Berkan ABATAY'ı Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

 

Yoldaşları, Berkanı, Berkanın Ağzından Anlattılar

 

ASLANLAR GİBİ DİRENDİ

ASLANLAR GİBİ ÇIKACAK BU KAPIDAN...

 

Adım Berkan ABAYAY

1975 yılında doğdum.

Kürt-Alevi bir ailenin ikinci çocuğuyum.

Ben öldüm.

10 Aralık 2002 tarihinde, Şişli Etfal Hastanesi'nde verdim son soluklarımı. Ölüm orucundaydım o zaman. Tam 589 gün olmuştu direnişe başlayalı.

Bu satırları yazarken, ben toprakta, çiçekte ve sudayım artık: denizde, rüzgarda; pankartta, afişte, bildiride ve mermideyim. Bir buçuk yıldır böyle bu.

Şu an kalemi tutan ben değilim. Sözlerimi bir yoldaşım kaleme alıyor. Doğrusu şu ya; elime kağıt kalem almayı pek sevmem öyle. Hem henüz yaşıyorken böyle bir anlatıyı yapmak ne kadar doğru olurdu, bu tartışılır. O zaman yazılsaydı kanıtlanmaya muhtaç sözler olarak dökülürdü satırlara. Şimdi ise daha başından her sayfanın altına canımla imza attığımı biliyorsunuz.

Ailem aslen Erzurum- Aşkale'lidir. Ben pek bilmem oraları. İstanbul'da büyüdüm ben.

Hürriyet Mahallesi'ni bilir misiniz? Şişli'den Çağlayan'a doğru yürüyüşe geçin, E-5 karayolunun altından geçmeden bizim otobüs durağını görürsünüz. Hürriyet Tepesi yazar üstünde. Yürümeye devam edin. E-5'in altından geçip biraz yürüdükten sonra sol tarafta Mecidiyeköy yönüne doğru bir cadde uzar gider. Burası Dr. Cemil Bengü Caddesi'dir. Benim çocukluğum burada geçti. İşte Burak Apt. No: 124 bizim evimiz. Anam, babam ve altı çocuk bu evde yaşardık.

Bizim gibi yoksul insanların ne çocukluğu çocuk gibi yaşanır, ne de gençliği genç gibi. Biraz benzerliği varsa, o da çocukken dünyayı çok farklı algıladığımız, herşey bir oyun, bir eğlence geldiği için; genç yaşlara geldiğimizde ise kanımız kaynadığındandır. Yoksa çok yaşanır hayat değildir bizimkisi. Yoksulluk çiledir en yalın haliyle. Beladır, rezilliktir.

Kapkara bir bebektim dünyaya geldiğimde. Ak bezlerle sarıp sarmaladılar beni. O zamanlar benim büyüdüğüm şehrin sokakları kararlı adımların coşkusuyla sarsılıyormuş.

Her tarafımı sıkan o kundaktan kurtulduğumda şehirde benimle birlikte, kendini boğan boyunduruktan kurtulmaya başlamış. Onbinlerce kişi sokakta, gür sesleriyle haykırıyordu umudu. Üzerlerindeki işçi tulumları biraz anamın bana giydirdiği zıbına benziyordu sanki. İstanbul ve ben birlikte büyüyorduk belki. Ben farkında değildim o zamanlar.

Eskiden bizim memlekette toprak bağlarlarmış bebeklerin altına. Benim küçüklüğümde üçgen biçimli naylon ve beyaz bezler vardı. Anamın emekçi ellerinde paklanırdı herşey. Öyle yumuşaktı ki elleri. Anamı daha o zamandan çok sevdim ben. Hele gözlerini... Daha çok sevdim.

Ben paytak paytak yürümeye, sonra koşmaya başladığımda adalet dağıtan namlular daha çok işlemeye başladı. Bir yandan adalet dağıtıyordu namlular, bir yandan da hain ellerin tuttuğu silahlar ölüm saçıyordu, güzel insanlarına bu ülkenin. Böyle bir vuruşmaydı yaşanan. Ve her geçen gün hain eller, hain gözler seyreliyor, siniyordu biraz daha.

Beş generalin masayı yumrukladığı vakit ben beş yaşındaydım. Beş yaşındayken bilemezdim elbet o beş generalin başı ile münasebetimizin çok daha yakınlaşacağını.

Çocukluğumu anlatmak, yoksulluğu anlatmaktır benim için. Anam-babam ne kadar titrese de üstüme, ne kadar en iyisine-en güzeline layık görseler de elde yok avuçta yok. Neylesinler... Ne öyle cicili-bicili elbiselerim oldu, ne de elbebek gülbebek büyütüldüm. Yoksulluk sertleştirir insanı. Hem hayata hem de insana karşı. Hayat hep zordur yoksul olan için. Başını sürekli dik tutabilmek için inatla direnmen gerekir. Seni her yandan kıskaca almaya çalışan yoksunluklara karşı.

 

Üzerimdeki elbiseler lime lime dökülürdü. Ben elbiselerin derdinde değildim gerçi. Elime bir horoz şekeri tutturdular mıydı dünyalar benim olurdu. Yalnız, fiyakalı çocukları öyle cicili-bicili gezerken gördüğümde isyan ederdim yoksulluğumuza. Hayat bize neden küsmüştü? Ne yaptık biz ona, neden hep güzel elbiseleri yüksek binalarda oturanlar giyiyordu? İçten içe kızıyordum böyle zamanlarda.

İlkokula gittiğimde karşılaştığım manzara da bundan farklı değildi. "Yerli malı yurdun malı, herkes onu kullanmalı" diye yazan kağıtları asıyorduk. "Yerli Malı Haftası"nda. Benim çıkınımda anamın el emeği hamur işleri oluyordu genelde. Zengin çocuklarının sepetinde ise vaşington portakal-napolyan kiraz- çikita muz. Buydu işte farkımız. Ve hepimiz farkındaydık farklılığımızın.

Ortaokula, liseye ve dahi üniversiteye de gidebilmeyi çok isterdim. Bu kapılar kapandığında ben 11 yaşındaydım daha. Yok oğlu yok bir hayatın içinde nasıl okuyacaktım ki? Biz ekmeğin-çorbanın derdine düşmüşüz. Onu da bulduk bulduk. Bulamadık aç başımızı yastığa koyardık. Anam şerbet yapar içirirdi böyle vakitler.

Tahsilli olmayışımın nedeni budur.

Ortaokula, liseye ve dahi üniversiteye gidememiş de olsak, biz ilkokuldan mezun (ya da terk) çocuklar, sokakta simit, mendil satmaya, ayakkabı boyacılığı yapmaya başladığımızda "Hayat Akademisi"nin derslerini alırız birer birer. Sokaklar öğretmenimiz olur. Kim zengin, niye zengin, nasıl zengin olmuş yaşayarak öğreniriz. İlk öğrendiğimiz şeylerden biri de çalışarak zengin olunamayacağıdır nedense.

İlkokulu bitirdiğimde çalışmaya başladım. Ne işler yaptım sayısını ben bile hatırlamıyorum. Şöyle enine boyuna düşünüp saysam 15-20 değişik iş yapmışımdır, belki daha fazla. Çok ayrıntısına girmeye gerek yok bunların, çıkın sokağa; mendil satan, sırtında boya sandığı, ceketinizi çekiştire çekiştire sakız uzatan, simitçi limonatacı yüzlerce çocuk görürsünüz. Çocuk yaşlarında gözlerine ve alınlarına derin çizgiler oymuştur hayat. Ben de onlardan biriydim.

İlk gençliğe adım atarken yolları da öğrendim, yolların nereye çıktığını da.

Bizim Hürriyet Tepesi'nden aşağı saldın mı kendini önce Şişli çıkar karşına. Fulya'dan aşağı uzanırsan Namlı Beşiktaş karşılar seni. Yok, Osmanbey'den devam edersen; Nişantaşı, Harbiye derken koca bir meydan, meydandan daha kocaman -sana dik dik bakan- binalar görürsün. Burası Taksim'dir.

Beşiktaş'ı hep daha çok sevdim. Kara Kartalımızın kanat vurduğu, kaç rakibi İnönü'nün çimlerine gömdüğümüz yer ne de olsa. Bendeki yerinin farklı oluşu biraz da ondandır.

Beşiktaş, İstanbul Boğazı'na hani neredeyse bir uçtan bir uca hakim bir noktada, deniz kıyısına kurulu bir semttir. Tarihi oldukça eskidir ya, ben pek bilmem geçmişini. Osmanlıyı biraz bilirim de öncesini bilmem. Sarayları Dolmabahçesi, Yıldızı, Çırağanı... var oğlu var. Sarayın- saltanatın hüküm sürdüğü bir yermiş vaktiyle. Şimdi... Şimdi de yaldızlı suratıyla eski günleri andırır ama kanmayın. Ben buraları iç organlarına kadar tanırım. Sokak sokak arşınladım senelerce.

Beşiktaş'tan Yıldız'a doğru Barbaros Bulvar'ından çıkayım dersen pek birşey göremezsin. Bol bol araba, egzos dumanı, oteller- plazalar... ama bir iki sokak sağdan çıkarsan aynı yolu, işte iç organları yavaş yavaş tanımaya başlıyorsun demektir. Bak burada hala açık olan eski kiliselerden biri vardır. Nedense hep lanetli bir sessizlik hüküm sürer çevresinde. Kasvetli bir havası, duruşu vardır. Bilmem neden bu kadar soyutlanmış durur yoksul evlerinin arasında. Cemaati var mıdır, kim gider-kim gelir? Girdim ben bunun içine. İçi de dışı gibi kasvetliydi. Ha, bak kiliseyi kötülüyorum sanılmasın, cami de en fazla bu kilise kadar yakındır bana.

İç organlardan bahsediyordum, gelin sizi Beşiktaş'ın kalbine götüreyim. İskeleye sırtınızı dayayın. Tam karşınızda otobüs durağı ve köprülü kavşak durur. Arkasından sabit pazarın tabelası görünür bu kavşağın, sol kolda Deniz müzesi vardır. Yürüyün o tarafa doğru. Deniz Müzesi'nin bahçesinde Fatih zamanından kalma toplar vardır. Ağır, dökme demirden. Gücüm yetse o zaman ki aklımla bunları kaldırır hurdacıya satardım. Deniz Müzesi'yle Beşiktaş'ın kalbi arasında genişçe bir yol vardır sadece. Biraz yürüyüp üst geçitten de geçebilirsiniz elbette ama bence deliliğiniz tutsun ve dimdik dalın Beşiktaş'ın kalbine. Atlar geçersiniz bir solukta. İşte Beşiktaş'ın kalbi ÇARŞI (büyük harflerle yazıyorum ki şanına yaraşır olsun).

Beşiktaş dediğiniz zaman ilk akla gelen Çarşı olmalı ve Çarşı deyince de bizim deli çocuklar fırlamalı sahneye. Sokakları bir gecede siyah-beyazla donatan, bir gecede tüm duvarları kırmızılarla yazılayan... Biz Çarşı'nın çocuklarıyız. Ve ben bunun için hala Beşiktaş'lıyım. Gerçi futbolun içinde dönen dolapları öğrendikten sonra taraftarlığım da, futbola bakışım da değişti ama içime işlemiş. Öyle kolaycasına söküp atamam.

Beşiktaş'lılığımla en çok derneğimizdeki odaya Mahir Çayan'ın resmini astığımızda gurur duymuştum. Futbol taraftarlarının derneğinde devrimci önderin resmi. Biraz tezat gibi geliyor başta ama biz ne Beşiktaş'lılığımıza halel getirdik ne de devrimciliğimize. Hem niye tezat olsun, bu sokakları faşist köpeklerden kurtaran, her köşe başında güvenlik nöbeti tutanlar Mahir'in yoldaşları değil miydi? İşte en çok o zamanlar gurur duymuştum. Bir de ben Ölüm Orucundaydım. Başlayalı bir sene falan olmuştu herhalde. Bir futbol karşılaşmasında bizim Çarşılıların, Filistin Bayrağını temsilen 1500 bayrağı tirübünlerde dalgalandırdıklarını duydum. O kadar mutlu oldum ki. Yeniden o tirübünlerde hissettim kendimi. Hem bu kez hakeme-rakibe küfür ederken değil, sloganlarla stadyumu inletirken.

Hayatımı, özellikle gençlik dönemlerimi (20 yaşına kadar) anlatabilmek için Beşiktaş'ı daha çok anlatmak gerekirdi belki. Kokoreççileri mesela. Ya da tezgahta midye satanları, stadyum önünde kaşkol- bayrak sallayanları... bunları ben anlatmayayım artık. Gider görürsünüz. Hepsi yerlerinde duruyordur. Zaten onlarsız Beşiktaş, çok da Beşiktaş olmaz.

Yoksulluk çok şeyle tanıştırıyor insanı. Bir de böyle Beşiktaş gibi, mafyacıların cirit attığı yerde gençliğimin geçtiğini düşünürseniz, bunlara kapılmamın biraz da doğal bir sonuç olduğunu takdir edersiniz. 2,5 sene kadar bir şerefsizin korumalığını yaptım ben.

İki yol vardı aslında ama ben öteki yolu değil sadece birini görebiliyordum. Böylece taktım belime silahı. En büyük hayalimizin deyim yerindeyse "Soğanın cücüğünü yemek" olduğu bir dünyadan, cepte bol para, kızlar, içki, belde silah, neon ışıklı bir dünyaya sıçramıştım. Başımın dönmediğini söylesem yalan olur. Bu sarhoşluk hali 2,5 yıl kadar sürdü.

Yalnız tercihlerimi meşrulaştırmak değil amacım. Şimdi söyleyeceklerim yanlış anlaşılmasın. Ben bu hesaplaşmayı yapalı çok oluyor. Seçtiğim yol, nasıl yaşadığım ve öldüğüm anlatır zaten bunu.

Bakın, bir tarafta yüksek binalar ve o yüksek binaların balkonundan ellerinde kadehlerle bizi izleyen burnu büyükler vardı, bir tarafta çamurun-tozun-toprağın içinde debelenen bizler. O çamurdan, yaldızlı dünyaya sıçradığımda öyle döndü ki başım, onca zaman "ben ne yapıyorum" diye sormadım bile kendime. O anki düşüncemle ya çamurda debelenmeye devam edecektim ya da yüksek binaların orada bir şekilde yer alacaktım kendim için.

Çok çirkefine bulaşmadım o dünyanın. Ama sarhoşluktan kurtulduğumda, o bataklığın içine kim düşerse yutacağını gördüm. Yirmili yaşlarıma daha yeni giriyordum. Bir yanıyla o yaşın özelliklerini taşıyordum ama bir yanıyla da yaşlanmış hissediyordum kendimi. O yaşam tarzından yoruldum sanırım. Artık hiçbir şeyin anlamı kalmamıştı benim için. Amaç yok, hedef yok, dostluk yok, paylaşım yok... yani var da hep çıkar üstüne kurulu. Korumalığını yaptığım pislik mesela. Onun için silah kullanmaktan çekinmeyeceğimi bilmese de üç kuruş koyar mıydı cebime? Ya da cebimde para olmasa çevremde gördüklerimizin bir tanesi olsun oturup bir çay içer miydi benimle? İçki sofrasını paylaştığımız insanlar açlığı da paylaşır mıydı benimle?

Onlarla kanımızın bile farklı renklerde olduğunu farkettim. Geldikleri yeri unutmuşlardı, toprağın değerlerine sırt çevirmiş, kendilerine başka bir alem kurmuşlardı. "Delikanlılık" denir ya, racon kesilir hani, delikanlılığın zerresi bile yoktur onlarda. Çevrelerindeki ışıklı binalardan başkasını görmüyorlardı. Ben, o dünyanın içinde, hep yanıbaşımızda sürüp giden yoksulluğu, sefaleti düşündüm. Yemeklerin en kralı sofrada dururken, sabah akşam bir çorbaya talim edem mideleri düşündüm. Boğazımdan geçmez oldu lokmalar. Alınteriyle kazanılmış, ucuz da olsa emek verilecek sofraya konmuş bir tas çorbanın tadını özledim. Bizim yediğimiz lüks yemeklerden daha lezzetliydi onlar.

Bu hayatın içinde boğulduğumu hissettiğimde, hep yanıbaşımda duran ama nedense o güne kadar gözlerimi kapattığım; sırtımı döndüğüm bir yol olduğunu farkettim. Küçüklüğümden beri devrimcileri gördüm-duydum-tanık oldum. Beşiktaş'ın bazı sokaklarında hala 12 Eylül öncesinden kalan yazılar vardır duvarlarda. Aradan geçen onca seneye boyun eğmeden direnmişlerdir.

Artık o sokakları arşınlarken daha çok takılıyordu gözüm Dev-Genç imzalı soluk kırmızı yazılara. Yanıbaşımda, hatta kendi hayatımın içinde devrimciler vardı; ben mafyacı itin tekine korumalık yapıyordum.

Gazi Ayaklanması, ben böyle bir haleti ruhiye içindeyken yaşandı. Çok kısa bir süre sonra kirli ilişkilerden tamamen çıkmış, hep yanıbaşımda duran ve o güne kadar uzak durduğum devrimcilerle ilişki kurmuştum.

Devrimcilik yapmaya başladığım zaman, aslında en başından seçmem gereken onurlu, haklı-doğru bir davanın beni sarıp sarmaladığını gördüm. Kendimi buldum. "Adam olmak" denir ya, adam oldum işte. Herşeyden önce buydu hissettiğim. Yaşamanın da ölmenin de bir anlamı vardı artık. Yüzyıllar süren bir uykudan uyanmış gibiydim. O güne kadar hiç tatmadığım duyguları, sevgiyi-yoldaşlığı hissettim. Hep gözümün önünde olup da görmediklerimi görüyor, duyup da anlamadığım, yerli yerine oturtamadığım şeyleri kavrıyordum.

Devrimciliğe başlayışım da, yaşamımdaki birçok şey gibi paldır-küldür oldu. Bir anda balıklama daldım. İyi ki de öyle yaptım. Tutkunu olduğum silahlara bu kez gerçekten doğru bir dava ile sarıldım. Bir ara silah bakımı, saklanması vs. ile ilgilendim. Çok geçmeden de halkın adaletini uygulamak üzere görevlendirildim. O anki heyecanı-coşkuyu tarif edemem. Şimdi bile o günleri düşündüğüm zaman kalbim güp güp atar her seferinde. Aslında ben dağlara gitmek için hazırlanmıştım ama bu görevi aldığımda daha mutlu oldum. Kırda değil belki ama şehirde gerilla olacaktım.

...

Picasso'nun Guernica tablosunu duymuşsunuzdur. Faşizmin İspanya'daki Guernica kasabasına yansıyan yüzünü resmettiği tablo için faşist subaya "Bu tablo sizin eseriniz" diyerek tarihe bir köşe taşı koymuştur Picasso.

Marmariste yaşayan sahte ressam -bugün boyadığı tuvallere benzer şekilde- başkalarından kopyalayarak yaratmıştı '80'lerin Türkiye tablosunu. Salazarların, Pinochet, Batista ve Frankoların yarattığı tabloların bir benzerini yaratmıştı topraklarımızda. İsmini hepiniz biliyorsunuz. Buraya yazıp da sayfaları kirletmesini istemiyorum.

Marmaris'teydik işte. Yerleşmiş, düzenimizi kurmuş, sabırsızca hesap gününü bekliyor, hazırlanıyorduk.

Marmaris, Ege'yle Akdeniz'in birleştiği kıyılardan cennetten bir parçadır. Muğla'dan yola çıktığın zaman, vaktiyle Çakırcalı'nın kayadan kayaya atladığı dağların arasından geçince, önce Gökova Körfezi boylu boyunca uzanır gözlerinin önünde. Yamaçtan aşağı inerken o eşsiz manzarayı doyasıya seyredersiniz. Gökova'yı geçtikten sonra sarp bir dağ yolunu tırmanır aracınız. Keskin uçurumları vardır. Yol, upuzun bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla uzanır ormanın içinde.

Tüm bunların arasından geçip dağın doruğuna ulaştığınızda, deniz muhteşem ışık oyunlarıyla hoşgeldin der size. Manzarayı kutsal kitaplardan anlatılan cennetten ayıran tek şey, kıyı şeridi boyunca yığılmış beton binalardır. Dik yamacı ağır ağır iner bütün araçlar. Hem yol pek tekin olmadığından, hem de bu muhteşem görüntüyü belleklerine kazımak için.

Sol tarafta, marinaya demirlemiş yelkenlilerin gökyüzüne uzanan direkleri görülür. Direklerin ucu ufuk çizgisiyle birleşir. Bunların arkasında belli belirsiz de olsun Yalancı Boğaz görünür. Denizin tam ortasındaki Cennet Adası maviliğin içinden fırlamış, yemyeşil bir tepedir. Sağ tarafta, gri şehrin yeşil tepelerle kucaklaştığı yerde oturur eli kanlı kopyacı ressam müsveddesi.

Marmaris'te ikili bir hayat vardır. Tıpkı benim kopup geldiğim şehirdeki gibi, bir yanda eğlencenin- zevkin- sefanın en üst boyutta yaşandığı hayat, öte yanda günde 16-17 saat çalışıp içinde yaşadığı doğa parçasından bir lokmacık olsun faydalanamayan emekçi ordusunun yaşadığı iki hayat... iki zıt kutup.

Sokaklarda emekçiden çok turistler göze çarpar. Emekçiler ya bodrum katlarında yazın o sıcağında kan ter içinde çalışıyordur ya da iki vardiya arası dinlenmededirler. Tek tük yolda, sahilde görenenler ise ya hafta tatilindedir ya da şöyle bir turlayıp nefes almak için çıkmıştır sokağa.

Geceleri başkadır Sahil yolu, eğlence yerleri, restoranlar tıklım tıklım dolu, her adımda birilerine toslayacağınız kadar kalabalıktır caddeler. Disko-bar gibi yerlerde sakız gibi açıktan satılır uyuşturucu. Emekçiler-gençler böyle vakitlerde bir turist avlayıp-ayartıp ecnebi memleketlere kapağı atmanın derdindedir. Hani sonunda amacına ulaşanlar da yok değildir ama çoğunluğu halay kırıklığı yaşar. Savrulur-kopar gider. Batağına gömülür içkinin- uyuşturucunun- çirkefin.

Kısa hayatımın en özgür günlerini burada yaşadım. Belde silah, halkımızın çektiği acıların, işkencelerin katliamların hesabını sormak için adımladım sokakları. Özgürlük nedir derseniz, savaşmaktır derim. Bu ruhla kolladım hedefimi. Günlerim böyle geçti. Ta ki bir gün karga tulumba alınıp Marmaris Emniyet Müdürlüğü'ne götürülene kadar.

Marmaris Emniyet Müdürlüğü'nün bir tarafı sahile bir tarafı Marmaris'ten İçmeçler'e uzanan geniş caddeye bakar. Eğlence ve alışveriş yerlerinin arasında zulüm karargahı gibi dikilir üç katlı bina. Minübüsle önünden gelip geçerken kinle bakardım buraya. Kapının önünde MP-5'li bi polis sağa sola voltalar dururdu.

İçini de göreceğimiz varmış demek. Orada yaşadığım işkenceleri uzun uzadıya anlatmayacağım. Bugüne dek o kadar çok dinlemişsinizdir ki, benim yaşadıklarımı öğrenmek bildiklerinize yeni birşey katmayacak diye düşünüyorum. Şunu söyleyeyim sadece. Benimle işlerinin kalmadığını düşündüklerinde balkondan aşağı attılar. Ki yaptıkları hiçbir şey duyulmasın-görülmesin. Eh bir de bizim nasıl olup da onca zaman gözlerinin önünde dolaşıp kendi canlarından daha çok önem vererek korudukları cunta şefini cezalandırmaya girişmemizin hıncı vardı mutlaka. Burada başlayan işkencenin katmerlisi İstanbul'da bekliyormuş beni. İstanbul işkencehaneleriyle de böyle tanıştım.

Marmaris'ten bana kalan- anlattığım anılarım dışında- bir eylemi gerçekleştiremememin sızısı oldu, bir de binadan atıldıktan sonra sakat kalan belim.

Ümraniye Hapishanesi'ne geldiğimde bir kaç ay yataktan bile kalkamadım. Yatak dediğim de düz bir tahtadan ibaret. Belim sakatlandığı için normal yatakta yatamıyordum. Kıpırtısız yatarken çektiğim acıları bir ben bilirim. Bir de sağa sola dönmeye çalıştığımda beynimde kaç şimşek çakıyordu, orasını düşünün artık.

...

Berkan, bir omuzu hafif önde, yan yan ve öne doğru eğilmiş gibi yürüyordu. Elinde tesbih olsa ilk kez gören birinin tepkisi "vay mahalle kapadayısına bak" şeklinde olurdu sanırım. Ama O, belindeki sakatlık yüzünden böyle yürüyordu.

Bir de konuşması var tabii. Zor anlaşılırdı konuşması. Hızlı hızlı konuşurken yuvarlayarak konuşur, birçok zaman konuşurken güldüğü için iyice birbirine karışırdı söyledikleri. Berkan gibi aynı anda hem gülen hem de konuşan birine çok sık rastlanmaz sanırım. Öyle doğal biriydi. "Biz bilmem kimin peşinde silah elde koşturmuş adamız" gibisinden kasıntı halleri yoktu.

Silahlı alanda görevliyken tutsak düşenlerin diğer alanlara göre farklı bir havası olur bazen (yanlıştır elbette böyle olması). Berkan, yaşam biçimi ve kültürüyle "asker gibi" yaşasa da, öyle havalara giren biri değildi. Sözü yine Berkana bırakalım.

...

Ümraniye benim için bambaşka bir dünyaydı. Daha önce hiç bu kadar yoldaşlığı birarada görmemiştim. Bir de Çingene İbo (İbrahim Erler) vardı ki, onu bir anlatmaya kalksam sayfalara sığmaz. Ben Ümraniye'ye geldiğimde 100 kişi kadardık. Birkaç sene sonra bu sayı 200'e ulaşacaktı. Valla öyle bir yerdi ki nasıl anlatsam. Dünyanın zulmü içerisinde, havalandırmanın ortasında özgürce ateş yakıp halay çekebildiğin bir yer. Durduk yere coşturur yani insanı.

Marmaris, Şube, sakatlıktan dolayı yatağa çakılmam... bunların ağırlığı oldu ilk aylar. Sonrasında ayağa kalkmaya başladığımda yine balıklama daldım yaşamın içine. Doğrusu şu ya, başka türlü de yapamazdım zaten. Benim doğama aykırı. Öyle bir köşeye çekilmek hiç yapamayacağım bir şey. Yaşamın içinde olmalıyım ki yaşadığımı hissedebileyim.

...

"Ümraniye'de teknik işler dendi mi, ilk Berkan akla gelir. İbrahim Erler'le birlikte gerçekten iyi bir ikiliydi. Birbirlerini iyi tanır ve beraber yaptıkları işi yürütürken sanki aynı şeyi düşünüyorlar gibi gelirdi insana.

Teknik işler genelde anma-kutlama programlarında sahne hazırlıkları, şehitlik hazırlığı veya düşmanın herhangi bir saldırısına yönelik direniş hazırlığı için araç, sembolik silah hazırlama olurdu.

Şehitlerimize, Partimize, özellikle de önderliğe karşı özel bir ilgisi ve bağlılığı vardı. Anmalar için şehitlik özel olarak hazırlanacaksa başını Berkan çekerdi ve bunu hep severek, isteyerek, yürekten yapardı. Aldığı işi asla yarım bırakmaz, tüm enerjisini ona harcar. Hep en iyi nasıl yaparım diye düşünür, ne lazımsa onu bulmak hazırlamak için mutlaka çözüm üretir. O'nda "çözümsüzlük" diye bir kavram yoktur. Bu konuda tam bir görev adamıdır. Ve hep asker kafasıyla gerilla gibi düşünür. Savaşçı gibi düşünür. Bu yanı günlük yaşantıda da hakimdir. Boş durmaz, heran, her dakika mutlaka bir işle uğraşır, üretir... Pratiktir. Hızlı ve pratik düşünür. Teknik işlerde gecesini gündüzüne katardı.

...

Ümraniye'de gerek eğitim çalışmaları, gerekse anma-kutlama programlarında, tiyatro oyunlarında kullanılması için maket silahlar hazırlanırdı. Ondörtlüden, keleşe, lav silahına kadar. Bunları hep Berkan hazırlardı. Ölçer, keser, biçer, boyar ve mutlaka asıl ölçülerine göre hazırlar. Uzaktan bakıldığında silahın gerçek mi maket mi olduğu anlaşılmazdı. Yine, bu yaptığı maket silahlara zarar verilmesine, hoyratça kullanılmasına çok kızardı. Kimi silahlar kırılırdı. Kızar, üzülür, ama onları olabiliyorsa tamir eder, olmuyorsa yeniden yapardı.

Emekçiydi. Dedim ya boş durmazdı. Mutlaka birşeyler bulurdu, yapar, üretir. Günlük komün nöbetlerinden sorumluluk aldığı işlere kadar, yaşantısında hep hareketli üretken ve emekçidir.

Hep gülerdi. Gözlerinin içi parlardı. Denir ya "çakmak çakmak gözler" diye, öyle. Gülmek için özel bir durum olmasına, birinin espri yapmasına gerek yoktur. Ne olursa olsun, o, hep neşelidir, hep gülendir. Aynı sıcaklığı çevresine de yansıtan-yaşatandır. Birlikte çalıştığı, paylaşımlarının olduğu arkadaşlarla daha sıkı-fıkıdır. Ama o herkesle sohbet eder. Ayrı gayrı yoktur onda.

Teoriye gelmez-gelemez (!) Gerçekten, bu konuda özel bir ilgisi yoktu ama okurdu tabii. Onun için teori yaşamın kendisiydi, pratikti.

Düşmana müthiş bir kin duyardı. Bunu sohbetlerde özellikle görebilir insan. Bu yanı özellikle direnişlerde daha çok kendini gösterirdi. Demirleri kullanıp silah hazırlamaktan kapı patlatmaya kadar, barikat araçlarına kadar hep yapan, üreten, koşturan, en önde olandır. Bunu görmek için özel bir çabaya, gözleme de gerek yoktu. Çünkü o hep bir o yana bir bu yana koştururken gözönündeydi.

...

Genelde pratik işlere yoğunlaşmamın nedeni biraz bu işlere yatkınlığım, askeri konulara yönelik tutkumsa, daha çok da kendimi "teori fakiri" görmemdi. Nedendir bilmem hiç kanım kaynamadı bu kağıt-kalem işlerine. İlkokuldan sonra elime doğru düzgün kalem almış değilim. Hani hiç bilmez değilim. Belki anlatabilirim de dilim döndüğünce ama yazı işi zor valla. Okumak desen tamam. Okurum zaten. Okumasam verdiğimiz savaşı doğru düzgün kavrayamazdım ki. İşte böyle bir hal benimkisi.

Herkesle sohbet ederdim Ümraniye'de. Daha doğrusu genelde gençlerle ilgilenmeye- sohbet etmeye çalışırdım. Bu da sağolsun İbo'nun yönlendirmesiyle oldu biraz.

Hapishane insanı öğütür de, eğitir de. Nasıl olacağı duruma göre değişir. Bunun için elimden geldiğince gençlerle sohbet ederek, onlarla dostluk kurarak, paylaşarak yaşama daha sıkı sarılmalarına yardımcı oldum. O değirmenin (hapishane) onları öğütmemesi için yol göstermeye, eğitmeye çalıştım. Doğrusu onlar mı beni eğitti, ben mi onları eğittim bilmiyorum. Bildiğim, her birinden çok şey öğrendiğimdir. Her insan ayrı bir dünya ve her dünyada öğrenilecek yüzlerce- binlerce şey var. Bunu da onlardan öğrendim.

İnsan yaşayarak öğreniyor. Benim en çok öğrendiğim süreç, mücadeleye kilitlendiğim, etkilendiğim dönem 96 Ölüm Orucu olmuştu mesela. Ümraniye'de her an, durmadan öğrendiğim, hep yaşama birşeyler katmaya çalıştığım yer oldu. Berkan biraz da burada Berkan oldu bence. Her işe el attım. Pankart yazdım, tiyatro sahnesi hazırladım, şehitlik düzenlemeleri yaptım, ayakkabı diktim, bıçak-şiş-mızrak yaptım. Hepsinden ayrı ayrı zevk aldım. Zaten zevk almadığın işi o kadar da güzel yapamazsın. Görev verilmişse ya da biz üstlenmişsek onu severek yapmak gerekir. Karıncayız biz, hayatın yapıtaşıyız. İş verin bize, ne olursa olsun onu yaparız. İş olmasın, yaratırız. Böyle gördük- öğrendik hayat ustalarımızdan.

Usta dedim gene İbo düştü aklıma. Ya aslında benim kendimi anlatabilmem için İbo'yu anlatmam gerekir başta. Hüsam'ı da anlatmalı bir güzel. İkisinin de benim üzerimde emeği, paylaşımlarımız çok. İbo hem ustam hem ortağım. İbo'yu çok severim, zor tarif ederim. Neyse şimdi yeri değil. İbo'yu anlatacaksak böyle durgun zamanlarda değil savaş zamanında anlatmalı ki yerli yerine otursun.

Çalışmaktan bahsediyordum. Bir iş yapılmış ve o iş yapılırken ben boş boş durmuşsam içim rahat etmez. Hazırlopçuluk bu... Tiyatro, müzik, şiir vb. şeylerde mesela; bunlarla ilgilenmeyi pek sevmem ben. Sadece izlemeyi-dinlemeyi severim. Ama o sahne kurulurken ben de katılmalıyım bir şekilde. Dekoruna, aletine-edavatına yardım etmeliyim ki izlerken dinlerken rahat olayım. İçimde emeğim yoksa saklı bir utanç duyarım. İşte hep çalışmak, birşeyler üretmek istememin birinci nedeni bu. Bir de, bizim insanlarımız en iyisine, güzeline layıktır. Böyle düşünüyorum. En güzelini yaratmak ta ancak emekle olur, başka birşey değil.

...

Berkan çatışmaların insanıdır. Direnişlerde hep ön saflarda gördük O'nu. Yiğit; gözüpektir. Öyle kuru gürültüye pabuç bırakacak adam değildir. Kurşun da yese gıkı çıkmaz, terketmez savaş alanını. Ümraniye'de yaşanan tüm direnişlerde önde, çatışmayı göğüsleyen yoldaşlarımızdan olmuştur. Sadece direniş başlayınca ortaya çıkan birşey değil bu. O, olası direnişleri hesaplayarak malzeme biriktiren, direnişte silah olarak kullanılabilecek şeyleri toparlayan, işleyen, buna kafa yoran bir direnişçidir.

Aslında bu, sahip olduğu bakış açısının yarattığı durumdu bence. Berkan, yaşamı direnişler-durgun sakin zamanlar diye ayıran değil, tüm hayatı, her boyutuyla savaş olarak algılayan gerçek bir savaşçıydı. Görevler-sorumluluklar, yapılan- yapılmayan işler hep bu savaşın parçasıydı onun için. Havalandırmaya sahne kurulacak mesela: bu, sıradan, basit bir işin ötesinde askeri bir talimattır onun için. Şehitlik düzenlenecektir, pankart yazılacaktır, yaptığı iş her neyse harcadığı emekle ortaya çıkan değer, savaşı daha da güzelleştirecek, güçlendirecektir. Böyle düşünür. Doğrusu da böyleydi zaten.

19 Aralık'ta direnişin daha başlarında ciddi olarak yaralandı. Gene İbo'yla birliktelerdi. Şakayla karışık "kapıcı tayfası" derdik onlara. İbo ve Berkan'ın başını çektiği 6-7 kişilik bir gruptular. Nerede kapı-kilit patlatma, duvar delme işi var, ilk atılan onlar olurdu. Zaten tüm kitle bu durumu kabullenmiş, o işleri onlara havale eder olmuştu biraz da. Duvar mı delinecek, elleri parçalanana kadar saatlerce taşla demirle vura vura uğraşırlar, ama sonunda mutlaka delerlerdi. Kapı devirmek, kilit patlatmakta İbo'nun üstüne yoktur. Ulaşabildiği her türlü kilidi patlatabilecek kadar ustaydı. Eh kilide ulaşamıyorsa da kapıyı patlatmak şart olmuştur artık. İbo'nun yanında illa ki Berkan vardır. Birbirlerinden pek ayrılmazlardı zaten.

19 Aralık'ta da koca kapıyı yüklenmiş, düşmanın bizden önce davranıp zaptettiği üst kapıyı almaya gidiyorlardı. Üst maltada düşman bizimkilerin üstüne kurşun yağdırmış. Berkan ağır yarayı karnından almıştı, bunun yanında ufak tefek bir kaç yara daha. İbo'nun her iki işaret parmağı kopmuştu.

"Kapıcı tayfası" deli doludur. İki kurşunla gözü yılmaz hemen. Sargıları yapıldıktan sonra ilk ayaklanan İbo oldu. Bağlasan durmaz. Berkan ayrı bir alem. Neyse, o da yarası ağır olmasına rağmen çok durmadı revir koğuşunda.

...

Kurşunu yediğimizde çok yandım. Direnişin daha başında vurulduğuma yandım. Yapacak daha o kadar çok iş vardı ki... İbo'nun parmaklarına yandım. Olacak iş değil yani. İki elinin işaret parmağı da koptu. Az daha önde dursaydım da O'na giden kurşunlar bana gelseydi keşke.

İbo'yu anlatmanın vaktidir şimdi. Daha doğrusu bendeki yerini anlatacağım sadece. O'nun hayat hikayesini ayrıca yazarlar zaten.

Hayatım boyunca İbo kadar yakın olduğum kişi sayısı çok azdır. Tüm yoldaşlarımı uğruna ölecek ve öldürecek kadar çok seviyorum. İbo'yu onlardan biraz ayrı bir yere koyuyorsam O'nunla çok şey paylaştığımız içindir. Ustamdır. Çok şey öğrendim O'ndan. Çok iş yaptık, çok dertleştik. Her paylaşımımız yoldaşlık mayasının üzerine koyduğumuz taş oldu ve biz o taşlardan yıkılmaz bir yapı kurduk. Mümkün değil ama başka hiçbir gerekçem olmasa bile O'nun için ölür- öldürürdüm. Yoluna baş koyulacak adamdı.

Direniş sonrasında İbo'yla ayrı düştük bir süre. O'nu hastaneye kaldırdılar. Ben diğer yoldaşlarımla birlikte Kandıra F Tipi'ne götürüldüm.

Hücre günlerimiz böyle başladı. Ayrılık-hasretlik ne demek burada öğrendim. Açlık günlerimiz ilerliyor, biz açlığımızdan çok yoldaşlarımızı düşünüyorduk. Ümraniye direnişi sona ermeden başlamıştık açlık grevine. 4 günlük direniş sonrasında Kandıra'ya getirilip hücrelere atıldığımızda gazdan, uykusuzluktan, yaralarımızdan ve işkencelerden dolayı bitap düşmüş olsakta alnımız ak başımız dikti. (Hala da eğemediler o başı). Şehit verdiğimiz yoldaşlarımızın acısının dışında, yaşadığımız onca şeye rağmen fazla fiziksel acı hissetmediğimizi söyleyebilirim.

İlk günler daha zor geçti. Belirsizlik vardı. Kimler şehit düştü, kim-nerede. Herşey belirsizdi. Günde üç bardak şekerli su içiyorduk sadece, ama içimizde öyle bir öfke- kin vardı ki günler geçse de biz direncimizden birşey kaybetmiyor, gücümüzü koruyorduk. Ümraniye'nin direniş ruhunu hücrelere de taşımıştık.

"TALİMATTIR" diye büyük harflerle yazılmış bir not gelmeseydi daha o zamandan başlamıştım ben ölüm orucuna. Birçok kişi de benim gibiydi. Oligarşi "örgüt baskısıyla ölüm orucuna giriyorlar" diye yaygara koparmaya devam ederken, örgütümüz bizim ölüm orucuna başlamamıza engel oluyordu aslında.

Parti iradesi herşeyin üstündedir. Parti yapmayacaksın diyorsa bir bildiği vardır elbet. Bu işe canım sıkılsa da mecburen ara verdim açlığa. Arada başka açlık grevlerimiz de oldu.

Kandıra'ya daha yeni yerleştik derken, hop Tekirdağ'a götürdüler beni. Benimle beraber bir grup Kandıra'dan, bir grup da Edirne'den getirilenler olmuştu. Gene işkence ve baskılara maruz bırakıldık Tekirdağ'ın açılışında.

Her gün irade çatışmalarıyla, direnişle geçiyordu. Bu çatışmaların hepsini kazandığımızı, kazanamadıklarımız için de hala çarpıştığımızı söylememe gerek yok sanırım.

İbo'yla burada yollarımız yeniden birleşti. Ayrı ayrı hücrelerde olsak da önemi yok bunun. Yollarımız birleşti! Çok güzel oldu hem de birlikte ölüm orucuna başladık. Biz F Tipleri'nde oluşturulan ilk, Büyük Direnişin ise 4. Ekibiydik. Katliam operasyonu sonrası yoldaşlarımızın götürüldüğü bütün hapishanelerde yeni ekipler çıkardık. Ard arda verilen şehitlerle birlikte bizim ölüm orucuna başlamamız, düşmana verilen çok net bir cevaptı. Her koşulda direneceğiz!

Ümraniye'deyken Ölüm orucu gönüllüsüydüm. Ekibe seçilmedim. Üzüldüm ama "Partinin tasarrufudur" deyip içime gömdüm hüznümü. Biz savaşçıyız. Yaşamda olduğu kadar ölümde de büyük ailemizin iradesine tabiyiz.

Yaşam ve Ölüm.

Çok güçlü, üzerine iyi düşünülmesi gereken kelimeler bunlar. Bunları doğru tanımlayamayan, yerli yerine oturtamayan kişi ne ölebilir, ne de yaşayabilir adam gibi.

 

600 güne dayandı benim direnişim, ihanetler gördüm. Kahramanlıklar gördüm daha çok. Çok şey yaşadım. Çok öğrendim. Herşey çok oldu bu süreçte. Çok özledim, çok sevdim, çok bağlandım, çok kin duydum... çok... çok... çok...

Bizim günlerimiz 6. ayına, Büyük Direniş birinci seneye girerken İbo'mu alevler sardı. Ondan çok ben yandım. Armutlu'ya yapılan saldırıyı protesto etmek için bedenini tutuşturdu İbo. Bir süre sonra da Tekirdağ'da aynı ekipte direnişe başladığım Nail yoldaşım feda eylemi yaptı. Bir kez daha yandım.

Hazırdım. Onların yerinde ben de olabilirdim. Tereddütsüz atılırdım alevlerin içine. Bir selam yeterdi bunun için. Selam gelmedi. Bana bu direnişin uzun yürüyüşçüsü olmak düştü. 589 gün, hergün kendimle hesaplaşmak, ihanetlere kin duyup, kahramanlıklarla beslenmek, hep ayakta durmak düştü payıma.

Kahramanlık, bir kişinin çok üstün vasıflarla donanması değildir. Böylesi masallarda olur. "Süperman"lar yoktur. Kahramanlık, doğru politikanın yarattığı birşeydir. Doğru zaman da, doğru yerde, doğru tavrı almak gerekir. Bunu belirleyen de politikadır işte. Yoldaşlarımızın asil direnişi elbette ki tartışılmaz. Hepsi kahramandır. Önemli olan doğru safta olmaktır. Biz haklı ve doğru bir savaşın neferleriydik. Ve bu savaş bizi kahramanlıkla onurlandırdı. Hepsi bu.

Yoldaşlarım benim cesaretimi anlatacak muhakkak. Ben size korkularımı anlatacağım.

Kimse korkusuz olduğunu iddia etmesin, yoktur böyle biri. Önemli olan korkularını tanımak, onları tüm duygularıyla birlikte yönetmektir.

Ben en çok alnıma leke sürülmesinden korktum. Öyle bir sonla karşılaşmamak için hergün sorguladım kendimi. Yaşama nedenlerimi, neden öldüğümü... o kadar çok soru sorup o kadar çok cevapladım ve yüreğimin içindeki en küçük titremeyi dahi tanımlamak için o kadar çok düşündüm ki tahmin bile edemezsiniz. Çok yorucu olmadı bunu yapmak. Öyle bir direnişin içindeydik, bu direnişimizden aldığım güç ve tarihsel haklılığımızla verdiğim cevaplar her zaman çok net ve terüddütsüz, kesin cevaplardı.

Hainler bence bu hesaplaşmadan kaçtıkları için hain oldular. Hiçbiri kötü insan değildi onların. Öyle olsalardı zaten direnişe başlamazlardı. Ve birçoğu da çok yetenekliydi. Çok güzel şiirler-yazılar yazar, etkileyici konuşurlardı. Türkücüsü- bestecisi de vardı içlerinde, çok iyi silah kullananı da. Ne var ki, kişinin niteliğini belirleyen şey yetenekleri değil tercihleridir. İyi niyetlerle, samimiyetle başladıkları direnişin bir noktasında kendi zayıflıklarına yenildiler ve o noktadan sonra nitelik değiştirdiler.

Teoriyi pek sevmediğimi söylediysem, hani hiç bilmez de değilim. İnsan kendi içinde sürekli bir savaşım halindedir. Bu çatışmaya tarafsız kalmayacaksın. Seyirci olmayacaksın. Sürekli iyiyi güzeli doğruyu besleyeceksin ki işin sonu kötü olmasın. Eğer bunu yapmazsan nicel değişimler birikir ve sonunda bambaşka bir niteliğe bürünürsün. Hain olursun. (Buna da felsefe diyorlar)

Ölümden değil ölmemekten korktum ben. Üstlendiğim görevi başaramamaktan korktum. Zaten Marmaris deneyimim hep kanayan bir yara, bir uhde olarak kalmıştı içimde. Boyutu çok farklı olsa da hep içimde eziklik taşıdım bu yüzden. Ve bu direnişte ölümden kaçmak, yoldaşını satmak demekti. Mümkün değil, İbo'yu nasıl satarım ben. Bir kaşık çorbaya nasıl değişirim değerlerimi... Bundan korkulur işte.

Sakat bırakılmaktan da korktum. Öyle bir şeye engel olmak için tüm benliğimle kilitlendim. Gün oldu saatlerce buna karşı alabileceğim önlemleri düşündüm. Bunları "korku" diye tanımlıyorum ama belki de değildir, bilmiyorum. Başka bir açıdan bakıldığında savaşın gerçekliği olarak da görülebilir. Zorla müdahale ile bir çok yoldaşım sakat bırakıldı. Öyle bir sonucu yaşamamak için bilincimi sürekli açık tutmaya gayret ettim.

Eh yeter herhalde. Korkularımı anlatayım dedim ama pek de korkak biri sayılmam. Yoldaşlarımız genelde böyledir zaten. Ateşlerin içinden geçtik biz. Ve o ateşlerin içinden geçerken yandı korkularımız.

Nasıl olup da 589 gün aç kalınabildiğini merak edeceksiniz belki. Hatta bu direnişin içinde olmayanlar inanmaz bile.

Açlık hissetmiyorsunuz. Kesin olarak söyleyebileceğim ilk şey bu. Birçok sancı, ağrı vb. olabilir. Ama açlık... Hayır. Ben hiç açıkmadım. Kanlı çorbaya karnımız tok. Belki bundandır. Bilmiyorum, insan bilinci kendini buna göre ayarlıyor sanırım. Belli bir formülü yok. Sevgi- vefa- bağlılık- kin- özlem... bütün duygular doğru şekilde yönlendirildiğinde besliyor seni. Ağrı, sızı, sancılar, rahatsızlıklar... bunlar hikaye. Benim derdim bir yoldaşımın yüzünü görmek, sesini duymak.

Aç kaldığı zaman çok düşünür insan. Kendini büyütür doğru düşünürse. Yeniden doğar bir anlamda. Bu, savaşa-mücadeleye-direnişe bütünüyle kilitlenme halidir. Başkaları (hainleri kastediyorum) yiyerek kütlesini büyütürken ben yemeyerek insanlığımı büyüttüm. Bunu söylerken hem kişi olarak insan olmayı, hem de büyük insanlık ailemizi büyütmeyi kastediyorum.

Yaşasaydım ne olacaktı? Yiyen, içen, uyuyan, kalkan, tuvalete giden, değerlerinden soyunmuş, düşünmeyen bir yaratık olacaktım. Anlamayanlar anlamamakta inat ededursun, hep söylediğimizi tekrar edeceğim yine: Onurumuz, insanlığımız ve değerlerimiz için, ideolojimiz için, sosyalizm davası için, insana yaraşır şekilde yaşamak için aç kaldım ben yoldaşlarım ve halkım için ölüme yürüdüm.

Bir başkası için tırnağını bile feda edemeyen düzen insanının bunu anlaması zor elbette. Ben daha çok bilip de görmezden gelen, sol cenahta gözüküp kapitalizmin soygunculuğunu yapan sefillere kızıyorum. Bilmeyene duyuramadıysak kabahat biraz da bizim. (Ki duymayan kalmamıştır) Bilip te bilmezden gelenler kendi utançlarında boğulsunlar.

Direniş günlerim böyle kah kızarak, kah anlamaya çalışarak ama hep umut ederek, zafere kilitlenerek geçti. Hani komik olaylar da olmadı değil. Anlatayım birini;

Ben ölüm orucuna başladığımda yanımızda başka bir siyasi hareketten arkadaş vardı. O yakında direniş biter, zafer kazanılır beklentisi taşıyordu. Ben "Yok daha uzun sürer bu direniş" dedikçe bu iyice iddialaştı. En sonunda bahse girdik, direniş 150 günü geçer-geçmez diye. Ben "sürer" diyorum. O "biter" diyor. Böyle böyle 200. gün için de iddiaya girdik.

Bu bana takılıp duruyor "Malboroları hazırla, senin sigaranı içmek zevkli olacak" diye.

 

200. gün de geldi tabii. Bizimkilere mektup yazdım gene "Kek sigarasını içersiniz" diye. Düşünüyorum da; bu, işin eğlencesi. Keşke direniş o günlerde zafere ulaşsaydı da ben bir değil yüz paket sigara kaybetseydim.

Sonra ki aylarda oportünizmin genelde bu mantıkla düşündüğünü gördük. Direnişe bizimle birlikte başlamamış, F Tiplerinin açılmasını beklemişlerdi. zamanında taarruz iradesini gösteremeyenler, bu ağır direnişin yükünü de kaldıramadı ve savaş alanını terkedip gittiler. Neyse bu konulara fazla dalmayayım. Bunlar ayrıca muhasebesi yapılacak, tarihsel olarak hesaplaşılacak konular. Direniş günlerinde yaşadıklarımı yansıtmak için böyle kısaca değinsek yeter.

2001 Mayıs ayında başladığım direnişte tam 8 mevsim gördüm ben. Sıcağı da soğuğu da iliklerime kadar hissettim. Soğuk-sıcak dedim aklıma geldi; gene komik bir olayı anlatayım:

Soğuk bir kış günüydü. Havalandırma kapıları bile yağan kardan dolayı zar zor açılıyor. Her yan bembeyaz olmuş. Ben de tam siper uzanmışım, üstümde üç battaniye.

O ara doktorlar geldi. Benim yanıma çıktılar. Güya bilincim yerinde mi değil mi kontrol edecek ya "havalar nasıl?" diye sordu. Ben de "çok sıcak" dedim. Şaşırdı tabi: "Sıcak mı?"

"Çok sıcak yanıyorum" dedim.

Doktor bir başıma baktı, bir dışarı baktı. Öyle soğuk ki camlar bile buz tutmuş. Dayanamadım.

"Ya görmüyor musun her taraf buz tutmuş? Niye havaları soruyorsun?" deyince bunun benzi attı. Diğer doktorlarla birbirlerine baktılar. Birşey demediler başka da. Ama hallerini görseydiniz gülmekten kırılırdınız.

Direniş süresince bir kaç kez Tekirdağ Devlet Hastahanesi'ne getir- götür yaptılar beni. Bu uygulamalar hem bizi fiziki ve psikolojik olarak yıpratmak, güçten düşürmek için, direnişimizi kırmak içindi, hem de bir punduna getirip kolumuza serum hortumu dayamak için. Başaramadılar. Bu gelgitlerden sonra Bayrampaşa Devlet Hastanesi'ne kaldırdılar beni. Yanımda başka yoldaşlarım da vardı. Direnişe burada devam ettim.

589 günlük uzun yürüyüşüm sırasında neler yaşanmadı ki... Tüm bu süreci anlatabilmek için koca bir kitap yazmak gerekir doğrusu. Kısaca özetleyeyim en iyisi:

Ben ölüm orucundayken 50'nin üzerinde yoldaşım şehit düştü. Düşman tahliye rüşvetini devreye soktu. Tahliye rüşvetlerine karşılık dışarıda devam eden ölüm orucu direnişi daha da güçlendi-büyüdü. Armutlu Direniş kalesi'ne saldırı oldu. Feda eylemleri yaşandı.

Ölüme yürürken birçok çağrı yaptık bu arada. Toplumun her kesimine yönelen bu çağrıları duymamak için sağır, görmemek için kör olmak yetmezdi. Halkımızın duyduğunu, gördüğünü, izlediğini, yüreklerinin bizimle attığını biliyorum ya ötekiler?..

Yaşasaydım ve direnişimizin zaferini görseydim, dahası devrimimizi görseydim; "Eğitmenlik ve teknik eğitmenlik özel ilgi alanım olurdu herhalde. Kendi okullarımızda, kendi savaşçılarımızı yetiştirmek, onlara emek vermek isterdim."

Üç dilek tut dediler bana; belki bir yoldaşımdı bunu söyleyen, belki bir masal peresi. Tuttum dileklerimi:

"Anadolu topraklarında yaşanan bunca acı ve katliamların, halkımızın çektiği bunca cefanın devrimimizle son bulması ve güzellikleri, yaratacağımız tüm güzellikleri halkımızla birlikte yaşamak. Ülke topraklarımızda kahramanlarımıza verdiğimiz sözlere layık olma, yerine getirme duygusunu yaşamak birinci dileğimdir.

İkinci dileğim: Tüm güzeliklerin yaratıcı ve 30 yıllık tarihimizin yol göstericisi, baş komutanımız-önderimizin, zaferimizi halkımızla, bu güzellikleri dolu dolu yaşamasını istiyorum. Ve o güzellikleri en çok önderimizin hakettiğini düşünerek o büyük zaferi en çok onun görmesini istiyorum.

Üçüncüsü ise; Devrim ülkesinde kendi okullarımızın, fabrikalarımızın, ordularımızın ve savaşcılarımızın o muhteşem güzelliklerinin ve görkeminin halkımızla, ülkemin topraklarında bütünleşmesi gözümün önüne geliyor. Ve bu hayal üçüncü isteğimdir. Ama ufkumuz çok büyük. Bu ülkede kanla yazılan tarihi devrimimizle taçlandıracağız. Sözlerimiz, yeminlerimiz ve yarattığımız destansı kahramanlıklar zaferimizin yapıtaşlarıdır. Hayallerimiz; isteklerimiz, duygularımızdır. Bu duyguların halkımız ve yoldaşlarımız tarafından layık olduğu şekilde yaşanacağını bilmek huzur ve güven veriyor. O büyük günde tüm kahramanlarımızla birlikte bizler de o güzellikleri yaşayacağız. O coşkunun içinde olacağız."

...

Yazarak, sohbet ederek, güç toplayıp volta atmaya çalışarak geçiyordu günler.

2002'nin yaz aylarında direnişimizin soluğu yine ulaştı dışarıya. Feride yoldaşım tahliye rüşvetini düşmanın yüzüne çarparak dışarıda da devam etti ölüm orucuna. Armutlu Katliamının üzerinden yedi ay geçmişti. (belki biraz daha çok) Ve direniş dışarıda da devam ediyordu yine. "Her koşulda ve herşeye rağmen" demek, bu demekti işte. Feride'nin günleri de oldukça ilerlemişti. Benim sıramı kapmasın diye haber bile yollamıştım.

Ölümün sırası olmazmış, benden sonra direnişe başlayan birçok yoldaşımın ölümünü gördüğüm gibi Feride'nin ölümünü de gördüm. Göreceğimiz varmış demek.

Doğrusu o kadar zaman ayakta kalabileceğimi ilk başta ben de düşünemezdim. Yoktu ki örneği (ki hala yok) "Dile kolay" denir ya, dile bile kolay değil, "Beş yüz seksen dokuz gün"! Her an aç olduğum, her soluk alışımda hücrelerimin birer birer, biner biner yandığını hissettiğim: vücudumdaki acılardan çok analarımızın, halkımızın sırtına inen cop darbelerini duyduğum; gözlerimin önünden kayıp giden kendi hayatıma değil, don yemiş taze sürgünler gibi solup giden, toprağa düşen yoldaşlarıma yandığım BEŞYÜZ SEKSEN DOKUZ GÜN!

Beşyüz seksendokuzuncu gün 20 Aralık tarihine denk geldi. Hapishanelerdeki yoldaşlarım sloganlarla, açlık grevleriyle anma programları yapıyordu biliyorum. 19-22 Aralık direnişimizin yıldönümüydü. En güçlü selamı göndermek istedim. Dışarıda olsaydım bir savaşçı olarak eylemle selamlardım. Tutsak bir direnişçi olarak en güçlü selamım hayatımdı. O'nu yolladım.

Vakit gelmişti zaten. Beyaz gömlekli cellatlar çevremde dört dönüyor, bilincimin kaybolmasını bekliyorlardı.

Vakit gelmişti.

Öldüm.

Ben Berkan Abatay. 20 Aralık 2002'de öldüm.

Adli Tıp'ın önündeler. Gittikçe kalabalıklaşıyorlar. Hava çok soğuk. Ben içerideyim... Aileler beni hazırlıyorlar. Avukatlar evrakım ile ilgileniyorlar... Ben hazır olunca yola çıkacağız. Beni Gazi Mezarlığı'na götürecekler. Bayrampaşa, Ümraniye, Armutlu şehitlerinin yanına.

Yoldan geçenler kimin öldüğünü soruyor. Ben öldüm. Ölüm orucunun 103. şehidiyim. Başımız sağolsun.

Gelip geçenler bizimkilere meraklı gözlerle bakıyorlar. Bizimkilerse elinde benim fotoğrafım, yakalarında yine benim fotoğrafım. Her gelenin yakasına iliştiriyorlar benim fotoğrafımı. Beni bekliyorlar. Önce Gazi Cemevi'ne götürecekler. Oradan da omuzlarına alacaklar. Üzerime çiçekler atacaklar, alkışlayacaklar. Polis, bizimkilere; "otobüslere binin" diyor. Binmeyecekler onlar benim yoldaşlarım. Orada beni karşılayacaklar.

- "Aslanlar gibi direndi, aslanlar gibi çıkacak bu kapıdan. Biz de ellerimiz patlayana dek alkışlayacağız Berkan'ı" diyorlar.

Bu nedenle otobüslere binmeyecekler. Ben onlara öncülük edeceğim. Gazi'ye götüreceğim onları. Önce ben çıkacağım kapıdan. Onlar arkamdan gelecekti.

En sonunda hazırım. Adli Tıp Kurumu'nun kapısı aralanıyor. Sarı karanfillerle süslediler üzerimi. Ben kapıda görünür görünmez zılgıtlar alkışlar kopuyor. Halkım beni bağrına basıyor. "Kahraman" diyorlar bana. Soluksuz göğsüm kabarıyor gururla.

Beni cenaze arabasına koyuyorlar. Onlar da otobüslere biniyor. Ağlamıyorlar. Ağlamayacaklar da.

Otobüste bir yoldaşım "İnce Mehmed" türküsünü söylüyor. Öyle yürekten söylüyor ki benim bile atmayan yüreğim sarsılıyor.

Gazi'ye doğru yolalıyoruz. Ben hem cenaze arabasındayım, hem otobüste-yoldaşlarımın arasında. Esma, Feride'yi anlatıyor yanında oturan yoldaşına. Malatya'dan, cenazeden yeni gelmiş. Feride bana çalım atıp önden gitti ya... Alacağın olsun senin Feride. Bir de haber gönderdim güya "Sırama gözünü dikme" diye.

Cemevine varıyoruz. Beni aşağı indiriyorlar. Yoldaşlarım cemevinin kapısının önünde beklemeye başlıyor. Her inen, otobüsten alkışlarla iniyor. Mahallelerden geliyor yoldaşlarım. Daha da kalabalıklaşıyorlar. Halaylar çekiliyor. Sloganlar atılıyor.

Cemevinin içinde, gasilhanede son yolculuğuma hazırlıyorlar beni. Yoldaşlarım ben hazır olduktan sonra aşağı iniyor. Beni selamlayacaklar. Teker teker giriyorlar gasilhanenin kapısından. Uzun bir kuyruk bu. Hepsi görmek istiyor beni. Huriye ana üzerime kapaklanmış "Aslan yavrum, yiğit yavrum. Selam söyle Fırat'ıma" diyor. Söylerim güzel anam söylerim elbet. Analarımızın kimi yüzümü okşuyor, kimi öptükçe öpüyor. Boylu boyunca yatıyorum musalla taşında. Başım hafif sağa eğik kalmış. Başımda yıldızını kendi elimle işlediğim ölüm orucu bandım takılı. Sakallarım uzamış biraz, kızıllaşmış biraz daha.

Hep beklediğim, neredeyse 600 gündür beklediğim an geliyor. Omuzlarındayım... Alkışlar daha bir çoğalıyor. Sloganlar yükseliyor "Kahramanlar Ölmez Halk Yenilmez"... Yoldaşlarımın yüreğine akıyorum.

Cenaze konvoyu yolalıyor Cebeci Mezarlığı'na. Beşer kişi dizilip kortej oluşturuyorlar. Hava ayaz, soğuk ciğerlerine işliyor yoldaşlarımın. Beş üşümüyorum. Soğuğu hissetmiyorum. Ölüyüm ben. Belki onlar da hissetmiyordur. Beşyüz kişinin elinde beşyüz kızıl bayrak! Sanki devrim yürüyüşü. Konvoy hareket ediyor... Rüzgar bayraklarımızı savuruyor. Bayraklar dalgalanıyor, yürüyoruz. Ben en öndeyim. Yoldaşlarım ardımda. Ardımda yürüyenlerin arasında "Berkan Abatay Ölümsüzdür- Çarşı Grubu" pankartını taşıyan arkadaşlarım... Çarşı'nın çocukları... Bayraklar dalgalanıyor, yürüyoruz.

Ben Berkan ABATAY. 20 Aralık 2002'de Şişli Etfal Hastanesi'nde şehit düştüm. 22 Aralık'ta toprağa verdiler beni. Onlar kızılbayraklarla ardımda yürürken benim gözlerimden iki damla yaş süzüldü mutluluktan. Böyle bir aile için bir değil bin canım olsa, binini bile esirgemezdim onlardan.

Ben Berkan ABATAY Ölüm Orucu Direnişinin 103. şehidiyim. Öleli 500 küsür gün oldu. Toprak oldum ben. Çiçek oldum. Umut, zafer, çığlık, isyan oldum. Ses oldum. Nefes oldum.

Ben Berkan ABATAY. Yaşıyorum. Bedreddin demiş ki: "Bir insan inançları uğruna ölmüşse ve inandığı şeyler doğruysa, o insan ölmüş sayılmaz". Yaşıyorum ben. Yaşatıyorsunuz.

Cevahir yüreklilerim, Canparçalarım;

Zafer halayınızda benim yerimi ayırın. Sloganlarınızı benim için biraz daha gür atın.

Yoldaşlarım, savaşçılarımız; namlular zulme doğrulduğunda "bir mermi de benden" sıkın.

Halkımız; bize güvenin. Bağımsız bir ülke, sömürüsüz bir gelecek düşlerimiz sizin için.

Zalimler! Unutmayın, bir an olsun baş eğdiremediniz bize-bana. 589 günün her saniyesinde Ben kazandım! Biz kazandık! Direnişin sürdüğü her gün yavaş yavaş öldük ve hergün kazandık böylece. Öldü sanmayın. En tatlı uykularınızın ortasına şimşek gibi dalan korku, kabus-heyula olacağız size. Gültekince, Uğurca patlayacak öfkemiz! Ve son sözlerimizi devrimimizle söyleyeceğiz.

Şan olsun!

Selam olsun!

 

Kaynaklar: Berkan Abatay'a ait not ve mektuplar

Tavır Dergisi 2003 Ocak sayısı

Gomedi Dergisi

Yoldaşlarının yaptığı anlatımlar

 

 

Geri