Birsen
HOŞVER'i Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:
Selami Kurnaz (ölüm orucunda şehit
düştü),
yoldaşı Birsen'i
Anlatıyor:
Birsen Hoşver diye
yankılandı duvarlar
-Senin ülkende dağlar denizden başlar-
Sağım açlık-solum ölüm
Dört duvar arasındayım
Sıcaklar kerbela-boğucu
Bir avuç gökyüzünde ALICI KUŞLAR var
Hayat can istiyor
Ben mapustayım
Bir yanım derya deniz bir yanım içerde
Karadeniz horona durdu tepiniyor
Ve senin adın geldi kondu hücremize. Sesten gökyüzü
ağlıyor; bir can, bir can, bir can daha düştü toprağa. Ne güzel bir gündü
içinde acıyı, gururu, hüznü, onuru barındıran. Durdum, duraladım, sağırlaştı
kulağım, göğüs kafesine sığmaz oldu yüreğim... Birsen Hoşver
diye yankılandı duvarlar. Sustum sen konuşurken;
"...Uzun uzun sana
nasıl sesleneyim diye düşünürken...Neyse benim iki adım var ama Melek'i tercih
ediyorum, haberin ola diye yazıyorum!.."
Ve avaz avaz bağırıyorum:
Melek Birsen Hoşver... Ardından tüm yürekler, yarenler
bir olup haykırıyorlar.
Yüzünü betimleyemediğim, yazılarından tanıdığım,
yürek izi sürdüğüm, aylar oldu senden haber alamayalı. Ne yazdığımız mektuplar
sana ulaştı, ne senin yazdıkların bize...
Ardı ardına geldi ve dün gece de penceredeydik. Ayışığında, güneşin ülkesini zapt
etmeye türküsünü söyledik,
marşları da, şiirleri de mayalayarak. Sloganlarımızsa yürek diliydi. Ne de çok
sarıp sarmaladı bizi ismin gelip kurulunca yüreğimize. Alev topuna çevirdin
bizi, ne mutlu sana özlemini dindirdin. Dindiremeyenler utansın....
Yakıtın açlıktı... Pupa yelken yol aldın yıldızına. Denize
benzeyen gökyüzü tüm maviliğiyle başımızı kaldırdığımızda görülüyor. Ve
yıldızlar tepemizde gülümsüyorlar. Ne kadar çoğaldılar ki... Semra, Fatma...
A-ha seni de buldum aralarında hep kıpır kıpır. Kayıp
gittin bir yıldız gibi işte. Umudumuz sevdanda saklı.
Karadeniz horona durdu tepiniyor.
Ve ölüm hep yanıbaşımızda
hasada durmuş gibi. Yitip giden onca canlar. Ve koca gözbebekleri gelip geçer
yürekleri hesabımız sorulsun diye.
Yürüdün geldin işte... Yüreğini, coşkunu ve inancını
yükledin de heybeye, öyle vakur, öyle dervişcesine. Hemide duvarları delerek geldin. Dile geldin söz oldun,
akıttın yüreğini ve bize düşen seni anlatmak...
Sen, unutturulmaya çalışılan Laz halkının kızı
olarak dünyaya merhaba dedin. Rize-Pazar'da çaybahçeleri
arasında büyüdün. Gün geldi elinle topladın çayı ve varengellerle
taşıdın harman yerine. Alım yerlerinde sıraya girdin çayı satabilmek için.
Bazen elde kaldı. Egemenlere tepki olarak derelere, denize döktünüz. Bu yüzden
açlığı, yoksullluğu yakından bilirdin. Ve yaşamınız
gurbetçilik oldu. Aş için, iş için düşüldü yollara, büyük kentlere. Tüm
Karadenizliler gibi, tüm Anadolu'nun yoksul halkları gibi.
Senin memleketinde gün denizden doğar denizden
batar. Bu yüzden size Zuğaşı Berepe
- Deniz dendi. Senin ülkende dağlar denizden başlar, bu yüzden sevdanı dağlarda
büyüttün... Kaçkar dağlarının eteklerinde çiçeklerin binbir
çeşiti bulunur. En güzel çiçeklerden biri sen oldun
Melek... Tıpkı Ayşe Gülen, Sadık Mamati, Zehra
Kulaksız, Canan Kulaksız gibi onlar da senin gibi Rizeliydi, Laz'dı... Onlarla
aynı sevdaya başkoydunuz. Mavzer oldu yürekleriniz
bastınız tetiğe...
Damarlarımızda gençlik kanı dolaşıyor, deli deli akıyor
Evet Laz kızıydın. Asimile
politikalarına karşı, tüm kültürünü, diliyle, gelenekleriyle, görenekleriyle
korumaya çalıştın. Ve kısmen de olsa başardın... Ve yaşatmaya çalıştın. Bir
mektubunda diyorsun ya;
Laz'ım,
Lazcanın kafasını gözünü kıra kıra konuşuyorum işte.
Karadeniz türkülerini seviyorum, hem Türkçesini hem de Lazcasını söylüyorum...
Ar, cum, sum, oxho, xut, aşi, şkıt...
bunlar ne mi Lazca, bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi.
Parmak hesabı..."
Evet Melek, yediye kadar sayabilirim
dedin. gönül düşürmüştün yedinci katara, ötesi yok
dedin.
Yaşamındaki en büyük dönemeç üniversite
yıllarıydı... Ankara caddeleri, sokakları tanıdı seni... Umudun adını bulmakta
güçlük çekmedin... Atmaca gibiydin keskin gözüyle sekeleyen.
Forumdan foruma, anfiden anfiye,
mitingden eylemlere kadar sen de vardın artık tüm coşkunla...
"Biz de gençlikteniz. Gençlik gençliğe sahip
çıkar. Biz her ne kadar dağlara çıktıksa da damarlarımızda gençlik kanı
dolaşıyor, deli deli akıyor. Yani her zama her yerde gençliğiz..."
Ve ilk gözaltıyı, ilk
tutsaklığı yaşadın. Ulucanlar sana okul oldu... Büyüdü de büyüdü sevdan kocaman
yürek oldu. Ve tekrardan soluduğunda Ankara'nın kavga kokan sıcaklığını geri
durmak yoktu. İnsan düzenin bataklığına doğru koşar adım kulaç atarken, sen,
sana nerede ihtiyaç varsa orada koşmaya devam ettin. Doksanaltı
Ölüm Orucu sürecinde en çok koşturulanlardandın.
Ankara'ya sığamaz olmuştun... Ve gönlünde büyüttüğün
dağlara saldın kendini. Dersim'de doğan güneş Kaçkarlara
yol alıyor...
Evet. Güneşe uğurlayacağın yoldaşlarınla dağlardaki
patikaları adımlamaya başladın. Gün oldu ateşler yakarak etrafında halaya
durdunuz. Gün oldu toprağa düşenler için bastınız mavzerin tetiğine...
Bir can parçan, yoldaşın senin Dersim'e
adım atışını şöyle anlatıyor:
"... Rizeli Melek'le ben bu aşamaları hep
beraber yaşadık. Ankara gençlikteyiz. Umudumuz Karadeniz dorukları ancak bir
yol aldık az gittik, uz gittik, bir baktım Dersim'e getirilmuşum. Gelmişum artık
deyip kaldımda bir baktım ayını bulmadan bir yaz
vakti közlerin başında muhabetteyken bizim gız gelmiş. Tabi diyemedim, ee gız senin işin nedir haburada..."
Bilirim yarenin dağlar senin için bir tutkuydu...
Namluya mermiyi kin, öfke ile sürdün... Karadeniz'in dorukları hafif bir
tebessüm olarak kaldı... Yine de senin dilinden aktarayım.
"... Dersim'i
yukarıları gördük. Dağ havası başka oluyor. Sen ne dersin, eminim evet
dersin..."
Ve yeniden tutsak düştün '99 Şubat'ında... Malatya
Hapishanesi'nde özgür tutsaklığı yaşamaya başladın. Yabancı değildin mapusluğa... Yatarız diyordun. Yeter ki sol cevahirim
solmasın. Ve sürecin önemini iyi kavramıştın, daha fazla yük binecekti
omuzlarına ve bu süreci en iyi şekilde omuzladın. Ne de güzel anlatmıştın bu
sürecin özgünlüğünü...
Her
sürecin her zamanın güzellikleri ayrı ayrı hele şu
içinde bulunduğumuz günler. Birçok duyguyu bir arada yaşıyoruz. Öylesine yoğun
ve güzel başka ne diyebilirim ki... Birer ikişer derken yediye geldik dayandık,
dahası da yolda upuzun bir kervan yıldızlara doğru. Herkes yıldızına doğru
koşuyor, yıldızımıza... En son İbrahimimizin (Erler)
haberini aldık, hem de oralardan onurlandık, gururlandık. Daha fazla söze gerek
var mı?.."
Daha fazla söze gerek bırakmadınız ki. Ne
diyebiliriz ki. Acılar çektin, yapayalnız kaldın ama moralini bozmadın, coşkunu
yitirmedin... Karadenizli yanınla, "Burası kalabalık bolca in-cin top
oynuyor". Biliyorduk yalnızlığın fiziki idi. Yoksa hep bizimleydin,
seninleydik. Bu coşku ile yol alıyordun. Gün oldu mektupların yasaklandı,
ulaştırmadılar. Bizim mektupları da sana vermediler. Ailen en büyük engeldi
önünde, elinin tersiyle iterek anakuzusu olmadığını
gösterdin. Çok şeyler öğrettin bize Melek, çok şeyler... Bağlılığı,
vefayı, ölesiye sevdalanmayı.
Ve o gün gelip çattığında. 26 Eylül 2001...
Sevincinden çığlıklar atıp horon teptin ve yedinci ekipte tereddütsüzce yerini
aldın...
"... Şimdi benim zaten dünya işleriyle bir işim
kalmadı. Bilsen ne kadar mutluyum. Sonunda ben de bir bant kaptım. Yedinci
katardan koyuldum yola..." dedin ve sözünü tuttun.
... Hiç baktın mı geceleyin gökyüzüne yıldızların
arasında kaybolmak için. Ve hiç aradın mı türkü söyleyen sesin sahibini. Saçı,
kaşı, gözü nasıl diye... Bilmem voltada dalıp gittin
mi uzaklara tanıdık yüzler bulmak için. Gökyüzü olmasaydı deniz mavi rengini
alır mıydı? Toprak dereyi görmeseydi sararıp akar mıydı? Acı-onur-hüzün-gurur
iç içe geçmiş beynimizin kıvrımlarında dolanıp duruyor. Yüreğimiz göğüs
kafesine sığmıyor. Kendi ellerimizle gelin eyledik yarenlerimizi. Nasıl dile
gelip konuşalım, boğazımız düğümleniyor. Suskunluğumuz bile çok şey anlatıyor.
Ardı ardına gittiler kanat çırparak güneşin
ülkesine, sanki yarışırcasına... Ne denir ki yarenler ne denir ki. Kör olmuş
gözlere, duymayan kulaklara inat olsun diye değil. Sevdamız bezensin diyedir
yurdumuza... Ölesiye devam edeceğiz yolumuza. Ve dünyaya gözünü açan bebelere
adlarını vereceğiz. Umudumuzu büyütsünler diye.
Bu yürekler acıya nasırlaştı. Ama bu acılar güzel
günleri getirecek...
(Selami Kurnaz'a ait yukarıdaki anlatım, Ekmek ve Adalet Dergisinin
8 Eylül 20002 tarihli, 25. Sayısında yayınlanmıştır.)
***
Yoldaşları anlatıyor:
ÖZGÜRLÜK VE MELEK BİRSEN HOŞVER
"Hareket
Türkiye ve dünya genelinde çok önemli bir yer ifade ediyor. Emperyalizmin tüm
olanak ve saldırılarına rağmen insan iradesinin üstünlüğünü gösteriyor. Devrim
hedefiyle yola çıkmış, halkı bu savaşa katmak, bu savaşın bir parçası yapmak
büyük bir iddiadır. Hareket bu iddianın kendisidir. Ben için tüm çirkinliklere,
pisliklere, yoz kültüre karşı kendi benliğine, insanlığa kendi onuruna sahip çıkmayı
ifade ediyor. Geleceği paylaşımı ifade ediyor. Yeni insanı, sosyalist insanı
yaratan ve yaratacak olan çatıdır.
Hareket
benim için özgürlüktür."
Melek Birsen Hoşver,
Parti'mize duygu ve düşüncelerini böyle dile getiriyordu. Sıradışı
bir yaşamı vardı Melek'in inişli, çıkışlı, derslerle dolu bir yaşamı...
Arkadaş çevresi hep erkeklerden oluşurmuş. O da
zamanla erkek gibi giyinmeye başlamış. Bir deri çeketi
varmış. Yırtılmadık yeri kalmamış, kirden pastan giyilecek gibi değilmiş. Melek
bu deri ceketi çok severmiş. Annesi çöpe bile atsa gider çöpten çıkarır, yine
giyermiş. İnat mı inatmış...
Küçük, zararsız bir de çete kurmuşlar
mahallelerinde. Çocuklara yardım ederlermiş. İstanbul sokaklarında nasıl
dolaştıklarını, sinemaya sık sık gitmelerini,
paraları bittiği için yoldan geçen bir adamdan para istemelerini anlatırmış mapus'da yoldaşlarına, deli dolu geçen günlerini...
Şengül YILDIRAN... Bu isim Melek için
yeniden doğuşun anlamı belki de... Arkadaşlıkları Lise yıllarına dayanıyor,
Şengül devrimci iken Melek "zararsız çetenin" liderliğini yapıyor.
Şengül'ü çok seviyor ve değer veriyor Melek... Ona bir zarar gelmesini
istemiyor... Devrimcilikten vazgeçirmeye çalışıyor, ikna etmeye çalışıyor...
Ama Şengül 93 yılının nisanın son günü bir akşam vakti katledildiğinde
Melek'teki değişim başlıyor. Şengül hemen önünde duruyor, ona bakarken belki
yüzlerce defa intikam yemini ediyor... Şengül'ün yoldaşlarıyla beraber slogan
atıyor, marş söylüyor cenaze töreninde.
Ankara Gençlik içerisinde forumdan foruma, anfiden anfiye mitingden eylemlere
kadar her yerde Melek Birsen vardır. Gençlik coşkusunu, DEV-GENÇ'li
oluşunu her zaman hissediyor yüreğinde. "Biz
de gençlikteniz. Gençlik gençliğe sahip çıkar. Biz her ne kadar dağlara
çıktıksa da damarlarımızda gençlik kanı dolaşıyor, deli deli
akıyor. Yani her zaman her yerde gençliğiz" diye anlatır bir mektubunda.
Her zaman bu coşkuyla yaşar ve tutsak düşer Melek. Yıl 95'tir...
Tutsaklık Melek Birsen'de olumsuz bir dönemece yol
açmamış, aksine düşman gerçeğini, savaşın şehirde, kırda ve hapishanede de
sürdüğünü, örgütlü olmanın gücünü bilince çıkarmasını sağlamıştır. Ulucanlar
Hapishanesi'nde bu kısa süreli tutsaklığı, Melek Birsen'in devrimcilik
yaşamında sıçrama tahtası olur.
Bir yoldaşı bu süreci şöyle özetler; "Melek'in ilk dikkat çeken yanı
açıklığı ve samimi yaklaşımıydı. Gülnihal'le arasında
sessiz ama güçlü bir bağ vardı. Gülnihal onun attığı
her adımda yerinde duramıyordu. Melek ışıl ışıl
gözleriyle heyecanla öğreniyordu. Tahliye olurken "Gözünüz arkada kalmasın"
demişti. Dışarıdan ilk selamı gelince Gülnihal çok
sevinmişti."
Kısa tutsaklığı bittiği gün and
içerek özgürlüğe adımını atıyor. Evde bir süre bekledikten sonra -bu bekleme
sürecidir- tekrar Ankara Gençlik içerisinde yer alıyor. Ankara da onun için
farklıydı ama ille de İstanbul derdi. Sokaklarına, boğaza sahil kenarına
kalabalığına vurgundu İstanbul'un. İstabul diyince o
bol renkli gözleri daha bir güzel parlardı. TV'de İstanbul çıktığında kıvrılır
ranzasında sessizce izlerdi. Kim bilir o zaman yüreğinde hangi fırtınalar kopardı...
Ve dağlar... Dersim dağlarına adım atıyor...
Bir yoldaşı Melek'in Dersim'e
ayak basışını şu sözleriyle anlatıyor: "Rizeli
Melekle ben, bu aşamaları hep beraber yaşadık. Ankara gençlikteyiz. Umudumuz
Karadeniz dorukları ancak bir yol aldık, az gittik, uzgittik,
bir baktım Dersim'e getirilmuşum.
Gelmişum artık deyip kaldım da bir baktım ayını bulmadan
bir yaz vakti közlerin başında muhabbetteyken bizim gız
gelmiş. Tabii diyemedim, ee gız
senin işin nedir burada"
Karadeniz dağlarına sevdalı Melek, Dersim'e ayak basmıştır... "Dersim'e
sefer olur, zafer olmaz" sözü dağların heybetinden, şahanların
cesaretinden ileri gelir. Seyit Rıza'lardan bugüne silah tarakaları
susmamıştır Dersim dağlarında... Görkemli direnişlerin, büyük zaferlerin yaratılması
da büyük bedeller sonucu olur... İhanetin ve kahramanlığın içiçe
yaşandığı Dersim'de Karadenizli bir cepheli olarak
silahını kuşanır Melek... Halk kurtuluş savaşının büyüklüğü ve görkemi bir
yanıyla buradadır. Türk-Kürt-Arap-Laz-Çerkez milliyetinden yoldaşların omuz
omuza çarpışarak tüm dünyaya birlik, beraberlik, kardeşlik, yoldaşlık
duygularını savaşarak yaşatmasıdır... Asimile edilen, yok sayılan halkın
evlatları neleri neleri başarmıştır bu ülke
topraklarında.
"İlk
gece gözlüğünün üstüne oturarak kırıyor camlarını. Görmede sorun yaşıyor.
Bakınca gözlerine o bal renkli gözlerine hiçbir sorun yoktur dersin. Çünkü
pırıl pırıldı. Ama bozuktu gözleri ve gözlüğü olmayınca görmekte sorun
yaşıyordu. Dağlarda zorluklar yaşıyor, sorunlar yaşadığı süreçler oluyor. Ama hiçbirşey onu savaştan uzaklaştıracak kadar alıkoymuyor.
Hep böyle kalmasını her koşulda açıklıkla samimiyetle içindekilerini,
yaşadıklarını söylemeyi biliyor.»
18 aylık bir dağ sürecinden sonra tutsak düşüyor. O
gün içeri girdiğinde sıkıca sarılmıştık. Dağ kokusu henüz geçmemişti üzerinde.
Hızla kitap okumaya başlamıştı. İlk günleri aklıma geldiğinde hep ranzasında
oturup kitap okuyuşuyla düşlüyorum. Öyle çok kitap okuyordu ki hemen hemen okumadığı kitap yok gibiydi. Sinemada da öyle, öyle
çok sinemaya gitmişti ki bütün filmleri biliyordu. Öneriyordu bize bu iyidir,
izlenebilir falan diye. Bir de devrimden sonra yönetmenlik yapacaktı, hepimize
bir rol bulmuştu... Başına sürekli bir şapka takardı. Şu örgüden yapılmış
külahlardan, sakarlığına değinmemek hiç olmaz. Onun hoş, tatlı bir sakarlığı
vardı. Çoğu zaman kendine zarar verirdi... Birgün
sofrada ona takıldım, beni kucağına aldığı gibi taşımaya başladı. Havalandırma
kapısına getirdiğinde ikimizde gülmekten ölmüştük. Düştük yere, çok üzüldü beni
düşürdüğü için. Bakıyor koluma, yüzüme birşey olmuşmu diye. Gülmekten birşey de
diyemiyor kimse. Aradan iki gün sonra diz kapağında kocaman bir morluk olduğunu
gördüm. O düşmeden kalmıştı. Sorduğumda "Seni
düşürdüğüm için öyle korktum ki; bir şey olacak diye, bu yüzden kendi ağrım hiç
aklıma gelmedi" dedi.
Bazen havalandırmanın bir köşesinde oturur,
saatlerce kitap okurdu, ya da gazete. Ya da elinde bir dosya, bir elinde kalem,
kafasında şapkasıyla Dersim sürecini yazardı ranzasında. Havalandırmada halay
çektiğimizde hep en sona geçerdi. Son günlerinde şöyle demişti; "Zafer
halayında yerimi boş bırakın". 19 Aralık gecesinde onun sesiyle
uyanmıştık. Gelenleri nöbette olduğu için ilk o karşılamıştı. Daha sonra
hepimiz ayrı mekanlara konulduk.
Sonra mekanı değişti. Yine
yolculuğa çıkanların yanındaydı. İki de çorbacı çıkmıştı yanından. Ama onun
için hiç önemli değildi. Onları da yanlarından aldıktan sonra iki kişi
kalmışlardı. Gün boyu havalandırmada kalıyordu, serüvencileri söylerdi bazen.
Bazen de kendi yorumuyla arabesk söylerdi "bir
gardeşeeeşş, gardeşiii..."...
Ya da bir Türk filmi canlandırırdı: "N'ayır, Necla, n'olamaz, napamazsın munu mana...
Bir duvar ötemizde sürekli sohbet ediyorduk. Yer
değişikliği sırasında onlarla yanyana getirilmiştik.
Sıkıca sarılmıştık birbirimize hepimiz... Küçük küçük
çoraplar yapıyordu. Oysa Melek daha önceden bir işle 10 dk.
ilgilendi mi can sıkıntısı yapardı. Şimdi ise
saatlerce ranzasında oturur çorap örerdi. Bir yandan da haber bekliyordu.
Yüreği hoplaya hoplaya gelecek haberi bekliyordu. Sık
sık "acaba ben olacak mıyım?" diyordu.
Haber geldiğinde heyecandan elleri titremiş, kıpkırmızı olmuştu. Duramamıştı
yerinde o gün.
Başlayacağı gün 26 Eylül'dü. 26 Eylül Ulucanlar
demekti, Ankara demekti. Ve oranında onun için başka bir anlamı vardı. Hepimiz
o güne kadar bir şeyler hazırlamaya başladık. Hazırladıklarımız hep onun
sevdiği şeylerdi. Gizli gizli yapıyorduk. O gün
geldiğinde tören başladığında bir hamsi gibi kıpır kıpırdı.
O an başladığında gökyüzünde iki kuş süzülmüştü,
hemen üzerimizde, bize de göstermişti. O gün bir de dostlardan biri başlıyordu.
Bu nedenle anlamlı olmuştu onun için. Yine bizi güldürmüştü o an. Dostların
sunucusu "Birşey
diyor musun Melek?" deyince Melek gayet sert bir şekilde "Hayır...
Yok..." dedi sonra da bize dönerek "Benim galiba birşeyler demen gerekiyor
değil mi?" deyince "Evet" dedik. Dostlara iki cümle de olsa birşeyler söylemişti. Törenden sonra gözlerini bağlamış
yukarı çıkarmıştık. Yaptığımız hediyeleri görünce tek tek
hepsine bakmış ve teşekkür etmişti. Sonra onları kendi elleriyle asmıştı uygun
gördüğü yerlere. Sadece 20 gün kaldı yanımızda. 20 günün sonunda onu aldılar
bizden. Önce yakın biri yere koydular seslerimiz ulaşıyordu o zaman. O bize
marş söylemişti, biz de ona söylemiştik. O gün "Eşkiya
dünyaya hükümdar olmaz" türküsünü istemişti bizden. Kendisi de "Örse
çekiç vuruyoruz" parçasını söylemişti gür bir sesle. Fazla bırakmadılar
yanımızda alıp uzaklaştırdılar. Oradan da çok uzaklarda sesi bazen geliyordu.
En son gece "Fırtına olanlara rüzgar neylesin"
marşını söylemişti."
Yoldaşlarının yanında rahat, doğal bir yaşam, renkli
bir kişiliği vardı Melek Birsen'in... Asimile edilmeye çalışılan bir halkın
kızı olup, yıllarca İstanbul'da kalsa da kültürüne bağlı kalmaya çalışır. Bunu
bir parça da olsa başarır. "Laz'ım. Lazcanın kafasını gözünü kıra kıra konuşuyorum. İşte Karadeniz türkülerini seviyorum, hem
türkçesini, hem de Lazcasını söylüyorum... Ar, CUm, sum, oxho,
xut, aşi, şkıt... bunlar nemi Lazca, bir,
iki, üç, dört, beş, altı, yedi. parmak hesabı..."
Yediden yukarısı yoktur parmak hesabında... Yedi'ye
"gönül düşürmüştür" ötesi yoktur.
"Her
sürecin her zamanın güzellikleri ayrı ayrı hele şu
içinde bulunduğumuz günler. Birçok duyguyu bir arada yaşıyoruz. Öylesine yoğun
ve güzel başka ne diyebilirim ki.... Birer ikişer
derken yediye dayandık, dahası da yolda upuzun bir kervan, yıldızlara doğru.
Herkes yıldızına doğru koşuyor, yıldızımıza... En son İbrahim'imizin (Erler)
haberini aldık, hem de oralardan onurlandık, gururlandık. Daha fazla söze gerek
var mı?"
Yoktu... Kalmamıştı... Şehitler konuşuyordu...
Şehitler düşmanı korkutuyordu... Şehitliği engellemek için birçok yol ve
yönteme başvurmuştu. M. Birsen'e ise çok daha "özel" bir muamele
vardı ve M. Birsen tamamiyle, tecrit ortamı içinde
bulunuyor, yoldaşlarına ulaşması engelleniyor, mektupları imha ediliyordu...
Melek Birsen'in yazmış olduğu notlar "Tarihe belge" köşesinde
yayınlanmıştı... Bu notlarda Melek Birsen yaşadıklarını anlatmaktan öte, direnişin
gücünü, insan iradesini, istenildiğinde başarılamayacak hiçbir şeyin olmadığını
bir kez daha kanıtlamıştı... Bunu başarmıştı Melek... Hem de tek başına... Ama
tek başına da olsa bir örgüt olduğunun bilinciyle, yalnızlıkta, çokluğu
yaşayarak başarmıştı. Şimdi M. Birsen'in tecritten notlarına kulak verelim;
Tecritten
Notlar
İlk not; "2,5 ay... Kafes gibi bir
yerde..."
Uzun uzun
bir zaman sonra sizlere seslenebilmek ne kadar güzel ah bir bilseniz. Ama geçen bu üç ayda hiç
kendimi yalnız hissetmedim. Hep yanımdaydınız. Ne olursa olsun her zamanda
yanımda olacaksınız. Onlar sanıyorlar ki beni ayırarak örgütümden, partimden,
yoldaşlarımdan ayırabilecekler. Oysa ki ben her geçen gün
daha çok sarılıyorum, örgütüme, yoldaşlarıma. Hepinizi çok seviyorum. Ve tüm
sıcaklığımla, canlılığımla hepimize tek tek
sarılıyorum. Sımsıkı kucaklıyorum.
Biliyorum bu üç aylık zamanda neler olduğunu merak
ediyorsunuz. Aslında işin esas noktası şu, onlar saldırdıkça üstüme geldikçe
ben de onlara saldırdım. Fiziki değil tabii, buraya yeni yere gelen kadar
ziyaretçilerim çok oluyordu. Şimdilerde azaldı. Ben de bol bol
ajite çekiyorum. Gerçekten o hallerini görecektiniz. Bayağı komikti ve ne yazık
ki ben tek başıma o kadar gülemiyorum. Yemekler bile getirdiler kapıma. Bir
sürü tekliflerde bulundular. Çok komik oluyorlar. Sizler de oralarda
yaşıyorsunuzdur zaten. Evet 2,5 ay revirde kafes gibi
bir yerde kaldım, orası korkunçtu. Nefes dahi alamıyordum. Ama yanlış anlamayın
gayet iyiydim. Revirde ilk günler geceleri ölüp ölmediğime bakmak için kapıyı
açıp giriyorlardı. Bunun için epey arbede yaşadık. Gece yarısı sesim
çınlıyordu. Ortalıkta hatta şu Nedim... (başgardiyan) beni dövmeye bile kalktı.
Bayağı heyecanlıydı. Sonradan vazgeçtiler. Hemen her hafta Bakanlığa ve
savcılığa dilekçe ile başvurdum sonuç çıkmadı. Sonunda geçen hafta savcı
ifademi aldı. Fakat dedi ki «ben birşey yapamam yetkim değil, infaz hakimliğine
başvur», ben de onu tanımıyoruz dedim. Ayrıca Nedim (başgardiyan) hakkında
suç duyurusu için ifade verdim. İt iti işte... maksat
uğraştırmak. Şimdi kaldığım yer daha iyi, hava alabiliyorum. İyiyim
anlayacağınız. Sağlık durumumu merak ediyorsun biliyorum. Hemen sadede geleyim.
Gerçekten iyiyim. Şimdilerde sıvıyı biraz azaltmaya başladım. Eskisi gibi
almıyorum...
Notlar sürüyor:
"Ben zaten örgütüm" diyorum.
Tabii çok fazla sorun var. Mektuplarıma engel
olunuyor. Sadık abiye iki mektup yazdım. Hatta biri bomboş sekiz sayfa idi!
Müdür Naci Yıldız göndermedi. Bir de yalan konuşuyor iki
yüzlü bir adam. Ne mektuplarım veriliyor, ne de gönderiliyor. Ailemden
gelen faksları veriyorlar sadece. Onlar da çok komikler. Eve faks cihazı
almışlar. Sürekli faks çekiyorlar. Mektup için iki kez suç duyurusunda
bulundum. Devam edecem. Gazeteci-yazarlara da mektup
yazmayı düşünüyorum. Bakalım gönderecek mi pek sanmıyorum ama! Kitap
vermiyorlar yani bizim kitaplardan vermiyorlar. Beni tamamen kopartmak için
uğraşıyorlar. Ben de onlara "ben zaten örgütüm" diyorum. Hemen herşeyi kavga dövüş aldım diyebilirim. Hatta bir ara bende
de nasıl şans varsa kantin dilekçeleri bile kayboluyordu. Revirdeyken banyo
suyu sorundu. Su çıkmıyordu. Bidonla su taşıdılar. Yani tam
rezalet. Artık çamaşır yıkayamıyorum, pantolon kazak gibi ağır
çamaşırları. Yumuşak penye vb. yıkıyorum. Bazen çiğneyerek yıkıyorum. Kirlilerin
size gönderilmesini çok konuştum. Kesinlikle olmaz dedi 1. Müdür Naci Yıldız.
Bak burası çok komik. Ta İstanbul'a eve gönderecekler kirlileri. Açık görüşte
annemle öyle karar aldılar. Tam Laz işi. Bu arada
samimiyeti bayağı ilerletmiş. Annemle Lazca konuşuyorlardı. Kaçırılma meselesi
de şöyle olmuş. Başlangıçta ailemin haberi yok. Kendileri bizim buradaki
örgütlülüğümüzü ve gücümüzü kırmak için yapmışlar... Ailem de sonradan dilekçe
vermişler. Hem de bir sürü...
"İnsan sesi işte."
Onlar böyle saldırdıkça sizlere daha çok
sarılıyorum. Ailemden ise hayatıma bu kadar karıştıkları için çok
sinirleniyorum. Beni çok kızdırıyorlar. Dilekçeyi geri almak gibi bir niyetleri
yok haberiniz olsun... Yanımda iki türbanlı kız var. İyi kızlar, anlaşıyoruz.
Yalnız bizi çok merak ediyorlar. Ve öyle çok soru soruyorlar ki. Saygı
duyduklarını söylüyorlar. Hiç olmazsa konuşacağım birileri var. İnsan sesi
işte... Ben de el işleriyle uğraşıyorum. Kendime bir bere ördüm. Kocaman birşey. Şimdi de çorap örüyorum giymek için. Aslında
oyalanmak için yapıyorum. İp vb. aldım. Küçük çoraplardan epeyce ördüm. Size de
yapacağım ama kırmızı ipi bekliyorum. Hepinizi özellikle Fatma ve Feride'yi
merak ediyorum. Özlem'in iyi olmadığını söylüyorlar. Sürekli sizi soruyorum.
Sayımlarda çok yanınızda olmak istedim. Hep bizim küçük canavarla konuşurduk.
Gözümde tütüyorsunuz. Hepinizi o kadar özledim ki tam diyordum birleşecez diye gördün mü nasıl ayrılık oldu.
Muharrem'i gazeteden öğrendim,
biliyor musun. Birden
öyle kötü oldum ki kendiliğinden çıktı gözümden yaşlar. Ah Muharrem ah diyip
durdum. Sonunda kavuştu.
Biliyor musun bu adam bana zorla yemek yedirmekten
bahsetti. Şu yasa çıkınca. Kesinlikle 1. Müdür Naci Yıldız. ... Benim hiçbir
şeyden haberim olmuyor. Ne oluyor, ne bitiyor bilmiyorum. Artık bitiriyorum.
Umarım bu mektup elinize geçer... evet bu kadar. Hoşcakalın. Kendinize çok iyi bakın, ben iyiyim. Onlara da
hep böyle görünecem. Bu müdür (N.Yıldız) bana herşeyi yapar. Söyledi de zaten.
Her geçen gün daha da yakınlaşıyoruz. Ve BİZ
KAZANACAĞIZ.
"Direniş... Anahtar sözcük o."
Kaçırıldığımdan beri en çok tartıştığımız konu şu
geceleri gelip ölüp ölmediğime bakmaları yüzünden oldu. Gecenin bir yarısı bas bas bağırıyorum. Epeyce harp ettik bu
konuda, komik olanda ne biliyor musun. Bir gece en fazla rahatsız ettikleri
gece. Ciddi ciddi, saatte bir geliyorlar.
Kavga kıyamet o arbede de o zaman olmuştu. Baş gardiyan
üstüme yürümüştü. Tüm yaptıklarına karşın her seferinde kendimi öyle güçlü
hissediyorum ki. Öylesine refleksten karşı çıkıyorum. Sanki kendiliğinden
oluyor. Hemen tepki hazır. Ben de kendi kendime diyorum Melek sen eskiden böyle
değildin. Direniş anahtar sözcük o. Direniş insanı öyle güçlü kılıyor ki. Onlar
sonra herşeyi yapabilir. Öldürseler fiziki anlamda herşeyi yapabilir ama içindeki beynindeki yüreğindeki gücü alamıyorlar.
Bu da dev gibi yapıyor insanı. Hani perspektiflerde hep derdik yalnız kalabiliriz
vb. tek başına örgüt olmak... hepsini başına gelince anlıyorsun.
Herkesi yanımda hissediyorum. Hatalarım oldu tabi. Ama ne bileyim işte ben
direnişte çok güçlüyüm. Ne yaparlarsa yapsınlar.
... Yazabildiğim kadar çok yazmak istiyorum. Ne olur
ne olmaz. Yalnızken hiç yazmadım. Götürürlerse onların eline geçecekti. O
yüzden. Ama dedim ya hep sizlerle konuştum. Bazen öyle duygusallaşıyorum ki. O
zaman kendimi çok garip hissediyorum. Geçmişi, şehitlerimizi, Gökçe ise hiç
sorma, çok kötü oldum. Evet biliyorum beni çok
severdi. Ondan eskiler aklıma geldi. Bir hoş oldum işte. Ordu'da çatışma
diyince aklıma hemen Gökçe gelmişti...
"Ölmek o kadar kolay bir zanaat
değilmiş"
Son zamanlarda böyle unutmalar sıklaştı. Yalnız
kalmaktan kaynaklı da olabilir. Neyse. Cuma günü epeyce kalabalık geldiler. TTB
doktoru, Sağlık Bakanlığı'nın doktoru, buranın doktoru, müdürler, tabii 1.
Müdür. Muayene etmeye geldiler. Kabul etmedim. Sizin yanınıza gelmek istediğimi
söyledim. Yalnız başıma kalamadığımı, banyo yapamadığımı vs. söyledim. 1. Müdür
anlamış durumda yalnız kalamayacağım konusunda, ama sizin yanınıza vermek konusunda
hala aynı şeyleri söyledi.
... Kendimi de iyi hissediyorum. Zaten iyi olduğumu
söylüyorlar. Kafam vs. yerinde gezip dolaşıyorum. Hatta pek dinlenmiyorum bile.
Sizin yanınıza verme olasılıkları daha yüksek gibi. Neyse Allah belalarını
versin. Ne yaparlarsa yapsınlar. Zaten kaçırıldığımdan beri hergün
götürülme durumu ile yaşadım. Eşyalarım bile torbalarda hepsi derli toplu. Heran operasyon hazırlığı içinde geçti diyebilirim. Sonunda
geçenlerde ulan dedim ne yaparlarsa yapsınlar nedir bu? Yanlış anlama öyle.
Kendimi sıktığım falan da yok ama ne bileyim işte. Anladın değil mi ne demek
istediğimi. Aslında sizlere anlatmak istediklerim çok, fakat kafamı bir türlü toparlayamıyorum.
Hep sizinle konuşuyorum. Öyle içimden sesleniyorum. Hislerimi, duygularımı
döküyorum sizlere çok bunaldığım, sıkıldığım zamanlar oldu. Yeter dediğim
zamanlar, neden ölmüyorum diye düşündüğüm zamanlar. Ama ölmek o kadar kolay bir
zanaat değilmiş. Hatta sıvıyı yavaş yavaş azaltırsam
diye de aklımdan geçmedi değil. Ama oyk öyle olmuyor sıvıyı
azaltsam götürürler. Bu kez de diri olmaya çalıştım sürekli. Hem
zihin olarak, hem fiziksel olarak. Bazen öyle düşüncelerde öyle değişik
yerlere gidiyorum ki... Şehitleri öğrendiğim de bir değişik oluyor o zaman
aklımdan geçenler çok çeşitli sizinle paylaşmak istiyorum ama dedim ya kafamı
toparlayamıyorum. Herbiri bir tarafa dağılıyor.
Yazıyı bitiriyorum ondan sonra unuttuklarım aklıma geliyor. Çok gülüyorum bu
halime. Sizleri sürekli rüyamda gördüm, hem de hepinizi en son rüyamda gördüm.
...
Birsen Hoşver'in notları
böyleydi işte. Melek Birsen Ankara Numune Hastanesi'ne zorla müdahale amacıyla
götürülmeye çalışılınca tavır koyar, direnir. Kaçırıldığını kendi hücresine
yakın olan PKK'lılara duyurur ama onlar bir sonraki güne kadar bekler, haber
verirlerse, Cepheliler "eylem yaparlar" diye düşünürler(!) Ankara
Numune Hastanesi'ne götürüldüğünde 3 gün su ve şeker alımını keser Melek. Tavrı
örnektir, kahramancadır. Son anlarına kadar bilinci açıktı. Bir yoldaşı
mektubunda şöyle anlatıyor Melek birsen'in son
anlarını;
"Hastahanede son
anlarında bütün gün kusmuş. En son yanındaki refakatçi (ki o da bir şehidimizin
yakınıydı), üstünü değiştirip yatırmış, biraz rahatlamış. Akşam akbabalar fark
ediyor. Müdahale için almaya geldiklerinde Melek hedefe varmış. İstediği gibi
ayakta-bilinci açık ölümsüzleşti...»
Onlar ki
Buğdayın sarısında
Kavganın yarısından dönmediler
Onlar ki yurdumuza
Çam kokulu omuzlarıyla
güneşi serdiler
Yola çık acılara dalma
Alnını dağ serinliğine yasla
Unutma,
Bütün sokaklar kent meydanlarına çıkar
Bütün ırmaklar denize akar
Ve makinalar, tarlalar,
insanlar
Onlar
Hep senden yana
Onları unutma, utandırma...