Berrin
BIÇKILAR'ı Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:
Uşak Hapishanesi'nden bir yoldaşı
anlatıyor:
ÖĞRENDİ, ÖĞRETİYOR
Genç bir kız tanıdık. 17’sinde hapishaneye girdi. 22’sinde
bu ülkenin bir hapishanesinde öldü. Genç bir kız tanıdık. Duvarlar yıkılıp
hapishaneler harabeye döndüğünde, her yer yangın yerine dönüp, yakıldığında
işte o genç arkadaşımız kendini feda etmekte hiç çekinmedi. “Ben yanmasam, sen
yanmasan, biz yanmasak / Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” dedi.
Bu saldırı dursun! Başka hiçkimseye
birşey olmasın! dedi. Bu
saldırıyı durdurmak için kolunu, kanadını gerdi yoldaşlarına. Bizim küçük
arkadaşımız çoktan büyümüştü. Alev alev yanarken bir “ah”
dökülmedi ağzından. “Sizi çok seviyorum” dedi. Bize diyecek birşey
bırakmadı. Biz, bu genç yoldaşımızın adanmışlığı önünde saygıyla eğildik. Biz
genç bir arkadaş-dost tanıdık. Adı Berrin’di. 22 yaşındaydı öldüğünde. Kendini
halkı ve yoldaşları için feda etti. Biz onu coşkusu kararlılığı, neşesi ve
gülen yüzüyle hatırlıyoruz. Bir de genç bedenini önümüze set yapmasıyla
hatırlıyoruz hep.
Daha 17’sindeydi, koğuşumuza geldiğinde. 17’sindeydi
ama en ağır işkencelerden geçerek geldi aramıza. Kolunda derin bir kesik izi,
saçı başı yolunmuş bir haldeydi. 15 gün işkenceye bana mısın dememişti.
Direngen ve coşkuluydu. Temizlendi, paklandı, pırıl pırıl
ela gözleriyle karşımızdaydı. Biz onu sardık, o da bize sarıldı. Canlılığı,
coşkusu ve neşesiyle artık yaşamımızın bir parçasıydı. Koğuş yaşamımızda artık
bir Berrin coşkusu ve Berrin kahkahası vardı. Sadece bu kadar mıydı Berrin? Değildi
elbet ama Berrin nasıldı diye sorulduğunda ilk olarak bunlar sıralanır.
Sonra... Berrin gençti ve herşeye açıktı. Azimli ve
inatçıydı. Geldiğinde bilmediği şeyler vardı, öğrendi. Öğrenmek için çaba
harcadı. Halkoyunlarını da, yemek yapmayı da çok iyi öğrendi. Kendini, eğitmeyi
bildi. İnsanları anlamaya çalıştı. Konuştu, sohbet etti, sorunlarımızı çözmeye
çalıştı. Eleştirdi. Karşısındakine nasıl yardımcı olacağını öğrendi. Genç
yoldaşımız gelişti ve böyle olgunlaştı. Sohbetlerin, konuşmaların vazgeçilmez
kişisiydi artık. Yani öğrenebileceği herşeyi
öğrenmeye çalıştı. Okuyup araştırdı, yazdı çizdi. İyi yazmayı da, okuyup
öğrenmeyi de, araştırmayı da öğrendi, yaptı... Neden, niçin diye sordu, anlamaya
çalıştı, araştırdı. Öğrendiğini yaşamında gösterdi. En iyi bildiği şey ise
onurlu ve namuslu yaşamaktı. Öyle de yaptı. Bu düzenin içinde yozlaşıp, pislik
içinde kalmak istemedi. Seçimini özgürlükten, onurdan, namustan ve gerçek sevgiden
yaptı. Böyle bir yaşam için ölümü göze alacak kadar sevdi. İnandı, istedi...
Halkını ve vatanını sevdi. Bağımlılığın ne olduğunu
öğrendi. Emperyalizmi tanıdı. Eskiden markalı kotlar giyerdi, Amerikan kotunu,
tişörtünü tercih ederdi belki. Ama emperyalizmin ne demek olduğunu öğrendiğinde
“ilk kurtulduğum Amerikan kotu ve markalı giysiler oldu” demişti bize.
Sonrasında halkımızın ve bu güzelim vatanın baskıdan, sömürüden kurtulması için
emperyalizm belasından kurtulmak gerektiğini öğrendi. Emperyalizmin açlık
yoksulluk, işsizlik getirdiğini öğrendi, sömürü ve onursuzluk olduğunu öğrendi.
Emperyalizme karşı mücadele etmek gerektiğini öğrendi. Ve öğrendiğini de
pratiğe geçirdi. Genç yüreğine vatan ve halk sevgisini sığdırdı. Halkımıza acı
çektirenlerden zulmedenlerden nefret etti. Bunlar son bulsun diye seçimini
onurdan, namustan, bağımsızlıktan yaptı. Bağımsız bir Türkiye istedi onun için
mücadele etti. Gerçek vatanseverlerin yanına geçti. Berrin gençti. Öğrendi,
gelişti ilerledi. Canını vermekten çekinmedi. Önümüze geçti. Şimdi o öğretiyor.
Öğrendik ve öğrenmeye devam edeceğiz.
18 Nisan 2001
***
Berrin'e Şiir:
Eğer birgün ararsan
hani nerede umut, nerede güneş diye
Berrin’in yüzüne bakacaksın
ve gözlerinin gülüşüne...
(Gökhan Özocak, 2001 Ölüm
Orucu şehidi)
***
Bir yoldaşı anlatıyor: BAHAR GÜLÜŞLÜ KIZ
Yokluğun capcanlı yüreğimde
Yokluğun saçlarındaki yalımlar gibi
Sımsıcak...
Kapanmaz gülüm bu yara
her andıkça kanar bir yerinden
isyan ettirir,
gülen gözlerine bakan her yüreği...
Bana seni anlat diyorlar. Her gece yüreğim O’nu
anlat diyor... Bir bilsen seni anlatmak nasıl zor. Çünkü
sen hep bizimlesin bahar gülüşlüm. Yağmur altında saatler süren voltalarımızla, sıcak sohbetlerimizle, duvarları titreten
gür sesinle bizimlesin...
Seni düşündükçe; yüzünden hiç eksik olmayan o
gülüşünle bir yerlerden çıkıp gelecekmişsin gibi, yüreğim tetikte bekliyorum.
Oysa sen gittin... Ama bahar gülüşlüm hep bizimlesin, öyle coşkulu, öyle sıcak,
yazdığınız destanla bizimlesin, bizimlesiniz... sık sık seninle o güzel sohbetlerimize dalıyorum.
95’in
Nisan’ında tutuklandığını TV’den öğrenmiştik. Bir bahar günüydü ve sen daha
ömrünün baharında yıllar süren tutsaklığı yaşayacaktın. Liseliydin. Gençliğin
coşkusuyla ve hep gülmenle aklımda kalmıştın. Çok fazla sohbet etme fırsatımız
hiç olmadı. Ama liseli çocukların içinde bir senin yaşına göre olgun olduğunu
ilk anda anlamıştım.
İşte o bahar günü heyecanla gelmenizi bekledim.
Sonunda bekleyiş bitti ve geldin. Tanıyamadım seni ilk bakışta. “Nerede” diye aranırken
seni gösterdiler. Şaşkınlıktan birşey diyemedim.
Kucaklaştık. Yüzünde yine aynı gülüş. Gözlüklerin yoktu bu kez. Sarı, düz
saçların gitmiş, kıvırcık-kumral saçlı olmuştun. Bir de öylesine zayıflamıştın
ki, asıl şaşkınlığım bunaydı. Ama gözlerin pırıl pırıl
bakıyordun bize. Sonradan öğrenecektim işkencelerden geldiğini. Sonradan her
bahar anlatacaktın şubede, hücreden hücreye SABO’larımızı
nasıl andığınızı.
“...suyu
şekeri de kestim. Ama karşılığında ne isteyecektim bilmiyordum. Beni ayrı yere
koymuşlardı. Ben de diğer bayan arkadaşların yanına geçinceye kadar böyle devam
edeceğim dedim. Sonra .....’yi
getirdiler. Ama sırf şeker su alayım diye. Alınca yine götürdüler...”
Bunu anlatırken katıla katıla
güler, “çocukluk, deneyimsizlik işte...” derdin. Ama her anlatışında ben
iddianı, kararlılığını görürdüm. Düşmana kinini görürdüm. Sen Uğur’un
öğrencisiydin. O’nun gibi
kin besleyen, halkın adaletini yerine getiren silahına düşkündün.
İçinde kapanmayan bir yaraydı o silahı kullanamamak...
Tutsaklık bir gün sonra erip çıktığında yarım kalmış
işlerini tamamlamak için hep en önde koştun. Önündeki engelleri bir bir kaldırıyor, tutsaklığı neredeyse on yıllara
varanlarımızı solluyor, ilerliyordun. Hiçbir zaman
kendini çocuk gibi görmedin. Sorumlulukların arttıkça sen de hızla olgunlaştın
ki zaten öyleydin. Ama o çocuklara has muzipliğinle yaptığımız gafları espirilere döküp ortalığı kahkahalara boğmadan da geri
kalmazdın. En zor anlarda bile gülüşün hiç eksik olmadı. Coşkuluydun.
Halk oyunlarının vazgeçilmez elemanıydın aynı
zamanda. Hepimiz aynı oyunları öğrenirdik. Ama bizim grup içinde en hızlı
öğrenen sen olurdun. Oldukça kiloluydun. Ama Karadeniz’in o hızlı hareketlerini
bile bazen nefesin kesilse de rahat yapardın.
Duygusal yanını çok fazla göstermezdin. Ancak
anlattığın olaylarda aslında ne kadar ince ve duygulu olduğunu anlardım.
Ailenin ekonomik durumundan, yetiştiğin çevreden
dolayı “iyi devrimci olmuş bu kız” diye düşünürdüm. Küçükken annenle Konak Meydanından
geçerken midye satan bir çocuktan midye aldığınızı, hemen ardından da
zabıtaların çocuğun arabasını devirdiğini, ağlayan o çocukla nasıl ağladığını
aradan yıllar geçmesine rağmen etkilenerek anlatırdın. Yine o güzel sohbetlerimizin
birinde de, evlerinde kaldığın halkımızın vefasını, sevgisini, yoksulluklarına
rağmen çocuğundan esirgeyip nasıl herşeyi önünüze
koyduğunu sevgiyle, gözlerin ışıl ışıl anlatmıştın.
Sonra onlardan birinden bir selam alsan havalara uçardın. Öylesine güzel bir
bağ kurmuştun ki halkımızla, yıllar da geçse unutmamışlardı seni. Tüm bunları
anlatırken, söylediğin her cümlede halkımıza olan sevgin somuta dökülürdü. İşte
sen böyle anlattıkça neden, nasıl devrimci olduğunu, içinde saklı o
duygusallığı anlamıştım.
26 Eylül Ulucanlar katliamından önce aylar boyu
kapalı kaldığımız zaman 21 Eylül şehitlerimizin anmasını hatırlıyor musun? Hiç
unutmadık ki o günleri zaten değil mi? İşte o anmada Uğur’la ilgili şiir
okurken gözlerin dolu dolu olmuş, gözyaşların damla damla akmıştı yanaklarından. Bazılarımızın sulu gözlülüğüne
alışıktık da, sana şaşırmıştım. Çünkü onca yıl boyunca ikinci kezdi ağladığını
gördüğüm. Ama biliyordum ki, o gözyaşları bağlılığının, sevginin gözyaşlarıydı...
İşte böyle nadir zamanlarda dışa vururdun içinde
kopan fırtınaları. Ve içindeki fırtınalar hiç dinmedi, seni hep ilerilere taşıdı.
Çalışmalarımızda, tartışmalarımızda en canlı olanlarımızdandın. Bilmediğin
yerde susar, bildiklerinde de sonuna kadar tartışmayı götürürdün. Bunu yaparken
karşısındakini dinler, dinletmesini de bilirdin. Bir de her zaman herkesin bakış
açısını-düşüncesini almaya çalışırdın. Eğitimcimizdin. Eğitimde değişik yöntemler
bulmaya çalıştığımız zamanlar ben, sen, ..... faşizm çalışmasına başlamıştık. Çok zevkli, unutamadığım bir
çalışma olmuştu. Kuşkusuz bunda en büyük çaba senindi. Sorular çıkarttırırdın
bize. Sorular sorup kendimize, bunlara cevaplar verdiğimizde daha iyi kavrayacağımızı
söylerdin. Bazen de sen sorar bir tür sınavdan geçirirdin. Kimi zamanda çalışmamıza
voltalarda devam edirdik,
sohbetlerle, güncel olaylara bağlayarak konuyu derinleştirirdin. Tüm bu çalışma
boyunca faşizme duyduğun kini, Dimitrov’a duyduğun
hayranlığı görürdüm. Dimitrov’la ilgili bulduğun her
kitabı-yazıyı okumaya çalışır, “Ne güzel,
sanki bizi anlatıyor” diye paylaşırdın...
Buca’da olduğumuz zaman içinde
senden çok şey öğrendim. Sen de öğrendin, öğrettikçe de önümüzü açmaya
çalıştın.
Sonra Uşak...
Bir de neyi hiç unutmuyorum biliyor musun bahar
gülüşlüm. Hani Ö.O. Ekipleri açıklanmadan
önce Ö.O. üzerine yaptığımız bir sohbet vardı. “96’da
fırsatı kaçırdık diye düşünüyordun. Ama ailemiz çok büyük, bize bir fırsat daha
verdi....” demiştin. Sonraki konuşmalarımızda da “... Mutlaka olmalıyım, olmama düşüncesi
bile bana korkunç geliyor.” demiştin ya. Ama öyle bir söylemiştin ki bunu,
halkımız için, vatanımız için ölme kararlılığının altını çiziyordun... Bant
takma töreninde de “...Bu halk için bin
defa ölünür...” deyip tekrarlamıştın kararlılığını, sevgini. Artık dünyanın
en mutlu insanıydın. Kahkahaların daha bir artmıştı. 50’li günlerde merdivenleri
koşarak indiğini her gördüğümde “Böyle koşma artık” dediğimde cevabın yine
gülerek yoluna devam etmek olurdu, çok mutluydun. Ve bunu etrafa saçıyordun.
Bir de, bir de önderimizin mesajını duyduğun vakit havalara uçmuştun. “... 96’da
direnişçilerimizden bazıları önderimizin mesajını algılamayacak durumdaydı. Biz
çok şanslıyız... Önderimizi düşünüyordun hep. Mutlaka bizimle...” diyordun.
Ve o zemheri anındaki operasyon... En son seni
gördüğümde “yanamadık, beceremedik” diyor, için içini yiyordu. O zaman mutlaka
bu işi sonlandıracağını düşünmüştüm. Ki öyle de oldu. Demir kapıların ardında “Yaşasın
Önderimiz Dursun Karataş...” sloganlarını duyunca anladık ki bahar gülüşlü
kızımız, yoldaşımız bu görevi de huzurla yerine getiriyor. Öylesine dolu dolu yaşamıştın ki o kısacık ömrünü. Gidişin de öyle oldu.
Şimdi kim sana “böyle erken gidilir mi” diyebilir ki? Sevdin, inandın, bağlandın.
Yaşamında bunları öğretmeye çalıştın. Gidişinle de öğrettin...
Muradına ermiş bir gelinin tutkusuyla
Kanatlanarak uçtun bozkır topraklarından
Bozkır, senden daha mutlu bir gelin görmedi
Alevler içinde gülümseyen
Bir çift deniz rengi gözleriyle
senin gibi ömrünün baharında
Ardına bakmadan koşarak
Alevlerle kucaklaşanı görmedi daha. İlktin bozkırda
Bozkırın kara kışını
bahar eyleyen ilk
ilk cemresin
Hep öyle kalacaksın
İnsanlar bozkır ortasında
deniz ve Yasemin kokusunu
birlikte duyacak hep...