişi onunla yan yana sürdüreceklerdi...
İzmir'den ayrılışı kolay olmadı. Aylardır
bedenlerini beraber açlığa yatırdığı arkadaşlarından ayrılmanın hüznünü
yaşıyordu. Diğer taraftan uzun zaman sonra ablasıyla olmak ve ölümsüzlüğe
gideceği son anları onunla yaşamanın sevincini, gururunu ve heyecanını
yaşıyordu.
Uzun bir yolculuk sonrası Küçükarmutlu'daki
direniş evine ellerinde çiçeklerle girer... Ve ablasıyla kucaklaşırlar... Artık
İstanbul'dadır...
"Canan'ın geldiğini haber alınca okuldan
arkadaşlarla, hemen ziyaretine gitmeye karar verdik. Kalabalık bir grup olarak Armutlu'ya gittik. Direniş evine girer girmez hepimiz, ilk
olarak Canan'ın kaldığı odayı sorduk. Bayan direnişçilerin kaldığı odaya
geçtik. Zehra, Canan, Şenay abla ve Gülsüman abla bir
odadaydı...
Odaya girip de Canan'ı görünce adeta şok oldum. Çok
değil, 5 ay önce İstanbul Üniversitesi'nde Zehra'yla kol kola gördüğüm iri
yapılı, dolgun suratlı Canan'dan eser yoktu. Kurumuş bir surat, uzamış bir
beden vardı. O umut dolu bakan, parlayan gözleri dışında yüzü tamamen
değişmişti. Bir an kendimden geçtim. Dudaklarımın titrediğini hissediyordum. Hoşgeldin diyeceğim ama yutkunamıyordum, boğazım
tıkanmıştı. Sarılıp ağlamak geçti içimden. Yaşadığımız sürecin ağırlığını
hissettim boğazımda... Yaşadığımız ve yaşayacaklarımız acılara karşı metanetli
olmaktı görevimiz... Kendimi toparlamak için geriye çekildim, diğer
arkadaşlarla kucaklaşmasını bekledim. Daha ben 'merhaba' demeden 'Hoşgeldin... Nasılsın?..' dedi...
Hemen sarıldım alnından öptüm. Yüzü yeni doğmuş bebeğin hassaslığını almıştı.
Hemen sorular sormaya başladı 'Neler yapıyorsunuz? Okulda durumlar nasıl?..' zor konuşuyordu. sesi çok az
çıkıyordu. Durumu beni çok şaşırtmıştı! Zehra Canan'a göre daha iyi
görünüyordu. Oysa Zehra ondan daha önce başlamıştı direnişe... Elleri kolları
sadece deri kemik kalmıştı. Uzun boyu sanki daha da uzamıştı. Ellerini ağır ağır hareket ettiriyordu. Durumunu, yolculuğun nasıl
geçtiğini sordum. Daha sonra biraz daha konuştuk. Durumunun diğer
direnişçilerden daha da kötüleşmesinin nedenini sordum. Canan 19 Aralık'tan
sonra B-1 vitamini almadıklarını anlattı. Sonra babasının yanına gidip
geldiğimi söyledim. O da 'Babam sana ne ısmarlıyor?' dedi. Çayını içtiğimi
söyledim. Canan 'Bu sefer gittiğinde Canan'ın en çok sevdiği şeyi ısmarlamalıymışsın
bana, dersin...' dedi. Ne olduğunu sordum. Ağır ağır anlatarak
'Döner iskender, tereyağlı olacak, bir de künefe...
Zaten babam bunları söylemeden bilir' dedi...
Ben neşeli konuşmaya çalışıyordum, o da ufak dudak
hareketleriyle gülüyordu esprili konuşmalara...
Yarım saatten fazla yanında oturdum. "İstersen
seni yormayayım, kalkayım.." dedim.
"Yok" dedi, "Otur, otur... Sizleri çok özledim..." deyince,
uzunca bir süre oturmuştum yanında...
Canan'la ölüm orucuna başlamadan önce, 2000'in yaz
aylarında görüşme-konuşma imkanım olmuştu. Genelde az
konuşuyordu. Ama sıcak bir ilişki gelişti mi sohbetin güzelliğine tanık
oluyordu insan. Zehra'yla beraber olunca küçük kardeş olduğu anlaşılan bir
ilişkileri göze çarpıyordu. Ancak onu Armutlu'da gördüğümde
sanki o küçük, kardeş Canan'ın yerinde çok uzun yıllar yaşamış, görmüş-geçirmiş
diye tabir edilen bilge biri duruyordu karşımda. Konuşması, İzmir'i anlatışı,
direniş üzerine konuşması öylesine dolu doluydu ki... Öylesine vakur, öylesine
bilgeceydi ki, anlatması güçtür.
Armutlu'da birçok direnişçimizi
görme fırsatımız olmuştu. Her birinin ayrı etkileyen yanları vardı... Sevgi
ablanın ışık saçan iri gözleriyle, elmacık kemiklerinin içine düştüğü halde
ışıldayan Canan'ın gözleri bambaşka etkileyiciydi..."
...
Canan da, ablası Zehra da mutluydular. Ölüme
birlikte yürüyorlardı. Kimi zaman aynı yatakta konuşup, gülüşüyorlardı. İki
kardeşin bu halini görenler sevgilerine, bağlılıklarına daha yakından tanık oluyorlardı.
Canan ilk geldiği günlerde Edirne Hapishanesi'ne
sürgün edilen amcasını görmeye gider. Yolun kendisi açısından yorucu olacağını
bilmesine rağmen amcasının özlemiyle ısrarla gitmeyi ister...
"Canan'ı bir kez görme şansım oldu. 19 Aralık
sonrasıydı. Tutsaklar F tipi Nazi kamplarına zorla atılmış her gün işkence altındaydılar.
TAYAD'lılar olarak, ailelerin daha ekonomik ve rahat
ziyarete gidip gelebilmeleri için o zamanlar yeni yeni
servis olayını oluşturmaya başladık...
Bir sabah, her zamanki gibi Edirne'ye hareket ettik.
Nadire anamızın yanında bir bayan vardı. Hiç konuşmuyor, ailelerin sorularına
sessizce cevaplar veriyordu. Yüzü sapsarıydı. Arabanın boğucu havasından
olduğunu düşünmüştüm. Mehmet amcasını ziyarete geldiğini duyunca sevinmiş,
selam söylemesini istemiştim. Kısaca konuştuk, ama ben ölüm orucunda olduğunu
bilmiyordum. Yolda rahatsızlandı, araçtan dolayı diye düşündüm.
O gün, gün boyu yine yoğun bir koşturmaca yaşadık.
Dönüşte, her zamanki gibi ailelere soruyorum, görüş nasıl geçti diye... Nadire
anaya da sordum. Ananın morali bozuk görünüyordu... 'Yavrumu görüştürmedi
köpekler!' dedi. 'Niye ne oldu' diye sordum. 'Yakın-akraba belgesi
istiyorlarmış köpekler...' dedi. Biz konuşurken Canan yine sessiz sakin
aileleri izliyor, dinliyordu. Öyle sakin, sevecen bir hali vardı ki,
dayanamayıp sordum. 'Nasılsın?' diye 'İyiyim' dedi. 'Amcamı göremedim üzgünüm
ama aileleri dinledikçe daha iyi oluyorum...' diye devam etti. Sonra 'Sen bana
bakma, yoğunsun zaten, işine bak...' dedi gülümseyerek...
Ben hala ne Ahmet abinin
kızı olduğunu biliyorum, ne de ölüm orucunda olduğunu. Taa
ki Topkapı'da arabadan, birlikte inene kadar da haberim olmadı. Topkapı'da
arabadan inince Nadire Anaya 'Derneğe gidelim, bir çay içeriz, oradan sonra
gidersiniz...' diye teklifte bulundum. Nadire ana 'Canan Ölüm Orucunda. Kötü
oldu. Hemen bir taksi tutup Armutlu'ya dönelim
biz...' dedi. O an donup kaldım, başımdan aşağıya bir buz parçası indi sanki...
Ben bu şaşkınlığı yaşarken Canan sevecenlikle 'Sağol...
Biz Armutlu'ya gidelim' diye ekledi.
O anı ve Canan'ın o sevecen halini unutamıyorum. Adı
gibi candan ve mütevaziydi..."
...
Canan'ın amcasını görme isteği de F tipi zulmüne
takılır...
Günler ilerler ve Canan'ın İstanbul'daki ilk
haftasında TAYAD'lı Gülsüman
DÖNMEZ şehit düşer.
Küçükarmutlu'daki direnişçilerin içinde en
genci Canan'dı. En hızlı o koşuyordu aralarında... Halsizliği ve bitkinliği
belirginleşmişti. Ancak bilinci yerindeydi...
Bir sabah kalktığında gözleri kaymıştı Canan'ın.
Ellerini istediği gibi hareket ettiremiyor, ayağa kalkamıyordu... Ölüm yaklaşıyordu...
Bugünlerinde refakatçi yoldaşları başındadır
Canan'ın...
"Armutlu'ya geldiği
ilk günlerden itibaren sağlık durumu giderek ağırlaşıyordu. Sürekli vücudunun
her yeri ağrıyor, uyuşuyordu. Özlem (Durakcan) sürekli
başında bekliyor, yanından ayrılmıyordu. Sık sık
Canan'a masaj yapıyor, ağrılarını dindirmeye çalışıyordu. Ancak Canan koşusunu
hızlandırmıştı artık. O kadar ağrılar içinde bile arkadaşlarının işini kolaylaştırmakk için, kendi işlerini
kendisi yapmaya çalışıyordu. Ona sıvı verdiğimizde kendisi alıp içmeye çalışıyordu.
Kusmaları çok sıklaşmıştı. O günlerde de
ziyaretçiler yoğunlaşmıştı. Canan'ın İstanbul'a geldiğini duyanlar yanına
geliyordu. Canan çok rahatsız olmasına rağmen gelen herkesi gülen gözleriyle
karşılıyordu... iki kardeşin birden ölüme yatması
herkesin gözünü Armutlu'ya çevirmesine neden olmuştu..."
Evet kamuoyunun gözü Armutlu'da idi. Hiç kimsenin düşünemeyeceği bir direniş
yaşanıyordu. Hapishanede olmayan insanlar, hapishanedekilere dayatılan onursuz
yaşama karşı direniyorlardı. Hem de can bedeli direniyorlardı...
"Gencecik, güzel, sempatik bir üniversite
öğrencisiydi Canan. Aydınlar, sanatçılar, yazarlar iki kardeşin küçüğü olan bu
direnişçiyle yakından ilgileniyordu.
13 Nisan gecesi konuşmakta zorlanıyordu. Durumu
iyice ağırlaşıyordu. Kollarında, kafasında denge sorunu vardı. Ellerini bir
yere çarpmaması için Özlem onu tutuyordu. Sıvıyı artık pamukla veriyorduk.
Çoğu zaman da başını çeviriyor, almak istemiyordu.
İstemeyince ikna etmeye çalışıyorduk. Bu halimizi gören Zehra "Canım
kardeşim aç ağzını sıvı al." diyordu. O an Canan zorlukla kafasını
çeviriyor, az da olsa sıvı alıyordu. Ablasının sesini duyuyor, anlıyordu. Onu
üzmek istemiyordu.
Zehra Canan'ın hem ablası, hem annesi gibiydi.
Annesi ve babası Canan'la Zehra çok küçükken ayrıldığından, Zehra ileriki
yıllarda Canan'a annelik yapmıştı. Canan'la ilişkilerini Zehra şöyle
anlatıyordu; "Canan'la çok kavga ederdik. Annemle babam ayrıldıktan sonra herşeye rağmen zorlukları beraber göğüsledik. Birçok konuda
birbirimizden güç aldık.
Canan birşeyi kafasına
koydu mu yapardı. Kimse vazgeçiremezdi onu?
Zehra ne zaman Canan'dan söz etse de hep
çocukluklarında yaşadıkları bir olayı anlatırdı. Zehra ve Canan çocukken
Rize'ye babaannelerini ziyarete giderlermiş. Yine bir ziyaretlerinde babaannesi
Zehra'ya bir küpe alıyor. Canan kendisine alınmadığını görünce "Ben de
isterim" diyor. "Öyle inat etti ki; babaannem 'Kızım senin kulağın
delik değil. Delinsin sonra alayım...' diyordu. Ama ikna edemiyordu. Cevabı
hemen hazır; "Ben hemen istiyorum!.." Babaannem
de dayanamayıp kulaklarını deliyor. Canan kulağı delinirken gözünü bile
kırpmıyor. Sonuçta istediğini yaptırıyordu...?" diye
anlatırdı Zehra...
Canan o gece sabaha kadar hiç uyumadı. Sürekli
ellerini kafasını sallıyordu. Acı çekiyordu.
Durumunun kötü olduğunu öğrenen herkes onu ziyarete geliyordu..."
Aydınlar, sanatçılar bu yürek parçalayan durum
karşısında sarsılıyor. Armutlu'ya ziyaretlerini
sıklaştırıyordu. Canan koşusunu tamamlamak üzereyken arkadaşları, yoldaşları da
son kez görmek için ziyaretine geliyorlardı...
"Canan'ın durumunun ağırlaştığını duymuştuk.
Durumunun ağırlaşmasından dolayı da Zehra'yla birlikte başka bir eve
taşındığını öğrendik. Canan'ın durumunun ağırlaştığı dönemde polis, Armutlu etrafında
arama noktaları oluşturarak, direniş evine ziyaretleri önlemeye çalışıyordu.
Herşeye rağmen Canan'ı görmek
istiyorduk. Zehra'nın bu zor anında yanında olmak istiyorduk...
12 Nisan 2001/ Perşembe günüydü, akşam saatlerinde Armutlu'ya gittik iki arkadaş. Canan'la Zehra'nın kaldığı
evi bulduk. Evde sadece kendileri ve refakatçi arkadaşlar vardı. Canan ışığa
karşı hassaslaştığından ışıkları söndürmüşlerdi. Kaldıkları odaya girdiğimizde
Canan hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Zehra'nın da durumu iyi değildi. Canan
çok zor konuşuyordu. Ancak bir-iki kelime söyleyebiliyordu. Kanepenin yanına
geçtim. Bir süre konuştum. Canan sadece bakabiliyordu. Acı çekiyordu, ancak
sevecenlikle bakışını sürdürüyordu. Öylesine masum, öylesine çocukca duruyordu ki bakmaya bile yürek dayanamıyordu...
Alnından öpüp ayrıldık. Canan'ı son görmemdi o..."
...
"14 Nisan Cumartesi günüydü,Taksim'deki
dernek büromuzdan ayrıldıktan sonra ara sokakların birinde TAYAD'lı
bir arkadaşı gördüm. Canan'ın durumunun kötüleştiğini söyledi ve "Bugün-yarın
şehit düşebilir..." dedi. O anda bambaşka duygular yaşadım. Tarifi imkansız...
19 yaşında genç bir kız ölüyor... Hem de hayatının
en güzel çağında... Sokakları nasıl yürüdüğümü bilmiyorum. Arkadaşlarla konuştuk.
Canan'ın son anlarında yanında olmak istedik. Pazar günü tüm arkadaşlarla Armutlu'da olacaktık. Pazar günü olduğunda acılı haberi
aldık..."
Artık Canan için son saatlerdi. Bilinen, ama
istenilmeyen; olmaması umut edilen son yaklaşıyordu. Direnişin gerçekleri,
kaçınılmaz yaşanacakdı... Hiçbir zafer bedelsiz elde
edilemezdi. Bedel ağırdı; kazanılacak zafer ise uğruna ölmeye değecek bir yolun
sonuydu...
"O gün birçok ziyaretçimiz olmuştu. Geç saatlere
kadar Canan'ın başından artık hiç ayrılmıyorduk. Bir an bile boş bırakmıyorduk.
Biz, hiç olmazsa bir damla olsun sıvı verebilmek için çabalıyorduk...
Bir ara "Canan senin için hangi türküyü
söyleyelim?" diye sorduk. O da "Ordu'nun Dereleri"ni istedi.
Bunları izleyen Zehra, Canan'ın koşusunun sonlarına
yaklaştığını hissediyordu. Sürekli ona sesleniyordu; "Canan, ablasının
canı nasılsın?.." "İyiyim"... "Canım
kardeşim..." "Canım ablam seni çok seviyorum..." "Beni
seviyorsan birazcık sıvı al. Birazcık olsun zorla kendini... Hadi Canan'ım,
canım..."
Canan, ablasının bu sözlerinden sonra ağzını açıyor,
az da olsa sıvı alıyordu. Uzaktan Zehra onu seyrediyordu. Birbirlerine öyle
bakışları vardı ki, tarifi imkansız... Zehra'nın
durumu da kardeşinden farklı değildi. Ama sevgisinin büyüklüğüyle kendi
durumundan önce kardeşinin durumunu düşünüyordu.
Bazen ben Zehra'nın yanına oturuyordum. Ona masaj
yapıyordum. Ayağa kalkmakta güçlük çekiyordu. Yürüdüğü zaman birilerine tutunarak
zorlukla yürüyordu. Muayene için gelen doktorlar O'na "Zehra ölüme
yürümüyor, adeta koşuyor..." diyorlardı. Canan gibi ondan da gözümüzü
ayırmıyorduk. O'na "Nasılsın Zehra?" diye sorduğumuzda, O da "Canan
nasıl?" diye soruyordu hemen "Bir ölüm orucu savaşçısının olması
gerektiği gibi çok iyi..." deyince gülümsüyor ve "sen
bilirsin..." diyordu.
Bir ara Canan'ın yatağının çarşafını değiştirmemiz
gerekti. Bunun için Canan'ı yatağından almamız, gerekiyordu. Canan'ı yatağından
alıp ablası Zehra'nın yanına koyduk. Çarşafları değiştirdik. İşimiz bitince
Canan'a baktık ki, hiç sesi çıkmıyor. İki gündür uyumayan Canan, ablasının
yanında uyuyor.
Bir süre dokunmadık. Sessizce ikisini izliyorduk. Yanyana, can cana direnen kardeşler koyun koyuna ölüme
koşuyorlardı...
Canan uyanınca kendi yatağına aldık. Gece boyunca
Canan'ın yanından hiç ayrılmıyorduk...
Gece 3'ten sonra ben, Canan ve Zehra'yla yalnız
kaldım. "Canan dinlen biraz, uyuman lazım..." diyordum. "Uyuyamıyorum..."
diyordu Canan. Israr edince, "Uyuyamıyorum işte!.."
diye çıkışıyor, sonra hemen kızdığı, sinirlendiği için özür diler gibi iki
elimi ellerinin arasında sımsıkı tutuyordu...
Ben de "Ben sana hiç kızar mıyım..."
diyordum...
Acılar içinde kıvranırken bile kimseyi üzmemek için
çaba harcıyordu. Sürekli, birşeyler
söylemeye-anlatmaya çalışıyordu. Sözlerinin çoğu anlaşılmıyordu. Konuştuklarını
anlayamıyordum. Bir ara "Müdahale istemiyorum, beni verme!.. Zorla müdahaleyi protesto ediyorum!.."
diye sayıklıyordu. "Canan sana kimse dokunamaz. Kimseye vermeyiz seni.
Müdahale edilmesine izin vermeyiz..." dedim. Sabah doktorun gelmesi, B-1
vermek istemesi onu etkilemişti. Sabaha kadar aynı sözleri sürekli
tekrarladı...
"Ben ölüm orucu direnişçisiyim, ölüm orucu
direnişi içerisinde yer alıyorum." diyordu. "Sen ölüm orucu
direnişçisisin, seninle gurur duyuyoruz. Ablan da direnişçi,Ölüm
orucu savaşçısı..." dedim. Sonra birşeyler
mırıldanmaya başladı. "Ben bir devrim hamalıyım, yine iş sever...
Sabah Canan'ın kusmaları tekrar başladı. Bir ara
Canan'ın nabzını kontrol ettiğimde Canan'ın ölümsüzleştiğini anladım...15
Nisan/ Pazar günü, sabah 9.10'du...
Özlemle birbirimizin yüzüne bakamıyorduk. Kafamızı
kaldırıp birbirimizin yüzüne baksak, göz göze gelsek boşalacaktı gözyaşlarımız...
İlk defa bir yoldaşımızın şehitliğine tanık oluyorduk. Güçlü olmalıydık, Canan
gibi güçlü ve dimdik... O'na yakışan da buydu...
Canan şehit düştüğünde Zehra uyuyordu. Haberi yoktu.
Birimiz haber vermeli, söylemeliydi Zehra'ya. Bu zor görevi ben aldım. Zehra'nın
bulunduğu odaya tekrar girdiğimde Zehra henüz gözlerini yeni açıyordu. Gülen
gözleriyle bakıyordu. Zehra'nın yatağına oturdum ve ellerini tuttum. Çok zor
oldu Canan'ın şehit düştüğünü söylemek. Hayatımın en zor anıydı...
Zehra, Canan'ın şehitliğini çok olgunca ve metanetle
karşıladı. Çok güçlüydü... O'nun bu tavrı karşısında biz de güç almıştık...
Bizim ona güç vermemiz, destek olmamız gerekirken, Zehra bize güç veriyor,
destek oluyordu...
Zehra'yı Şenay Hanoğlu'nun
evine götürecektik. Zehra son kez Canan'la vedalaşmak hasretini biraz olsun
dindirmek ister gibiydi...
Canan'ın yatağının kenarına oturdu. İlk önce uzun uzun baktı. Kim bilir neler söylüyordu Canan'a... Daha
sonra kardeşinin saçlarını, kaşlarını elleriyle düzeltti. Yüzünü kokladı.
Defalarca öptü... Hiç konuşmuyordu.
Daha sonra aldım Zehra'yı Şenay ablanın evine götürdüm..."
Canan'ın naaşı hazırlanıp,
her yanı kızıl karanfillerle kaplandı. Kızıllar içinde gelin gibiydi. Yüzü daha
da güzelleşmişti... Onu görmeye gelenler ayrılamıyordu yüzüne bakmaktan... O
gün anaların ağıtları daha da içliydi... İnsanlar Armutlu'ya
akıyordu. Önce öğrenciler geldi, Canan'ın mücadele arkadaşları, yoldaşları...
Sonra işçiler, gecekondu halkı... Birer birer Canan'ın
başında saygı duruşunda bulunuyorlardı... Kimse gözyaşlarına hakim
olamıyordu... Gençecik bedenin yolculuğunun acısı,
onuruydu gözyaşlarının nedeni...
Herşey hazırdı Canan'ın son
yolculuğu için... Önce Küçükarmutlu sokaklarında
dolaştı yoldaşlarının omuzunda. Tüm sokaklar adımlanıyordu.
Armutlu halkı bu genç kıza ağıtlar yakıyordu. Zılgıtlarla, sloganlarla Armutlu'dan Rize'ye uğurlandı Canan... Doğduğu topraklara,
Karadeniz'e...
Yol boyunca marşlar söylendi, türküler söylendi...
Rize toprakları yüründü ve Karadeniz'in asi kızı toprağa tohum oldu Rize'de...
Yoldaşları haykırdı, "Güle güle Karadeniz'in
asi kızı... Güle güle Canan... Gözün arkada
kalmasın..."